Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, sevgili Peygamberimiz aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâma, bir şey *(Sorsa)* lardı, onlar hemen *(Cevap)* vermezlerdi.


Efendimize karşı çok *(Edeb)* li ve çok *(Terbiye)* li oldukları için, *(Allah ve Resûlü daha iyi bilir)* derlerdi. 


Hattâ bâzen Efendimiz aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâma; *(Bu gün, günlerden neydi?)* diye sorardı. 


Eshâb-ı kirâm Efendilerimiz, bu suâle de; *(Allahın Peygamberi daha iyi bilir)* derlerdi. (Bu gün, şu gündür) demezlerdi. 

● ● ●

İnsanlarda *(Kusûr)* arayanın dostu olmaz. Kusûru *(Kendi)* nde arayanınsa, herkes *(Dostu)* dur. Biri gelir de size, bir din kardeşinizi kötülerse, siz de ona; *(Sus!)* derseniz, yüz şehîd sevâbı alırsınız. 


*(Zaîf)* rûhlu insanlar, bu *(Zaaf)* larını gidermek için, güçlü insanların arasını açmak isterler, birinden diğerine *(Lâf)* taşırlar. Siz onlara kıymet vermeyin ve onları dinlemeyin. 


İslâm âlimleri, bütün istirâhatlerini, menfaatlerini *(Fedâ)* ederek, dînimizin emirlerini bildirmek ve torunlarının *(Dîn)* lerini ve *(Îmân)* larını korumak için, çok kıymetli *(Kitap)* lar yazmışlar. 


Kitap okumak *(Şart)* dır. Fakat rastgele *(Kitap)* okuyan, sapıtır. Biz, *(İyilik)* yapmak mecbûriyetinde değiliz. İstersen yaparsın, istersen yapmazsın. 


Ama *(Kötülük)* yapmamaya mecbûruz. İyilik yaparsan, çok iyi; ama yapmazsan, hiç kimse sana, *(Niye bu iyiliği yapmadın?)* diye sormaz. 


Ancak *(Nasîbin yokmuş)* der. Ama bir kötülük yaparsan, *(Neden bunu yapdın?)* diye sorarlar. 


Ben inanıyorum ki, sizin bu *(Kitap)* hizmetinizde gezdiğiniz, basdığınız *(Yer)* lere, melekler *(Kanat)* larını serdi. Niçin inanıyorum ben buna? Çünkü *(Hadîs-i şerîf)* bildiriyor bunu.

Âb-ı Hayât

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Yâ Ebâ Hüreyre!)* diye başlıyan uzun bir hadîs-i şerîf var. O hadîs-i şerîfde şöyle buyuruluyor: Yâ Ebâ Hüreyre! Allahın *(Kulları)* na, Allahın *(Dîni)* ni öğret. 


Onları öğretmeye giderken basdığın *(Yer)* lere melekler *(Kanat)* larını serer. Gökdeki melekler, yerdeki hayvanlar, havadaki kuşlar, denizdeki balıklar, senin için *(Duâ)* ederler. 


Kıyâmetde sana öyle bir *(Makâm)* ihsân olunur ki, Peygamberler *(Gıpta)* eder, diyor hadîs-i şerîf. Elhamdülillah, sizler bu *(Müjde)* ye mazhar olan kişilersiniz. 


Onun için çok *(Bahtiyâr)* sınız kardeşim. Cenâb-ı Hakkın bu ni’metine karşı çok *(Şükr)* edin. Evet, belki bu hizmetinizde çok *(Sıkıntı)* lar çekdiniz. 


Çok üzüldünüz. Çok *(Ye’se)* düşdüğünüz anlar oldu. Ammâ Evliyâ-yı kirâmın, hattâ Eshâb-ı kirâmın çekdiği *(Sıkıntı)* lar daha *(Fazla)* idi. 


Onlar sizin çekdiğiniz sıkıntılardan kat kat *(Fazla)* sını çekdiler. Bu sıkıntılar, hizmet edenlerin hizmet *(Aşkı)* nı ve *(Hevesi)* ni artdırır efendim. 


Etrâf düşman dolu. *(Ehl-i sünnet)* îtikâdı, balta girmemiş ormanların en ücrâ köşesindeki *(Âb-ı hayât)* gibidir. O sudan bir *(Damla)* içenler, sonsuz Cennete gider. 


İşte bu Büyüklerin *(Sohbet)* leri, *(Kitap)* ları ve *(Kendi)* leri, âb-ı hayâtdır kardeşim. Onu içenler, o gıdâ ile büyüyenler, *(Sonsuz)* olarak Cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yerde buluşacaklardır. 


Bütün sohbetlerin özeti, bütün vaazların özeti, bütün nasîhatlerin özeti, bir *(Allah adamı)* na, bir *(Mürşid-i kâmil)*e kavuşmakdır. 


Dünyâda en *(Zor)* iş, budur. Ona *(Kim)* kavuşursa, o, her *(Şeye)* kavuşmuş demekdir.

Seyyid Sıbgatullah-i Arvasi Hazretleri

Seyyid Sıbgatullah-i Hizani hazretleri, Osmanlı âlim ve velilerinden olup, Seyyid Taha-i Hakkari hazretlerinin talebelerindendir. 1870 yılında vefat etti. Kabri, Hizan'ın Gayda köyündedir.


Küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başladı. Babası Seyyid Lütfullah Efendi onun yetişmesi için hususi gayret sarf etti. Çok zeki olan Seyyid Sıbgatullah, kısa zamanda kelâm, tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimleri tahsil etti. Zamanının fen bilgilerinde de mütehassıs oldu. Bid’atten uzak olup, Peygamber efendimizin sünnetine uygun bir hayat yaşamaya çalıştı. Tasavvufa karşı büyük alaka duydu. Birçok âlim ve veli zatın ilim meclislerinde ve sohbetinde bulundu. Van'a giderek Seyyid Muhyiddin Efendinin hizmetine girdi. Seyyid Sıbgatullah, hocasının verdiği vazifeleri yapmak için canla başla çalıştı. Ağır riyazetler ve mücahedeler çekti. Yani nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsini terbiye etti. Uzun yıllar hocasının hizmet ve sohbetiyle şereflendi. Nihayet bir gün hocası ona; "Vefat etmiş velilerden istifade edecek, faydalanacak makama geldin" buyurdu. Seyyid Muhyiddin vefat edince, Şeyh Halid-i Cezri'ye gitti. Bu mübarek zatın vefatına kadar sohbetleriyle şereflendi. Sonra Seyyid Taha'nın, Molla Murad Hurusi'yle gönderdiği; "Kendi yuvana dön!" haberiyle, Taha-i Hakkari'nin şerefli hizmetine koşup, hakiki ve esas yuvaya kavuştu. Onun paha biçilmez sohbetlerini, çölde susuz kalmış kimseler gibi ruhuna hayat verici buldu. Seyyid Taha hazretleri, Resulullah efendimizden mürşidleri vasıtası ile gelen feyz ve bereketleri onun kalbine akıttı. Kalb gözü açılıp yüksek makamlara kavuştu. Mürşidi Seyyid Taha hazretleri vefat edince, onun yerine geçen Seyyid Salih hazretlerinin sohbetine devam etti. Seyyid Taha'nın huzurunda kemal ve ikmal mertebelerine ulaşan Seyyid Sıbgatullah, Hizan ve Gayda'da halkı irşad eyledi ve insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlattı. Sohbetinde bulunup bir teveccühüne mazhar olanın kalbinde, Allahü teâlânın muhabbeti yerleşirdi. Dinin emirlerine son derece uyar, yasaklarından sakınırdı.


Buyururdu ki:

"Talebe, tavus gibi olmalıdır. Güzel kanatlarına, renk renk tüylerine değil, siyah bacaklarına bakmalıdır. Nefsini son derece kusurlu görmedikçe istikamet ele geçmez. Bu şekilde görmemek büyük günahtır. Muhabbet, ihlaslı amel ve gayret talebeliğin şartıdır. Bunlardan birinin eksik olması manevi felaket alametidir."


Evliyanın hallerini anlatmak ve dinlemek hususunda buyurdu ki:

"Evliyanın menkıbelerini dinlemek, muhabbeti artırır, Eshab-ı kiramın menkıbeleri imanı kuvvetlendirir, günahları mahveder."


Seyyid Taha hazretleri kendisine yazdığı mektupta; "Talebenin hocasına ihlas ve muhabbeti tam, tâbiliği dürüst olup, hâl sahibi olmasa zararı yoktur. Bu üçünden birinde noksanlık olup, hâl var ise Allah korusun istidractır. Şekavet alametidir" diye yazdı. Bu mektuptaki mana o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle başlamıştır.


Vefat etmeden önce buyurdu ki:

"Maksat, İslamiyet'in bildirdiği yönde istikamet üzere olmaktır. Bid’atten ve İslamiyet'e aykırı olarak yapılan amellerden feyz alınmaz. Tasavvuf, İslamiyet’e uymak demektir. İslamiyet’e uymadan vilayete, yani veliliğe kavuşulur diyen sapıktır, zındıktır. Namazlardan hemen sonra istiğfar ediniz. İslamiyet’in bildirdiği hususlara uymayan ve sünneti terk eden mürşid, yol gösterici olamaz."

HAYIR NECİP, BİZ HARBE GİRMEYİZ!

Merhum Necip Fâzıl anlatıyor:

Yıl, bin dokuz yüz kırk bir.

Ben, gazetenin birinde yazıyorum.

İkinci Dünya Harbinin patladığı günler.

Almanlar sınırımıza dayanmış.

Harbe girmemiz (an) meselesi.

Muhakkak gözüyle bakıyoruz.

Günlük yazılarımda bunu savunuyor ve muhakkak harbe gireriz diyordum.

Zîra durum bunu gösteriyordu .

Başka bir ihtimâl yoktu.

Fakat yanılmışım.

Herkes de yanılmış.

Nitekim bir gün Efendi’ye gittim.

Oturup sohbetini dinledim.

Sonra mevzûyu açtım ve bu büyük velînin huzûrunda fikrimi savundum.

“Biz de harbe gireriz” dedim.

Mübârek, sabırla dinledi beni.

Sonra bana bakıp;

“Hayır Necip, biz bu harbe girmeyiz” buyurdular.

Şaşırmıştım!

“Girmeyiz mi efendim?”

“Hayır, biz harbe girmeyiz. Ama bu defâ da pahalılık ve yokluk olur” buyurdu.

Bir şey diyemedim.

Zaman, onu haklı çıkardı.

Ve biz harbe girmedik.

Ama müthiş bir pahalılık, yokluk ve kıtlık oldu memlekette.

Benim tahmînim (boş) çıktı.

Onun buyurduğu gibi oldu. 

Mezhep imamına uymak

*Sual: Bir mezhep imamına mı uymalı, yoksa Kur’ân-ı kerime mi uymalıdır?*


Cevap: Mezhep imamı demek, Peygamber efendimizin Kur’ân-ı kerimden çıkardığı manaları, bilgileri, Eshâb-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir. Resûlullah efendimizin, Kur’ân-ı kerimin hepsini Eshâbına tefsir ettiğini, Hadîka, dil afetlerini anlatırken yazmaktadır. Resûlullah efendimizin Kur’ân-ı kerime verdiği manaları, açıklamalarını anlamak isteyen, bir mezhep imamının kitaplarını okur, bunlara uyar. Bu kitapları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhepten olur. Bu ise, Resûlullah efendimize ve Kur’ân-ı kerime uymak demektir.

Hubb-i fillâh ve Buğd-ı fillâh

 Hubb-i fillâh ve Buğd-ı fillâh, imanın esasıdır. Cenab-ı Hakkın en çok beğendi şeydir.

Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, “Benim için ne amel yaptın?” diye sordukda, “Yâ Rabbî!

Senin için namaz kıldım, oruc tuttum, zekât verdim, ismini çok zikr ettim” deyince, “Yâ Mûsâ,

namazların sana burhândır. Orucların Cehennemden siperdir. Zekât kıyâmet gününün

sıcaklığından koruyan gölgedir. İsmimi söylemen de, kabir ve kıyâmet karanlığında seni

aydınlatan nûrdur. Yani bunların faydası hep sanadır. Benim için ne yapdın?” buyurdukda,

Mûsâ “aleyhisselâm”, “Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana bildir!” diye yalvardı. Cenâb-ı Hak:

“Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin

mi?” meâlindeki âyet-i kerîme ile cevâb verdi. Mûsâ “aleyhisselâm” da, Allah için amelin,

“Hubb-i fillâh” ve “Buğd-ı fillâh” olduğunu anladı.

Bd'atler hep kötüdür

 İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

(Bid’at ehli, yapacağı değişikliklerle, dini düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannederek bid'at çıkarıyor, bid'atlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki din noksan değil, kâmildir. Dini noksan sanıp, tamamlamaya [çağa uydurmaya, çeşitli bid’atler çıkarmaya] çalışmak, Maide suresinin, (Bugün sizin için dininizi ikmâl eyledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum) mealindeki 3. âyetine inanmamak olur. (m.260)

SEYYİD SÂLİH HAZRETLERİ

Osmanlılar zamânında Anadolu'da yetişen evliyânın en büyüklerinden. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmalarına vesîle olan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen büyük âlim ve evliyâların otuz ikincisidir. İsmi Muhammed Sâlih'tir. Babasının ismi Molla Ahmed'dir. Büyük velî Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin on birinci torunu ve Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin kardeşidir. Seyyiddir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1865 (H.1281) senesinde Nehrî'de vefât etti. Kabri, ağabeyi ve hocası Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin ayak ucundadır.


Seyyid Sâlih, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Çok zekîydi. Kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Medreseye giderek tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimlerle, zamânın fen ve edebiyât bilgilerini öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yetişerek, kalb ilimlerinde mârifet sâhibi olmak için, ağabeyi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin sohbetiyle şereflendi. Senelerce ona hizmet etti. Mübârek teveccühlerine kavuştu. Vilâyet derecelerinde çok yükseldi. Hocası, ona icâzet vererek, talebe yetiştirmek üzere Berdersûr'a gönderdi. Seyyid Sâlih hazretleri orada talebe yetiştirmeye başladı. Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri vefât edeceği zaman ona kendisinden sonra makamlarına kimin oturacağı sorulunca; "Birâderim Sâlih, kâmil ve olgundur. Herkesin başı onun eteği altındadır." buyurarak Seyyid Sâlih'i yerine bıraktı. Hasta kalplere şifâ olan sohbetleri ile, âşıklarının kemâle gelmesine, Hakk'a yaklaşarak velî birer zât olmalarına vesîle oldu.


Seyyid Sâlih hazretleri, muhabbet ve edep sâhibiydi. Verâsı ve takvâsı çoktu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terk ederdi. Ekserî günleri oruçlu geçerdi. Gecelerini ibâdetle ihyâ eder, uykusunu öğleye yakın kaylûle yaparak alır, hem de sünnet-i şerîfe uyardı. Çok merhâmetli olup, hiç kimseyi incitmezdi. İnsanların Cehennem'de yanmamaları için elinden gelen gayreti gösterir, Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından kaçınmalarını sağlardı. Gayr-i müslimlere dahi iyilik yapardı. Bu sebeple herkes tarafından sevilirdi.


Seyyid Sâlih hazretlerinin mübârek alınlarında nûr parlardı. Onu gören, Allahü teâlânın sevgili bir kulu olduğunu hemen anlar, hürmette kusur etmemeye çalışırdı. Bir gece, hırsızın biri Seyyid Sâlih hazretlerinin evini soymaya karar verdi. O gece ay çıkmamıştı, zifiri karanlıktı. Hırsız, bahçe duvarından içeri atladı. Fakat o anda bahçenin birdenbire gündüz gibi aydınlandığını gördü. Hayret etti. Görürler korkusuyla hemen dışarı çıktı. Ortalık yine karanlık oldu. "Herhâlde bu defâ aydınlık olmaz." düşüncesiyle tekrar bahçeye girdi. Ortalık bir anda yine aydınlandı. Yine çıktı, tekrar girdi. Nihâyet evin pençeresine baktığında, Seyyid Sâlih hazretlerini gördü. Seyyid Sâlih, hırsıza; "Buyurun, her ne isterseniz vereyim. Bir şey almaya geldiyseniz söyleyin." buyurdu. Hırsız onun güneş gibi parlayan mübârek yüzünü görüp, o cömertçe tatlı sözünü işitince hayran kaldı. Bahçeye girince meydana gelen aydınlığın Seyyid Sâlih hazretlerinin nûru olduğunu anlayıp, yaptığına pişmân oldu. Huzûruna varıp tövbe etti. Ondan sonraki günlerde onun derslerine giderek, ilim öğrenmeye başladı. Talebelerinden oldu.


Seyyid Tâhâ hazretlerinin oğlu Ubeydullah, babasının yerine geçen amcası Seyyid Sâlih hazretlerine talebe olmayıp diğer halîfesi Seyyid Fehîm hazretlerine tâbi olmak istedi. Fehîm-i Arvâsî ise ona; "Muhterem babanız, yerine Seyyid Sâlih hazretlerini tâyin ettiler. Bu sebeple siz de, biz de onun sohbetine gidip, ona tâbi olmamız lâzımdır." buyurdu. Buna rağmen Ubeydullah, buna îtirâz eyledi. Bunun üzerine Fehîm-i Arvâsî; "Mübârek hocamızın kabr-i şerîfine gidelim ve soralım. Ne buyururlarsa yapacak mısın?" buyurdu. O da; "Yaparım." dedi. Gittiler. Kabristana girişte ayakkabılarını çıkarıp, kabrin yanına vardılar. Daha hiçbir şey söylemeden Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin; "Fehîm! Ubeydullah'ı, kardeşim Sâlih'e götür." buyurduğunu işittiler. Ubeydullah, babasının bu emrine uyarak, süratle amcasının huzûruna koştu. Amcası kendisine sarıldı ve sıktı. O anda Ubeydullah'a o kadar muhabbet geçti ki, Ubeydullah'da meydâna gelen bu muhabbet ateşinden, amcası; "Ubeydullah bu sarılma ile kemiklerimi eritti." buyurdu.


Seyyid Sâlih, 1865 (H.1281) senesinde hastalandı. Talebelerini toplayarak herbiriyle vedâlaştı, helâllaştı. Vasiyetini bildirdi. Kabriyle ilgili olarak da; "Kabrimi ağabeyim Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabr-i şerîfinin ayak ucuna kazınız. Edebi gözetip kabirde de mübârek ayakları başamın üstüne gelecek şekilde olmasını sağlayın. Bizden sonra Seyyid Fehîm'e tâbi olun." buyurdu. Sonra talebelerinin Kur'ân-ı kerîm tilâvetleri arasında vefât edip, sevdiklerine kavuştu. Vasiyetini aynen yaptılar. Kabrini hocasının ayak ucuna kazdılar. Şimdi bu iki kabrin üç taşı vardır. Yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrinin ayak ucundaki taş, Seyyid Sâlih hazretlerinin baş taşıdır.


Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinin nesli, Seyyid Nûreddîn ve Seyyid Muhammed Emin isminde iki oğlu vâsıtasıyla devâm etmiştir.


Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinin vefâtından sonra yerine Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretleri geçip vazîfesini devâm ettirdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların kurtuluşlarına vesîle oldu. Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinin halîfelerinden Şeyh Azrâil, Girit'e oradan da Brezilya'ya hicret edip orada İslâmiyetin yayılması için çalıştı. Şeyh Azrâil'in kızı, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin zevcesi ve Seyyid Reşîd Efendinin annesiydi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah, bu büyük *(Ni’met)* in karşısında, dünyâ *(Zevk)* leri, dünyâ *(Mal)* ları ne kalır ki, *(Hiç!)* 


Onun için bu dünyânın hayrına ve şerrine, *(Varlığı)* na ve *(Yokluğu)* na hiç üzülmemelidir kardeşim. Olsa da *(Hiiiç)*, olmasa da *(Hiç)*. 


*(Allah dostları)* nın isimlerini öğrenmek, Onların varlığına inanmak, Onların buyurduklarına inanmak, bu asrın en büyük *(Kerâmet)* idir. 


Çünkü artık inanan kalmadı. Dinliyen zâten yok. Onun için, biz çok *(Şanslı)* yız kardeşim. Biz çok şanslıyız. 


Çünkü Allahü teâlâ bizi *(İnsan)* olarak yaratdı. Sonra *(Müslümân)* olarak, yâni Muhammed aleyhisselâmın dîninde olarak yaratdı. 


Üçüncü olarak *(Ehl-i sünnet)* îtikâdında yaratdı. Dördüncü olarak da en çok sevdiği kullarını, yâni *(Allah dostları)* nı tanıtdı. Bu dört maddeden dolayı çok şanslıyız. 

● ● ●

Hiçbir ev *(Temel)* siz olmaz. Hiçbir ağaç *(Kök)* süz olmaz. İsterse en büyük evliyâ olsun. 


En önce yapılacak şey, ehl-i sünnete uygun, doğru bir *(Îmân)* ele geçirmekdir. İşte bu, *(Temel)* dir. Sonra üstüne ilâveler yapılır. 


Yâni *(Dîn)* in temeli, ilk başda öğreneceğimiz şey, *(Âmentü)* dür, yâni doğru *(Îmân)* dır. Temel olmazsa, binâ ne kadar yüksek olsa da, hepsi birden yıkılır. 


Velhâsıl ilk başda öğreneceğimiz şey, *(Taklîdî)* de olsa, görünüşte de olsa, doğru *(Îmân)* dır ve çok mühimdir kardeşim. 


*(Fıkh)* da söz söylemek kolay bir şey değildir. Bir kelime için aylarca *(Kitap)* karışdırılır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri müctehid olduğu hâlde, *(Fıkh)* kitaplarına bağlıydı.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm *(Sekiz)* yaşında iken dedesi vefât edince, amcası *(Ebû Tâlib)* in yanında kaldı. İşte bunları okumak, konuşmak *(Mevlîd)* oluyor kardeşim. 


İllâ ki *(Kasîde)* şeklinde okumak şart değildir. Hattâ paraya, altına, gümüşe, mala ve yiyeceğe *(Mevlîd)* okunsa, o şeyin *(Bereketi)* artar. 


Eshâb-ı kirâm, *(Mevlîd)* geceleri toplanır, bu hâlleri konuşurlardı. Tâbiîn de böyle yapardı. Ama vehhâbîler mevlîde bid’at diyorlar, hâlbuki *(Sünnet)* dir ve çok *(Sevap)* dır.


Bu kâinatda yaratılan her şey, insana *(Fâideli)* olması için yaratılmışdır. Ama insanoğlu, ihtiyâcı olduğu her şeye *(Kalbi)* ni bağlar. 


Bağladığı müddetçe de, bağladığı mikdarda Allahü teâlâdan *(Uzak)* laşır. Böylece insan, mahlûkatın en *(Kötü)* sü olur. Ölçü, Allahü teâlâya *(Yakınlık)* ve *Uzaklık)* dadır. 


Eğer işlenen günâhlarda *(Küfr)* bulaşığı varsa, kâfirleri *(Övmüş)* se, veyâ ağzından *(Küfr)* sözleri çıkmışsa, bu hâl üzere ölenler için, Cehennem azâbı, *(Küfr)* den dolayı vardır. 


Müslümâna hizmet, *(İbâdet)* dir kardeşim. Elden geldiği kadar, mü’min, mü’minlere *(Hizmet)* etsin. 


Allahü teâlânın dînine hizmet eden bir mücâhide az bir *(İyilik)* eden, meselâ ona bir bardak *(Su)* veren kimse, *(Ölüm)* acısı, *(Kabir)* azâbı, *(Mahşer)* azâbı çekmez. 


Evliyâdan *(Feyz)* alabilmek için, bâzı şartlar vardır. Önce *(Müslümân)* olması, sonra *(Bid’at)* ehli olmaması ve *(Harâm)* lardan sakınması lâzımdır. Harâmla feyz bir arada olmaz. 


Sonra *(Farz)* ları yapması lâzımdır. Allahü teâlânın emirlerine uymıyan, *(Feyz)* alamaz. Ayrıca boğazından bir *(Lokma)*, bir *(Zerre)* harâm gıdâ vücûda girmemesi lâzımdır. 


Eğer *(Harâm)* girerse, insan vücûdunda o harâm lokma *(Buhar)* olur ve bütün *(Feyz)* kapılarını kapatır. Delikleri tıkar, hiç feyz alamaz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok şanslıyız kardeşim, çok bahtiyârız. Bu *(Îmân)*, bir mücevherdir. Cenâb-ı Hak, bu *(Mücevheri)* çöplüğe koymaz. 


Arkadaşlarımızın kalpleri müsâit olmasa, Allahü teâlâ o *(Mücevheri)*, o *(Pırlanta)* yı onların kalbine verir mi? Yalnız bunun için, Cenâb-ı Hakka ne kadar *(Şükr)* etsek azdır. 


*(Fıtrat)* çok mühim kardeşim, bâzılarının fıtratı, mutlak *(Küfr)* dür, Allah korusun. Hiç ıslâhı mümkün değil. Bâzılarının da fıtratı *(Küfr)* dür, ama aslı kaybolmamışdır.


Sâdece üstü *(Örtülmüş)* dür, o kadar. Yâni ümit var, her an için, o örtü kalkıp, *(Îmân)* edebilir. Ama birincisinde hiç *(Ümit)* yok, tamâmen kapalı. 


*(Îmân)* etme ihtimâli *(Hiç)* yok, mümkün değil. Onun üstü tam örtülmüş. Böyleleri, Peygamberi dahî görse, yine îmân etmez, ancak *(Küfr)* ü artar. İkincisi ise *(Örtü)* kalkar, *(Müslümân)* olur. 


İşte birincisine misâl, *(Ebû Cehil)*, ikincisine misâl de *(Hazret-i Ömer)*. Hazreti Ömer'in fıtratı müsâitdi, ama üzeri *(Küfr)* ile örtülmüşdü. Fıtratı *(Temiz)* idi.


*(Huy)* bakımından, *(Ahlâk)* bakımından müsâit idi. Nitekim Peygamberimiz aleyhisselâm ona *(Duâ)* etdi, duâsı kabûl oldu. Zâten fıtratı *(Temiz)* di ve îmân edip, *(Hazret-i Ömer)* oldu. 


Peygamber Efendimize yahûdîler, *(Zehirli et)* yedirdiler. Hazret-i Ömer'i câmiye giderken, Hazret-i Osmân'ı Kur'ân-ı kerîm okurken, Hazret-i Alî’yi namaz kıldırırken *(Şehîd)* etdiler. 


Hazret-i Hasan'a, *(Elmas)* parçaları içirdiler, midesi bağırsakları parçalandı ve *(Şehîd) oldu*. Hazret-i Hüseyin'in başını kestiler, *(Şehîd)* oldu. 


Bunların hiç biri *(İmdât!)* demedi, yardım istemedi. İsteselerdi, *(İmdât yâ resûlallah!)* deselerdi, Efendimiz aleyhisselâm elbette yetişir ve *(Yardım)* ederdi. 


Ama onlar istemediler. Niçin istemediler? İki sebepden. Birincisi, *(Şehit)* lik sevâbı almak istiyorlardı. Şehitlere vaad edilen *(Ni’met)* lere kavuşmak için *(Yardım)* istemediler. 


İkincisi de, *(Levh-il mahfûz)* u okuyorlardı. Yâni değişmiyecek olan *(Kazâ-i mübrem)* i görüyorlardı, buralarda şehîd olacaklarını *(Görüyor)* ve *(Okuyor)* lardı, niçin istesinler?