AKLIN KULLANILMASI

“Mesâil-i i’tikâdiyye hikmete havâle olunup, hikmet kabul ederse tasdîk eder, kabul etmezse ve yahud tereddüdde bulunursa, ol vakit hakîme îman etmiş olur. Resûle tam îmân etmemiş olur ki, bu takdirde îmân; değil yalnız kâmil olmak, îmân olmaz. Zîra îmân parçalanmaz, bölünmez, ziyâdelik ve noksanlık (artma azalma) kabul etmez.

Dînî meseleler felsefe ile muvâzene (dartılırsa, ölçülürse) yine bir filozofu tasdîk etmiş olur. Resûle tam irimâd etmemiş demektir.

Dînde müttefikun aleyh (üzerinde birlik ve icma) olan mes’elelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyâ böyle oluyor, bu mes’elede murâd-ı ilâhî ve murâd-ı Resûlullah’ı (sallallahu teala aleyhi ve sellem) nasıl ise, öylece îmân ve îkân ve i’timâd ettim der ve şüphesini izâle edecek bir zâtı fevren (acele olarak) arar. İlminde ve dînde vusûk (sağlam) ve tamm itimâd sahibi, zekî, fatîn (anlayışlı), ârif, müttakî, vâkıf (vukufu çok) müşkülâtı halle muktedir bir zatı bulur, sorar. Aldığı cevaba itminân hasıl olunca, artık öylece îmân ve îkân eder. Böyle bir zâtı aramak farzdır. Bulamadı ise, veyâhud bulup da tatmîn edilmedi ise, Allahu tealanın ve Resûlünün irade ettiği gibi inanır. 

Buna binâendir ki, her yerde böyle müşkülü halle muktedir (çözebilen) bir kimsenin bulundurulması farz-ı kifâyedir.

Böyle olmaz ise dîn, mu’terizlerin (itiraz sahiblerinin) elinde oyuncak olur. Diledikleri vecihle (şekilde) te’vîl ve tefsîr ederler. Kimseyi dalâletten kurtaramazlar.”

(Son Halkalar I, sh 449-450)

KAZÂ VE KADER

 Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri buyurdular:

“Hallâk-i hakîkî (Allahu teala), halk ettiği ve edeceği şeyleri bilir. 

Kâinâtın vücûdu (varlığı) a’yânda (zâhirde) yok iken, Hakk tealanın ilminde var idi. Ya’ni kâinatın iki nev’i vücûdu vardır. Biri vücûd-i ilmî, diğeri vücûd-i aynîdir.

İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teala aleyh) şöyle izah ediyor:

Bir mühendis, yapacağı bir binanın sûretini, ileride yapmak istediği bir şekilde zihninde tersîm ede (çizer). Sonra zihnindeki bu resmi bir sâhifeye çizer ve bunu mimar ve ameleye ibrâz eder. Onlar da bu sahifede tersîm edilen ve mühendisin zihnindeki sûreti andıran harita (plan) gibi yaparlar, vücûde ve bürûze getirirler. İşte mühendisin zihninde irtisâm eden, binânın ilmdeki vücûdudur (varlığıdır). Buna, hayâlî vücûd, ilmî vücûd derler. Binânın hâricte yapılan ve kereste, taş ve topraktan ibâret olan vücûdu, hâricî vücıd, aynî vücuddur. Sûrî vücûddur. Mühendisin vücûd-i ilmîsinde bulunan bu binâya taalluk eden ilmi, mühendisin binâya olan (takdir ettiği) kaderidir. 

Kader; ezel-i azâlde (ezellerin ezelinde), ileride vâki’ olacak vâkı’âlara (işlere, olaylara) olacağı gibi ilm-i ilâhînin (Allahu tealanın ilminin teâllukundan (Allahu tealanın ilmiyle bilmesinden, ilminin bağlanmasından) ibârettir.

Hâlık-ı kâinat celle celâlühü halk buyurduğu şeyleri (onların öyle yapacaklarını) bilmiş de halk etmiş, işte bu ilim kaderdir.

Mâdem ki (Allahu teala) hâlıktır, mahlûkata elbette âlimdir. İşte bu ilim kaderden ibârettir.

Ehl-i sünnet vel-cemâat, kadere îmân etmiş ve kadere îmânı erkân-ı îmândan (îmânın esaslarından) add eylemiştir. Yani kadere îmân etmez ise, mü’min değildir, dediler. Kaderin hayrı ve şerri, tatlısı ve acısı Allahu tealadandır. Zira kader, bildiği şeyleri îcâd ve ihdâs (yapmak ve yaratmak) demektir.

(Son Halkalar I, sh 451)

Yâdigâr mektûblar 18.mektûb

 Selâmün aleyküm kıymetli kardeşim Sâim Bey 

3 Cemâzi'l-Ûlâ tarihli kıymetli mektûbunuzu aldım. Sıhhat ve selâmet haberlerini ve bilhassa istikâmet üzere hareketinizi okuyunca çok memnûn oldum. Cenâb-ı Hakka ne kadar hamd ve şükr etsek azdır ki bizlere kıymetli şerî'ati üzere amel etmek nasîb ediyor.

Kardeşim, hadîs-i şerîflerde şerâb sirkesi çok medh edilmişdir. Meselâ (Hayrü halliküm hallü hamriküm) buyurmuşdur. Ya'nî sirkelerin iyisi ve menfe'atlisi şerâbdan yapılan sirkedir. Sirkelere lâtif kokuları ve hoş lezzeti veren aldehidler ve tartarat tuzları ve sâiredir. Sirkeye kasden yüzde bir alkol ilâve edilirse, sirkede dâimî bulunan sirke mayaları, az zemânda bu alkolü sirkeye tahvil eder, ya'ni sirkede alkol kalmaz. Sonra, muâmelâtda, ya'nî meselâ ticâretde fâsıkların ve hattâ zimmî kâfirlerin sözleri ile amel câizdir. Meselâ: Eshâb-ı kirâm (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'in) Şâm'ı ve İrân'ı feth etdikleri zemân, buralarda, pazarlarda, peynir ve kundura satın aldılar ve peynir acabâ hınzır mi'desinden mi ve kundura hınzır derisinden mi yapılmış diye tecessüs etmediler [araştırmadılar]. Şimdi de mezbehhânelerde [mezbahalarda] kesilen hayvanları tekbir ile ve besmele ile kesilmişdir diyerek yiyoruz. Acabâ dinsiz, mürtedler mi besmelesiz kesdi diye vesvese etmiyoruz. O halde sirkede fennen alkol bulunmaz. Âdeten de alkol konmaz. Alkol koyarken ve mezbehhânede besmelesiz keserken görmedikçe harâm olmaz. Her şeyin aslı helâldir. Harâm karışırken görülmedikçe veya karışdıran söylemedikçe yemek lâzımdır. Fetvâlar böyledir. Takvâ başkadır. Biz fetvâ ile hareket ederiz.

Bu zemânda te'ehhül [evlilik] mes'elesi hakîkaten çok güç. Refįkama söyledim. Muvâfık bir şey hâtırımıza gelmedi. Arayacağız. Cenâb-ı Hak hayırlısını ihsân eylesin. 

Koyunlarda hiçbir günâh vâki' olmamış. Bağçedeki otlar zâten size âid. Canlı da satabilirsiniz. Çok iyi yapmışsınız.

Efendim bu ay başında fakirhâneden çıkıyoruz. Yine Beylerbeyi'nde ve câmîi şerîf ile fırının bulunduğu tarafda bir eve taşınıyoruz. Şubat ibtidâsında temâmen yerleşmiş olacağız. Yeni adresimiz (Beylerbeyi, Çamlıca caddesi, numara 85) dir.

Kıymetli mektûblarınızı ve fâideli suallerinizi beklerim. Sizin sayenizde kitâblara bakarak ben de istifâde ediyorum. Din ve dünyâ selâmetinize duâlar eder, kıymetli duâlarınızı beklerim. Abdülhakîm ile Dilvin ellerinizden öperler. Kıymetli duâlarınızı bekliyorum efendim.

Kardeşiniz Hüseyn Hilmi Işık 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın en büyük sıfatı, *Hubb* dur, yâni *Muhabbet* dir. Biz, Allahü teâlâyı hakkıyla sevemeyiz. Bizim sevgimiz, *Sıfâtî* dir, *Hakîkî* değildir. 


Biz, *Sıfâtî* olarak severiz. Ama Allahü teâlâ, *Sıfâtî* sevgiyi de kabûl ediyor efendim. Hakîkî sevgi isteseydi, işimiz *Zor* du. 


Bütün dünyâ şöyle yazıyor kardeşim: *İhlâs Vakfı hakîkî İslâmiyeti bugün bütün dünyâya doğru olarak yayıyor!* diyorlar. Her yere ama, her yere. Ne büyük *Hizmet* kardeşim.


Elhamdülillah ki, Allahü teâlâ bize, Ehl-i sünnet âlimlerinin *Kitap* larını okumayı nasîb ediyor kardeşim. Bu kitapları okumıyan, *Câhil* kalır. 


İstediği kadar *Arabî* bilsin, *Fârisî* bilsin, din bilgilerinden *Diploma* sı olsun. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumıyanın, islâmiyetden haberi olmaz. Allahü teâlâ bize *İhsân* etdi, elhamdülillah. 


Bu okuduklarımızın, yazdıklarımızın, işitdiklerimizin hepsi, Abdülhakîm Efendi hazretlerinin *Hediye* sidir bize, *Sadaka* sıdır bize. Onları görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı. 


Cenâb-ı Hak bize *Akıl* da vermiş. Akla da uyacağız tabii. *Fitne* çıkarmıyacağız, fitneye sebep olacak bir konuşma yapmıyacağız. Karşımızdakine bakacağız. Nasıl bir adam? 


Ona göre konuşacağız. *Paldır küldür* konuşmıyacağız. Konuşursak ne olur? Fitne çıkar. Fitneden kaçacağız. Peygamberimiz; *Fitne uykudadır, fitneyi uyandırana Allah lânet etsin!* buyuruyor.  


Fitneyi uyandırmıyacağız. *Ve mâ cevâb-ül ahmakı illes sükût*. Ne demek bu? Yâni *Ahmak* ın sözüne cevap verilmez, *Sükût* edilir. 


Bizim Hak Sözün Vesîkaları kitâbında, *Peygamberlik Nedir?* diye bir bahis var. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yazısı bu. 


*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri 18 yaşındayken yazmış onu. Daha mürşidini görmeden. Onu okudum, ne *Güzel* yâ Rabbî, ne güzel. Siz de okuyun kardeşim. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri, ayrıca; *Ortalık öyle bir hâle geldi ki, gençler müslümân ismini beğenmiyorlar, isimlerini değişdiriyorlar*, diyor. Hem de tâ o zamanda, yâni 400 sene önce.

Fakih ve Sufi ol

Fıkıh için İlmul Evrak veya Fıkhı zahiri, tasavvuf için ise İlmul Ezvak veya Fıkhı batıni denilmiştir. Tasavvufsuz fakih yerilmiş, fıkıhtan mahrum olan sufi ise hiç kabul görmemiştir.İmam-ı Şafii (rahmetullahi aleyh) bir şiirinde şunu ifade etmişlerdir:


"Fakih ve Sufi ol, sadece ikisinden biri olma,


Allah hakkı için ben sana nasihat ediyorum.


Çünkü O (fakih) katıdır O’nun kalbi takvayı tatmamıştır.


Bu (sufi) ise cahildir, cahil olan nasıl ıslah eder.”[4]


 Fıkıh ölçülerinin dışındaki zevklerin, şevklerin ve vecdlerin hiçbir kıymetinin olmadığını tasavvuf alimleri bildirmektedir. Nitekim Ebu Said el-Harraz bu durumu "Zahiri hükümlere aykırı olan her batın batıldır."[5] şeklinde ifade etmektedir. Beyazıd Bistami: "Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak kadar keramete sahip olduğunu görseniz, o adamın Allah'ın emir ve yasaklarına, hududullahı muhafazası ve şeriata riayet hususunda nasıl hareket ettiğini tetkik edinceye kadar ona aldanmayınız." İmam Rabbani hazretleri “Bizim yolumuzda bir adaba riayet ve mekruhlardan ictinab, zikirden, fikirden, teveccühten birkaç derece üstündür. Bunlara riayetle beraber zikir, fikir olunca o zaman nur üstüne nurdur” şeklinde buyurmaktadır. Mutasavvıflardan Murtaişe’ye (V. H. 328) söylendi: Falan su üzerinde yürüyor. Şöyle cevap verdi: Heva ve hevesine nefsinin kötülüklerine karşı sabır gücüne sahip olan kimse su üzerinde yürümekten daha büyüktür." Bu bakımdan mutasavvıflar için fıkıh tasavvufun olmazsa olmazlarındandır.

MİNAHLARIN YAZILMAYA BAŞLANMASI

Bu fakir (Hâlid-i Şirvânî), Gavs’ın (kuddise sırruhu) mukaddes sözlerini kaleme almakta geç kaldığımdan ötürü gerçekten büyük üzüntü duyuyordum. Bu üzüntümün üçüncü gününde Gavs hazretleri, sohbet meclislerinde şu beyiti okudular:


“Bu mesnevi (yazılmakta) bir müddet gecikti.

Ancak kanın süte dönüşmesi için bir müddet beklemek gerekliydi.”

Bunda tevazu benim için zillet olurdu

 Birgün Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu) seyr u sülukünü henüz tamamlamayan Şeyh Halid'e sorar: "Molla Halid senin ilmin ne kadardır?” O da: “Efendim! Elhamdulillah. Seyyid Şerif Cürcani ve Teftezani kadar ilmi bilgiye sahibim.”diye cevap verir.Molla Halid dışarı çıkınca sohbette bulunanlar onu yadırgamaya başlarlar. “Sen Ğavsın yanında nasıl böyle cevap verirsin? Bu ne cesaret?” dediklerinde O da: “Soruyu soran benim mürşidim Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu) olunca ben gerçek neyse onu söylemek zorundayım, gerçeği gizleyemem. Bunda tevazu benim için zillet olurdu. Ama eğer bu soruyu siz sorsaydınız ben de size ilmimin Şerhul Muğni okuyan bir talebe seviyesinde olduğumu söyleyecektim." diye cevap verir.

Her Keşfedilen Zararlıdır

Birgün evlerinde odada oturuyorduk. Abdülhakîm Efendi Hazretleri sohbet ediyordu. Bir ara, “Her keşfedilen zararlıdır. Bir tane istisnâ yoktur” buyurdu. Bunun üzerine Efendi Hazretleri’ne gece gündüz hizmet eden Şâkir abi, “Efendim, elektrik de mi zararlı?” diye sordu. Efendi Hazretleri “Evet” buyrunca, “Efendim, iyi ama eskiden mum vardı, elektrik yoktu. Siz bahçedeki şadırvanda abdest almaya çıkarken mum yakıyorduk, fenere koyuyorduk. Gidiyordunuz, abdest alıyordunuz. Tekrar geliyordunuz. Mumu söndürüyorduk. Neler çekiyorduk! Şimdi daha yatak odasında şöyle çeviriyorsunuz, bahçe de, şadırvan da aydınlık oluyor” dedi. Bahçeye de o elektriği ben almıştım. Bahçedeki şadırvanın duvarına lamba koydum. Kordona bağladım. Efendi Hazretleri evden çıkarken düğmeyi bir çeviriyordu, ortalık aydınlanıyordu. İşte Şâkir Abi bunu misal göstererek elektriğin zararlı olup olmadığını sordu.


Abdülhakîm Efendi Hazretleri buyurdu ki: “Bir şey hakkında hüküm vermek için ekseriyete bakılır. Faydalı tarafı çok olana faydalı denir. Zararlı tarafı çok olana zararlı denir. Çünki dünyada Allahü teâlâ her maddeye tecelli ediyor. Her maddede Allahü teâlânın sıfatları zuhur ediyor. Mesela bütün kâinatı varlıkta tutan, Allahü teâlânın kayyum sıfatıdır. Allahü teâlâ bu kâinatı bıraksa, yani kudretini çekse, herşey o anda yok olur.

Her maddenin, her varlığın, hem faydalı tarafı vardır, hem de zararlı tarafı vardır. Herşeyin iyi tarafı var; çünki Allahü teâlânın rahmet sıfatı var. Herşeyde Allahü teâlânın rahîm sıfatı tecelli ediyor. Ama Allahü teâlânın kahhar sıfatı da var, gadab sıfatı da var. Öyleyse herşeyde kahredici sıfat var. Yani herşeyin zararlı tarafları da var. Meselâ yılan zararlı ama faydalı tarafı da var. Ondan zehire karşı ilaç yapılıyor.


Meselâ Allahü teâlâ insanın nefs-i emmâresini yaratmış. Nefs-i emmârenin faydalı tarafları da var, zararlı tarafları da var. Nefs, Allahü teâlânın düşmanıdır; ama faydalı tarafı var. Meselâ bizim yememiz, içmemiz hep nefs sayesindedir. Herkes para kazanmak için çalışıyor. Yemek, içmek istiyor. Bunun için para kazanıyor. Para kazanmak için de meselâ hayvan besliyor. Köylü harman ve saire yapıyor. Biz de onun sayesinde ekmek yiyoruz. Köylü çalışmasa, ekmeği nereden bulacağız? Köylü hayvanlarına bakmasa, eti nereden bulacağız? Demek oluyor ki, başkalarının nefsi, para kazanmak için çalışıyor. Biz de onların çalışmasıyla istifâde ediyoruz. Sonra nefs olmasa kimse evlenmez. Kimse evlenmezse, kimse dünyaya gelmez. O hâlde insanların yaşaması için nefs-i emmâre lâzım olduğu gibi; insanların yeryüzünde durması da nefs sayesindedir.

Anne ve babamızın nefsleri sayesinde biz şimdi hayattayız. Nefsin bunlardan daha faydalı tarafı var. Onu Peygamber efendimiz bildiriyor: Nefs ile cihâd. Bir muharebede Sahâbe-i kiramdan çokları şehid olmuş, yaralanmış. Peygamber efendimiz Eshâbına, “Cihâd-ı asgardan, cihâd-ı ekbere geldik” buyurmuş. Eshâb buna şaşırınca, “Büyük cihâd, nefsimizle cihâddır” buyuruyor. Nefsle cihâd sayesinde insanlar meleklerden üstün oluyor. Çünki meleklerde nefs yoktur.


Nefsin bir de zararlı tarafı vardır. İnsanı kötü tarafa çekmeye çalışır; haram işlemeye sevkeder. Hiç doymaz. Haram işlerseniz, daha fazlasını ister. Onu da yaparsanız, ondan fazlasını ister. Çünki Kur’an-ı kerimde, “İnsanların nefsi doymaz olarak yaratıldı” buyuruluyor.

Nefs, ulûhiyyete kadar ister. Herkes bana tâbi olsun, hep benim dediğim olsun, der. Yani Allahü teâlâya şerik olmak ister. Onun için hadis-i kudsîde ‘Nefsine düşman ol; zira nefs benim karşıma düşman olarak dikilmiştir’ diyor. Bütün günahlar, hatta küfr, nefstendir.


İşte elektriğin de hem faydalı tarafı vardır, hem de zararlı tarafı vardır. Evet, ben abdest almaya çıkarken ışığı kullanıyorum. Bu, elektriğin faydalı tarafıdır. Ama elektriğin zararlı tarafı daha çoktur. Bir kere insan elektrik teline bir dokunsa, bir anda ölür. Bütün harb vasıtaları, bombalar, füzeler hep elektrikle çalışıyor. Elektrik olmasa, bu korkunç, öldürücü vâsıtaların hiç biri olmazdı. Sonra en büyük zararı, gece âlemlerindeki günahlar hep elektrik ışığının altında oluyor. Her akşam binlerce insan günah işliyor veya imanını kaybediyor. Elektrik olmasa, bu gece azgınlıkları olmaz. Binâenaleyh elektriğin zararı faydasından çoktur” buyurdu.

Bunu ancak Efendi Hazretleri gibi bir zât söyleyebilir.


Yine Abdülhakîm Efendi Hazretleri’nden dinledim: Seyyid Fehîm Hazretleri’nin evinin pencereleri, hasır ile kaplı imiş. Seyyid Fehîm Hazretleri hacca gidince oğulları, başta Emin Efendi olmak üzere, babamızı sevindirelim diye pencerelerdeki hasırları çıkarmışlar, cam takmışlar. Evin içi aydınlık olmuş. Seyyid Fehîm Hazretleri hac dönüşü evin şeklinin değiştiğini görünce, “Bu evde eski nurları göremiyorum. Burada eski ruhâniyet kalmamış. Firavunun sarayına benzemiş” deyip eve girmemişler. Oğulları eski hâle getirdikten sonra eve teşrif buyurmuşlar. “Oh, eski nurları yine görüyorum. Eski ruhâniyetler yine var” buyurmuşlar. 


Seyyid Fehîm Hazretleri, çıra, yağ kandili yakarlarmış. Efendi Hazretleri lamba kullanırdı. Biz de elektrik kullanıyoruz. Seyyid Fehîm Hazretleri çıra kullanıyor diye biz de mi çıra kullanacağız? Efendi Hazretleri lamba kullanıyor diye biz de mi lamba kullanacağız? Onların hâline o uygun idi ve ondan tad alıyorlardı. Biz de elektrik kullanıyoruz. Ama günah işlemekte değil; hayırda kullanıyoruz. Çünki düşmanın silahıyla silahlanmak dinimizin emridir. Efendi Hazretleri’nin buyurduğu umumî kâideye de aykırı değildir.


Hüseyin Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh)

Kâ’be­nin sû­re­ti­ ve ha­kî­ka­ti­

 Ha­kî­kat er­bâ­bın­dan ol­mı­yan ne­mâz kı­la­na Kâ’be­nin sû­re­ti­ne te­vec­cüh et­me­si ge­rek­dir. Onun sû­re­ti­ne te­vec­cüh ve te­leb­büs ey­le­mek ona ga­nî­met­dir.

Kâ’be­nin sû­re­ti­ne taş ve top­rak­dır, de­miş­ler­dir. Bu böy­le de­ğil­dir. Zî­râ, eğer taş ve top­rak ve ça­tı ve dı­var­la­rı or­ta­da ol­ma­sa da­hî Kâ’be, Kâ’be­dir. Mah­lû­ka­ta sec­de­gâh ol­ma­sı ile­dir. Bel­ki Kâ’be­nin sû­re­ti, bir ma’nâ­dır ki akl­lar onu an­la­mak­da âciz­dir­ler. Akl­lar onun sû­re­ti­ni an­la­mak­da âciz ol­duk­la­rı­na gö­re, onun öte­sin­de olan Kâ’be­nin ha­kî­ka­ti­ne na­sıl ka­vu­şur­lar. Kâ’be­ye te­vec­cüh bu­dur ki, Kâ’be­ye doğ­ru ne­mâz edâ ede­ler. Ve bu te­vec­cü­hü an­la­mak ve Kâ’be­yi te­hay­yül ma’lûm de­ğil­dir. He­mân bu te­vec­cüh ci­he­tiy­le da­hî, Kâ’be­nin be­re­kâ­tın­dan feyz­le­nir­ler ve ha­kî­ka­tin­den na­sîb­le­nir­ler. Zu­hûr eden hâl­ler asîl olup, ne­mâ­zın gay­ri­sin­de­ki hâl­ler üze­ri­ne me­ziy­ye­ti var­dır.

(Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin Nemâz Risâlesi'nden iktibas edilmiştir.)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şöyle bir göreyim diye sizi çağırdım kardeşim. İnsan *Hasta* olunca, her şeyden *Ümit* siz ve *Âciz* oluyor, sâdece *Ölümü* düşünüyor. 


Rabbime sonsuz *Şükür* ler olsun ki, *Hasta* iken de *Secde etmek* lezzetini bize ihsân eyledi. Hasta iken de ibâdet etmenin *Lezzeti* ni, hiçbir şeyde bulamıyorum. 


İnsan bir şeyi yapmak ister. Ama Allahü teâlâ o şeyi yaratmaz. O da üzülür ve *Hay kör olası şeytân! Ben bunu istiyordum, istediğim olmadı!* der. 


Hâlbuki Allahü teâlâ, onu *Sevdiği* için ve o şey ona *Zararlı* olduğu için dilemedi ve yaratmadı. O işin olması, bu kimseye *Hoş* geliyor, ama aslında o şey ona *Zararlı* idi. 


*Kur’ân-ı kerîm* de Cenâb-ı Hak meâlen buyuruyor ki: 


Siz, çok şeyleri *Hayırlı* zannedersiniz, onun üzerine koşarsınız. Hâlbuki o size *Zararlı* dır. Rabbiniz size *Merhamet* eder ve sizi, istediğiniz o zararlı şeye kavuşdurmaz. 


Çok şeylerden de ürkersiniz, *Zararlı* dır dersiniz ve onlardan kaçarsınız. Hâlbuki onlar, sizin için *İyi* dir ve *Fâideli* dir. Allahü teâlâ onları size nasîb eder. 


Siz ise; *Vâh vâh! bu felâket başıma nerden geldi?* dersiniz. 


Hâlbuki bilmezsiniz ki, o sizin için *Hayrlı* dır. Allahü teâlâ sizi *Seviyor* ve size o *Hayrlı* işi nasîb ediyor, siz ise üzülüyorsunuz. 


Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; *Bu Kur’ân-ı kerîmi sana ben gönderdim. Kıyâmete kadar da ben bunu muhâfaza ederim!* buyuruyor. Neden muhâfaza ederim? Değişdirilmekden. 


Hiç kimse, bunun bir *Harfi* ni bile değişdiremez. Bunu da hadîs-i şerîf bildiriyor. Cenâb-ı Hak bir *Kavim* yaratır, bir *Cemaat* yaratır. Bu cemâat, kıyâmete kadar islâmiyeti doğru olarak, bütün dünyâya yayar. 


İşte bize, dünyâdan çok *Mektup* lar geliyor kardeşim. Afrika’dan, Asya’dan, dünyânın her yerinden mektuplar geliyor. Hepsi de bu âyet-i kerîmeyi söylüyorlar. 


Allahü teâlâ, kıyâmete kadar bu dîni muhâfaza edecek bir kavim yaratır, bir cemâat yaratır, diyorlar ve ardından da; *İşte o cemâat, sizsiniz!* diyorlar kardeşim.

KAZÂ VE KADER

Bu risâleyi, Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır. Adının Mehmed olmayıp Ahmed olduğu, (Esmâ-ül-müellifîn) kitâbında açıklanmakdadır. (Kâmûs-ül-a’lâm) kitâbında da, Ahmed Ebüssü’ûd yazılıdır:

Din bilgisi kuvvetli olan bir kimse, nefsine uyup, gece gündüz günâh işlese, tanıdıkları, kendisine, (Emr-i ma’rûf) ve nasîhat etdiklerinde, bunlara karşı: (Benim içki içeceğimi, Allahü teâlâ ezelde takdîr edip, (Levh-i mahfûz)da yazmışdır. Onun için, ister istemez, bu günâhları, bana yapdırmakdadır) dese, ya’nî, insan kazâ ve kadere mağlûb bir hâldedir. Kaderi yerine getirmeğe mecbûr ve günâh işlemekde ma’zûrdur dese ve bu sözünü akl ve nakl ile isbâta kalkışarak dese ki: Allahü teâlâ, hiçbirşeyi yaratmadan önce, yapacağı şeyleri biliyordu. Bunlar, elbette meydâna gelecekdir. Yaratmıyacağı şeyleri de, biliyordu. Bunlar da, elbette meydâna gelmiyecekdir. İnsanlar bunları, hiç değişdiremez. Allahü teâlânın ezelî kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmde haber verdiği şeyler de, ister istemez meydâna gelecekdir. Âlimlerimizin büyüklerinden, Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de böyle söylüyor. Yasîn sûresindeki, (Onların îmân etmiyeceklerini ezelde söyledik) meâlindeki ve Müddessir sûresindeki, (Onu yalnız yaratdım, sonra çok mal, her işine hâzır yardımcı çocuklar ve yüksek rütbe ve mevkı’ verdim. Fekat o, bunları az görüp dahâ istedi ise de, artdırmadım. Çünki, benim Kur’ânıma ve Peygamberime inanmadı, inâd etdi. Sonra, onu Cehennemde (Sa’ûd) adındaki ateşden tepelere koyacağım), (Ebû Lehebin elleri kurusun! Sonra kurudu) meâlindeki âyet-i kerîmede Allahü teâlâ, bir kimsenin îmân etmiyeceğini haber veriyor. Bunlar îmân ederse, kelâm-ı ilâhînin yanlış olmasına sebeb olur. Bu ise, olamaz. O hâlde, bunlar îmân edemez. Bunun gibi, kâfirlerin îmân etmiyeceklerini biliyordu. Bunlar îmân ederse, İlm-i ilâhînin yanlış olması îcâb eder. Kâfirler îmâna gelemez. Demek ki, insanlarda ihtiyâr, irâde-i cüz’iyye kalmıyor.

Günâh işliyen o âlim, Fahreddîn-i Râzînin bu sözlerini bitirdikden sonra dese ki: İnsan, bir işi yapmağı, yapmamakdan iyi görür ve yapar. Bu görüşü, tercîhi, insandan değildir. O hâlde insan, işi yapmağa mecbûrdur. Nitekim, Fahreddîn-i Râzî, Bekara sûresinin baş tarafındaki, (Allahü teâlâ, onların kalblerini mühürlemişdir!) meâlindeki âyet-i kerîmeden de, cebr lâzım gelir. Çünki, Allahü teâlâ, kalbde küfr arzûsunu yaratınca, insan kâfir olmağa mecbûr olur, dedi. Demek ki, insanın her hareketi, yaprakların sallanması, ayın, güneşin hareketi gibidir. Nitekim, onlar da, canlı imiş gibi hareket ediyor. İnsan da, ihtiyârı ile hareket ediyormuş gibi görünüp, mecbûrî hareket etmekdedir. Nitekim, Mûsâ “aleyhisselâm”, Âdem “aleyhisselâm”a dedi ki, (Allahü teâlâ seni, kendi kudreti ile yaratdı. Rûhundan sana verdi. Melekleri sana karşı secde etdirdi. Seni Cennete koydu. Sonra, insanlar senin yüzünden Cennetden çıkdı). Âdem “aleyhisselâm” cevâb verip, (Allahü teâlâ, seni Peygamber yapdı. Sana levhalar hâlinde Tevrât gönderip, herşeyi bildirdi. Tevrât bu levhalara ne zemân yazıldı) deyince: (Seni yaratmadan önce) dedi. Bunun üzerine, Âdem “aleyhisselâm” sorup, (Benim Cennetde hatâ edip çıkarılacağım Tevrâtda yazılı mı?) deyince, (Evet) dedi. Âdem “aleyhisselâm” da, (O hâlde ben, Allahü teâlânın, kitâbında yazdığını yapdım) diyerek, hak kazandığını bildiren hadîs-i şerîf de, sözümün doğru olduğunu gösteriyor dese, bu kimseyi günâh işlemesine bırakmak câiz olur mu? Yoksa bunu, i’tikâdından vaz geçirip, tevbe etmesi emr olunur mu?

Cevâb: Bunu o hâlde bırakmamalıdır. Sözlerinden anlaşıldığı gibi, (İnsan günâh işlemeğe mecbûr ve kötülüklerinde ma’zûrdur. İbâdetlere sevâb, günâhlara azâb olmaz) diye inanıyorsa, zındıkdır. Hemen öldürülmesi lâzımdır. Eğer ibâdetlere sevâb, günâhlara azâb vardır amma, insan bunları yapmağa mecbûrdur. Herkes kazâ kader elinde esîrdir diye, günâhlarına üzülüyorsa, bu bozuk i’tikâdını düzeltmesi emr olunur. Sözlerinin yanlış olduğu bildirilir ve doğrusu anlatılır.

Cevâb şöyle verilir: Yapılacak günâhları, Allahü teâlâ, ezelde biliyordu. Fekat, insanın iyiliği, kötülüğü, Cennetlik, Cehennemlik olacağı, son nefesde belli olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse, bütün ömrünce Cehennem ateşine götürecek günâhlar yapar. Bu kimse, ömrünün son günlerinde, Cennete götürecek iyilikler yaparak, Cennete gider). Bu günâh işliyen âlim, bu hâl üzere yaşayıp ömrü bu hâlde temâmlanacağını Allahü teâlânın bildiğini nereden anladı ki kendini, son nefese kadar, günâh işlemeğe mecbûr sanıp, iyi olmakdan ümmîdsiz bulunuyor. Birçok inâdcı, azgın kâfirlerin, son günlerinde, îmâna geldiği çok görülmüşdür. Kendinin de, böyle düzeleceğine niçin ihtimâl vermiyor. Niçin iyiliğe dönmüyor? Ölünciye kadar günâh işliyeceği, kendisine bildirildi mi? Belli bir kâfirin ebedî kâfir kalıp kalmıyacağını Allahü teâlâ bilir. Bunun muhakkak kâfir kalacağını, Allahü teâlânın bildiğini kimse söyleyemez. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen kâfirlerin, küfre mecbûr olmaları ve bunların îmâna çağrılmaları, ellerinden gelmiyen bir işi istemek demek olacağı da, yanlış sözdür. Çünki ilm, ma’lûma tâbi’dir. Allahü teâlâ, olacak şeyleri, olacağı için biliyor. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen şeyler de, olacakları için bildiriliyor. Bir ressâmın, at resmi yapması, at o şeklde olduğu içindir. Yoksa, atın o şeklde olması, ressâm öyle yapdığı için değildir. Allahü teâlânın, ba’zı kimselerin îmâna gelmiyeceklerini bilmesi ve Kur’ân-ı kerîmde haber vermesi, onlar, kendi arzûları ile küfr üzere kalmağı niyyet edip, îmân etmek istemedikleri içindir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın bunları kâfir bildiği ve haber verdiği için değildir. Eğer Allahü teâlâ bildiği için, kâfir olmağa mecbûr kalınsaydı, Allahü teâlânın kendi yaratmasında da irâde, ihtiyâr sâhibi olmayıp, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünki, kendi yaratacaklarını da, ezelde biliyordu. O hâlde bunlar, kendi irâde ve ihtiyârları ile kâfir oluyor. Allahü teâlâ, ezelde bildiği için, haber verdiği için, kâfir olmağa mecbûr değildirler. Îmâna çağrılmaları da, olmıyacak şeyi istemek değildir. Kur’ân-ı kerîme topluca îmân etmek yetişir. Her yerine ayrı ayrı îmân etmek istenmiyor ki, Kur’ân-ı kerîmde yazılı kâfirlerin, kendi îmânsızlıklarına da, îmân etmeleri lâzım gelsin.

İrâde ile yapılan işleri yapmak arzûsunu, Allahü teâlânın yaratması da, cebr olmaz. O arzûyu Allahü teâlâ yaratır ise de, insan kesb etmekdedir. Allahü teâlânın irâdesi, birşeyi yalnız yaratmağa veyâ yalnız yaratmamağa mahsûs olmayıp, her ikisine de şâmil olduğu gibi, insanın irâdesi de böyledir. İşi yapmağı da, yapmamağı da irâde edebiliriz. Ya’nî, yapmağı istediğimiz ânda, yapmamağı da istiyebiliriz. Bir işi yaparken, hiç kimse, bu işi yapmamak elimde değildi demez. Âdem ve Mûsâ aleyhimesselâmın konuşmaları cebr göstermez. Mûsâ “aleyhisselâm”, bu kadar ihsân sâhibinin emrine karşı, irâdeni kullanırken, neden dikkat etmedin demiş. Âdem “aleyhisselâm” da, işin yapılmasını irâde ve ihtiyâr edeceğimi, Allahü teâlânın ezelde bildiğini Tevrâtda okuduğun hâlde ve bu işden meydâna gelecek nice fâideleri bildiğin hâlde, beni ayblamak sana yakışmaz demişdir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. [Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî, ne güzel söylemişdir: (Kazâ ve kader, bir cebr-i mütehakkim değildir. Bir ilm-i mütekaddimdir.)]


O can ki, dostunu bilmez, niçin talebde değil,

eğer bilirse onu, ya niçin tarebde değil?


Perde olursa nefs-i emmâre, ona her dem,

niçin, mücâhede-i düşmen-i la’înde değil?


Aceb değil mi ki dil, tenbel ola dilberden,

niçin mütâlebe-i dilber-i acebde değil?


Ne hâil oldu, gönül bedrine hüsûf erdi,

niçin şemsin ziyâsını, bu meh, talebde değil?