Safsataya İ’tibar ve İlmleri Red edişim

 Sonra bilgilerimi inceledim. Kendimde duyu organlarımla elde etdiğim, delîle muhtâc olmayan açık bilgilerden (on sayısı üç sayısından büyükdür gibi) başka güvenilecek kesin bilgi bulamadım. Ümîdsizliğe düşdüm. Kendi kendime dedim ki: Duyu organlarıyla anlaşılan ve açık olan bilgilerden başka müşkilleri çözecek başka bir vâsıta kalmadı. O hâlde önce bu bilgileri inceleyip, sağlamlık derecelerini anlamalıyım. Böylece duyu organlarına güvenim, açık bilinen bilgilerde yanılmakdan emîn oluşum ve taklîde dayanan eski bilgilerime güvenim gibi midir. Yoksa pekçok kimsenin şübhe götüren ve isbâtı gerekdiren bilgileri gibi midir. Bunların hangisi olduğunu sağlam bir şeklde öğrenmem gerekirdi. Bu sebeble, duyu organlarıyla bilinen ve zarûriyât, ya’nî açıkca bilinen bilgiler üzerinde gâyet ciddî bir şeklde düşünmeye başladım. Kendimi bu bilgiler husûsunda şübheye düşürmenin mümkin olup, olmayacağını araşdırdım.


Duyu organları ile elde etdiğim bilgiler hakkında şübhelerim artıp, bunlarla da hatâ yapmanın mümkin olduğu kanâ’atine vardım. Devâmlı artan şübhelerim üzerine, kendi kendime dedim ki: Duyu organlarının en kuvvetlisi gözdür. Göz, gölgenin durduğuna, hiç hareket etmediğine hükm verir. Hâlbuki bir müddet tecrîbeden sonra, gölgenin hareket etdiği anlaşılır. Gölgenin hareketi fark edilecek şeklde olmayıp, yavaş yavaşdır. Öyle ki, hareketsiz kaldığı hiçbir an yokdur. Yine göz, yıldızları bir altın lira büyüklüğünde görür. Hâlbuki astronomi ve hendese ilmleri ile, o yıldızın, üzerinde yaşadığımız dünyâdan dahâ büyük olduğu anlaşılır. Göz yanıldığı gibi, diğer duyu organları da yanılır. Duyu organlarının kendi bilgilerine göre verdikleri hükmlerin yanlış olduğunu, akl, savunmaya imkân bırakmayacak şeklde gösterir.


Bunun üzerine, artık duyu organlarına da güvenim sarsıldı. Son derece açık olan aklî ilmlerden başka bir şeye güvenim kalmadı. On sayısı, üç sayısından büyükdür. Bir şey hem var, hem yok ve bir şey hem hâdis, ya’nî sonradan var olan, hem de kadîm, başlangıcı olmayan olamaz. Her aklın tereddütsüz kabûl edeceği husûslarda olduğu gibi, aklî ilmlere güvenilir, dedim.


Buna cevâb olarak mahsûsât, ya’nî duyu organları dedi ki: Aklî ilmlere nasıl güvenebilirsin. Hâlbuki bundan önce duyu organlarına güveniyordun. Akl hâkimi geldi, bizim yanılabileceğimizi söyleyip, bizi yalanladı. Eğer akl olmasaydı, sen devâmlı olarak ve ısrârla bizi tasdîk edecekdin. Şimdi muhtemeldir ki, aklın da ötesinde bir başka hâkim vardır. O ortaya çıkarsa, aklın duyu organlarını yalanladığı gibi, o da aklın yanıldığını söyler. Aklın yanıldığını söyleyecek böyle bir hâkimi bilmemen, onun yok olduğunu göstermez.


Bu cevâb karşısında nefsim durakladı. Sonra, verdiği şübheyi kuvvetlendirmek için, şöyle dedi: Görmez misin ki, uykuda iken, rü’yâda ba’zı şeyleri görüyorsun. Bir takım hâlleri hayâl ediyorsun. Onların hakîkat olduğunu kabûl ediyorsun. Uykuda iken, rü’yâda gördüklerin hakkında bir şübheye düşmüyorsun. Fekat uyanınca, rü’yâda inandığın şeylerin hiçbirinin aslı olmadığını anlıyorsun. O hâlde, aklın ile anlayıp, inandığın bilgilerin, sâdece içinde bulunduğun hâl sebebiyle sana doğru gibi gelmiş olmadığını nereden biliyorsun. Mümkindir ki, sende başka hâl meydâna gelir de, rü’yâda gördüğünü uyanınca kabûl etmediğin gibi, aklınla anladığın şeylerin de aslı olmayan bir takım hayâller olduğunun farkına varırsın. Yâhud da, sana gelecek olan bu hâl, tesavvuf ehlinin hâli gibi olabilir. Zîrâ, tesavvuf ehli, “Biz istigrak hâlinde [ma’nevî hâllere dalınca], duyu organlarının te’sîrinden kurtulup, akl ile anlaşılamıyan hâlleri müşâhede ederiz (görürüz),” demişlerdir. Belki bu hâl ölüm hâli de olabilir. Zîrâ, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar) buyurdu. Kesin olarak bellidir ki, dünyâ hayâtı, âhırete nisbetle bir uyku gibidir. İnsan öldüğü zemân, dünyâda göremediği bir takım şeyler ona zâhir olur. O hâlde iken ona şöyle hitâb edilir: (Bu günden gafletde idin. Şimdi senden perdeni açdık, artık bugün gözün keskindir.) (Kaf sûresi, 22.ci âyet-i kerîmesinin meâli.)


Bu vesveseler kalbimde yer etdi. Bundan kurtulmak için, bir çâre aradım. Fekat, mümkin olmadı. Çünki bu vesveseleri ancak delîl ile giderebilirdim. Delîl de ancak apaçık anlaşılan bilgiler olabilirdi. Bu bilgiler, sağlam olmayınca, onlara güvenilmeyince, delîl olarak kabûl edilemezdi. Bu hâlden kurtulmak mümkin olmadı. İki ay kadar devâm etdi. Safsata yoluna kapılmışdım. Fekat bundan kimseye bahsetmiyordum. Nihâyet Allahü teâlâ, beni bu hâlden kurtardı. Eski hâlime döndüm. Zarûriyyâtın, ya’nî delîle muhtâc olmayan açık bilgilerin güvenilirliğine emîn oldum. Bu hâle, delîller vâsıtasıyla ulaşmadım. Bu, Allahü teâlânın kalbime ihsân etdiği bir nûr ile oldu. Bu nûr, pekçok ilmin kaynağıdır. Hakîkate ulaşmanın sâdece delîller ile olduğunu zan edenler, Allahü teâlânın geniş rahmetini daraltmış olurlar. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: (Allah, kimi hidâyete erdirmek dilerse, onun göğsünü islâma açar, gönlüne genişlik verir…) (En’âm sûresi 25). Bu âyet-i kerîmede geçen açma ve genişletme ma’nâsındaki “şerh” kelimesinden murâdın ne olduğu Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorulunca: (O, Allahü teâlânın kalbe akıtdığı bir nûrdur) buyurdu. Bunun alâmeti nedir diye sorulunca da: (Fânî olan dünyâdan yüz çevirip, ebedî vatan olan âhırete yönelmekdir) buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir başka hadîs-i şerîfinde, bu nûr ile alâkalı olarak şöyle buyurdu: (Allahü teâlâ kullarını karanlık içinde yaratdı. Sonra da onların üzerine kendi nûrundan serpdi.) Ya’nî Allahü teâlâ, insanları ve cinleri, tabi’atlarını, zulmetli nefs-i emmârenin hoşlanılmayacak hâlleri altında yaratdı. Sonra, üzerlerine ma’rifet ve hidâyet nûru yaydı.


İşte hakîkatlere kavuşmayı bu nûrdan aramak lâzımdır. Bu nûr, zemân zemân, Allahü teâlânın kereminden fışkırır. Buna kavuşmak için, dikkatli olmak lâzımdır. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hayâtınızın ba’zı günlerinde Rabbinizin lutfları zuhûr eder, onlara kavuşmak için, dikkatli ve uyanık olun) buyurdu.


Bunları anlatmakdan maksad, hakîkatı aramakda çok gayretli olmanın, hattâ araşdırılması îcâb etmiyen şeylere varıncaya kadar uzanan ciddî bir çalışmanın lüzûmunu göstermekdir. Şübhesiz ki, çok olan şeyleri araşdırmak îcâb etmez. Çünki onlar, hâzırdır. Apaçık olan şeyler araşdırılınca, onlar kaybolur, gizlenir. Bir kimse, araşdırılması îcâb etmiyen şeyleri araşdırdı diye, araşdırılması îcâb eden şeyleri araşdırmakda kusûr etmekle suçlanamaz.


Hakikati Arayanların Kısmları


Allahü teâlâ, lutfü ve keremi ile, beni hakîkat olmadığı hâlde hakîkat gibi görünen şeylere i’tibâr etmek hastalığından kurtardı. Böylece, hakîkati arayanların dört kısma ayrıldığını gördüm.


1- Kelâm âlimleri: Bunlar, rey, ya’nî düşünerek elde edilen hükm ve istidlâl, ya’nî delîl ile anlamaya sâhib olduklarını iddi’â ederler.


2- Bâtınîler: Bunlar, hakîkatin ma’sûm bir imâmın ta’lîmi ile, ya’nî bildirmesi ile öğrenilebileceğini, hakîkatı ondan anladıklarını iddi’â edenlerdir.


– Felsefeciler: Bunlar, mantık ve burhân, ya’nî kesin delîl sâhibi olduklarını iddi’â ederler.


4- Sûfîler: Bunlar, tesavvuf ehli olup, Allahü teâlânın seçilmiş kulları, keşf ve müşâhede sâhibi olduklarını söylemişlerdir.


Kendi kendime dedim ki, hakkı arayanlar, bu dört grubun dışında olamazlar. Bu mesleklerin erbâbı, hakîkatı arama yolundadırlar. Eğer, hakîkat bu dört sınıf mensûblarının dışında ise, hakîkate ulaşma ümîdi kalmaz. Taklîdi terk etdikden sonra, tekrâr taklîde dönmeye ümîd ve imkân yokdur. Çünki, taklîdin şartlarından birisi de, taklîdcinin taklîdci olduğunu bilmemesidir. (Taklîdci olduğunun farkında bulunmamasıdır.) Taklîdci olan kimse, taklîdci olduğunu bilirse, onun taklîd bardağı kırılır. Geride kalan parçaları, ateşde eritilip, başka bir kalıba dökülmedikce, tekrâr bardak hâline getirilemez.


Bahsi geçen dört gurubun düşüncelerini ve özelliklerini dikkatle araşdırmaya başladım.İlk önce,kelâm ilmini,sonra felsefe yolunu,dahâ sonra bâtınîlerin ta’lîmâtını, en sonunda da tesavvuf ehlinin yolunu inceledim.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

EL-MÜNKIZÜ MİN-EDDALÂL

Bismillâhirrahmânirrahîm


Her kitâbın ve makâlenin başında, kendisine hamd ile başlanan Allahü teâlâya hamd ederim. Risâlet ve nübüvvet sâhibi Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem”, âline ve eshâbına “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” salât ve selâm olsun!


Ey din kardeşim! Benden ilmlerin gâyesini ve sırlarını, mezheblerin insanı helâke götürenlerini ve özelliklerini açıklamamı istedin. Birbirine zıt olan çeşidli fırkaların ve yolların arasından hakkı bulup, ortaya çıkarmak için çekdiğim sıkıntıları, taklîdden kurtulup, doğru i’tikâda nasıl ulaşdığımı bildirmemi istedin.


Önce kelâm ilminden fâidelendiğim noktaları, ikinci olarak hakîkate ulaşmakda, sâdece ma’sûm kabûl etdikleri imâmlarını taklîd etmeyi kâfî gören ehl-i ta’lîmin (ismâ’îliyye, bâtıniyye fırkasının) yollarını nasıl bulduğumu soruyorsun. Üçüncü olarak da, hakîr ve hafîf gördüğüm felsefecilerin yollarını soruyorsun.Netîce olarak tesavvuf yolunu beğenip, kabûl etdiğimi, tesavvuf ehlinin sözlerini ve hâllerini incelediğimde, öğrendiğim hakîkatlerin bende bırakdığı intibâları soruyorsun.


Yine Bağdâdda pek çok talebeye ders verip, ilmi yaymakda iken, bundan niçin vazgeçdiğimi, uzun bir aradan sonra Nişâbura dönüp, tekrâr ilm öğretmeğe başlamamın sebebini açıklamamı istedin.


Bunları sormakdaki samîmiyyetine inanarak, arzûnu yerine getirmek için cevâbını yazıyorum. Bu husûsda Allahü teâlâdan yardım diler, ona tevekkül ederim. Muvaffak etmesi için düâ ederim. Ona sığınarak derim ki: Allahü teâlâ sizi doğru yolda bulunmağa, muvaffak etsin. Hakîkate boyun eğmenizi kolaylaşdırsın. İnsanların, çeşidli din ve milletlerde bulunuşu ve bir ümmetin çeşidli fırkalara ayrılması, bir çok insanın içinde boğulduğu derin bir denizdir. Çok az insan bu denizde boğulmakdan kurtulmuşdur. Her fırka, kendinin doğru yolda olduğunu zan eder. [Mü’minûn sûresi 53.cü] Âyet-i kerîmesinde meâlen: (Her fırka kendi din ve mezhebine güveniyor, hak olduğuna inanıyor) buyuruldu. Bütün sözleri hakîkat olan ve Peygamberlerin en üstünü olan Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kendi ümmetinin de fırkalara ayrılacağını bildirmiş ve (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunlardan yalnız bir fırkası kurtulacak) buyurmuşdur. Peygamber efendimizin haber verdiği gibi oldu. [Eshâb-ı kirâm, kurtulan fırkanın kimler olduğunu sorunca, Peygamber efendimiz, (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve eshâbımın gitdiği yolda gidenlerdir) buyurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduğu gibi oldu.]


Gençliğimin ilk yıllarından ya’nî yirmi yaşımdan önceki bülûg çağıma yakın bir zemândan beri ki, hep bu derin denizin dalgalarıyla mücâdele ediyordum. Cesâretle derinliklerine dalıyordum. Her dürlü karmaşık mes’elelerle uğraşıyordum. Bütün güçlükleri yenmeye çalışıyor, her uçuruma atlıyordum. Her fırkanın i’tikâdını inceliyor, mezhebine âid sırları ortaya çıkarmaya uğraşıyordum. Hangisinin hak, hangisinin bâtıl, hangisinin Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine uygun ve hangisinin bid’at üzerine kurulmuş olduğunu öğrenmeye çalışıyordum.


Şimdi elli yaşımı geçmiş bulunuyorum. Bâtınîliğin bütün gizliliklerine varıncaya kadar inceledim. Zâhiriyyeye mensûb olanların tutduğu yolun neden ibâret olduğunu araşdırdım. Her felsefecinin felsefesinin iç yüzünü araşdırdım. Her kelâmcının sözünü ve mücâdelesinin netîcesini anlamak için gayret etdim. Bir tesavvuf ehlinin kalb temizliğine nasıl ulaşdığının sırrını anlamaya çalışdım. Bir âbidin çok ibâdet etmesinin ona ne sağladığını araşdırdım. Allahü teâlâya inanmayan bir zındıkın, bu inkâra cür’et etmesinin sebebini inceledim.


Gençliğimin ilk yıllarından beri, hakîkatleri kavramaya çok arzûlu olmam, yaratılışımdan gelen bir âdetimdir. Bu benim elimde değildir. Allahü teâlânın bana ihsân etdiği bir hâldir. Bu sâyede, i’tikâdda taklîdden kurtuldum. Çocukluğumda örf ve âdete dayanan akîdeden sıyrıldım. Çünki, hıristiyan çocuklarının hıristiyan, yehûdî çocuklarının yehûdî, müslimân çocuklarının da müslimân olduğunu gördüm. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde, (Bütün çocuklar müslimânlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hıristiyan, yehûdî ve mecûsî yapar) buyurdu.


Asl yaratılışın hakîkatını ve anneyi, babayı, hocayı taklîd etmekle elde edilen akîdelerin, inançların esâsını araşdırmayı istedim. Bu taklîd ile inanmanın başlangıcı telkîn ile idi. Telkîn ile başlayan bu taklîdleri birbirinden ayırmak için, içime bir arzû düşdü. Hâlbuki bunların hangisinin hak, hangisinin bâtıl olduğu husûsunda ihtilâflar vardı. Bunu nasıl yapabilirim diye düşündüm. Dedim ki, benim asl arzûm, işlerin hakîkatini bilmekdir. O hâlde, önce ilmin hakîkatini bilmem lâzımdır. Öyleyse ilmin hakîkati nedir? Nihâyet ilmin hakîkati bana şöyle zâhir oldu. Yakîni sağlayan ilm öyle bir ilmdir ki, onunla bilinen şeyler açıkca anlaşılır. Aslâ şübhe kalmaz.


O ilmde yanlışlık ve hatâ bulunmaz. Kalb böyle bir ihtimâle imkân bulamaz. Hatâdan emîn olmak için, ilm öyle kuvvetli olmalıdır ki, birisi bu ilmin bâtıl olduğunu iddi’â etse, da’vâsının doğruluğunu isbât için taşı altın, değneği yılan hâline getirse, bu durum o ilme sâhib olan kimseyi aslâ şübheye düşürmez. Ben on sayısının üç sayısından büyük olduğunu bildiğim hâlde, birisi üç sayısı on sayısından büyükdür. Bu sözüme inanman için, değneği yılan hâline getireceğim dese, bunu yapsa, ben de görsem, bu sebeble bilgimde bir şübhe meydâna gelmez. Ancak o kimsenin bu işi nasıl yapdığına şaşarım.


Dahâ sonra anladım ki, bu şeklde kesin olarak bilmediğim ilme güvenilmez. Şek ve şübhe bulunan ilm, kesin ilm (ilm-i yakîn) değildir.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ "Kuddise Sirruh" Hazretleri

 İstanbul’daki âlim ve evliyânın en büyüklerinden. 1192 (m. 1778) senesinde doğan Abdülfettâh Efendi, Tasavvufda pek yüksek derecelerin sâhibi olduğu gibi, fıkıh ilminde de büyük âlim idi. 1281 (m. 1864) senesinde Muharrem ayının 9. günü vefât etti. Küçük yaşta Bağdat’ın ileri gelen âlimlerinden ilim öğrenmeye başladı. Çok zekî idi. Kısa sürede Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde ve o zamanın fen ilimlerinde mütehassıs bir âlim oldu. Bu zâhirî ilimlerin yanısıra, bâtın ilmi olan tasavvufta da yetişmek istiyordu. Kendileri Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine talebe oldu. Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, arzu etmediği şeyleri yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını dahi terkederdi. Gelen sıkıntılara, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hocası onun bu güzel hasletlerini bildiği için, ona en zor işleri yaptırırdı. Yolculukta herhangi bir vasıtaya, binmesini yasaklamıştı. Vazifeli olarak İstanbul’a iki defa yaya gitmişti. Bu tahammülü sayesinde, hocasının iltifâtlarına, feyz ve bereketli teveccühlerine mazhar oldu.  Çok hizmetlerde bulundu. Çok fâidelere kavuştu. Hilâfet-i mutlaka ile şereflendi. Şeyh Abdullah-ı Hirâti vefât edince, onun yerine geçti. Her yerden akın akın talebeler, onun ilminin bir damlasına kavuşmak için geliyordu.  Mevlânâ Hâlid hazretleri, onu İstanbul’a gönderdi.

Abdülfettâh hazretleri, İstanbul’un Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nûh Kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Kısa zamanda, devlet erkânından vezirler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler onun talebesi olmak için etrafını doldurdular. Mezarı, Üsküdar’da, Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed Mezarlığına çıkan yol ile, Selimiye-Bağlarbaşı Caddesinin kesiştiği köşedeki, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanındadır. Eyyûb Sultan’da medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı Kirâm (Radıyallahüanhüm) hâriç, İstanbul’un en yüksek üç evliyâsından biri de Abdülfettâh-ı Akrî hazretleridir. Diğerleri ise Edirnekapı-Eyyûb arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrek’deki Muhammed Emîn Tokâdî hazretleridir.

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye (971), 2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi  (1-290 ), 3) Rehber Ansiklopedisi  (1-63), 4) Şems-üş-şümûs

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri hastalanmışdı, *Doktor* geldi. Muâyeneden sonra Efendi hazretleri başladı *Anatomi*’den konuşmaya.


*Damar*’lar nasıl çalışıyor, *Kan* nasıl hareket ediyor, *Akciğer*’in vazîfesi ne? *Böbrek* ne iş yapıyor? Doktor dinledi, dinledi. şaşırdı efendim. 


Siz bunları nereden biliyorsunuz? dedi. Efendi buyurdu ki: *Ben elli bin cilt kitap okudum, anatomi, astronomi dâhil*. Böyle buyurdu Mübârek. 

● ● ● 

İyilik yapmak *Sevap*’dır, ama iyilik yapmaya *Mecbur* değiliz kardeşim. İmkânımız varsa, yaparız. Yapmazsak, *Günah* olmaz. Yârın âhiretde; *Niçin iyilik yapmadın?* diye sorulmaz. 


Yaparsak, *Sevap* kazanırız, yapmazsak, *Günah* yok. Fakaaat hiç kimseye *Kötülük* yapmaya hakkımız *Yok*’dur. Yaparsak, günaha gireriz. Helâllaşmazsak, *Âhiret*’de sıkıntı olur, zor kalkarız altından. 

● ● ● 

Kardeşim, hepiniz *Yer*’de oturmuşsunuz. Hâlbuki sizin yeriniz orası değil. Sizin yeriniz, benim *Başımın üstü*’nde. Çünkü Allah celle celâlüh, *Elmas*’ı çöplüğe koymaz. Sizin kalpleriniz, birer *Cevher*. 


Siz, *Seçilmiş*’siniz. Hem müslümânsınız, hem ehl-i sünnetsiniz, hem bu *Yol*’un büyüklerini *Tanıyor* ve *Seviyor*’sunuz, hem de Allahın dînine *Hizmet* ediyorsunuz. Kalkın, yukarıya oturun! 

● ● ● 

Fâtiha-i şerîf, *Şifâ*’dır efendim. Ya Bizzât şifâ olur, veyâ şifâ olacak *Sebep*’leri insanın ayağına getirir. Onun için *Fâtiha*, anahtardır. 


*Ölüm hasta*’larını hastânede bırakmamak lâzım. Böyle hastaları eve getirmeli, yanında *Yâsin-i şerîf* okumalı. 


Bunları *İlmihâl*’de yazdık, oradan okuyup tatbîk etmeli. Bunlar, hastanın *Îmân*’la ölmesine faydalı olur kardeşim. Allahü teâlâ, *Elmas*’ı ve *Cevher*’i, çöplüğe koymaz. 


Eğer sizin kalpleriniz *Çöplük* olsaydı, Cenâb-ı Hak Kendi *Sevgi*’sini, Habîbinin *Sevgi*’sini, sevgili kullarının *Sevgi*’sini bu kalplere koyar mıydı? Elbette koymazdı.

Hilmi, sen bu şarkıyı dinledin mi?

Mübarek Hocamız, bize teşriflerinin bir defasında anlatmışlardı. Efendi Hazretleriyle, Mübarek Hocamız, Eyüb’den dergaha beraber çıktıkları bir zamanda, dergaha yaklaşınca, Piyerloti çay bahçesinde, gramofondan bir kadının şarkı söylediğini duymuşlar. Bir müddet sonra, Efendi hazretleri Hocamıza sormuş “Hilmi, sen bu şarkıyı dinledin mi?”. Hocamız hemen ”hayr efendim, dinlemedim” demişler. Efendi Hazretleri “Ben dinledim, fekat nağmelerini değil, sözlerini dinledim. Sözleri tam benim hâlime göre” buyurmuşlar. Mübarek Hocamız “Efendinin hâtırası olarak, biz bu şarkının sözlerinin ilk iki satırını, İslâm Ahlâkı kitabımıza koyduk efendim”. (40 ncı sahifede)

Şarkının sözleri şöyle;

Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime,

titrerim mücrim gibi, bakdıkça istikbâlime!

Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbâlime,

titrerim mücrim gibi, bakdıkça istikbâlime!

Hocamız devam ederek “Bir gün dergaha gitmişdim. Dış kapıya vardığımda, şadırvanın yanında, Efendi ile bir bey ayakda konuşuyorlardı. Hemen kendimi göstermemek için kapının arkasına geçdim. Seslerini duymuyordum. Bir müddet sonra bu bey ayrıldı. Efendi hazretleri, benim geldiğimi görmüş ve “Gel Hilmi gel. Bu bey benim akrabamdır. Akrabadan gelen sıkıntıya katlanmakdan başka çare yoktur” buyurdular.

Osmân Nûrî Osmânağaoğlu

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim ben Efendi hazretlerini tanıdığım zamanlar çok *Öfkeli*’ydim. Gençdim o vakitler. Biri namaz kılmadı mı, *Kızar*’dım, hattâ boğacağım gelirdi onu. Nasıl *Namaz kılmaz?* diye öfkelenirdim. 


Bir kadın da *Açık* olunca, yine çok sinirlenirdim. Niçin *Açık* geziyor, niçin *Örtün*’müyor? diye kızardım efendim. Elimde değildi bu. 


Ama Efendi hazretlerini tanıdıkdan sonra, o hâllerim *Gitdi*, hiç *Kalmadı*. Şimdi hep *Ağlamak* geliyor içimden. Sinirlenmek yerine *Üzülüyor*’um, kızmak yerine *Acıyor*’um efendim. 


Bilmiyene kızılır mı? Ona acınır. Öğrensin diye *Kitap* verilir. Bunları Efendi’den öğrendik, O *Kızmaz*’dı, *Üzülür*’dü. Herşeyi Ondan öğrendik efendim, *Îmân*’ımızı bile Ona *Borçlu*’yuz. 


Bir mü’min, Allahın bir kulunu *Sevindir*’se, birinin kalbine *Neş’e* verse, bundan, Cenâb-ı Hak *Râzı* olur, *Hoşnûd* olur. Çünkü Allahın kulunu, Allahın yaratdığı bir *Kul’u* sevindiriyorsun. 


Cenâb-ı Hakkın bu *Rızâ*’sı, bu *Hoşnûd*’luğu, gökden yere bir *Ampül* olarak inmiş olsa, onun nûrunda, ışığında *Güneş* kararır efendim. Niçin? O’nun bir kulunu sevindirdiği için. 


İnsanları *Sevindir*’mek böyle kıymetli işte. Çünkü Allahın kulunu sevindiriyorsun. İsterse *Kâfir* olsun. Allahü teâlâ, kulları için *İyâl’im* buyuruyor. 


*Evlâd*’a yapılan, *Baba*’ya yapılmış gibidir. Allahın kulunu sevindirirsek, Allahü teâlâ *Hoşnûd* olur. Aksi olursa, *Tehlike’li*. Allahın bir kulunu incitirsen, *Allah* incinir. 

● ● ● 

İslâm âlimlerinin âdeti, *Kitap*’dan söylemekdir efendim. Bilseler de *Kitâb*’a bakarlar, kitapdan naklederler. Efendi hazretleri de vaaz vereceği zaman birkaç *Kitap*’la gelirdi kürsüye. 


Onlara bakıp da anlatırdı. Peki bilmiyor muydu? *Biliyor*’du, ama âdeti böyleydi. *Kitap*’dan konuşurdu. Şimdikiler ne yapıyor? *Kafa*’dan konuşuyor, öyle olunca da hiç *Te’sîr*’i olmuyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kim, birine bir bardak *Su* verse, yâni bir bardak su verecek kadar ona *Hizmet* etse, mutlak sûretde Allahü teâlâ, o kuluna bir *Hizmetçi* yaratır.


Ve o hizmetçi, bu kula hem *Dünyâ*’da, hem de *Âhiret*’de *Hizmet* eder. Hadîs-i şerîfdir bu ve kıyâmete kadar geçerlidir. 


*Men hademe hudime*. Ne demek bu? Yâni herkes misâfirini, kendi *İmkân*’ına göre ağırlar. Allahü teâlâ da, kendine *Lâyık* olan şekilde ağırlar. 


*Cennet*, hiçbir ibâdetin *Karşılığı* değildir. Cennet, *İhsân-ı ilâhî*’dir. Peki, bütün bu yapdığımız ibâdetler nedir? Bunlar, birer *Sebep*’dir. Cenâb-ı Hak dünyâda ve âhiretde, hiçbir şeyi *Sebep*’siz yaratmaz. 


*İbâdet*’ler de, Cennete girmek için birer *Sebep*’dir. Allahü teâlâ, *Cennet*’ini, bu sebebe yapışanlara, sebebe yapışdığı için, *İhsân-ı ilâhî* olarak verecekdir. 


Meselâ, *İki kişi* namaz kılıyor, Cenâb-ı Hak birininkini *Kabul* ediyor, diğerininkini *Etmiyor*. 


Onun için, bizim dînimizde *Amel* ölçü değildir. Lâzımdır, ama *Ölçü* değildir. Çünkü biri, *Allah için* kılar, öbürü, *Kullar beğensin* diye kılar. Bu ikisi bir olur mu?


Allahü teâlânın kulları, *Ben yanıyorum!* derken, biz burada *Su* içemeyiz efendim. Şu anda, kabristânlarda, toprağın altında, bir kısım insanlar *Yanıyor*. 


Çünkü kabirler, ya *Cennet bahçesi*’dir, yâhut da *Cehennem çukur*’u. Yâni bâzı kabirlerde şimdi *Cehennem ateşi* var ve o ateşde yananlar, şu an *Feryâd* ediyorlar. 


Bu *Feryât* seslerini biz duymuyoruz, ama *Hayvan*’lar duyuyor efendim. Allahü teâlâ, bizi *Ehl-i sünnet* yaratmış. 


Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: Benim ümmetim *Yetmiş üç* fırkaya ayrılacak. Bunun bir tânesi *Doğru yol*’da olacak. Onlar da, benim ve Eshâbımın *Yolu*’nda olanlardır. 


Elhamdülillah, Cenâb-ı Hak bizleri, bu *Ehl-i sünnet* fıkasından eyledi. Diğer yetmiş iki fırka, *Dalâlet*’de. Onlar *Cehenneme* gidecekler. 


Ama Efendimiz aleyhisselâm *Ümmet*’im buyurduğu için, onlardan *Îmân*’ı olanlar, sonunda gene kurtulacak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eskiden, babamın evinde iken, biz akşamları *(çay)* içmeyi bilmezdik. Sâdece kahvaltıda çay içerdik. Çay içmeyi dahî Efendi hazretlerinden öğrendik. 


Efendi hazretlerinden duymadığımız hiçbir şeyi söylemiyoruz kardeşim. Efendi hazretleri, tek *(şeker)* ile açık *(çay)* içerlerdi. Ziyâ bey üç şeker, Hâlid bey koyu ve tek şeker. 


Efendi hazretleri bana; *(Kendine de çay dök)* derdi. Karşılıklı içerdik. Yine bir sabah, ezânlar henüz okunmamışdı ki, dergâha gitdim. Efendi hazretleri *(sofra)* da oturuyordu. 


Bakdım, sofrada *çay*, *ekmek* ve Van'dan gelen *(otlu peynir)* var. Efendi hazretleri peynire piynir derdi. 


Bana; *(Gel, berâber yiyelim)* buyurdular. Peynir ekmek yiyip, çay içdik. Onun tadı, hâlâ damaklarımda, hiç unutamıyorum. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyorlar ki: *(Kelime-i tevhîdi)* terâzinin bir kefesine koysalar, diğer kefeye de, yedi kat yerler ve yedi kat gökler dolusu *(günâh)* ları koysalar, kelime-i tevhîd *ağır* gelir. 


Böyle buyuruyor. Hattâ efendim, *(kelime-i tevhîd)* in yanında, o kadar çok günahlar, bir *damla* gibi kalır. Bunu, akıl anlıyamaz. 


Büyükler böyle buyuruyorsa, doğrudur. Öyleyse inanacağız. Zâten âhiretde herşeyin *(hakîkati)* ortaya çıkacak. O zaman herkes anlıyacak. 


Mahşerde bir insanın hesâbı görülüyor. Günâhları *(ağır)* basınca, melekler onu Cehenneme doğru götürüyorlar. 


Adam başlıyor ağlamaya. Diyorlar ki, niye ağlıyorsun? Cevâben; Ben Rabbimden, bunu *(ümit)* etmiyordum, diyor. Ne ümit ediyordun? diyorlar. 


Beni Cehenneme atmaz sanıyordum. Cehenneme gideceğimi *(hiç)* düşünmemişdim, diyor. O esnâda Efendimiz aleyhisselâm geliyor.


Ve sevap kefesine bir *(kâğıt)* bırakıyor. O anda sevâblar *(ağır)* basıyor. Melekler o kâğıdı alıp bakıyorlar ki, üzerinde salevât-ı şerîfe yazılı. 


Efendimiz aleyhisselâm, o meleklere; Bu mü’min, bana çok *(salevât-ı şerîfe)* getirirdi, deyince, melekler donup kalıyorlar. 


Allahü teâlâ; Peygamberime *(salevât-ı şerîfe)* getiren bir kulumu, ben nasıl ateşe atarım? buyuruyor. Melekler, o mü’mini *(Cennete)* götürüyorlar.

Yâdigâr mektûblar 35.mektûb

 14 Cemâzi'l-Âhire 1378 [25.12.1958] Perşembe

Selâmün aleyküm kıymetli kardeşim Fahri Bey

Mübârek harflerle inci gibi sıralamış olduğunuz yazınızı okuyarak çok memnûn oldum. İşim çok, vaktim hiç müsâid olmadığı hâlde sizlerden gelen mektûbları tehâlükle [istekle] açıp zevkle okuyorum. Zemânın,muhîtin, üzerimde, rûhumda hâsıl etdiği ızdırab ve sıklet [ağırlık], mektûblarınızdaki sâfiyet ve nezâhetle hafifliyor ve tasfiye oluyor.

Mekkî Efendi ile görüşemiyorum. Maalesef kimseyi görmek mümkin olmuyor. Abdülhakîm imâm hatib mektebine gidiyor. Mahzûrları olmakla berâber, birçok nokta-i nazardan bu mektebden memnûnuz.

"En-Nezâfetü mine'l-îmân" [Temizlik, imandandır] hadîs-i şerîfi, diğer hadîs-i şerîfler gibi mu'cezdir. Lafz kısa, ma'nâ çok vâsi'dir. Çünkü kendileri câmî'u'l-kelîm idiler. Burada nezâfet evvelâ farz olan temizlik, ya'nî hadesden ve necâsetden tahâretdir. Bunları kabûl etmeyen kâfir olur. Farzları beğenmeyen, emr kabûl etmeyen kâfir olur. Yapmayan fâsık olur. Sonra kalbin temizliği ya'nî meâsîden [kötülüklerden] tahâretdir ki, kalbin meâsîden tahâreti de îmândandır, ya'nî harâmı harâm bilmesi lâzımdır.

Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin hamama gitdiklerini ve sabun ile yıkandıklarını görmedim, okumadım ve duymadım, bilmiyorum. Fakat Eshâb-ı kirâmın hamama gitdikleri Kimyâ-i Seâdet'de yazıyor. Kendileri evlerinde mevcûd guslhânelerinde yıkanırlar idi. Hamama gitmek âdâbı Kimyâ-i Seâdet'de yazılıdır.

Kâfirler, müslimân evine gelince, onlara ikrâm etmeli, iltifat etmeli, idâre etmelidir. Fakat onların ziyâretlerine,da'vetlerine aslâ gitmemelidir. Onlar bir daha gelmez ise gelmesin. [Zevceniz] Müslimân kadınlar intihâb edib [seçip], onlara gitmeli. Çok şükür her memleketde her şehirde müslimân aile çok var. Meslekdaş olmak şart değil. İslâm hanımları, mürted kadınlarından, erkekden kaçar gibi kaçmak lâzımdır. Seâdet-i Ebediyye birinci kısım 40'ncı mektûb tercemesinde bu husûs izhâr olunmaktadır.

Din ve dünyâ seâdetinize duâlar eder, duâlarınızı beklerim kardeşim.

Hüseyn Hilmi Işık

Sevgili Peygamber efendimizin doğumunda meydana gelen harikulade haller

 Sevgili Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin doğumunu annesi hazret-i Âmine şöyle anlatıyor: “Doğum ânı geldiğinde heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bendeki korku ve ürpertiden eser kalmadı. Yanımda süt gibi beyaz bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti bana verdiler. O anda çok susamış idim. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı ve soğuk idi. İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nûr gördüm, Evim o kadar nûrlandı ki, o nûrdan başka bir şey görmüyordum. O sırada çok hâtun gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrafımı sarıp, bana hizmet eden bu hâtunlar, Abdü Menâf kabîlesinin kızlarına benzerlerdi. Yine o sırada beyaz, uzun ve gökten yere uzanmış ipek bir kumaş gördüm. Dediler ki: O’nu insanların gözünden örtün. O anda bir grup kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yâkuttandı. Gümüş ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip terlemiştim, ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Doğudan batıya kadar bütün yeryüzünü gördüm. Üç alem (bayrak) dikildi. Onların biri meşrik (doğu), biri mağrip (batı) biri de Kâbe’nin üstünde idi. Etrafımda çok sayıda melekler toplandı. Muhammed doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu ve şehâdet parmağını kaldırdı. O anda gökten bir parça beyaz bulut indi. O’nu kapladı. Bir ses işittim; “Onu mağripden meşrıka kadar her yerde gezdirin. Tâ ki cümle âlem onu, ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla görsünler.” diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve Muhammed’i bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Muhammed’i o leğenin içine koydular. Mübarek başını ve ayağını yıkadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına güzel koku sürüp, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.”


Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada hazret-i Âmine’nin yanında Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtun, Osman bin Ebü’l-Âs’ın annesi Fâtımâ Hâtun ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtun vardı. Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler. Şifâ Hâtun şöyle anlatıyor: “Ben, o gece Âmine’nin yanında idim. Muhammed aleyhisselâmın doğar doğmaz duâ ve niyâz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü...” Bundan başka birçok hâdiseye şâhit olan Şifâ Hâtun; “Ne zaman ki, O’na peygamberlik verildi; hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum.” dedi.


Safiyye Hâtun da şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübârek başını kaldırıp açık bir dille “Lâ ilâhe illallah, innî resûlullah” dedi. O’nu yıkamak istediğimde, biz O’nu yıkanmış olarak gönderdik.” denildi. O sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş görüldü. O’nu kundağa sarmak istediğimde sırtında bir mühür gördüm, mühürün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı idi. Doğar doğmaz secde ettiği sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım; “Ümmetî, Ümmetî” (Ümmetim, ümmetim) diyordu...”


Resûl-i ekrem efendimizin doğduğunu dedesi Abdülmuttalib’e Kâbe’de Allah’a yalvarıp duâ etmekteyken müjdelediler. Abdülmuttalib bu müjdeyi alınca çok sevinip O’nu görmeye giti ve; “Bu oğlumun şânı, şerefi çok yüce olacaktır” dedi. Sonra da O’nun doğumunu kutlamak için doğumun yedinci gününde Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek insan ve hayvanların istifâde etmesi için bıraktı. Ziyâfet sırasında çocuğa hangi ismi koydun diyenlere Muhammed ismini verdim dedi. Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere; “Allah’ın ve insanların O’nu medh etmelerini, övmelerini istediğim için.” cevabını verdi. Annesi de Ahmed ismini koydu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok *Zengin* bir adam varmış. *Ölüm* vakti gelince oğlunu çağırmış. Ayağından *Çorap*’larını çıkarıp oğluna vermiş ve demiş ki:


Bak oğlum, bu *Çorap*’lar, bana çok *Uğur*’lu geldi. Ömrüm boyunca bu çorapları giydiğim için, işim hep *Rast* gitdi, *Servet* sâhibi oldum. 


Onun için, beni *Kabr*’ime, bu *Çorap*’ları giydirip de koyun. Dünyâdan bir şey götüremiyorum, bâri bir çift *Çorap* götüreyim. Eğer hoca *İzin* vermezse, şu *Mektûb*’u ona ver, demiş. 


Ve bir *Zarf* vermiş oğluna. Delikanlı, *Peki baba!* demiş. Adam ölmüş, yıkamışlar, kefenlemişler, tam *Kabr*’ine indirecekler, genç çocuk o *Çorap*’ları çıkarıp *Hoca Efendi*’ye uzatmış.


*Hocam, babamın vasiyeti var, beni bu çoraplarımla kabre koyun demişdi*, demiş. 


Hoca Efendi; *Kat’iyyen olmaz, câiz değil, kabre, kefenden başka bir şeyle girilmez*, demiş. 


O zaman çocuk, mektûbu ona uzatıp; *Öyleyse bu mektûbu okuyun!* demiş. Hoca, zarfı açıp mektûbu okuyor. Adam yazmış ki: 


Bak oğlum, dünyâda çok *Servet* sâhibi oldum, ama görüyorsun ki, kabrime bir çift *Çorab*’ımı bile sokamadım. Bir çift çorabı dahî yanımda *Götüremiyorum*. 


Âkıbet birgün *Sen* de, benim gibi *Ölecek*’sin. Ne olur, sen *Benim* gibi olma. Ben, âhirete birşey götüremedim. Bâri sen, âhirete *Götürecek* birşeyler yap.


Meselâ Allahın kullarına *İyilik* et. İslâmiyete *Hizmet* et de, benim gibi âhiretde *Pişmân* olma. Böyle yazmış babası.