Hutbenin şartları

Hutbenin şartları: Hamd, Salavat, Nasîhat, dua, kıraat olmak üzere, aralarında yabancı bir kelâm edilmeden arabî olarak okunmasıdır.

[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî]

Hanımını sev

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hazret-i Ömer* zamânında bir müslümân, hanımıyla geçinemezmiş kardeşim. Bir gün yine onunla tartışdıkdan sonra, hışımla evden çıkıp, hanımını şikâyet etmek üzere halîfe hazret-i Ömere gitmiş. 


Tam kapısını çalacakmış ki, içeriden avaz avaz bağıran bir *Kadın sesi* duymuş. Meğer hazret-i Ömerin hanımıymış o bağıran. *Allah Allah!* demiş kendi kendine. 


Ben ne için geldim, ne ile karşılaşdım. Tam kapıdan dönüyormuş ki, hazret-i Ömer görüp çağırmış o adamı ve niçin geldiğini sormuş. 


O, söylemek istememiş tabii. Ama Halîfe ısrâr edince söylemiş mecbûren. Hazret-i Ömer, o kimseye nasîhat etmiş. Demiş ki: 


Zevcemin, benim üzerimde çok hakkı var. Öyle ki, onun bana hizmetlerini saymakla bitiremem. Onun için bu gibi durumlarda susar, cevap vermem. 


Hem sonra namazını kılan ve nâmûsunu koruyan bir hanım, *Sâliha* hanımdır. İnsan hanımını severse, onun her hâlini *Güzel* görür. Çirkinliklerini görmez. 


Hattâ hoş olmıyan hâllerinden bile *hoşlanır*. Ayrıca ben, hanımımı çok seviyorum. Sen de öyle ol. Hanımını se-versen, râhat edersin. Böyle nasîhat etmiş efendim.


Hazret-i Ömerin bu sözleri adama te’sîr etmiş olacak ki, hanımıyla artık hiç *Kavga* etmemiş. Hattâ onu sevmiş ve *Gül* gibi geçinip gitmişler. 


Yâ kardeşim, hazret-i Ömerin buyurduğu gibi, insan her şeye rağmen hanımını sevmeli. Evliliğin temeli, karşılıklı *Sevgi*’dir. Eğer bu sevgi varsa, o ev *Cennet* olur. Sevgi yoksa, *Cehenneme* döner. 


İnsan hanımını severse, onun her hâlini *Güzel* görür. Çirkinliklerini görmez. Nitekim büyükler; *Haselel ülfet, batalel külfet!* buyurmuşlar. 


Ne demek bu? Yâni *Ülfet* hâsıl olursa, *Külfet* bâtıl olur. Ülfet, muhabbet demekdir. Külfet de, hoşa gitmiyen hâllerdir.

MESÂİL VE MEBÂHİS-İ MÜTEFERRİKA (Çeşitli mes'eleler ve bahisler)

 * Cenâb-ı Hakka mahsûs bir sıfâtı insana, insana mahsûs olan bir sıfâtı  Cenâb-ı Hakka söylemek ilâhî gadaba sebeb olur. Mahz-ı küfürdür. [Tam küfürdür].

* Allah'ın kahrından merhamet sıfâtına îman,tevhîd ve tâat ve ibâdete devamla ilticâ etmelidir.

* Allahu teâlânın kahrını ve gazabını iki şey intâc eder: İmansızlık, ibâdetsizlik.

* Yemeği yedikten sonra: "Elhamdü lillahillezi et'amenî hâzihit-taâm ve rezekanî min gayri havlin velâ kuvvet", diyen kimsenin günâhları afv olunur.

* Namazdan sonra üç defa: "Estağfirullahellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyel-kayyûm" denir.

* Sabah ve akşam yirmi beş defâ "Estağfirullahellezî lâ ilâhe illâ hüverrahmanürrahîm elhayyel-kayyümellezî lâ yemûtu ve etûbü ileyh, Rabbiğfirlî."

* Gizli ve zelîlâne olmak duada kabûle sebebdir.

* Dua ederken kendi şanına lâyık olanı istemelidir. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî'nin (kuddise sirruh) istediği sana lâyık değildir.

* Duada, peygamberlik rutbesi, göklere yükselmek istenilmez. 

* Yüksek sesle dua edilemez.

* Duanın reddinden [kabûl olunmamasından] büyük belâ yoktur.

* Duada, amellerine bakıp havf  [korku] ve fadlına bakıp ümid lâzımdır. Her ne vakit dua etmek istersen, evvelâ sadaka ver.

* Rahmet-i ilâhî muhsinlere yakındır. Cenâb-ı Hakkın rububiyyetini tasdîk etmek, kendi ubûdiyetini tasdîk ve ikrâr etmek ve zât-ı ilâhînin rububiyyetini tefekkür etmek ihsândır.

* Duada kabûle vesîle salavat-ı şerîfe getirmektir.

* Umûr-ı diniyyede [din işlerinde] inanmak lâzımdır. Anlamak lâzım değildir.

* Murâd-ı ilâhî irâde-i ilâhîden tehalluf etmez [ayrılmaz]. İrâde ile o iş vuku' bulur.

* Âdet-i ilâhiye öyle câri olmuştur ki, enbiyâ-i izamı tekzîb eden [yalanlayan] kavim hakkında, zamanı gelince, derhal irâde-i ilâhi zuhûr ederek, azâb nuzûl eder gelir]. Allahın azâbı nuzûl edince dua kabûl olunmaz.

* Haramdan korkan zâhiddir. Şübheliden korkarsa velîdir.

* Cihad-ı ekber, Cenâb-ı Hakkı bilmek ve tanımaktır.

* Cenâb-ı Hak bir kimseyi severse, o kimsenin kalbinde bir nur halk eder de onunla dînini tanıtır ve sevdirir, fakîh yapar.

* Hutbenin şartları: Hamd, Salavat, Nasîhat, dua, kıraat olmak üzere, aralarında yabancı bir kelâm edilmeden arabî olarak okunmasıdır.

* Sihir, bir şeyin hakîkatinden çıkarılmasıdır. Sihir edenin vefâtıyla hakîkatine dönüşür.

* Mu'cize ise, değişmez.

* Sihir ilmi vardır. Okuması câiz, yapması câiz değildir.

* Hamd, ibâdât ile o hakîkî ni'met vereni bilmektir.

* Hamd, zât-ı ilâhiyi vasfetmektir. Diğer ma'nâsı şükürdür.

* Şükr, Cenâb-ı Hakkın ihsânına, verdiği ni'meti Onun yolunda, emrinde kullanmaktır.

* Bir müslümanı korkutacak bir halde -yalan, iftira, zulüm gibi birisi bulunsa, iki bin sene Cennetten uzak kalır". Hadîs-i şerîf.

* Resûlullah'dan (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rivâyet olunur: Sabah namazından sonra bu duayı yüz defa okuyanın Cenâb-ı Hak on güne kadar hâcetini görür: "Allahümme innî es'elüke bi-enneke entellahü lâ ilâhe illâ ente-l-vâhid-ül-ehad-ül-ferdüs-samed ellezi lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehü küfüven ehad.

* İşbu duayı -ki hadîs-i şerîfdir- kaîde-ı ahîrede tehıyyat ve salavât-ı şerîfelerden sonra okumağı Efendi hazretleri tavsiye buyurmuştur: "Allahümme innî eûzü bike minazâb-il kabri ve min azâb-in-nâr ve min fitnet-il mehyâ vel-memât ve min fitnet-il mesîhid-deccâl."

* Tevazu ve zillet duada kabûlü mûcibdir.

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 131-132-133]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eyüp Sultân’da o yörenin en meşhur şeyhi, *Hüseyin Efendi* vardı. Abdülhakîm Efendi hazretleri İstanbul’a gelip de Eyüp Sultâna yerleşince, Hüseyin Efendi merak etmiş. 


Kendi kendine; *Benden büyük şeyh olur mu, kimmiş bu Vanlı? Gidip bir göreyim*, demiş. Efendi Hazretlerinin yanına cübbeyle, sarıkla gelmiş, kendini tanıtmış. 


Efendi hazretleri; *Buyurun*, deyip, yanına oturtmuşlar. Herkes bir geri kaymış. Hüseyin Efendi, içinden; *Benim kıymetimi bildi, yanına oturtdu*, demiş. 


Fakat az sonra biri daha gelince, onu da yanına oturtmuş. Hüseyin Efendi de dâhil, herkes bir geri kaymış. Başkası gelince yine öyle olmuş. 


Hüseyin Efendi gide gide, kendini kapının eşiğinde bulmuş. Fakat bu arada hiç duymadığı önemli bilgiler öğrenmiş. Ertesi gün, *Cübbe*’yi, *Sarığı* çıkarmış.


Büyük bir tevâzu içinde Efendi hazretlerine gelmiş. Efendi hazretleri onu görünce sormuşlar: *Hüseyin Efendi sen misin, niçin geldin?* buyurmuş. 


Hüseyin Efendi de cevâben; *Efendim, ben şeyh değil, yâşeyh mişim, size kul köle olmağa geldim*, demiş. O vakitler Anadolu’da merkeplere, *yâşeyh* denirmiş. 


Bir gün vaaz esnâsında, İmâm-ı Rabbânî hazretleri mi daha büyükdür, yoksa Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri mi? diye Efendi hazretlerine sordular. 


O da, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini sâatlerce anlatdı. Biz içimizden; *İmâm-ı Rabbânî hazretlerini kim bilir kaç sâat anlatır*, diye düşündük. 


Efendi hazretleri en sonunda; *Fakat ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin âşıkıyım*, buyurarak bir cümlede anlatdılar. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Müceddid-i elf’dir. Ab-dülkâdir-i Geylânî hazretleri, Müceddid-i müey’dir. 


Elf, (bin) demekdir. Müey ise (yüz) demekdir. Biri, yüz senede gelen mücedditdir, diğeri bin senede gelen mü-cedditdir. Aralarındaki fark, Elf ile Müey arasındaki fark gibidir.

Pîrimiz Seyyid Taha hayattadır

Vaktiyle Derviş Bey diye biri, Müküs kaymakamıydı... Bir gün bir suç işledi... Erzincan Müşiri de onu vazifeden aldı ve hapsedilmesi için emir çıkarttı.

Derviş Bey çaresizdi...

Seyyid Fehim hazretlerine gidip “Efendim, vazifeden alındım ve hapsedileceğim... Erzincan Müşirine bir mektup yazsanız da beni affetse” diye arz etti.

Seyyid Fehim de;

“Pîrimiz Seyyid Taha hayattadır. Ona arz et, o hâlleder” dedi.

Derviş Bey Nehri'ye koştu.

Ve arz etti bunu o büyüğe.

Seyyid Taha “Üzülme… İnşallah işin hâllolur” buyurdu ve müşire bir mektup yazıp verdi Derviş Bey’e.

Derviş Bey mektubu aldı.

Ve acele Erzincan’a vardı.

Vakit gece yarısıydı... "Şimdi bir otele ineyim, mektubu yarın arz ederim" dedi.

Bir otele yaklaşırken iki memurun beklediğini gördü kapı önünde... Meğer her otelin önünde iki memur bekliyormuş kendisini.

Sordu memurlar:

“Derviş Bey siz misiniz?”

“Evet, benim.”

“Buyurun, müşir bey sizi bekliyor” dediler.

Müşir, Derviş Bey’in boynuna sarılıp; “Seyyid Taha, sekiz gecedir rüyama giriyor ve ‘Sana, çok sevdiğim birini gönderiyorum... İşini hâllet’ diye emrediyor” dedi.

Ve mektubu aldı.

Açıp okudu... Saygıyla öpüp sürdü yüzüne gözüne… Derviş Bey'i affedip gönderdi eski vazifesine...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir mü’minin, mahşerde hesâbı görülüyor. Ne hazindir ki, sevâbı *Azıcık*, günâhları *Dağ* gibi. Melekler, o mü’mini tam Cehenneme götürecekleri zaman, gökden bir *Torba* inip, sağ kefeye düşüyor.


O torbanın ağırlığından, sevâblar *Dağ* gibi çoğalıyor. Allahü teâlâ, meleklere; *Terâziye bakın!* buyuruyor. Melekler terâziye bakıyorlar ki, sevaplar çoğalmış. 


Hayret içinde; *Bir torba imdâda yetişdi*, diyorlar. Ama bunun hikmetini merak edip, Rabbimize soruyorlar. Cenâb-ı Hak meleklere buyuruyor ki: 


Benim bir *dostum* vefât etmişdi. Bu da oradaydı, kabrine iki kürek *Toprak* atdı. Benim *Velî* kuluma, benim *dostuma* bu kadar hizmet etdiği için, kendisini affetdim, buyuruyor. 


Yâ kardeşim, bu kadarcık hizmetin netîcesi böyle olursa, bir düşünün. Ya hayâtdayken hizmet etdiyse? Ya ona bir bardak *Su* verdiyse, *Yemek* yedirdiyse, bir işini gördüyse, *Kitaplarını* dağıttıysa, düşünün artık. 


Ehl-i sünnet âlimleri çok *Büyük*’dür kardeşim. Çok ilim sâhibidirler, çok fazîletlidirler. Peki efendim, bu âlimler niye çok büyükdür? 


Çünkü bunlar, o kadar *Mütevâzı* insanlardır ki, onlar mütevâzı oldukça, Allah onları *Yükseltir*. O hâlde, âlim ne kadar alçak gönüllü olursa, o kadar yükselir. 


Aksine, kendini ne kadar *İyi* bilmeye kalkışırsa, Allah indinde ve insanların nazarında o kadar kaybeder. Bir insan kendini ne kadar *Büyük* görürse, kibirlenirse.


*Ben bilirim*, diye başını kaldırırsa, çenesinin altından, mânevî bir zincirle onu aşağı çekerler. O vakit Allah indinde ve insanların gözünde *Küçülür*. Sâdece kendisi, kendisini büyük görür. 


Bir insan da ne kadar *Mütevâzı* olursa, kendini *küçük* görürse, başını ne kadar *aşağı* indirirse, kibirlenmezse, başının üzerinden, mânevî bir zincirle onu *Yukarı* asılırlar.


Kendisini, sâdece kendisi *küçük* görür. Fakat o kişi, Allah indinde ve insanların gözünde, *Büyük* ve *Kıymetli*’dir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hindistân'a *Enver âbi* ile gitdiğimiz zaman, büyüklerin kabirlerini ziyâret etdik. Böyle mübârek kabirlerden, ancak *mürşid-i kâmil*’ler istifâde edebilir. 


Çünkü başkaları doğru dürüst *Râbıta* bile yapamıyor ki, nasıl istifâde edebilsin. Ama *Enver âbi* istifâde etdi efendim. 


Allahü teâlâ, her şeyden önce Peygamber Efendimizin *Rûh’u* nu yaratmışdır. Peygamber Efendimiz, bir gün Eshâb-ı kirâmın yanına gelmişler. 


O sırada sahâbîler, *Yaş*’dan bahs ediyorlarmış. Peygamber Efendimiz; *Ne konuşuyordunuz, mevzû neydi?* buyurmuş. 


Eshâb-ı kirâm da, birbirlerinin yaşından konuşduklarını arz etmişler. Peygamber Efendimizin Eshâbı, birkaç amcası hâriç, hepsi yaşça Efendimizden *Küçük*’müş. 


Peygamber aleyhisselâm, karşısında oturan hazret-i Abbâs’a; *Hangimiz büyüğüz?* diye sormuşlar. 


Amcası da; Yâ Resûlallah, sen her şeyden *Büyük*'sün. Ben sizden, yalnız üç yaş *Eski*’yim demiş. 


Peygamber Efendimize karşı, *Büyük* kelimesini kullanmazlarmış. Peygamber Efendimiz, Cebrâil aleyhisselâma bir kere, *Kardeşim Cebrâil*, dedi.


Cebrâil aleyhisselâm; *Ben senin ağabeyinim, niye bana kardeşim diyorsun?* demiş. Peygamber Efendimiz Ona, *Kaç yaşındasın?* buyurmuş. 


Cebrâil aleyhisselâm da; *Gökde bir Yıldız vardır, 360 bin senede bir görülür. Ben bu yıldızı, 360 bin defâ gördüm*, demiş. 


Peygamber Efendimiz, Cebrâil aleyhisselâma; *Şimdi o yıldızı görsen tanır mısın?* buyurup, hemen o yıldızın şekline girmiş. 


Cebrâil aleyhisselâm o yıldızı görüp, hemen tanımış. Meğer o *Yıldız*, Peygamber Efendimizin *Rûh’u* imiş.

Hazreti Fatıma validemizin Hazreti Hasan ve Hüseyin efendimize söylediği ninni

İnne fil cennati nehrun mil leben,

Arzuha ma beyne Yesrib vel Yemen,

Tuluha ma beyne Mekke vel Aden

Lil Aliyyin ve-l Hüseyni ve-l Hasen...


Anlamı ise şöyle:


Cennette bir süt nehri var

Yesrib’ten Yemen'e dek geniş

Mekke Aden yolu gibi uzun

Ali, Hasan, Hüseyin için...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Îmân*, bilgi değildir. Îmân, inanmakdır, inançdır. *İnanç* da kalbde olur. Onun için bilmek, insanı kurtarmıyacakdır. Ama o güçlü *Îmân*, en zor şartlarda bile insanı kurtarır. 


Bu büyüklerin *Sohbeti*, kalbi temizler. Büyüklerin sohbeti bulunmazsa, rûhlarından istifâde edilmeye çalışılır. Ruhlarından istifâde etmek için *râbıta* etmeyi de beceremiyorsa, onların *Kitapları*’nı okur. 


*Göz* ne ile meşgûl olursa, *Kalb* de onunla meşgûl olur. Göz, büyüklerin yazılarına ne kadar çok bakarsa, kalb de, o kadar istifâde eder, yâni *Feyz* alır. 


Eskiden, her gün bir kaç sâat *Mektûbât* okumaya vakit ayırırlarmış ve istifâde ederlermiş. Hattâ yarım sâat olsa bile, hattâ birkaç mektûb olsa bile, anlasa da, anlamasa da *Feyz* alır. 


Mânâsını bilmese de *Feyz* alır. İstifâde edebilmek için, o zâtın Peygamber Efendimizin *Vârisi* olduğunu, *Vekîli* olduğunu, Allahü teâlânın sevdiği bir *Dostu*, bir *Velîsi* olduğunu bilmelidir.


Hattâ inanmalıdır ve onu çok sevmelidir. Bizim sohbetimiz de onların bir *Kırıntısı*’dır kardeşim. Çünkü, hep onlardan, o büyüklerin sözlerinden anlatıyoruz. Kendimizden bir şey eklemiyoruz. 


Şâir öyle söylüyor. Diyor ki: *Hak tecellî eyleyince, her işi âsân eder*. Yâni Allahü teâlâ irâde ederse, dilerse, isterse, her işi kolaylaşdırır. 


*Halk eder esbâbını*. Sebebini halk eder, yaratır. *Bir lâhzada ihsân eder*. Bir anda verir. Bizim işlerimiz hep böyle. Allahü teâlâ âfiyet versin. *Âfiyet*, hiç günâhsız olmak demekdir. 


Hazret-i Alî radıyallahü anh; *Hiç günâh işlemeden geçirilen gün, âfiyetle geçirilen gündür*, buyurdu. Birinin günâh işleyip işlemediğini, işin ehli hemen anlar. Peki, nasıl anlar?


*Maddî* şeylerin, renk, koku, tat gibi sıfatları olduğu gibi, *Mânevî* şeylerin de sıfatları vardır. Günâh işliyen bir insanda, o günâhın *Sıfatı* bulunur. Bunu, ehli anlar. 


Büyükler, birinin yüzüne bakınca, ne tür bir *Günâh* işlediğini hemen anlar. Nasıl anlar? O kimsede, işlediği  günâhın sıfatını görür. Bu gözle değil tabii, kalb gözleriyle görür.

Hacer-i Esved meşhûr hâdisesi

 Kâbe-i muazzama İsmâil aleyhisselâmın zamanından itibaren avâm ve havasın tavafgâhı olan bir mukaddes yerdir. Asırların geçmesiyle harab olmuş, yıkılmış, taşları ve enkazı yağan yağmurlarla öteye beriye dağılmıştı. Bu taş ve enkaz toplanmış ve Kâbe ta'mîr edilmiş idi. Vakta ki Beyt-i muazzamın bir köşesine konmuş olan Hacer-i Esved'i yerine koymak mes'elesi, aynı zamanda bir şeref ve haysiyet mes'elesini meydana çıkardı.

Mekke'de reislik mevkı'inde dört büyük kabîle ve aşîret vardı. Bu kabîlelerin reislerinin her biri cebbâr, mütekebbir ve son derece kenûd ve anûd idiler. Bu aşiret reisleri, Hacer-i Esved'i yerine koymak şerefinin kendisine âid olduğunu iddia ediyor idi. Harem-i şerîfde muhâvere [karşılıklı konuşmalar] Sen nasıl yazıyorsun şiddetlendi. Kavga ve çatışmaya varmak üzere iken içlerinden yaşlı bir zât şöyle bir teklîfte bulundu: Biraz bekleyelim. Buraya, ya'nî Harem-i şerîfe dışardan ilk gelecek kimseyi hakem ta'yîn edelim. Onun bulacağı çareyi hepimiz birlikte kabûl edelim ve birbirimizi incitmeyelim, demiş Ve bu teklîf kabûl edilmiş.

O esnâda Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, Harem-i şerîfe girdiler. O zaman yirmibeş yaşlarında idi ve sıdkı [doğruluğu], emâneti [eminliği] iffet ve istikameti, vakar ve sükûneti bakımından mümtâz ve Kureyş içinde Muhammed-ül emîn güzel ünvânı ile meşhûr idiler. Bu sebeble Kureyş'in aşîret reisleri: İşte Muhammed-ül emîn geldi dediler ve kendisinin bu mes'elede hükmüne râzı olduklarını söylediler. 

Sallallahü aleyhi ve sellem hemen ridâ-ı seâdetlerini [kaftanlarını] çıkardılar. Mubârek elleriyle Hacer-i Esved'i içerisine koydular ve dört köşesinin her birini dört kabilenin reislerine tutturarak o sûretle Kabe-i muazzamanın ona mahsus yerine götürüldü. Aleyhissalâtü vesselâm yine mübârek eliyle Hacer-i Esved'i aldılar ve yerine koydular. Mes'eleyi bu şekilde halletmesinden hepsi râzı ve memnûn oldu ve münaza'a da bu şekilde bertaraf oldu.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 250-251]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretlerinin evi *Eyüp*’de idi. Bizim ev *Fâtih*’de idi. Her gün, sabah namazından önce *Eyübe*, Efendinin sohbetine giderdim. Gece yarısına kadar kalkmazdım.


Daha doğrusu kalkamazdım efendim. Kalkınca da, Eyüp Sultân’dan vapurla *Köprü*’ye giderdim. Köprüden tram-vayla *Fâtih*’e. 


Dâima son vapuru beklerdim. Bakardım, son vapurun kalkmasına yarım saat var. Efendinin sohbetinden ayrı-lamazdım efendim. İçimden; *Hele 5-10 dakîka daha oturayım*, derdim. 


Bir de bakardım ki, vapurun kalkmasına 10 dakîka var. Yine içimden; *Koşa koşa inerim yokuş aşağı, 5 dakîkada giderim*, diye düşünürdüm. 


*5 dakîka daha otursam kârdır*, derdim. Bir de bakardım ki, 5 dakîka var. Yine içimden; *Kalkmıyacağım, ne olursa olsun*, derdim. İskeleye gidince bakardım ki, vapur kalkmış. 


Hattâ yarım sâat, bir sâat olmuş. Yürüyerek Fâtih'e giderdim. *5-10 dakîka* diyerek, vapuru kaçırırdım. Başka vâsıta da yokdu. Geceleyin yürüyerek giderdim. 


Mübârek, bana *Arabcayı* ve *Farscayı* öğretdi. Her gidişimde, Mevlânâ Hâlid Efendimizin *Dîvânını* okuturdu bana. Kelime kelime okutup, mânâsını anlatırdı. Böylece o *Dîvânı* başından sonuna kadar hatmetdik. 


Askerî okulda, lise birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı. 


*Seksen* kişi oruç tutmak istiyen vardı. Bunların içinden güçlü kuvvetli olanlarından *otuz* kişiyi, *Tutabilir* diye ayırdı. *Elli* kişiyi de, zaîf gördüğü için *Tutamaz* diye ayırdı. 


Ben de ufak tefekdim, zaîfdim. Beni de, *Tutamıyacak* ların içine ayırdı. Hâlbuki ben, tutmak istiyordum. Çünkü evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. 


Doktora; *Ben tutmak istiyorum*, deyince, doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. *Sen oruç tutacak adam mısın, sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün*, dedi. Doktor iriyarı bir yüzbaşıydı. 


Ramezân-ı şerîf geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye *Yemek* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum. 


Seksen senedir de tutuyorum, oruçdan dolayı *hasta* bile olmadım. Doktor bana; *Sınıfda kalırsın*, demişdi. Ben oku-lun birincisi oldum. 


Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *Ben* kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım.