namaz risalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
namaz risalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Topuk birleştirme sünneti

 Rukû'a giderken, ayakları yerden kesmeden, kaldırmadan sol topuğu sağ topuğun yanına getirerek topukları birleştirmek ve rukû'dan doğrulurken de yine ayakları yerden kesmeden sol topuğu sağ topuğun yanından dört parmak kadar sola getirmek, ya'nî topukları birbirinden ayırmak, sünnetdir.


(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî, Namaz risalesinden)

NEMÂZ RİSÂLESİ

                 Bis­mil­la­hir­rah­mâ­nir­ra­hîm
    Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Rahmetullahi aleyh”

NEMÂZ RİSÂLESİ

Ne­mâz, is­lâ­mın beş şar­tın­dan, ikin­ci rük­nü olup, Fahr-i kâ­inâ­tın “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­le­m” mi’râ­ca teş­rîf­le­rin­de; en hayr­lı üm­met olan, üm­me­ti üze­ri­ne eze­lî hi­tâ­bı ile her­bir gün ve ge­ce­sin­de, beş vakt ola­rak farz olun­muş­dur.
Ne­mâz, dî­nin di­re­ği­dir. Her kim ki, ne­mâ­zı de­vâm üze­re, doğ­ru ve te­mâm ola­rak edâ eder­se; dî­ni­ni ikâ­me et­miş, is­lâm bi­nâ­sı­nı ayak­da dur­dur­muş olur. Ne­mâz kıl­mı­yan­lar, Al­la­hü te­âlâ ko­ru­sun, din­le­ri­ni ve is­lâm bi­nâ­sı­nı yık­mış olur­lar. Pey­gam­be­ri­miz “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm” bu­yur­du ki: (Dî­ni­ni­zin ba­şı ne­mâz­dır.) Baş­sız in­san ol­ma­dı­ğı gi­bi, ne­mâz­sız din de ola­maz.
Ne­mâz, mü’mi­nin mi’râ­cı­dır. Mi’râc ol­ma­sı bu üm­me­te mah­sûs­dur. Ser­ver-i âle­me “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” mi’râc ge­ce­sin­de, Cen­net­de mü­yes­ser olan rü’yet dev­le­ti, ya’nî Al­la­hü te­âlâ­yı gör­mek şe­re­fi, dün­yâ­ya teş­rîf et­dik­den son­ra, dün­yâ­da, dün­yâ­ya mü­nâ­sib ola­rak; ne­mâz­da mü­yes­ser ol­muş­dur. Pey­gam­be­re “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâ­m” ke­mâ­liy­le tâ­bi’ olan­la­rın, o dev­let­den, bu dün­yâ­da ne­mâz­da ge­niş bir hâz ve kâ­mil na­sîb­le­ri var­dır.
Kül­fet ve zah­met ref’ olur, zor­luk­lar kal­kar. Bâ­tın, ya’nî kalb ve rûh baş­dan ba­şa, zevk ve lez­zet bu­lur. Vel-hâ­sıl bir key­fiy­yet hâ­sıl ol­mak­la be­râ­ber, şa­şı­la­cak giz­li şey­ler ve ga­rîb hâl­ler hâ­sıl olur. Şerh ve be­yâ­na gel­mez key­fiy­yet­ler zu­hûr e­der. Ni­şân­sız­dan ni­şân ve­rir. Mat­lûb­dan ha­ber be­yân eder. Ne­mâz kı­lar­ken yüz gös­te­ren, mey­dâ­na ge­len lez­zet, ni­hâ­ye­tin du­ru­mun­dan ha­ber ve­rir.
Bu hâl­ler an­cak mün­te­hî­le­re, ya’nî so­na va­ran­la­ra mü­yes­ser olup, Al­la­hü te­âlâ­nın bü­yük ni’met­le­rin­den­dir.
Ne­mâz, Al­la­hü te­âlâ­ya ve Re­sû­lü­ne îmân­dan son­ra, bü­tün mu­kar­reb­le­rin amel­le­ri­nin ve bü­tün ibâ­det­le­rin üs­tün­de, en iyi bir ibâ­det­dir. Bir­gün Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem”, imâm-ı Alî­ye “ker­re­mal­la­hü vec­heh ve ra­dı­yal­la­hü anh”: (Yâ Alî! Se­nin, ne­mâ­zın far­zı­na, vâ­ci­bi­ne, sün­ne­ti­ne, müs­te­ha­bı­na ri­âyet et­men ge­rek­dir!) bu­yur­­duk­da, En­sâr­dan bir zât de­di ki; “Yâ Re­sû­lal­lah! İmâm-ı Alî­nin bun­la­rın te­mâ­mı hak­kın­da bil­gi­si var­dır. Bi­ze de bun­la­rın fa­zî­le­ti­ni be­yân ey­le. Biz da­hî ona gö­re amel ede­lim. Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” bu­yur­du­lar ki, (Ey üm­met ve Es­hâ­bım! Te­mâ­miy­le edâ­sı­na ri­âyet olu­nan ne­mâz, Al­la­hü te­âlâ­nın hoş­nud ol­du­ğu bü­tün amel­le­rin en ef­da­li­dir. Pey­gam­ber­le­rin sün­ne­ti­dir. Me­lek­le­rin sev­di­ği­dir. Ma’ri­fe­tin ve arz ve se­mâ­vâ­tın [yer­le­rin ve gök­le­rin] nû­ru­dur. Be­de­nin kuv­ve­ti­dir. Rız­kın be­râ­kâ­tı­dır. Dü­ânın ka­bû­lü­dür. Me­le­kül-mevt [ölüm me­le­ği] ara­sın­da şe­fâ’at­cı­dır. Kabr­de ışık­dır. Mün­ker ve ne­ki­re ce­vâb­dır. Kı­yâ­met gü­nün­de üze­ri­ne göl­ge­dir. Ce­hen­nem ate­şi ile ken­di ara­sın­da si­per­dir. Sı­rat köp­rü­sü­nü yıl­dı­rım gi­bi ge­çi­ri­ci­dir. Cen­ne­tin anah­ta­rı­dır. Cen­net­de ba­şı­na tâc­dır. Al­la­hü te­âlâ mü’min­le­re, ne­mâz­dan ef­dâl hiç­bir nes­ne ver­me­miş­dir. Eğer ne­mâz­dan ef­dâl bir ibâ­det olay­dı, en ev­vel mü’min­le­re onu ve­rir­di. Zî­râ, Me­lek­le­rin ki­mi kı­yâm­da, ki­mi rü­kû’da, ki­mi sec­de­de, ki­mi ka’de­de­dir. Bun­la­rın cüm­le­si­ni bir rek’at ne­mâz­da top­la­yıp, mü’min­le­re he­diy­ye ver­di. Zî­râ ne­mâz, îmâ­nın ba­şı ve di­re­ği ve is­lâ­mın kav­li ve mü’min­le­rin mi’râ­cı­dır. Yer ve gö­ğün nû­ru­dur. Ce­hen­nem­den kur­ta­rı­cı­dır.)
Ne­mâz, Al­la­hü te­âlâ­ya kar­şı hâs ibâ­det­dir. Ve as­lın zu­hûr ye­ri­dir.
Ne­mâz, mak­sad­lar­dan olup, di­ğer ibâ­det­ler ne­mâz için ve­sî­le­ler­dir.
Ne­mâz, müs­li­mân ile kâ­fir ara­sı­nı ayırd edi­ci, bil­di­ri­ci, açık­la­yı­cı bir ibâ­det­dir.
Ne­mâz, is­lâ­miy­ye­tin ya­sak et­di­ği şey­le­ri iş­le­mek­den in­san­la­rı men’ eder. Gü­nâh­la­rın kef­fâ­re­ti­dir.
Hüs­ni, ya’nî gü­zel­li­ği, di­ğer ibâ­det­le­rin ak­si­ne ola­rak îmân gi­bi ken­di­sin­den­dir. Ken­di­sin­de en zi­yâ­de ibâ­det­le­ri top­lı­yan ve in­sa­nı Al­la­hü te­âlâ­ya en zi­yâ­de yak­laş­dı­ran bir amel­dir. Çün­ki, Al­la­hü te­âlâ­ya ne­mâz­da mü­nâ­ce’at edip, yal­va­rıp, Al­la­hü te­âlâ­nın aza­met ve ce­lâ­li­ni mü­şâ­he­de edi­ci­dir.
Ne­mâ­zı, hu­şû ve hu­dû’, ya’nî te­vâ­dû’ ve kor­ku ile, kalb hu­zû­ru ile ve tü­mâ­ni­ne­te [rü­kû’ ve sec­de­ler­de, kav­me­de ve cel­se­de, bü­tün a’za­nın ha­re­ket­siz kal­ma­sı­na] ri­âyet ile ve tam bir cem’iy­yet ve ce­mâ’at ile, sü­kû­nu tam ve te­zel­lül ile edâ et­mek, ne­cât ve fe­lâ­hın [kur­tul­ma­nın] baş­lı­ca se­beb­le­rin­den­dir. Bu sû­ret­le ne­mâ­zı­nı kı­lan mü’min­le­rin fe­lâh bu­lu­cu ol­duk­la­rı âyet-i ke­rî­me­de be­yân bu­yu­rul­muş­dur. Ha­dîs-i şe­rîf­de bu­yu­rul­muş­dur ki; (Beş vakt ne­mâ­zı­nı kı­lan kim­se, Mâ­lik-ül-mül­kün ka­pı­sı­nı te­dar­ru ile ça­lı­yor. Ka­pı çal­ma­sı­na de­vâm eden kim­se­ye şüb­he­siz ka­pı açı­lır.) Baş­ka bir ha­dîs-i şe­rîf­de bu­yu­rul­muş­dur ki, (Beş vakt ne­mâz, siz­den bi­ri­ni­zin, evi­niz­de akan nehr gi­bi­dir ki, o nehr­de her­gün beş ker­re, gusl vâ­ki’ ol­sa, o kim­se­de hiç kir kal­ma­ya­ca­ğı gi­bi, ne­mâ­zı­nı de­vâm­lı kı­lan­lar da öy­le­ce gü­nâh­lar­dan pak ve te­miz olur­lar.) Ve yi­ne ha­dîs-i şe­rîf­de bil­di­ril­miş­dir ki, ne­mâz­da kı­yâm­da uzun oku­mak, ölüm anın­da­ki şid­de­ti azal­tır. Ha­dîs-i şe­rîf­de gel­miş­dir ki; (Farz olan beş vakt ne­mâ­zı­nı, ce­mâ’at ile kı­lan kim­se, sı­rât köp­rü­sü­nü par­lak bir şim­şek gi­bi ge­çen­le­rin il­ki ola­cak­dır. Ve sâ­bi­kûn olan ilk züm­re ile Al­la­hü te­âlâ onu haşr eder. Ve onun için her­gün ve ge­ce­de bir hâ­fız [ko­ru­yu­cu] me­lek var­dır. Ve Al­la­hü te­âlâ yo­lun­da öl­dü­rü­len bin şe­hîd se­vâ­bı ona ve­ri­lir.) Yi­ne bir ha­dîs-i şe­rîf­de bu­yu­rul­muş­dur ki, (Ka­ran­lık­da mes­cid­le­re yü­rü­ye­rek gi­den kim­se­ler, Al­la­hü te­âlâ­nın rah­me­ti için­de yü­zü­cü­dür­ler. Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ, ce­mâ’at ile ne­mâ­zı kı­lıp, son­ra hâ­ce­ti­ni di­li­yen ku­lun­dan, dü­âsın­dan ay­rıl­ma­dan ev­vel is­tek­le­ri­ni ver­me­me­ğe ha­yâ ede­rim) bu­yur­muş­dur. Ya’nî, yal­var­ma hâ­lin­de iken is­tek­le­ri hâ­sıl olur.
Ha­dîs-i şe­rîf­de gel­miş­dir: Her uz­vu­nu te­miz­le­ye­rek, mü­kem­mel sû­ret­de, mü­kem­mel bir gü­zel­lik­de ab­dest alıp, ne­mâz kıl­mak mak­sa­dı ile mes­ci­de hâ­zır olan kim­se, el­bet­te is­tib­şâr olu­nur, ya’nî müj­de­le­nir. Ehl-i gâ­ibin müj­de­len­di­ği gi­bi.
Evin­de kı­lan o ne­mâ­zın se­vâ­bı­na nâ­il olur. Eğer ya­kı­nın­da­ki mes­cid­de edâ eder­se, yir­mi­beş ne­mâ­zın se­vâ­bı ve­ri­lir. Eğer Cum’a ne­mâ­zı kı­lı­nan mes­cid­de edâ eder­se beş­yüz, mes­cid-i Ak­sâ­da edâ eder­se, beş­bin ve Mes­cid-i Pey­gam­be­rî­de edâ eder­se el­li­bin, Mes­cid-i Ha­râm­da edâ eder­se yüz­bin ne­mâz se­vâ­bı ve­ri­lir. Edâ eder­ken onun edeb­le­rin­den bir ede­bi terk et­me­ğe râ­zı ol­ma­ya­lar. Eğer ne­mâz te­mâ­miy­le edâ edi­lir­se, is­lâm­dan asıl azîm ele geç­miş ve azâb­dan kur­tul­mak için sağ­lam bir tu­ta­mak hâ­sıl ol­muş olur.
Ne­mâ­zın dün­yâ­da­ki mer­te­be­si, âhı­ret­de, rü’ye­tin [ya’nî, Al­la­hü te­âlâ­yı gör­me­nin] mer­te­be­si gi­bi­dir.
Ne­mâ­zı bü­yük bir emr bil­mek ve müs­te­hab olan ev­vel vak­tin­de ce­mâ’at ile ve di­ğer şart­la­rı­na ve müs­te­hab­la­rı­na ve ta’dîl-i er­kâ­na ri­âyet ede­rek, sü­kûn ve va­kar ile edâ et­mek lâ­zım­dır. Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” bu­yur­du ki: (Amel­le­rin en ef­dâ­li ev­vel vak­tin­de kı­lı­nan ne­mâz­dır.) Baş­ka bir ha­dîs-i şe­rîf­de Re­sûl-ü Hü­dâ “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” bu­yur­muş­lar­dır ki: (Kul ne­mâ­za kalk­dı­ğı ze­mân, Cen­net ka­pı­la­rı ken­di­si­ne açı­lır. Ken­di­si ile Rab­bi ara­sın­da­ki per­de­ler kal­kar. Ve hu­rî’ayn ken­di­si­ni is­tik­bâl eder­ler.), Ya’nî, Cen­net­de olan hu­rî­ler ken­di­si­ni kar­şı­lar.
Hu­dû’: Kı­yâm­da ve di­ğer rükn­ler­de ol­du­ğu gi­bi na­za­rı­nı sec­de ye­ri­ne hasr et­mek ve oku­nan Kur’ân-ı ke­rî­mi dik­kat­li­ce din­le­mek ve eğer oku­na­nın ma’nâ­sı­nı an­lı­yor ise, onun es­râr ve ma’nâ­sı­nı te­fek­kür et­mek, eğer oku­na­nın ma’nâ­sı­nı an­la­mı­yor ise, Hak cel­le ve a’lâ­nın ke­lâ­mı ol­du­ğu­nu dü­şün­mek­dir. (Bu umu­ra te­vec­cüh et­mek, Al­la­hü te­âlâ­nın zâ­tı­na te­vec­cüh­dür. Zî­râ, Al­la­hü te­âlâ­nın zâ­tı­nı dü­şün­me­mek, es­mâ ve sı­fâ­ta te­vec­cüh ve mu­ra­ka­be ve tas­vir ve an­la­mak­dan yük­sek­dir). Te­vec­cüh ve mu­ra­ka­be, tas­vir ve an­la­mak ise, Al­la­hü te­âlâ­ya vâ­sıl ve vas­lı ür­yâ­nî ile müm­tâz ol­muş ârif­le­rin işi­dir. On­la­rın mu’âme­le­si ay­rı­dır. Hu­sû­siy­le ne­mâ­zı kıl­dı­ğı vakt­de onun rû­hu, key­fiy­yet­siz ola­rak o en yük­sek ma­kâ­ma ula­şır ve zâ­hir­den ke­si­lir. Be­de­ni ne­mâ­zın er­kâ­nı ile meş­gûl iken, rû­hu vasl-ı ur­yân­da olup, ara­la­rın­da hiç ben­zer­lik yok­dur.
Ha­kî­kat er­bâ­bın­dan ol­mı­yan ne­mâz kı­la­na Kâ’be­nin sû­re­ti­ne te­vec­cüh et­me­si ge­rek­dir. Onun sû­re­ti­ne te­vec­cüh ve te­leb­büs ey­le­mek ona ga­nî­met­dir.
Kâ’be­nin sû­re­ti­ne taş ve top­rak­dır, de­miş­ler­dir. Bu böy­le de­ğil­dir. Zî­râ, eğer taş ve top­rak ve ça­tı ve dı­var­la­rı or­ta­da ol­ma­sa da­hî Kâ’be, Kâ’be­dir. Mah­lû­ka­ta sec­de­gâh ol­ma­sı ile­dir. Bel­ki Kâ’be­nin sû­re­ti, bir ma’nâ­dır ki akl­lar onu an­la­mak­da âciz­dir­ler. Akl­lar onun sû­re­ti­ni an­la­mak­da âciz ol­duk­la­rı­na gö­re, onun öte­sin­de olan Kâ’be­nin ha­kî­ka­ti­ne na­sıl ka­vu­şur­lar. Kâ’be­ye te­vec­cüh bu­dur ki, Kâ’be­ye doğ­ru ne­mâz edâ ede­ler. Ve bu te­vec­cü­hü an­la­mak ve Kâ’be­yi te­hay­yül ma’lûm de­ğil­dir. He­mân bu te­vec­cüh ci­he­tiy­le da­hî, Kâ’be­nin be­re­kâ­tın­dan feyz­le­nir­ler ve ha­kî­ka­tin­den na­sîb­le­nir­ler. Zu­hûr eden hâl­ler asîl olup, ne­mâ­zın gay­ri­sin­de­ki hâl­ler üze­ri­ne me­ziy­ye­ti var­dır. Ne­mâz­da lez­zet ve cem’iy­yet hâ­sıl ol­ma­sı için ça­lış­mak lâ­zım­dır. Zî­râ, ne­mâz­da ve hu­sû­siy­le farz ne­mâz­la­rın­da hâ­sıl olan lez­zet, so­na var­ma­nın alâ­met­le­rin­den­dir. Ce­mâ’at ile kıl­sın ve­yâ yal­nız kıl­sın, ne­mâ­zın er­kâ­niy­le mu­kay­yed ol­ma­sı ve onun âdâb ve sün­ne­ti­ne ri­âyet­de ku­sûr et­me­me­si lâ­zım­dır. Kı­yâ­met gü­nün­de en ev­vel mu­hâ­se­be, ya’nî he­sâ­ba çe­kil­me ne­mâz­dan ola­cak­dır. Eğer ne­mâ­zın mu­hâ­se­be­si, ya’nî he­sâ­bı ko­lay ge­çer ise, di­ğer ibâ­det­le­rin da­hî, Al­la­hü te­âlâ­nın inâ­ye­ti ile he­sâ­bı ko­lay­lık­la ge­çer. Ne­mâz kı­lan­da, ne­mâz kı­lar­ken kor­ku, deh­şet ve hey­bet hâ­sıl ol­ma­sı îcâb e­der.
Îşâ­nın not­la­rın­dan alın­mış­dır:
Her­kes ne­mâz em­ri­ne uy­mak için, ne­mâ­za hâ­zır­lık­da bu­lu­nur­lar. Hu­zûr eh­li vak­tin­den ev­vel ve ehl-i mük­te­sib vakt gir­dik­den son­ra hâ­zır­la­nır­lar. Câ­mi’le­re gi­der­ler. İkâ­met baş­lar. Şâ­fi’îde ikâ­met, ezâ­nın nıs­fı­dır. Ya’nî, Hay­ye alel sa­lât; Hay­ye alel fe­lâh, bi­rer ker­re olup, Kad kâ­me­tis­sa­lâh iki def’adır. Ma’nâ­sı, iş­te kı­lı­nı­yor, de­mek­dir. Bu da câ­mi’ için­de meş­gûl olan­la­rı îkaz ve ne­mâ­zın şe­re­fi­ni da­hâ zi­yâ­de açı­ğa çı­kar­mak için­dir. Ha­kî­kat­de ikâ­met ezâ­nın ay­nı­dır.
Tek­bîr-i tah­rî­me: Ne­mâ­za gi­riş­dir. El­le­ri­ni kal­dır­mak, her­şey­den be­rî­yim de­mek­dir. Al­la­hü te­âlâ bu ne­mâ­zı­nı­za lü­zûm ve ih­ti­yâc­dan mü­nez­zeh ve mü­ber­ra­dır, ya’nî be­rî­dir de­mek­dir. Al­la­hü ek­ber de­mek farz­dır. Çün­ki, ne­mâ­za dâ­hil ol­du­ğu ze­mân ih­ti­yâc ve vehm­den kur­tul­ma ze­mâ­nı­dır. Di­ğer tek­bîr­ler sün­net­dir.
Kı­yâm: Ni­hâ­ye­ti zil­let ve te­vâ­du’dur. Beş du­yu or­ga­nı­nın ha­re­ket­le­ri­ni kont­rol al­tı­na al­mış, a’zâ­sı­nı ha­re­ket­den dü­şür­müş, hu­şû’ eder ve ze­lîl bir va­zıy­yet­de bu­lun­muş ola­rak, Al­la­hü te­âlâ­yı ta’zîm et­miş, yü­celt­miş olan avâ­mın, ben Ona lâ­yık ibâ­det­de bu­lun­dum di­ye zih­ni­ne bir­şey ge­lir. Al­la­hü ek­ber de­yip, rü­kû’a gi­din­ce hâ­tı­ra­yı yi­ne def’ edi­yor. Ce­nâb-ı Hak­ka lâ­yık hu­zû­ru ya­pa­ma­mak, Onu ten­kıs de­ğil, ku­sû­ru ken­di­si­ne is­nâd edip, Ce­nâb-ı Hak­kı ku­sûr­dan mü­nez­zeh bil­mek­dir.
İlk ev­vel hu­zû­ra dâ­hil olun­ca, (Süb­hâ­ne­ke) oku­ya­cak­lar­dır ki, be­nim bu kıl­dı­ğım ne­mâ­zın li­yâ­ka­tin­den Sen mü­nez­zeh­sin. Sa­na lâ­yık bir ibâ­det de­ğil­dir. Fe­kat, me­mu­rum, ya­pa­ca­ğım, de­mek­dir. Bu hi­tâb, lez­zet al­mak için­dir. Hi­tâb­da bir lez­zet var­dır.
Süb­hâ­ne: Ben ten­zîh edi­yo­rum. Ke: Se­ni.
Al­la­hüm­me: İs­ti’taf, “ta­le­bi şef­kat” için­dir ki, be­nim Al­la­hım Sen­sin. Ben kim­se­ye mü­râ­ce’at et­mem. Bu tes­bî­hi de yap­ma­ğa muk­te­dir, de­ği­lim.
Ve bi­ham­di­ke: Yar­dı­mın ile mu­vaf­fak ol­du­ğum­dan, Se­ni ten­zîh edi­yo­rum.
Ve te­bâ­re kes­mü­ke: Se­nin is­min çok yük­sek­dir. Ve­yâ­hud ke­sî­rül men­fe’at­dir.
Ve te­âlâ ced­dü­ke: Aza­me­tin yük­sek­dir. İn­san dü­şün­ce­si­nin hâ­ri­cin­de­dir.
Ve cel­le se­nâ­üke: Se­nân [medh edil­men] had­di­min üs­tün­de­dir. Had­di­mi­zin fev­kin­de­dir. [Ya’nî, Se­ni medh et­mek müm­kin de­ğil­dir.] [Yal­nız ce­nâ­ze ne­mâ­zın­da söy­le­nir.]
Ve lâ­ilâ­he gay­rü­ke: Sen­den gay­ri ilah yok­dur.
Ne­mâz kıl­ma­ya baş­lı­yan kim­se (Süb­hâ­ne­ke)yi okur­ken gâ­fil ol­ma­sın. Çün­ki, bu­ra­da gaf­let, edeb­siz­lik­dir. İlk hu­zû­ra gir­mek­dir. Bu ka­dar­cık bir hu­zûr­la hu­zûr-u Rab­bil âle­mî­ne dâ­hil ol­ma­lı­dır.
Bu baş­la­ma tek­bî­rin­den son­ra Al­la­hü te­âlâ­yı ken­di­si­nin emr ve fer­mâ­nı­na mu­vâ­fık ola­rak kı­râ’et ede­cek­dir. Kı­râ’et­de, ha­kî­kî mü­te­kel­lîm olan Al­la­hü te­âlâ­nın nâ­mı­na ola­rak kı­râ’et eder. O vakt, nef­sin ves­ve­se­le­rin­den ve şey­tâ­nın gü­zel gös­te­re­rek al­dat­ma­la­rın­dan ta­mâ­miy­le be­rî ol­mak îcâb eder. Hâl­bu­ki, bu onun kud­ret ve kuv­ve­ti­nin üs­tün­de­dir. Kuv­ve­ti dâ­hi­lin­de olan bir kim­se­yi ve­kîl ta’yîn eder. Ve der ki (E’ûzü bil­lâ­hi­mi­neş­şey­tâ­nir­ra­cîm). Ya’nî, yâ Rab­bi! Şey­tâ­nın şer­rin­den Sen be­ni mu­hâ­fa­za et. Ve­kâ­le­tin­de doğ­ru­sun. Bi­nâ­ena­leyh, ben muk­te­dî­rim, şu hâl­de, (Bil­mil­lâ­hir­rah­mâ­nir­ra­hîm) de­yip, (Mâ­li­ki yev­mid­dîn)e ka­dar, has­sa-i ilâ­hî­ye­dir. On­dan son­ra, (İy­yâ­ke nâ­bü­dü ve iy­yâ­ke nes­te­în. İh­di­nas sı­râ­tal­müs­te­kîm) kav­lin has­sâ­sı­dır. (Sı­râ­tal­le­zî­ne, en am­te aley­him) bu îzâh­dır. Me­lek­ler, hep bu dü­âya âmîn de­me­ğe hâ­zır­dır­lar. İmâm âmîn de­yin­ce, me­lek­ler de âmîn der. Ve ce­mâ’at bir an­da âmîn der­ler. Me­lek­le­rin âmî­ni ile be­râ­ber olan âmîn­ler red edil­mez. Ve çü­rük âmîn­le­ri­miz on­la­rın mak­bûl âmîn­le­ri ya­nın­da şâ­yân-ı ka­bûl olur. Çün­ki, Al­la­hü te­âlâ ke­rîm­dir.
Ne­mâz kıl­ma­ğa baş­la­yın­ca, kı­yâm­da, yâ Rab­bî! Ben her em­ri­ni ye­ri­ne ge­tir­me­ğe hâ­zı­rım. Ve her vâ­ri­dâ­tı­nı de­vâm­lı is­ti­ye­nim. Fe­kat, vâ­ri­dât-ı ilâ­hi­yen o ka­dar ağır­dır ki, kal­dı­ra­mam. Be­lim bü­kü­lür. Zâ­hir sen bil­mek üze­ri­ne ne yük­le­sen kal­dı­rı­rım.
Rü­kû’: Te­vâ­du’ de­mek­dir. Rü­kû’ eden­ler, âciz va­ziy­yet­de­dir­ler. El­le­ri­ni, diz­le­ri­ne da­yar. O vakt­de, rü­kû’ kı­yâm­dan da­hâ zi­yâ­de zil­let ve mes­ke­net, havf ve haş­ye­te, ya’nî kor­ku­ya de­lâ­let et­di­ğin­den, nef­sin, Al­la­hü te­âlâ­ya lâ­yık bir ibâ­det­de bu­lun­dum, yo­lun­da­ki vehm­le­ri­ni izâ­le için (süb­hâ­ne) der. Ya’nî mü­nez­zeh­dir, mü­nez­zeh­dir, mü­nez­zeh­dir. (Rab­bi­yel azîm). Be­nim Rab­bim, bu rü­kû’um sa­na lâ­yık bir rü­kû’ de­ğil­dir. Se­ni bu ten­kı­sin te­veh­hü­mün­den, ya’nî veh­min­den ten­zîh ede­rim. Tek­râ­rı da bu­nu te’kit­dir, ya’nî kuv­vet­len­dir­mek için­dir. Üç def’a tek­râr edin­ce, te­veh­hüm ten­kıs­den ten­zîh et­di. Bu­ra­da Al­la­hü ek­ber, sün­net de­ğil­dir. (Se­mi’al­la­hü­li­men ha­mi­deh) de­nir. (Se­mi’a), işit­sin, ka­bûl et­sin, de­mek­dir. Yâ Rab­bî! Vâ­ri­dâ­tı­na kar­şı, ben ta­hâm­mül ede­me­dim. Bir da­hâ doğ­rul­dum. Bu­nun­la da­hâ bü­yük vâ­ri­dât vü­rûd edi­yor. Bu­nun üze­ri­ne bir­den­bi­re ayak­la­rı­na ka­pa­nır gi­bi, Al­la­hü ek­ber di­ye­rek sec­de­ye gi­der. Bu kı­yâ­ma li­yâ­ka­tin­den se­ni ten­zîh edi­yo­rum yâ Rab­bî!
Sec­de: Bun­dan da­hâ ile­ri bir te­zel­lül, ya’nî zil­let, aşa­ğı­lan­mak be­şe­riy­yet­de müm­kin ola­ma­dı­ğın­dan, iki şey­le rü­kû’dan tef­rîk ey­le­di, ayır­dı. Bi­rin­ci­si a’lâ de­mek­le. A’lâ, azîm­den da­hâ zi­yâ­de mü­bâ­la­ga­lı ol­du­ğun­dan, rü­kû’a azîm, sec­de­ye a’lâ tah­sîs edil­di. İkin­ci sec­de­nin ih­ti­mâ­mı­na bi­nâ­en, sec­de­den ev­vel ve son­ra Al­la­hü ek­ber var­dır. Rü­kû­da böy­le de­ğil­dir. Sec­de­nin ya­pıl­ma­sın­da bir nev’i edeb dı­şı dü­şü­nü­le­rek ba­şı­nı ça­buk kal­dı­rır. Bir da­hâ sec­de­ye gi­der. İkin­ci sec­de­den deh­şet­le ve sür’at­le kal­kar. Ve otu­rur. Al­la­hü te­âlâ­ya hamd ve se­nâ eder. Mü’min her ne­re­de ne­mâz kıl­sa, Pey­gam­ber­le­rin ve Ve­lî­le­rin rûh­la­rı, me­lek­ler ve cin mut­la­ka be­râ­ber bu­lu­nur­lar.
Uzun oku­mak ile kı­lı­nan ne­mâz ef­dâl ol­du­ğu ha­dîs-i şe­rîf­de bil­di­ril­di­ğin­den, imâm, ce­mâ’atin hâl ve ta­kâ­ti­ne gö­re kıl­ma­sı lâ­zım gel­mek­de­dir. Mün­fe­rî­den, ya’nî yal­nız ba­şı­na kı­lan­lar, kı­yâm, rü­kû’ ve sec­de­nin tâ­kat­le­ri nis­be­tin­de uza­tıl­ma­sı­na rağ­bet ede­ler ve ne­mâ­zın er­kâ­nı­na dik­kat edip ve ku­sûr­suz kı­lın­ma­sı ile meş­gûl ola­lar. Mak­bûl ben­de, ya’nî se­vi­len kul şu kim­se­dir ki, mü­cer­ret Mev­lâ­sı­nın em­ri­ne bağ­lı ola­rak, emr­le­ri te’hîr­siz ye­ri­ne ge­ti­rir. Zî­râ, Mev­lâ­nın em­ri­ni te’hîr ey­le­mek, ge­cik­dir­mek, edeb­siz­lik ve dik baş­lı­lık­dan­dır. Bu­nun için ne­mâ­zı vak­ti­nin ev­ve­lin­de kıl­mak ve kul­luk va­zî­fe­si­ni îfâ­da him­met ke­me­ri­ni iyi ve sı­kı bağ­la­mak ge­rek­dir.
Ha­dîs-i şe­rîf­de gel­miş­dir ki, her farz ne­mâ­zı­nı kıl­dık­dan son­ra, Âyet-el-kür­sî kı­râ’et eden kim­se­nin, Cen­ne­te gir­me­si­ne mâ­nî’ yok­dur. Sâ­de­ce ölüm var­dır. Ha­dîs-i şe­rîf­de be­yân bu­yu­rul­du­ğu üze­re, farz ne­mâ­zın­dan son­ra oku­nan, tes­bîh, teh­lîl ve tek­bî­rin, imâm-ı Rab­bâ­nî mü­ced­dîd-i elf-i sâ­nî ra­dı­yal­la­hü an­hın in­din­de, sır­rı bu­dur ki, ne­mâ­zın kı­lın­ma­sı ze­mâ­nın­da mey­dâ­na ge­len ku­sûr­la­rın te­lâ­fî­si, o tes­bîh ve tek­bîr ile­dir. Bi­nâ­ena­leyh, ne­mâ­zı lâ­yı­kiy­le kı­la­ma­dı­ğı ve ibâ­de­ti nok­san ol­du­ğu­nu o tes­bih­ler ile i’ti­râf ey­le­mek ge­rek­dir. Al­la­hü te­âlâ­nın tev­fi­kı ile ibâ­de­tin ya­pıl­ma­sı mü­yes­ser ol­duk­da, o ni’me­tin şük­rü­nü tah­mîd ile ye­ri­ne ge­tir­mek ve on­dan gay­ri ibâ­de­te müs­te­hak yok­dur, di­ye bil­mek lâ­zım­dır. Ne­mâz, edeb­le­ri­ne ve şart­la­rı­na uy­gun ola­rak kı­lı­nıp, son­ra, sa­mî­mî kalb ile tes­bîh­ler ya­pı­lıp ve ni’me­tin şük­rü ye­ri­ne ge­ti­ri­lip ve Al­la­hü te­âlâ­dan gay­ri ibâ­de­te hak­kı olan ol­ma­dı­ğı bil­di­ri­lir­se, ümîd­dir ki, o ne­mâz, Hü­dâ­ven­di cel­le ce­lâ­lü­hü­nün ka­bû­lü­ne şâ­yan olur ve o ne­mâ­zın sâ­hi­bi olan ne­mâz kı­lan ki­şi, fe­lâh bu­lu­cu­dur. Onun için, tes­bîh­le­ri terk et­me­mek îcâb eder.
Ne ze­mân ki, ne­mâ­za dur­ma­ğa irâ­de edi­lin­ce, ev­ve­lâ dün­yâ fikr­le­ri­ni, mâ­si­vâ­yı zih­nin­den si­lip, Al­la­hü te­âlâ­nın aza­me­ti­ni göz önü­ne ge­tir­me­ği cehd ey­le­mek, ya’nî uğ­raş­mak lâ­zım­dır. Çün­ki ne­mâz hu­zûr-ı Rab­bi­lâ­le­mîn­dir “cel­le ce­lâ­lüh”. Ya’nî ne­mâz kıl­mak, Al­la­hü te­âlâ­nın hu­zû­ru­na çık­mak­dır ve Sey­yi­dül Mür­se­lî­nin “aley­hi ve alâ âli­his­sâ­le­vâ­tü vet­tes­lî­mât” mi’râ­cı­dır ve Mû­sâ aley­his­se­lâ­mın Tûr da­ğın­da­ki mü­şâ­he­de­si­dir. Her ne­mâz­da ve­yâ her­gün­de ve­yâ her haf­ta­da bir ker­re ol­sun Al­la­hü te­âlâ kor­ku­sun­dan bir mik­dâr ci­ğer ka­nı dök­me­li­dir. (Tu­bâ lil ............... fis­sa­lâ­ti) ha­dîs-i sa­hîh­dir. Ya’nî, (Ne mut­lu o ki­şi­ye, ne­mâ­zı için­de, Al­la­hü te­âlâ kor­ku­sun­dan ağ­la­ya. Han­gi ne­mâz­da göz ya­şı dö­kül­mez­se, o ne­mâ­zın fâ­ide­si pek az­dır.) İmâm-ı Ga­zâ­lî “rah­me­tul­la­hi aleyh” bu­yu­ru­yor, han­gi ne­mâz ki, gö­nül hâ­zır ol­ma­ya­rak gaf­let­le kı­lı­nır­sa, o ne­mâ­zın rah­me­ti ta­ra­fın­dan ukû­bât ci­he­ti ya­kın­dır. [O ne­mâ­za se­vâb ye­ri­ne ce­zâ ve­ri­le­bi­lir.]
Re­sûl-i ek­rem “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” (Ne­mâ­zın an­cak, he­men gö­nül hâ­zır ol­du­ğu ye­ri ya­zı­lır. Bâ­kî­si ya­zıl­maz,) di­ye bu­yur­muş­dur. Bu­nun için ne­mâ­zın ce­mâ’at ile kı­lın­ma­sı lü­zû­mu­nun hik­me­ti ve fa­zî­le­ti çok ol­du­ğu­nun se­be­bi bu­dur ki, ce­mâ’at­den bi­ri­nin gön­lü hâ­zır ol­du­ğu yer­ler eğer cem’ ol­sa, bel­ki bir kâ­mil ne­mâz olup, der­gâ­ha yük­se­lir. Ve­yâ ce­mâ’at­den bi­ri­nin ne­mâ­zı mak­bûl olur­sa, onun hür­me­ti­ne gay­ri­nin ne­mâz­la­rı da­hî mak­bûl olur. Bir ki­şi­nin hac­cı mak­bûl ol­mak­la cüm­le hüc­câ­cın hac­cı mak­bûl ol­du­ğu gi­bi. Ha­dîs-i şe­rîf bu­nun üze­ri­ne­dir. (Fe­vey­lün lil ....................................... sâ­hûn) âyet-i ke­rî­me­si­nin ma’nâ­sı (Veyl, azâb şol kim­se için­dir ki, ne­mâ­zın ah­vâ­li­ni ka­yır­maz. Ya’nî, vak­tin­de kıl­maz. Ce­mâ’ati fevt ey­ler. Tek­bîr-i ulâ­ya, ya’nî bi­rin­ci tek­bî­re ye­tiş­mez. Tâ­dil-i er­kâ­na ve âdâ­ba ri­âyet ey­le­mez. Al­la­hü te­âlâ­nın hâ­zır ve nâ­zır­lı­ğı­nı fehm ey­le­mez. Kur’ân-ı ke­rî­min ma’nâ­sı­nı mü­lâ­ha­za et­mez. Bu gi­bi hu­sûs­la­ra ri­âyet et­mi­yen­ler, ne­mâ­zı hiç kıl­mı­yan­lar gi­bi, kı­yâ­met gü­nün­de ilâ­hî azâ­ba hâ­zır ol­sun­lar, de­mek­dir.) Öy­le ise, şöy­le­ce i’ti­kâd ey­le­ye­sin ki, Al­la­hü te­âlâ bi­zim fehm ve id­râ­ki­mi­zin ve­râ’sın­da, ya’nî öte­sin­de olan bir hu­zûr ve na­zar­la, hâ­zır ve nâ­zır­dır. Her ne amel­de olur­san ol, bi­lir ve gö­rür. Gön­lün­den ge­çe­ni sen­den da­hâ iyi bi­lir. Sen de Al­la­hü te­âlâ­yı san­ki gö­rür gi­bi ibâ­det ey­le­ye­sin. Sen Onu gör­mez­sen O se­ni gör­dü­ğü hey­bet üze­ri­ne amel ey­le­ye­sin. (E’abü­dal­la­hü ke­en­ne­ke te­ra­hu ve in lem te­kü te­ra­hu fe­in­ne­hu ye­ra­ke) bu­na işâ­ret­dir.
Ma’lûm ol­sun ki; ne­mâz­da ilk tek­bîr, kul­la­rın ibâ­de­tin­den ve ne­mâz kı­lan­la­rın ne­mâ­zın­dan Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ­nın müs­tag­nî ol­du­ğu­na işâ­ret­dir. [Ya’nî, kul­la­rın ibâ­de­ti­ne Al­la­hü te­âlâ­nın ih­ti­yâ­cı yok­dur.] Ve rükn­le­rin­den son­ra­ki tek­bîr­ler, Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ­ya ibâ­det için, her rek’ati ye­ri­ne ge­tir­me­ğe li­yâ­ka­ti ol­ma­dı­ğı­na ru­mûz ve işâ­ret­dir. Rü­kû’ tes­bî­hin­de tek­bî­rin ma’nâ­sı mü­lâ­ha­za edil­di­ğin­den, rü­kû’dan son­ra tek­bîr söy­le­mek emr bu­yu­rul­ma­dı. Am­mâ, iki sec­de onun hi­lâ­fı­dır ki, on­lar­da tes­bîh söy­le­mek­le be­râ­ber, ev­ve­lin­de ve âhi­rin­de tek­bîr ge­tir­mek emr bu­yu­rul­du. Tâ ki, aşa­ğı in­mek, in­hi­zaz ve te­zel­lül ve in­ki­sâ­rın ne­tî­ce­si ve ni­hâ­yet ye­ri olan sec­de­ler­de hak­kiy­le ibâ­det ey­le­mek veh­mi­ne kim­se düş­mi­ye. Bu veh­mi def’ için sec­de tes­bî­hin­de (a’lâ) laf­zı ih­ti­yâr olun­du. Hem bu sec­de tek­bî­ri, tek­bîr-i mes­nûn [sün­net tek­bî­ri] ol­du.
Ne­mâ­zı kı­la­na bir hi­tâb:
Eğer kâ­inâ­tın ya­ra­tı­cı­sı­nın, (yü­rî­dü­ne vec­he­hü) âyet-i ke­rî­me­siy­le, il­ti­fât et­miş ol­du­ğu kim­se­ler­den ol­mak is­ter isen, ne­mâ­za kalk. Tah­rî­me tek­bî­rin­den ev­vel, âlem-i er­vâh ve âlem-i ec­sâd­dan [ya’nî, rûh ve mad­de âlem­le­rin­den olan] Al­la­hü te­âlâ­nın bü­tün mah­lûk­la­rı­nı ta­sav­vur ede­rek, zih­nin­de ve nef­sin­de hâ­zır­la. Bu­na da ev­ve­lâ, nef­sin­den baş­lı­ya­rak, ba­sit ve mü­rek­keb a’zâ­la­rın, ta­bî’i, hay­vâ­nî, in­sâ­nî kuv­ve­le­rin tek­mî­li­ni ta­sav­vur­dan ge­çir. Son­ra bu âle­min için­de­ki ma’den­le­ri, bit­ki­le­ri ve hay­van­la­rı in­san ve di­ğer mah­lûk­la­rı ak­lın­da tut. Ve son­ra de­niz­le­ri, kü­çük ve bü­yük dağ­la­rı, sah­râ­la­rı ve bun­lar­da­ki acâ­ib şekl­de­ki ot­la­rı ve hay­van­la­rın kısm­la­rı­nı, ilâ­ve et! Son­ra dün­yâ gö­kü­nün bü­yük­lü­ğü­nü ve ge­niş­li­ği­ni ta­sav­vur et! On­dan son­ra gök­den gö­ke çık. Tâ sid­ret-ül-mün­te­hâ­ya, ref­ref, levh, ka­lem, Cen­net, Ce­hen­nem, Arş ve kür­sî­ye ka­dar yük­sel. Son­ra âlem-i ec­sâd­dan âlem-i er­vâ­ha [mad­de âle­min­den rûh­lar âle­mi­ne] in­ti­kâl et! Dün­yâ­da bu­lu­nan bü­tün kö­tü in­san­la­rı ve in­san­lar­dan baş­ka can­lı­la­rı ve dağ­lar ve de­niz­le­re âid olan can­lı­la­rı ki, Re­sûl-i ek­rem “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” me­le­ki ci­bâl ve me­le­ki bi­har­dan bahs bu­yur­du­ğu ha­dîs-i şe­rîf vec­hiy­le:
Cin­le­rin in­san­lar­dan on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Hay­va­nât-ı be­riy­ye­nin (yer­yü­zü hay­van­la­rı­nın) in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu, uçan hay­van­la­rın yer­de­ki hay­van­lar­dan, in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu, de­niz­de­ki hay­van­la­rın uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­van­la­rın in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Yer­de­ki me­lek­le­rin, de­niz­de­ki hay­van­lar­dan ve uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­van­lar­dan, in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­le­rin, yer­de­ki, ya’nî kür­re-i ar­za mü­vek­kil me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­van­lar­dan, uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­van­lar­dan, in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
İkin­ci se­ma’da­ki me­lek­le­rin, bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, yer­de­ki me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­van­lar­dan, uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­van, in­san ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Üçün­cü se­ma’da­ki me­lek­le­rin, ikin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, yer­de­ki me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­va­nât­dan, uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­van, in­san ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Dör­dün­cü se­ma’da­ki me­lek­le­rin; üçün­cü se­ma’da­ki me­lek­ler­den, ikin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, yer­de­ki me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­van­lar­dan, uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­van, in­san ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Be­şin­ci se­ma’da­ki me­lek­le­rin; dör­dün­cü se­ma’da­ki me­lek­ler­den, üçün­cü se­ma’da­ki me­lek­ler­den, ikin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, yer­de­ki me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­va­nât­dan, yer­de­ki hay­van­lar­dan, in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Al­tın­cı se­ma’da­ki me­lek­le­rin; be­şin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, dör­dün­cü se­ma’da­ki me­lek­ler­den, üçün­cü se­ma’da­ki me­lek­ler­den, ikin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, yer­de­ki me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­va­nât­dan, uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­va­nât­dan, in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Ye­din­ci kat me­lek­le­rin; al­tın­cı, be­şin­ci, dör­dün­cü, üçün­cü, ikin­ci, bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­le, yer­de­ki me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­va­nât, uçan hay­va­nât ve yer­de­ki hay­va­nât­dan, in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Arş, Kür­sî, Levh-i mah­fûz­da­ki me­lek­le­rin bâ­lâ­da­ki mik­dâr­la­rı nis­be­ti, bir de­ni­zin bir kat­re­si nis­be­ti gi­bi ol­du­ğu­nu zih­nin­de tut.
Bir­çok ze­mân­lar, kür­re-i arz üze­rin­de­ki mem­le­ket­le­rin ilm ve ir­fân mer­ke­zi olan En­dü­lüs ule­mâ­sı­nın, akl ve nakl ve keşf­de es­bâk olan­lar­dan bi­ri­nin is­bâ­tı­na gö­re, be­nî be­şer, ya’nî in­sa­nın ef­râ­dı mün­hâ­sı­ran şu ka­dar­dır. 999 999 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100. Bu mik­dâ­rın ya­rı­sı­nı ve son­ra üç­de bi­ri­nin iki ka­tı­nı al­tı­na ya­zıp, top­la­dık­dan son­ra, o ye­kû­nü asl ile çar­pa­rak ve çı­kan sa­yı ne mik­dâr ise, Âdem alâ Ne­biy­yi­nâ ve aley­his­se­lâm­dan te­vel­lüd eden ef­râd-ı in­sâ­nî o ka­dar­dır. Ne bir faz­la, ne bir nok­san. Eğer he­sâb er­bâ­bı bu mik­dâ­rı tes­bî­te lü­zûm gör­me­miş ise de a’da­dı umû­ru i’ti­bâ­riy­ye­den ol­du­ğun­dan azı­cık ak­la ve he­sâ­ba ya­kın olan bu ibâ­re­yi bu­la­bi­li­riz. Beş-al­tı ker­re ade­din ör­fen mün­te­hî­si kent­ril­yon­la­rı ahad ad’ede­rek, kent­ril­yo­nun al­tı def’a hâ­tır­la­ya­rak tak­rî­ben azı­cık his­se ya­kın bir aded mik­dâ­rın­ca olur. Bu ka­dar ef­râd-ı be­şer ara­sın­da âhı­ret iş­le­ri­ni in­kâr ve ta­şı­dı­ğı ak­lı­na is­ti­nâ­den in­kâr­da ıs­rar eden­ler­le, vehm ve şek edip te­red­düd âle­min­de ka­lan­lar, âhı­ret iş­le­ri­ni ik­râr ve tas­dîk eden­le­re nis­be­ten hiç me­sâ­be­sin­de­dir­ler.
Ni­te­kim, Ser­ver-i âlem “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” bu­yur­muş­dur; Gök­ler­de bir ka­rış yer yok­dur ki, on­da bir me­lek bu­lun­ma­sın. Yâ kı­yâm­da ve­yâ ka’de­de, ki­mi­si sec­de, ki­mi­si rü­kû’da. Bun­lar Al­la­hü te­âlâ­yı tes­bîh ile meş­gûl ve bir kıs­mı da, ce­mâ­li ilâ­hî­de ken­di­le­rin­den geç­miş bir hâl­de bu­lun­mak­da­dır­lar. Bun­la­rı da ak­lın­da hâ­zır tut! Arş-ı a’zâm-ı ilâ­hî­nin hâl­le­ri ve Arş-ı a’zâ­mın et­râ­fın­da mev­cûd olup, bü­tün iş­le­ri tak­dîs ve tah­mîd olan me­lek­le­ri da­hî zih­nin­de tut!
Son­ra, bu âle­min hâ­ri­cin­de­ki Al­la­hü te­âlâ­nın mah­lûk­la­rı­nı, (Ni­te­kim, Al­la­hü te­âlâ ke­lâm-ı ka­dî­min­de bu­yur­muş­dur: “Ey Ha­bî­bîm! Rab­bi­nin cu­nu­du (or­du­su) me­sâ­be­sin­de em­ri­ne tâ­bi’ ve mu­ti’ mah­lû­kâ­tı­nı an­cak o bi­lir”). Bun­la­rın da cis­mâ­nî ve rû­hâ­nî ola­rak te­mâ­mı­nı kal­bin­de ve ak­lın­da tu­tup, göz önü­ne ge­tir­di­ğin ze­mân, Al­la­hü ek­ber de. Al­la­hü ek­ber de­di­ğin vakt, Al­lah ke­li­me­sin­den kal­bin ile, kasd ede­cek­sin ki, öy­le bir Hal­lâk-ı âlem­dir ki, bu eş­yâ­la­rı yok­dan var et­miş­dir. Öy­le Al­lah ki, bu eş­yâ­nın ke­mâ­lâ­tı, ter­tî­bi ve iş­le­ri Onun îcâ­diy­le vâ­sıl ol­muş­dur. Al­la­hü te­âlâ ki, bu eş­yâ­nın hiç bi­ri­ne ben­ze­mez. Ve hiç­bir­şey Ona ben­ze­mez.
İş­te ne­mâ­zın baş­lan­gı­cın­da farz olan ve tah­rî­me tek­bî­ri nâ­miy­le bi­li­nen, Al­la­hü Ek­ber­den mu­râd ve mak­sûd bu­dur. Ya’nî bu şekl­de aza­met ve kud­ret-i ilâ­hiy­ye­yi göz önü­ne ge­ti­re­rek, on­dan son­ra ne­mâ­za dâ­hil ol­mak ge­rek­dir. Ser­ver-i âlem “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” (Ne­mâz mü’mi­nin mi’râ­cı­dır) bu­yur­du­ğu, mü’mi­nin mi’râ­cı olan ne­mâz, bu tarz­da kı­lı­nan ne­mâz­dır. Eğer bu şekl­de kalb hu­zû­ru ile ve bü­tün edeb­le­ri­ne ve şart­la­rı­na ri­âyet ede­rek, ne­mâz kı­lı­nır­sa, mi’râc ge­ce­sin­de, Ser­ver-i âle­me “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­le­m” hâ­sıl olan te­cel­lî­ler hâ­sıl olur ki, mü’mi­nin mi’râ­cı olur.
İmâm-ı Rab­bâ­nî “ra­dı­yal­la­hü anh”, Mev­lâ­nâ Ab­dül­ha­ya yaz­dı­ğı, cild.1. 304.cü mek­tûb­da bu­yu­ru­yor ki: Ma’lûm ola ki, ne­mâz­da ilk tek­bîr, Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ­nın, ne­mâz kı­lan­la­rın ne­mâ­zın­dan ve kul­la­rın ibâ­de­tin­den müs­tag­nî ol­du­ğu­na işâ­ret­dir. [Ya’nî, Al­la­hü te­âlâ­nın bu­na ih­ti­yâ­cı yok­dur.] Ve rükn­ler­den son­ra­ki tek­bîr­ler, Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ­nın ibâ­de­ti için, her­bir rük­nü edâ­ya li­yâ­ka­ti ol­ma­dı­ğı­na ru­mûz ve işâ­ret­dir. Yal­nız rü­kû’ tes­bî­hin­de tek­bî­rin ma’nâ­sı mü­lâ­ha­za edil­mek­le, rü­kû’a mü­te­âkib, tek­bîr al­mak emr bu­yu­rul­ma­dı. Am­mâ iki sec­de onun hi­lâ­fı­dır ki, on­lar da tes­bi­hât mev­cûd ol­mak­la be­râ­ber, ev­ve­lin­de ve âhı­rin­de, tek­bîr al­mak emr bu­yu­rul­du. Tâ ki, in­hi­zaz, ya’nî aşa­ğı in­mek ve al­çal­mak ve te­zel­lül ve in­ki­sâ­rın ni­hâ­yet ye­ri olan sec­de­ler­de hak­kiy­le ibâ­de­ti îfâ edi­yo­rum veh­mi­ne dü­şül­me­ye. Bu veh­mi def’ için sec­de tes­bî­hin­de, a’lâ laf­zı ih­ti­yâr olun­du. Tek­bî­ri da­hî, tek­bîr-i mes­nûn [sün­net tek­bir] ol­du. Çün­ki ne­mâz mü’mi­nin mi’râ­cı ol­du­ğu ci­het­den, ne­mâ­zın âhı­rin­de, o Ser­ver-i en’âm “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm” mi’râc ge­ce­sin­de, mü­şer­ref ol­duk­la­rı ke­li­mâ­tın kı­râ’et olun­ma­sı emr bu­yu­rul­du. Öy­le ise ne­mâz kı­la­na lâ­zım­dır ki, ne­mâ­zı ken­di­ne mi’râc kı­lıp, kur­bun, ya’nî yük­sel­me­nin ni­hâ­ye­ti­ni ne­mâz­da ara­sın.
Îşâ­nın (Keş­kül)ün­den alın­mış­dır:
Ev­ve­lâ, ka­zâ­ya kal­mış olan ne­mâz­la­rın mik­dâ­rı­nı he­sâb­la­yıp, ta’yîn et­mek lâ­zım­dır. İkin­ci ola­rak, bir ne­mâ­zın on da­kî­ka zar­fın­da edâ­sı müm­kin ol­du­ğu ka­bûl edil­se, ge­çi­ri­len her ne­mâ­zın aka­bin­de ge­len her on da­kî­ka­lık müd­det için­de, o ne­mâz ka­zâ edil­mez­se, tâ edâ olu­nun­ca­ya ka­dar, her ge­çen o mik­dâr müd­det için, bir mis­li gü­nâh ilâ­ve olu­nur. Bu­nun için­dir ki, ka­zâ­la­rın sür’at­le edâ­sı, hat­tâ her gün­kü vakt ne­mâz­la­rı­na âid, sün­net­le­rin ye­ri­ne de, ka­zâ kıl­mak lâ­zım ve farz ka­zâ­la­rı­nın bi­ti­min­den son­ra, sün­net­le­ri da­hî ka­zâ et­mek sün­net­dir. Sa­bâh ne­mâ­zı­nın sün­ne­ti çok mü­him ol­du­ğun­dan terk edil­mi­ye­rek, ka­zâ ne­mâz­la­rı bir bor­cu­nu öde­me ter­ti­biy­le edâ edil­me­li­dir. Her gün­kü öğ­le ne­mâ­zı­nın ilk dört rek’at sün­ne­ti ye­ri­ne, öğ­le ne­mâ­zı­nın dört rek’at ka­zâ far­zı­nı, ikin­ci ola­rak, o gün­kü dört rek’at öğ­le far­zı­nı, üçün­cü ola­rak, iki rek’at son sün­net ye­ri­ne, iki rek’at sa­bâh ne­mâ­zı­nın ka­zâ far­zı­nı, ikin­di­nin dört rek’at sün­ne­ti ye­ri­ne, dört rek’at ikin­di­nin ka­zâ far­zı­nı, ak­şa­mın iki rek’at sün­ne­ti ye­ri­ne, üç rek’at ak­şa­mın ka­zâ far­zı­nı, yat­sı­nın ilk dört rek’at sün­ne­ti ye­ri­ne, dört rek’at yat­sı ka­zâ far­zı­nı ve iki rek’at son sün­ne­ti ye­ri­ne, üç rek’at, sa­lât-ı vitr ka­zâ­sı­nı ve ona mü­te­âkib o gün­kü vitr ne­mâ­zı edâ olu­nur. Niy­yet et­dim, üze­rim­de ka­zâ­ya ka­lan en ev­vel­ki, sa­bâh ne­mâ­zı­nın iki rek’at far­zı­nı, öğ­le ve­yâ ikin­di ne­mâ­zı­nın dört rek’at far­zı­nı, ak­şam ne­mâ­zı­nın üç rek’at far­zı­nı, yat­sı ne­mâ­zı­nın dört rek’at far­zı­nı ve­yâ üç rek’at vitr ne­mâ­zı­nı kıl­ma­ğa di­ye­rek, niy­yet edib, Al­la­hü ek­ber de­me­li­dir. Niy­yet kal­bî ol­ma­lı­dır. Ka­zâ ne­mâz­la­rı­nın bi­ti­mi­ne ka­dar, her­gün edâ olu­nan mik­dâr ya­zıl­ma­lı­dır. Her­gün gö­rül­me­si meş­rû’ ve za­rû­rî iş­le­rin hâ­ri­cin­de­ki ze­mân, ka­zâ ne­mâz­la­rı­nın edâ­sı­na tah­sîs edil­me­li­dir.
(Mes­ne­vî-i şe­rîf)de: De­kû­kî­nin ne­mâ­zı­na dâ­ir:
De­kû­kî, âşık ve Al­la­hü te­âlâ­nın sev­gi­si ile do­lu ve ke­râ­met sâ­hi­bi idi. Gü­zel söz­ler söy­ler ve kıs­sâ sâ­hi­bi bir hâ­ce, bir ârif idi. Yer­de ge­zer­ken, gök­de ha­re­ket eden ay sa­nı­lır idi. Ge­ce yü­rü­yen in­san­la­ra ay gi­bi ay­dın­lık bahş ve ih­sân eder­di. Bir me­kâ­nı, dâ­imî ma­kâm edin­mez, iki gün bir yer­de dur­maz idi. Hal­ka müş­fik, âle­me su gi­bi nâ­fi’, gü­zel bir şe­fî’ ve dü­âsı müs­te­câb bir bü­yük zât idi. Her fer­de an­ne­sin­den zi­yâ­de şef­kât­li ve ba­ba­sın­dan da­hâ mer­hâ­met­li idi. Ve­râ­set-i Re­sû­lil­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” ci­he­tin­den iyi ve fe­nâ kim­se­le­re şe­fîk ve mih­ri­bân idi. Gün­düz se­yâ­hât hâ­lin­de, ge­ce­le­ri ne­mâz­da idi. Göz­le­ri şah­baz, ya’nî do­ğan ku­şu gi­bi, avı­nı av­la­mak için açık idi. Fet­vâ­da hal­ka imâm, tak­vâ­da me­lek gi­bi idi. Seyr ve se­yâ­hât­de ayı ge­ri­ye bı­ra­kır. Din­dar­lık­da dî­nin gıb­ta edi­le­ni idi. Bu tak­vâ ve ev­râd ve ez­kâr ve kı­yâ­mıy­le be­râ­ber, Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ­nın, has kul­la­rı­na dâ­imâ tâ­lib ve râ­gıb idi. Seyr ve se­yâ­hât­den tek mak­sâ­dı, hâ­lis bir kul ile ko­nuş­mak, gö­rüş­mek idi. Yol­lar­da yü­rür­ken, ey Rab­bî mu’în! Hâs kul­la­rı­na be­ni ya­kın et­me­ğe yar­dım et der idi. İş­te, bu kıy­met­li zât De­kû­kî di­yor ki; seyr ve se­yâ­hâ­tim es­nâ­sın­da bir­gün ye­di in­san ile kar­şı­laş­dım. Tam bir dik­kat ile bak­dım ki, bun­lar kim­ler­dir. Yan­la­rı­na var­dım. Se­lâm ver­dim. İs­mim ile hi­tâb ede­rek, aley­küm se­lâm ey De­kû­kî de­di­ler. Ara­mız­da ta­nış­ma yok iken, ya’nî, ev­vel­ce si­zin­le ta­nış­ma­mış iken, De­kû­kî ol­du­ğu­mu, ne­re­den keşf et­di­niz de­dim. Bir­bir­le­ri­ne ba­ka­rak, kal­bi­mi ha­ber ver­di­ler. De­di­ler, bu sır giz­li kal­ma­sın. Hak te­âlâ­nın mu­hab­be­ti han­gi kalb­de olur­sa ol­sun, Ehl-i na­zar onu bi­lir­ler. O ye­di kim­se ba­na de­di­ler. Ey te­miz ki­şi, sa­na uy­mak ar­zû ede­riz. Mu­va­fa­kat et­dim. An­cak müş­ki­lâ­tı­mı si­zin soh­bet ve mu­hab­be­ti­niz­den hâl et­mek is­te­rim. Bu ri­câ­mı ka­bûl­den son­ra soh­bet­le­rin­de ken­dim­den geç­dim. Bir sâ­at ka­dar ken­dim­den geç­dim. Cüm­le tel­vî­nât ve tem­kî­nâ­tı ge­ri­ye bı­rak­dım. (Ma­kâ­mât-ı kurb-ı ilâ­hî­ye­nin cüm­le­si­ni geç­dim.) İmâ­me­te ehl ol­dum. De­di­ler ba­na, ey âle­min bir dâ­ne­si, bu iki rek’at ne­mâ­zı kıl­dır da sen­den gön­lü­müz mü­zey­yen ol­sun. Ve de­di­ler ki, ey gö­zü­mü­zün nû­ru, imâm gö­ren ol­ma­lı, kör ol­ma­ma­lı. Bil­mez­mi­sin ki, gör­mi­ye­nin, kö­rün imâ­me­ti mek­rûh­dur. Çün­ki, ne­câ­set­den ken­di­ni ko­ru­ma­sı müş­kîl olur. Mu­râ­dı­mız, bun­la­rın bâ­tın gö­zü­dür. Bâ­tın gö­zü ol­mı­yan bâ­tı­nî ne­câ­se­ti gö­re­mez ki, te­miz­len­sin. Zâ­hi­rî ne­câ­se­ti su te­miz­ler. Bâ­tı­nî ne­câ­se­ti, göz yaş­la­rı te­miz­ler.
De­kû­kî imâm ol­du. O ye­di kim­se de ce­mâ’at ol­du­lar. Ne ze­mân ki, ne­mâ­za dâ­hil ol­du­lar. Ce­mâ’at at­las, De­kû­kî zî­net ol­du. Bu i’ti­bâr sâ­hi­bi olan kavm, o şöh­ret­li imâ­ma uy­du­lar, tâ­bi’ ol­du­lar. Al­la­hü ek­ber de­dik­de ken­di­le­ri kur­ban olup, ci­hân­dan çık­mış ol­du­lar.
Tek­bî­rin ha­kî­kî ma’nâ­sı bu­dur ki, Ey Hü­dâ­ven­di-i âlem! Biz­ler sa­na, kur­ban ol­mu­şuz. Zî­râ kur­ban zeh­bin­de İb­râ­hîm aley­his­se­lâm, Al­la­hü ek­ber de­di. İn­san ken­di nef­si­ni Hâ­lı­kı­na kur­ban et­mek is­te­di­ği ze­mân mut­la­ka Al­la­hü ek­ber der. Nef­sin kur­ban edi­le­bil­me­si için, kes­kin bı­çak, an­cak Al­la­hü ek­ber­dir. Vü­cûd bu sû­ret­le, kur­ban edi­le­rek, Bis­mil­lah ile ne­mâ­za baş­lan­dı. Al­la­hü te­âlâ­nın hu­zû­ru­na dâ­hil olun­du. Kı­yâ­met gü­nü­nü te­hay­yül edip, Al­la­hü te­âlâ­nın hu­zû­run­da saf bağ­la­yıp, yal­var­dı­lar. Al­la­hü te­âlâ­nın hu­zû­run­da göz ya­şı dö­ke­rek, has­ret ve piş­mân­lık ve kor­ku ile, kı­yâ­met ve mah­şer için hay­re­te düş­dü­ler.
Hak te­âlâ bu­yu­rur ki, Ey ku­lum! Sa­na ver­di­ğim müh­let ve fır­sat­lar­da ne ka­zan­dın. Be­nim hu­zû­ru­ma ne ile gel­din. Amel­le­rin ne­tî­ce­si ve bu müd­det­de yap­dı­ğın iş­le­rin se­me­re­si ne­dir? Öm­rü­nü ne ile so­na er­dir­din. Kuv­vet ve gü­cü­nü ne­re­de tü­ket­din. Müd­det-i öm­rün ne­re­de sarf ol­du. O kıy­met­li ne­fes­le­ri ne­re­de sarf et­din. O gü­zel cev­her-i ne­fî­si ne ile yıp­rat­dın. Beş duy­gu or­ga­nın ne­re­ye reh­ber ol­du­lar. Göz, ku­lak ve id­râk, ar­şın cev­her­le­ri­dir. Harç et­din, bun­la­ra mu­kâ­bil ne sa­tın al­dın. Par­lak­lık­da ni­hâ­ye­ti ol­mı­yan ve yıl­dız­lar­dan yu­ka­rı olan bu cev­her­le­ri ne­re­de harc ve sarf ey­le­din? Mer­ha­met ede­rek sa­na ver­di­ğim, el ve ayak ve güç­lü kol­la­rın ile ne yap­dın! Bun­lar ile ka­zan­dı­ğın ne­dir? Böy­le zor ve kor­ku­lu sü­âl­ler ile Ce­nâb-ı zül­ce­lâ­lin sor­gu­ya çek­di­ği kim­se olur. Bu hi­tâb­lar kı­yâm­da ol­du­ğun­dan, ha­yâ ve utan­cın­dan ayak­da kal­ma­ğa ta­kât ge­ti­re­me­di­ğin­den, be­li bü­kü­lür, rü­kû’a va­rır. Rü­kû’da tes­bîh ile baş­la­nır. Bir da­hâ ilâ­hî fer­mân ge­lir ki, ku­lun Hak­ka he­sâb ver­me­si lâ­zım­dır. He­sâb gör­mek için ba­şı­nı kal­dı­rır. Rü­kû’dan ba­şı­nı kal­dı­rır iken, is­yân ve gü­nâh­la­rı­na kar­şı nâ­il olduğu hâlden ve Al­la­hü te­âlâ­nın lütf­la­rın­dan uta­na­rak sec­de­ye ka­pa­nır. Zil­let ve âciz­li­ği­ni arz et­mek için en şe­ref­li a’zâ­sı olan al­nı­nı top­ra­ğa ko­yar. Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ son­suz rah­met ve mer­ha­me­tin­den do­la­yı, yü­zü­nü top­rak­dan kal­dı­rıl­ma­sı­nı emr eder.
Yi­ne Al­la­hü te­âlâ­nın bu mer­ha­me­ti­ni gö­rün­ce, tek­rar sec­de­ye ka­pa­nır. Yi­ne ba­şı­nı kal­dır­ma­sı­nı, Ce­nâb-ı Hak emr ve fer­mân eder. Ba­şı­nı kal­dı­rın­ca, Hak te­âlâ hi­tâb e­der. Der ki, in­ce­den in­ce­ye sen­den he­sâb is­te­rim. Bu ilâ­hî hi­tâ­bın hey­be­ti bek­le­me­ğe kud­ret bı­rak­maz. Bu o ağır sü­âl ve ce­vâ­bın al­tın­dan çı­ka­mı­ya­ca­ğı­nı gö­rür. Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ, otur­du­ğu yer­de hi­sâ­bı­nı emr eder. Hi­tâb-ı ilâ­hî şu şekl­de su­dur eder ki, sa­na şu ka­dar nus­ret ve ni’met­ler ver­dim. Bu­na kar­şı şük­rün ne idi? Sa­na ser­mâ­ye ver­miş­dim. Gös­ter ti­câ­re­ti­ni! Ne ka­zan­dın? Ba­na bi­rer bi­rer söy­le. He­sâ­bın deh­şe­tin­den yü­zü­nü sağ ta­ra­fı­na çe­vi­rip, En­bi­yâ-i a’zam ve Ev­li­yâ-i ki­râ­ma se­lâm ve­rir. Ve on­lar­dan is­tiş­fâ’ ve is­tim­dât eder. Ya’nî, te­ves­sül e­der, şe­fâ’at di­ler.] Ya’nî der ki: İş­le­ri şe­fâ’at olan ce­mâ’at; bu kı­nan­mış­lık hâ­lim müş­gil ol­du. Bu acı­na­cak hâ­lim için, emân di­le­rim. En­bi­yâ-i i’zâm der­ler ki: Çâ­re gün­le­ri geç­di. Fır­sât ze­mân­la­rın­da tev­be ile hâ­li­ne çâ­re bul­ma­lı idin. Vakt­siz öten ho­ro­zun ba­şı­nı kes­mek ge­rek­dir. Sol ta­ra­fın­dan ümîd bek­ler. Ya­kın­la­rı­na, ah­bâb­la­rı­na ve dost­la­rı­na se­lâm ve­re­rek is­tim­dâd eder. On­lar­dan da, biz­den sa­na fâ­ide yok; ce­vâ­bı­nı alın­ca, hep­sin­den ümî­di­ni ke­se­rek, el­le­ri­ni kal­dı­rıp, düâ eder. Der ki: Ey, kâ­inâ­tın Hâ­lı­kı, ne sağ­dan, ne sol­dan, ba­na im­dâd ye­tiş­me­di. Hep­sin­den ümîd­siz ol­dum. Bâ­rî­gâh-ı ülû­hiy­ye­tin, dü­ânın ka­bûl ol­du­ğu ma­kâm­dır, di­ye te­dar­ru’ ve ni­yâ­za baş­lar. O ze­mân; (Ve zan­nü en­lâ mel­câe mi­nâl­la­hi il­lâ ileyh) hük­mün­ce, ilâ­hî, ni­hâ­yet­siz mer­ha­met de­ni­zi co­şup, lâ­zım ge­len îfâ bu­yu­ru­lur. Bu sû­ret­le ne­mâz­la­rı da so­na er­di.
Ne­mâz kıl­mak, eğer dün­yâ­da emr olun­ma­say­dı, mak­sû­dun yü­zün­den per­de­yi kim kal­dı­rır­dı. Tâ­li­bin mat­lû­ba eriş­me­si­ne kim de­lâ­let eder­di. Ne­mâz­dır ki, gam­lı­la­ra lez­zet bahş eden. Nem­âz­dır ki, has­ta­la­ra râ­hat ve­ren. Onun için Pey­gam­ber “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem”, (Erih­nî yâ Bi­lâl) [Ey Bi­lâl! Be­ni fe­râh­lan­dır!] bu­yur­muş­dur. Ku­lun Rab­bi­ne en ya­kın ol­du­ğu an ne­mâz­da­dır. Pey­gam­be­rin “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm”; (Lî me Al­la­hü vak­tün) bu­yur­du­ğu hâs vakt ne­mâz­da­dır. Ne­mâ­zı bu sû­ret­le kı­sa bil­mi­ye­ler. Cüm­le ha­kî­kat­le­rin üs­tün­de olan âlem-i gayb-ül gayb­de ne­mâ­zın bir ha­kî­ka­ti var­dır ki, bü­tün ha­kî­kat­le­rin üs­tü­dür. An­cak, eh­li­ne ma’lûm­dur ki, ha­dîs-i şe­rîf­de vâ­ki’ olan; (Kıf yâ Mu­ham­med. Fe­in­nal­la­he ye­sal­lî). O ha­kî­ka­te bir işâ­ret­dir. O ha­kî­ka­te eriş­miş ol­ma­dık­ça, onun ke­mâ­li id­rak edi­le­mez. Ve o ha­kî­kat bu sû­ret­le kâ­im­dir. Ne­mâz gö­nül alan bir se­vil­miş­dir ki, gü­yâ onun gü­zel sû­re­ti, bu me­câz âle­min­de bu er­kân-ı mah­sû­sa ile bil­di­ril­miş, ya’nî bu kı­yâm ve ku’ud ve bu hu­şû’ ve âdâb­la açık­lan­mış­dır. O sû­re­te gi­rif­târ ve ka­pıl­mış ol­ma­yan kim­se, bu er­kâ­nın ha­kî­ka­ti­ni an­lı­ya­maz. Ve onun edâ­sı­na hay­ran, ol­ma­yan kim­se, bu hu­şû’ ve tu­mâ­nî­ne­tin kıy­met ve kad­ri­ni id­rak ede­mez. Ne­mâ­zın bü­tün üs­tün­lük­le­ri, ya­zı­lan­lar­dan da­hâ çok üs­tün­dür. Ve onun gü­zel­li­ği id­rak edi­le­mez de­re­ce­de yük­sek­dir. Ne­mâz, mü­şâ­he­de ve te­cel­lî­ler­den çok yük­sek­dir. Her ne ka­dar bu sû­ret ne­mâ­zın, ya’nî şekl­le kı­lı­nan ne­mâ­zın tek­mî­li için ça­lı­şı­lır ve onun sün­net ve edeb­le­ri­ne ri­âye­te gay­ret edi­lir­se ve kı­râ’etin uza­tıl­ma­sın­da, rü­kû’ ve sü­cûd­de sün­ne­te mu­vâ­fık ol­ma­sı hu­sû­su­na zi­yâ­de uğ­ra­şı­lır­sa, o ha­kî­ka­te o ka­dar mü­nâ­sib şekl­de açı­ğa çı­kar ve onun feyz­le­ri ve be­re­kâ­tı o nis­bet­de faz­la ge­lir. Ve onun hüsn ve ce­mâl ve ke­mâ­li da­hâ zi­yâ­de zuhr eder. Ve yük­sel­me yüz gös­te­rir. Ve Ce­nâb-ı Hak­kın inâ­yet ve bü­yük lütf­la­rı faz­la te­cel­lî eder. Ve alâ­ka­lar­dan dah­â zi­yâ­de ay­rıl­mış olur. Bi­nâ­ena­leyh bu sû­ret ne­mâ­zın er­kân ve şart­la­rı­nı ve sün­net ve edeb­le­ri­ni ta­mâ­miy­le ve ih­mâl­siz edâ et­mek hu­sû­sun­da tam ih­ti­mâm ve ih­ti­yât et­mek ve ta’dîl-i er­kân ve tü­mâ­ni­ne­te ri­âyet et­mek­de zi­yâ­de mü­bâ­le­ga gös­ter­mek ve ne­mâ­zı her vech­le iyi muh­â­fa­za et­mek ge­rek­dir. Zî­râ, boş iş­ler yü­zün­den ek­se­rî kim­se­ler, ne­mâz­la­rı­nı zâ­yi’ edip, ta’dîl-i er­kâ­nı pe­rî­şân ey­le­miş­ler­dir. Bu gi­bi­ler hak­kın­da ce­zâ­lar bil­di­ril­miş ve teh­dit­ler gel­miş­dir. Muh­bîr-i sâ­dık “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm” bu­yur­muş­dur ki; (Hır­sız­la­rın hır­sı­zı şu kim­se­dir ki, ne­mâ­zın­dan hır­sız­lık eder. Ya’nî ne­mâ­zın er­kâ­nı­nı ke­mâ­liy­le ve te­mâ­miy­le edâ ve rü­kû’unu ve sec­de­si­ni hak­kiy­le îfâ ey­le­mez.) Bu hır­sız­lık­dan ic­ti­nâb et­mek, ka­çın­mak za­rû­rî ol­du. Tâ ki hır­sız­la­rın en fe­nâ­sı ol­ma­ya. Bir def’a da Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü te­âlâ aley­hi ve sel­lem” bu­yur­muş­lar­dır ki, (Rü­kû’da ve sec­de­ler­de, be­li­ni ye­ri­ne yer­leş­di­rip, bi­raz dur­ma­yan kim­se­nin ne­mâ­zı­nı Al­la­hü te­âlâ ka­bûl et­mez.) O Ser­ver-i En’âm “aley­hi ve alâ âli­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm”, bir kim­se­yi gör­dü ki, ne­mâz kı­lı­yor. Lâ­kin, rü­kû’ ve sü­cû­dü­nü ta­mâ­miy­le yap­mı­yor. O şah­sa hi­tâ­ben: (Sen havf et­mez­mi­sin [kork­maz mı­sın] ki, bir lâ­im [levm eden] se­nin bu fi’ili­ni gör­dük­de, bu kim­se dîn-i Mu­ham­me­dî “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” üze­re de­ğil­dir, di­ye sa­na, levm ey­le­ye) bu­yur­du­lar. Bir def’a da Pey­gam­be­ri­miz “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm” bu­yur­du­lar ki: (Siz­ler­den bi­ri­niz, ne­mâz kı­lar­ken, rü­kû’dan son­ra kal­kıp, dik dur­ma­dık­ca ve ayak­da her uz­vu ye­ri­ne yer­le­şip, dur­ma­dık­ca ne­mâ­zı te­mâm ol­maz.) Bir def’a da bu­yur­du­lar ki: (İki sec­de ara­sın­da dik otur­ma­dık­ca ne­mâ­zı­nız te­mâm ol­maz.) Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” ne­mâz kı­lan­lar­dan bi­ri­nin ya­nın­dan ge­çer­ken gör­dü ki, kav­me ve cel­se­nin ah­kâm ve er­kâ­nı­nı ye­ri­ne ge­tir­mi­yor. O şah­sa bu­yur­du­lar ki, (Eğer ne­mâz­la­rı­nı böy­le kı­la­rak ölür­sen, sa­na kı­yâ­met gü­nü, sa­na üm­met-i Mu­ham­med­den­dir de­mez­ler.) Baş­ka bir yer­de de bu­yur­du­lar ki, (Alt­mış se­ne ne­mâz kı­lıp, fe­kat yi­ne ne­mâ­zı edâ edil­miş ol­mı­yan, ya’nî bir ne­mâ­zı mak­bûl ol­mı­yan şu kim­se­dir ki, rü­kû’ ve sec­de­le­ri­ni te­mâ­miy­le ye­ri­ne ge­tir­mez.)
Ri­vâ­yet olu­nur ki, Zeyd ib­ni Vehb, ne­mâz kı­lan bir kim­se­yi gör­dü ki, rü­kû’ ve sec­de­le­ri­ni te­mâ­miy­le ye­ri­ne ge­tir­mez. O şah­sı da’vet edip, bu­yur­du­lar ki, ne vakt­den be­rî­dir bu şekl­de ne­mâz kı­lar­sın? O şahs ce­vâ­bın­da, kırk se­ne­dir, de­di. Zeyd bu­yur­du ki: Sen kırk se­ne­dir nem­âz kıl­ma­mış­sın. Eğer vef­ât eder­sen Mu­ham­me­din “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” sün­ne­ti [ya’nî, dî­ni] üze­re öl­mez­sin.
Nakl edil­miş­dir ki, mü’min olan kul, ne­mâ­zı­nı edâ eder­ken, o ne­mâ­zın rü­kû’unu ve sec­de­le­ri­ni ve di­ğer er­kâ­nı­nı iyi ve te­mâm ey­ler­se, o ne­mâz se­vinç­li ve nû­râ­nî olur. Me­lek­ler o ne­mâ­zı âsû­mâ­na ile­tir­ler. Ve o ne­mâz da sâ­hi­bi­ne hayr düâ edip, der ki; (Ha­fa­za­kel­la­hü süb­hâ­ne­hü ke­mâ ha­fa­za­te­nî). Ya’nî, Al­la­hü süb­hâ­ne­hü, se­ni mu­hâ­fa­za et­sin. Sen be­ni mu­hâ­fa­za et­di­ğin gi­bi. Eğer ne­mâ­zı gü­zel ve ta­mâm ve edeb ve sün­net­le­ri­ne uy­gun kıl­maz­sa, o ne­mâz zul­mâ­nî olur. Me­lek­ler onu ke­rîh gö­re­rek, âsû­mâ­na ilet­mez­ler. Ve ne­mâz da ne­mâz kı­la­na bed­düâ ede­rek, der ki; (Day­ya­akal­la­hü te­âlâ ke­mâ day­ya’te­nî.) Ya’nî, ben Hak­kın der­gâ­hın­da nûr ola­cak bir cev­her idim. Sen be­ni zâ­yi’ et­din. Al­lah da se­ni zâ­yi’ et­sin. Sen be­ni zâ­yi’ et­di­ğin gi­bi. Öy­le ise, bu bü­yük em­ri ta­mâ­miy­le, ke­sik­siz ve fü­tûr­suz ola­rak cid­dî ve gay­ret ile ve kalb hu­zû­ru ile edâ et­mek, ta’dîl-i er­kân ile, rü­kû’ ve sec­de­le­ri­ni, kav­me ve cel­se­yi hak­kıy­le ye­ri­ne ge­tir­mek ve di­ğer müs­li­mân­la­rı da ne­mâ­zı­nı te­mâm­la­mak için gay­ret et­dir­mek ve bil­dir­mek ve de­lâ­let ey­le­mek ve tu­mâ­nî­ne­te ve ta’dîl-i er­kâ­na yol gös­te­ren ol­mak lâ­zım­dır. Bir­çok kim­se­ler bu şekl­de ne­mâz kıl­mak dev­le­tin­den mah­rûm­dur­lar. Her kim ki bu bu şekl­de ne­mâz kıl­ma­dı ise, ken­di­si­ni hır­sız­la­rın ka­ta­rı­na dâ­hil et­miş ve azâ­ba arz ey­le­miş olur. Bu amel terk edil­miş­dir. Bu ame­li ih­yâ ey­le­mek, is­lâ­miy­ye­tin ehem­miy­ye­tli hu­sûs­la­rın­dan en mü­him­mi­dir.
Fâ­ri­sî (Enîs-ül-vâ’ızin) ki­tâ­bın­dan nak­len: Âi­şe “ra­dı­yal­la­hü te­âlâ an­hâ” ri­vâ­ye­tiy­le, Pey­gam­be­ri­miz “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” bu­yur­muş­lar­dır ki: (Mu­sî­bet­ler çok­dur. Mu­sî­bet­le­rin en bü­yü­ğü, vak­ti fâ­ide­siz ge­çir­mek­dir.) Bu ha­dî­sin râ­vî­si, üm­mül-mü’mi­nin sey­yid-etün­ni­sâ fil-âle­mîn Âi­şe-i Sıd­dî­ka­dır “ra­dı­yal­la­hü an­hâ”. Pey­gam­ber “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” Onun hak­kın­da, Âi­şe­nin ka­dın­lar ara­sın­da men­zî­le­si, ya’nî de­re­ce­si, Ebûl­kâ­sı­mın Kâ­sı­mın ba­ba­sı­nın, ya’nî Mu­ham­med aley­his­se­lâ­mın En­bi­yâ ara­sın­da­ki men­zî­le­si, ya’nî de­re­ce­si gi­bi­dir, bu­yur­muş­dur. Ey mü’min! Mu­sî­bet iki kısm­dır. Dün­ye­vî ve uh­re­vî. Dün­ye­vî­si üç nev’dir. Mâ­lî, eh­lî ve nef­sî­dir. Eğer ma­lı, ev­lâ­dı ve âi­le­si gi­der­se, eğer vü­cû­du­na has­ta­lık ge­lir­se, hep mu­sî­bet­dir ki, bun­lar­da se­vâb var­dır. Dî­nî olan mu­sî­bet, ne­mâz ve oru­cun git­me­si­dir ve ze­mân­la­rı zâ­yı’ et­mek­dir ki, bun­lar bü­yük mu­sî­bet­dir. Zî­râ ge­çen vakt bir da­hâ ele gir­mez. Ha­dîs-i şe­rîf­de bu­yu­rul­du ki: (Ya­rın kı­yâ­met­de her­ke­sin önü­ne yir­mi­dört san­dık ko­nur. Fer­mân ge­lip, san­dık­lar açı­lır ki, ba’zı­sı nûr ile, ba’zı­sı da nâr ile do­lu olup, bir kıs­mı boş­dur.)
Dün­yâ­da iyi amel iş­le­nen sâ­at san­dı­ğı­nı nûr ile, kö­tü amel edi­len sâ­at san­dı­ğı­nı nâr ile dol­dur­dum. Boş ge­çi­ri­len sâ­at san­dı­ğı­nı boş bı­rak­dır­dım fer­mâ­nı ge­lir. Dün­yâ­da her ak­şam bir me­lek ni­dâ eder. Ey ehl-i arz [dün­yâ­da ya­şı­yan­lar]. Ge­ce ge­li­yor. Onu ni’met bi­li­niz. On­dan âhı­ret na­sî­bi­ni alı­nız, der. Her sa­bâh, yi­ne böy­le ni­dâ edip, sâ­at­le­ri­ni boş ge­çi­ren­ler, Kı­yâ­met gü­nü o ka­dar piş­mân ola­cak ki, bü­tün ma­lı elin­den çık­mak­la hâ­sıl olan has­ret ve ne­dâ­met hiç ka­lır. Sü­ley­mân aley­his­se­lâm bir ne­mâ­zı ge­çin­ce do­kuz­yüz kur­ban ke­sip, afv di­le­di. Kırk gün mâ­tem ey­le­di. Ey­yûb aley­his­se­lâ­mın ibâ­det­de zâ­if­lik hâ­sıl edin­ce, fer­yâd ede­rek; (En­nî mes­se­ni­yed­dur­ru) de­di. Hâ­ce-i kâ­inât Pey­gam­be­ri­miz “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” mü­bâ­rek diş­le­ri şe­hîd olup, mü­bâ­rek ya­nak­la­rın­dan kan­lar ak­dı­ğı hâl­de, el kal­dı­rıp, (Yâ Rab­bî! Kav­mi­me hi­dâ­yet ver. On­lar bi­le­mi­yor­lar,) bu­yur­muş iken, Hen­dek gü­nü, ikin­di ne­mâ­zı­nın fev­ti­ne, ya’nî kı­lı­na­ma­ma­sı­na se­beb ol­duk­la­rın­da, (Bi­zi ikin­di ne­mâ­zın­dan mah­rûm bı­rak­dı­lar. Yâ Rab­bî! On­la­rın kalb­le­ri­ni ve kabr­le­ri­ni ateş ile dol­dur,) bu­yur­du.
Bir gün Alî­nin “ra­dı­yal­la­hü anh” ikin­di ne­mâ­zı, geç­di. Te­es­sü­rün­den ken­di­ni dağ­dan aşa­ğı at­dı. Zâr zâr ağ­la­dı. Pey­gam­be­ri­miz Mu­ham­med Mus­ta­fâ “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” ha­ber ala­rak, bü­tün Es­hâ­bı ile Alî­nin “ra­dı­yal­la­hü an­h” ya­nı­na gel­di­ler. Hâ­li­ni gö­rün­ce, Hâ­ce-i kâ­inât Pey­gam­be­ri­miz “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” de ağ­la­ma­ğa baş­la­dı. Düâ ey­le­di. Gü­neş tek­râr yük­sel­di. Re­sûl aley­his­se­lâm bu­yur­du: (Yâ Alî “ra­dı­yal­la­hü anh”. Ba­şı­nı kal­dır ki, gü­neş bâ­kî­dir.) Emîr-ül-mü’mi­nîn Alî “ra­dı­yal­la­hü anh” se­vin­di. Ne­mâ­zı­nı kıl­dı. Mer­vî­dir ki, Ebû Bek­rin “ra­dı­yal­la­hü an­h” bir ge­ce vitr ne­mâ­zı geç­di. Ge­ce çok ibâ­det et­di­ğin­den, ge­ce so­nun­da uy­ku ga­le­be ey­le­di. Sa­bâh ne­mâ­zın­da Sey­yid-i âle­mi­ni “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­le­m” tâ­kip ede­rek, mes­cid ka­pı­sın­da hu­zû­ru­na ge­lip, fer­yâd et­di. Yâ Re­sû­lal­lah! İm­dâ­dı­ma ye­tiş. Vitr ne­mâ­zı­mı kı­la­ma­dım di­ye ni­yâz ey­le­di. Re­sûl aley­his­se­lâm ağ­la­ma­ğa baş­la­dı. Ceb­râ­il aley­his­se­lâm ge­lip, yâ Re­sû­lal­lah. Sıd­dî­ka söy­le ki, Al­la­hü te­âlâ onu afv ey­le­di.
Sul­tân-ül âri­fîn şeyh Bâ­ye­zîd-i Bis­tâ­mî­yi “kud­dî­se sir­rûh” bir ge­ce uy­ku ga­le­be ça­lıp, sa­bâh ne­mâ­zı­nı kı­la­ma­dı. O ka­dar in­le­yip, te­lâş ve kor­ku ol­du ki, bir ses işit­di. Ey Bâ­ye­zîd; bu gü­nâ­hı­nı afv ey­le­dim. Ağ­la­man be­re­ke­ti ile sa­na ay­rı­ca yet­miş bin ne­mâz se­vâ­bı ver­dim, bu­yu­rul­du. Bir kaç ay son­ra tek­râr uy­ku ga­le­be ey­le­di. Şey­tân ge­lip, mü­bâ­rek aya­ğın­dan tu­ta­rak uyan­dır­dı. Kalk, ne­mâz geç­mek üze­re­dir, de­di. Şeyh Bâ­ye­zîd bu­yur­du ki, ey mel’ûn şey­tân, sen böy­le işi na­sıl ya­par­sın. Hâl­bu­ki sen her­ke­sin ne­mâ­zı­nın geç­me­si­ni is­ter­sin. İb­lîs de­di ki, Sa­bâh ne­mâ­zı­nı kı­la­ma­dı­ğın gün ağ­lı­ya­rak yet­miş bin ne­mâz se­vâ­bı ka­zan­mış­dın. Bu­gün onu dü­şü­ne­rek, se­ni uyan­dır­dım ki, yal­nız bir vakt ne­mâz se­vâ­bı bu­la­sın. Yet­miş bin ne­mâz se­vâ­bı ala­mı­ya­sın.
Şeyh Cü­neyd “rah­me­tul­la­hi aleyh” bu­yur­du ki, dün­yâ­nın bir sâ­ati, kı­yâ­me­tin bin se­ne­sin­den da­hâ iyi­dir. Zî­râ, bu bir sâ­at­de sâ­lih amel­ler iş­le­ne­bi­lir. O bin se­ne­de bir­şey ya­pı­la­maz. Şu hâl­de, ey mü’min, vak­ti­ni boş ge­çir­me. Ze­mâ­nı­nı ma’mûr ey­le. Ne­mâz­la­rı­nı vak­tin­de kıl ki, kı­yâ­met gü­nü piş­mân ol­ma­ya­sın. Çok ecr ve çok se­vâb hâ­sıl ey­le­ye­sin.
Ha­dîs-i şe­rîf­de bil­di­ril­miş­dir ki, bir ne­mâ­zı ka­zâ­ya ka­lıp, edâ et­mez­den ev­vel, ve­fât eden kim­se­nin me­zâ­rı­na, Ce­hen­nem­den yet­miş pen­ce­re açı­lıp, kı­yâ­me­te ka­dar azâb çe­ker.
Kasd ile bir ne­mâ­zı­nı kaz­â­ya bı­rak­mış olan bir kim­se, bu ne­mâ­zı ka­zâ et­me­dik­çe, yüz­bin ker­re hac et­se ve Ra­me­zân ay­la­rın­da oruc tut­sa ve Kur’ân-ı ke­rî­mi hatm et­se, yüz­bin câ­mi’i şe­rîf ve sâ­ir hay­rât­lar yap­sa ve sâ­at­de bin ker­re Al­la­hü te­âlâ­yı zikr et­se, o kim­se yi­ne Al­la­hü te­âlâ­nın in­din­de, fe­nâ kim­se olup, ne­mâ­zı ka­zâ et­me­dik­çe, o ne­mâ­zın kar­şı­lı­ğı ola­rak gü­nâh­dan ha­lâs ol­maz.
Şeyh Râ­zî­den ri­vâ­yet olu­nur. Bir kim­se Al­lah için ga­zâ­ya va­rıp, bir vakt ne­mâ­zı ka­zâ­ya kal­mış ol­sa, hiç­bir ne­mâ­zı ka­zâ­ya bı­rak­mak­sı­zın, ye­di­yüz ker­re ga­zâ et­me­si ge­rek­dir ki, tâ o ka­zâ­ya kal­mış ne­mâ­za kef­fâ­ret ol­muş ol­sun. Bir vakt ne­mâ­zı­nı ga­zâ­da iken ka­zâ­ya bı­ra­kan bir kim­se, ye­di­yüz ker­re zi­nâ et­miş gi­bi, bü­yük gü­nâ­ha gir­miş olur. Fî se­bî­lil­lah, kâ­fir­ler­le ga­zâ ey­ler­ken bir vakt ne­mâ­zı ka­zâ­ya koy­mak, bu de­re­ce bü­yük gü­nâ­ha mü­sâ­vî ol­duy­sa, ken­di nefs ve he­vâ­sın­da ve dün­yâ meş­gâ­le­sin­de iken, ne­mâ­zı kıl­ma­yıp, ge­çi­ren­le­rin hâ­li ne ola­ca­ğı bun­dan kı­yâs olu­na.
Pey­gam­be­ri­miz “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm bu­yur­du ki: (Bir kim­se, bir vakt ne­mâ­zı kasd ile terk eder­se, onun ce­zâ­sı Ce­hen­nem­de sek­sen huk­be mik­dâ­rı yan­mak­dır). Bir kav­le gö­re, bir huk­be sek­sen se­ne­dir ki, al­tı­bin­dört­yüz se­ne eder. Bir kav­le gö­re de bir huk­be sek­sen­bin se­ne­dir. Her­bir vak­tin ter­ki için, bu ka­dar ze­mân Ce­hen­nem­de ateş­den saç­lar üze­rin­de, kal­mış ne­mâz­la­rı­nı kıl­sa ge­rek­dir.
Ne­mâ­zı terk eden mel’ûn­dur. Han­gi şehr, kar­ye, ma­hal­le ve hâ­ne­de bu­lu­nur­sa, ona, ya’nî ne­mâz kıl­mı­ya­na buğz et­mez­ler­se, cüm­le­si­ne za­rar ge­lir. Bun­la­ra Al­la­hü te­âlâ­dan rah­met gel­mez. İnâ­yet ol­maz. İbâ­det­le­ri ve dü­âla­rı ka­bûl ol­maz. İl­lâ ne­mâz­sı­za ne sû­ret­le müm­kün­se buğz eder­ler­se, şer­rin­den ha­lâs olur­lar.
Ne­mâz kıl­mı­ya­na kız ver­mek ve ne­mâz kıl­mı­yan kız ve hâ­tun al­mak, ne­mâz kıl­mı­ya­nın işin­de bu­lun­mak, has­ta ol­sa hâ­li­ni sor­mak, ce­nâ­ze­si­ne git­mek ve ta­şı­mak, kom­şu­luk et­mek, bir ma­hal­le­de dur­mak, mu­hab­bet yo­luy­la gö­rüş­mek, se­viş­mek câ­iz de­ğil­dir.
Ha­ber­de gel­miş­dir ki, Îsâ aley­his­se­lâm, bir yo­la gi­der­ken, gü­zel, ma’mûr bir kar­ye­ye uğ­ra­mış. Ken­di­si­ne ik­râm ve ta’zîm et­miş­ler. Ge­ri­ye dö­nü­şün­de bu kar­ye­ye gel­miş. O kar­ye [köy, mem­le­ket] yı­kıl­mış. İn­san­la­rı he­lâk ol­muş. Su­la­rı, çeş­me­le­ri ku­ru­muş. Bağ ve bağ­çe­le­ri ha­râb ol­muş. Kar­ye­de kim­se yok. Al­la­hü te­âlâ­ya ni­yâz edip, Yâ Rab­bî! Bu kar­ye ehâ­li­si sa­na âsî mi ol­du. Yok­sa na­zâr mı isâ­bet et­di. Al­la­hü te­âlâ ce­vâ­ben, böy­le de­ğil yâ Îsâ. An­cak bu kar­ye­ye bir ne­mâ­zı terk eden ge­lip, el­le­ri­ni çeş­me­le­rin­den yı­ka­dı. Bun­lar bu ne­mâz kıl­mı­ya­na buğz et­me­yip, nehy et­me­dik­le­rin­den do­la­yı, on­la­rı he­lâk ey­le­dim, bu­yur­du­ğu, (Ne­cât-ül mü’mi­nîn)de ya­zı­lı­dır.
Haz­ret-i Îşâ­nın [Ab­dül­ha­kîm-i Ar­vâ­sî haz­ret­le­ri­nin] Se­fer-i âhı­ret ri­sâ­le­sin­den:
Ne­mâ­zı terk eden, bü­tün müs­li­mân­la­ra ne­mâ­zı terk et­mek­le zulm et­miş bu­lu­nu­yor. Zî­râ ki her ne­mâz­da (Es­se­lâ­mü aley­nâ ve alâ ibâ­dil­la­his­sâ­li­hîn) ile düâ lâ­zım­dır. Her­gün beş vakt ne­mâz­da yir­mi def’a tek­râr­la­nan bu dü­âdan ibâ­det eden müs­li­mân­la­rı mah­rûm bı­ra­kı­yor. Ya’nî hak­la­rı olan bu dü­âyı terk edi­yor. Kı­yâ­met gü­nü bü­tün mü’min­ler bu hak­la­rı­nı ne­mâz kıl­mı­yan­lar­dan al­sa­lar ge­rek­dir.
Ne­mâ­zı mü­hîm­se­me­yip, ha­fîf tu­tan­lar, on­beş dür­lü ce­zâ­ya uğ­rar­lar. Bun­lar­dan al­tı­sı dün­yâ­da, üçü ölü­mü sı­ra­sın­da se­ke­râ­tin­de, üçü kabr­de ve üçü de kabr­den kal­kın­ca, ya’nî haşr­de.
Dün­yâ­da­ki ukû­bat­lar­dan [ce­zâ­lar­dan]:
Bi­rin­ci­si: Öm­rün­den be­re­ket kal­kar. Ya’nî öm­rün­den hayr ve men­fa’at gör­mez. Öm­rü­nü çe­şid­li has­ta­lık­lar ve çe­şid­li re­zâ­let­ler ve çe­şid­li ha­kâ­ret­ler ve zil­let­ler içe­ri­sin­de ge­çi­rir. Çe­şid­li hür­met­siz­lik ve mah­rû­miy­yet­le­re, za­rû­ret­le­re müb­te­lâ ve gi­rif­târ olur. Sıh­ha­tin­den hiç­bir hayr ve men­fe’at gör­mez.
Bu mem­le­ket­de ve baş­ka ül­ke­ler­de dâ­ima ve dâ­ima has­ta­hâ­ne, tı­mar­hâ­ne ve habs­hâ­ne­ler­de gör­dük­le­ri­miz, ne­mâ­zı­nı­nı de­vâm­lı kıl­mı­yan­lar, ne­mâ­za ehem­miy­yet ver­mi­yen­ler­dir. Bu gi­bi­le­rin, bu gi­bi yer­le­rin hiç bi­ri­sin­de, ne bu­ra­da ve ne de baş­ka mem­le­ket­ler­de ne­mâ­zı terk eden­ler­den ve ne­mâ­zı mü­him­se­mi­yen­ler­den baş­ka­sı­nı gö­re­mez­si­niz. Ke­zâ her yer­de, zah­met­li, yo­ru­cu ve ağır iş­ler­de ça­lı­şan­lar da ek­se­ri­yet­le yi­ne ne­mâ­zı terk et­miş olan­lar­dır. Ne­mâ­zı­nı de­vâm­lı kı­lan­lar ve de­vâm­lı onun­la uğ­ra­şan­lar her yer­de ve her­ke­sin ya­nın­da hür­met ve hay­siy­yet ve i’ti­bâr sâ­hi­bi­dir. Her iş­de bu gi­bi­ler, em­sâl ve ak­ran­la­rı ara­sın­da müm­tâz ve muh­te­rem­dir. Se­fîl, aşa­ğı ve ezi­ci iş­ler­de ça­lı­şan­lar ek­se­ri­yet­le ne­mâ­zı­nı de­vâm­lı kıl­mı­yan­lar ve bî-ne­mâz­lar­dır, ya’nî ne­mâz kıl­mı­yan­lar­dır.
İkin­ci­si: Si­mâi sâ­li­hîn, ya’nî sâ­lih kim­se­le­rin gö­rü­nü­şü yü­zün­den mesh olu­nur. Ya’nî Ce­nâb-ı Hak­kın hiz­me­tin­de bu­lun­ma­ya ya­rar kim­se­le­rin si­mâ­la­rın­da ken­di ya­ra­tı­lış­la­rın­da­ki hüsn ve ce­mâl­den baş­ka bir nev’i gü­zel­lik var­dır ki, ne­mâ­za ehem­miy­yet ver­mi­yen­ler her ne ka­dar süs­len­me­ye ve zî­net­len­me­ye ri­âyet et­se­ler de, her­gün def’alar­ca ha­ma­ma gi­rip çık­sa­lar da, dür­lü dür­lü, çe­şid çe­şid mü­kem­mel ve mü­zey­yen el­bî­se­ler giy­se­ler de, yi­ne bu gü­zel­li­ği edi­ne­mez. Ve bu si­mâ­ya [çeh­re­ye] bü­rü­ne­mez­ler. Çe­şid çe­şid gü­zel ko­ku­lar ile ko­ku­lan­sa­lar da, ken­di­le­rin­de hâ­sıl olan ye­hû­dî ko­ku­su­na ben­zi­yen ko­ku­yu er­bâ­bın­dan giz­le­ye­mez­ler. Eh­li in­din­de bu si­mâ ve bu ko­ku ma’lûm ve açık­dır. Na­sıl ki, ye­hû­dî­ler, ye­hû­dî­li­ğe mah­sûs olan ko­ku­dan, is­lâ­miy­ye­te ge­lip ve is­lâ­miy­yet­de ka­rar kıl­ma­dık­ça, kur­tu­la­mı­ya­cak­la­rı gi­bi, ne­mâ­zı terk eden­ler de, ne­mâ­za de­vâm eden ve de­vâm­lı onun­la uğ­ra­şan­lar ol­ma­dık­ça, kur­tu­la­maz­lar. Sâ­lih kim­se­le­rin çeh­re­si, an­cak ne­mâ­za de­vâm eden­ler­de bu­lu­nur ki, er­bâ­bı ya­nın­da, eh­li in­din­de ma’lûm­dur. Eh­li olan­lar ge­çi­ri­len ne­mâ­zın han­gi vak­tin ne­mâ­zı da­hî ol­du­ğu­nu bi­lir­ler. Ne­mâ­zı de­vâm­lı kı­lan­lar uzun ze­mân yı­kan­ma­sa­lar da ve de hay­li ze­mân, ça­ma­şır de­ğiş­dir­mez­se­ler de, vü­cûd­la­rı, el­bî­se ve ça­ma­şır­la­rı kir­len­mez. Ne­mâ­zı terk eden­ler, bi­lâ­kis sık sık ha­mâ­ma git­se­ler, ça­ma­şır de­ğiş­dir­se­ler de, o ne­zâ­fet, o te­râ­vet ve o ze­râ­fe­te sâ­hib ola­maz­lar.
Üçün­cü­sü: Al­la­hü te­âlâ hiç­bir ame­li­ne ecr ver­mez. Ya’nî gün­de mü­te­ad­did def’alar sa­da­ka ver­se, bir­çok ye­tîm se­vin­dir­se, yi­dir­se, giy­dir­se, gün­ler­ce Kur’ân-i ke­rî­mi hatm et­se, bir­çok def’alar hac­ca git­se, baş­ka­ca bu­na ben­zer, ibâ­det­ler ve hay­rât­lar yap­sa, Ce­nâb-ı Hak ona zer­re ka­dar bir ecr ve se­vâb yaz­maz. Dün­yâ­da ve âhı­ret­de bir ec­re mâ­lik ola­maz. Bü­tün amel­le­ri bo­şa git­miş­dir. Ce­nâb-ı Hak o vakt­le­ri ne­mâ­za tah­sîs bu­yur­du­ğun­dan, bu ze­mân­la­rı ne­mâz­da ge­çir­me­le­ri lâ­zım­dır. Bu vakt­le­ri, Hak Süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ­nın em­ri­nin hi­lâ­fı­na bir şekl­de ge­çir­mek zul­mün­de bu­lun­duk­la­rı için, ne­mâ­zı terk eden­le­rin, her ne­vi’ iş­le­rin­de, ya’nî dün­ye­vî ve uh­re­vî bü­tün iş­le­rin­de, hayr ve be­re­ket ve men­fe’at selb olu­nur, ya’nî kal­dı­rı­lır.
Dör­dün­cü­sü: Dü­âla­rı­nı, Al­la­hü te­âlâ cel­le şâ­nü­hü dü­ânın ka­bûl olun­du­ğu ma­hal­le kal­dır­maz. Al­la­hü te­âlâ çağ­rı­lın­ca, Leb­beyk bu­yu­rur. Ne­mâ­zı terk eden, Al­la­hü te­âlâ­nın bu ce­vâ­bın­dan mah­rûm­dur. Dü­âsı ka­bûl olun­maz. Ya’nî, dü­âsı ka­bul olu­na­cak ma­kâ­ma gö­tü­rül­mez. Ya’nî her­han­gi bir ma’nîa zu­hûr eder de ge­ri­de bı­ra­kı­lır. Dü­ânın ka­bûl olun­du­ğu ma­kâ­ma ulaş­maz. Dün­yâ iş­le­rin­de her­han­gi bir is­tek sâ­hi­bi­nin ta­leb­nâ­me­si bir yer­de ta­kı­lıp, âid ol­du­ğu ma­kâ­ma vâ­sıl ola­ma­dı­ğı gi­bi.
Be­şin­ci­si: Bü­tün mah­lû­kât ona buğz ve düş­man­lık e­der. Ve on­la­rın red edil­mi­şi olur. Sâ­lih­ler, ya’nî mü’min­ler, Al­la­hü te­âlâ­ya dost olan­lar, ne­mâz kı­lan­lar­dır. An­cak bun­lar hayr ve be­re­ke­te ve rah­me­te ve­sî­le olur­lar. Ne­mâz­da, Âde­min ya­ra­tı­lı­şı­nın baş­lan­gı­cın­dan bi­ti­mi­ne, so­nu­na ka­dar, bü­tün mü’min­le­rin ve do­la­yı­siy­le bü­tün mah­lû­kâ­tın­da hak­la­rı var­dır. Ne­mâz terk edi­lin­ce, Hak­kın rah­me­ti per­de­le­nir ve ör­tü­lü ka­lır. Bi­nâ­ena­leyh, rah­me­tin ke­sil­me­si­ne se­beb ol­du­ğun­dan do­la­yı, bü­tün mah­lû­kât, ne­mâ­zı terk ede­ne buğz ve adâ­vet eder.
Al­tın­cı­sı: Sâ­lih­le­rin dü­âla­rın­da his­se­si ol­maz. Ya’nî müs­li­mân­la­rın dü­âla­rı­nın be­re­ke­tin­den mah­rûm ka­lır­lar. Ya’nî his­se sâ­hi­bi ol­maz. O dü­âlar­dan ona pay düş­mez. Ve­fât et­se, kab­ri önün­den ge­çen bir müs­li­mâ­nın oku­du­ğu fâ­ti­hâ­lar­dan ge­re­ği ka­dar fâ­ide­le­ne­mez ve his­se ala­maz. Al­la­hü te­âlâ on­la­rı, ken­di­si­ne has ilâ­hî hiz­met olan ne­mâ­za al­ma­dı­ğın­dan, Hak­kın hiz­me­tin­den ko­vul­muş ve bu hiz­met ile alâ­ka­lı olan men­fe’at­ler­den ve fâ­ide­ler­den mah­rûm­dur­lar.
Ölü­mü es­nâ­sın­da, ya’nî se­ke­rât-ı mev­ti ânın­da dü­çâr ola­ca­ğı üç ce­zâ­dan:
Bi­rin­ci­si: Ze­lîl ola­rak ve­fât eder. Ya’nî sû­ret­de de­ğil, ha­kî­kat­de mü­nâ­se­bet­siz, man­za­ra­sız bir sû­ret­de ve râ­hat­sız ola­rak dü­şer. Üs­tü­nü, ba­şı­nı, yor­ga­nı­nı, kar­yo­la­sı­nı ve­sâ­ire­si­ni kir­le­te­rek ber­bâd eder. Öy­le olur ki, en ya­kın­la­rı olan ev­lâd ve i’yâ­li, ana ve ba­ba­sı da ölü­mün­den nef­ret eder. Bek­le­ni­len hür­met ve ri­âye­ti gös­te­re­mez­ler. Dün­yâ i’ti­bâ­riy­le çok bü­yük, me­se­lâ Pâ­di­şâh da ol­sa, yi­ne ölü­mü ânın­da, şu ve­yâ bu sû­ret­le ik­râh olu­nur. Bir sû­ret ve şekl­de ve­fât eder ki, bü­tün et­râ­fı on­dan nef­ret eder­ler ve tik­si­nir­ler. Ne­mâ­zı terk ede­nin ölü­mün­de göz­le­rin­de kor­ku ese­ri ve te­lâş ve hüzn ni­şân­la­rı ve ke­sâ­ib-i nü­mâ­yân olur. Göz­le­ri­nin ren­gi te­gay­yür ve te­bed­dül eder [de­ği­şir]. Yu­ka­rı ve­yâ aşa­ğı­ya doğ­ru bir şekl­de di­ki­lir ki na­zâr et­me­ğe im­kân ol­maz. Bu­run de­lik­le­ri ku­rur. Kuş tü­yü dö­şek­ler­de, muh­te­şem kar­yo­la­lar­da, mü­zey­yen oda­lar­da ve se­rây­lar­da, bin­bir ih­ti­şâm, deb­de­be ve şân içe­ri­sin­de bu­lun­sa da­hî, yi­ne ze­lîl olur. Git­dik­çe zil­le­te doğ­ru yol alır. Zî­râ, iz­zet an­cak Al­la­hü te­âlâ­ya ve Re­sû­lü­ne “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” ve mü’min­le­re âid ve mah­sûs­dur. (Ve lil­lâ­hil ız­ze­tü ve li re­sû­li­hî ve lil mü’mi­nî­ne.)
Ne­mâz kıl­ma­mak­la îmân za’îf­ler. Ne­mâz kıl­ma­yan­la­rın îmân­la­rı za’îf ol­du­ğun­dan, ne me­lek­ler, ne rûh­lar, ne mey­yit­ler, ne di­ri­ler ve ne de sâ­ir mah­lû­kât onu azîz tut­maz. Ona hür­met ve ri­âyet gös­ter­mez­ler. Ne­mâ­zı terk ede­nin ölü­mün­de saç­la­rı ve sa­kal­la­rı sar­kar. Ya’nî cân be­den­de ol­du­ğu vakt, mev­cûd can­lı du­ru­şu ol­maz. Sar­kık, dü­şük, ka­rı­şık, bed [kö­tü] bir man­za­ra alır. Hü­lâ­sa ha­yâ­tın­da ol­du­ğu vech­le dur­maz. Mü’min­ler­de ise ölüm­de da­hî ha­yâ­tın­da­ki hey­be­ti bo­zul­maz. Ay­nen ha­yâ­tın­da ol­du­ğu gi­bi du­rur. Âde­tâ ya­ta­ğın­da, kar­yo­la­sın­da uyu­yor­muş gi­bi du­rur. Onu ölüm hâ­lin­de te­mâ­şa eden­ler, ve­fâ­tın­dan ha­ber­dâr de­ğil ise­ler, hâ­li ner­min­de [uyu­yor] zan eder­ler.
İkin­ci­si: En yük­sek [bü­yük] bir has­ta­lık olan aç­lık ile ve­fât eder. (Eta­me­hüm min cû­in ve eme­ne­hüm min havf.) Ne ka­dar çok ye­mek yi­se de, yi­ne aç­lık ele­mi, ız­dı­râ­bı din­mez. Git­dik­çe şid­det­le­nir. Da­ya­nıl­maz, te­ham­mül edil­mez bir hâl kesb eder. Ne ka­dar faz­la, ne ka­dar kuv­vet­li, ve ne­fîs ye­mek­ler yi­di­ril­se, bu acı ve bu ağ­rı, bu sı­zı din­di­ri­le­mez. Bu ız­dı­râb tes­kîn olu­na­maz. Bu has­ta yi­di­ril­mek­le kan­dı­rı­la­maz. Ve do­yu­ru­la­maz. Bu­ğa­zı, ba­ğır­sak­la­rı aç­lık­la, tek­dir edil­miş, ke­der­li, üzün­tü­lü, ız­dı­rab çe­ken, acı du­yan olur. Aç­lık bir tit­re­me nis­be­ti ile şid­det­le­nir. Ni­hâ­yet kıv­ra­na kıv­ra­na cân ve­rir. Zî­râ ne­mâ­zı terk bü­yük gü­nâh­dır. Ce­zâ­sı da, o nis­bet­de bü­yük olur. Aç­lık da mü­hîm bir has­ta­lık­dır. Ne­tî­ce­si mut­la­ka ölüm­dür. Sâ­ir has­ta­lık­lar gi­bi de­ğil­dir. İş­te ne­mâ­zı terk eden­ler aç­lık has­ta­lı­ğı ile dert­li olur da öy­le gi­der. Her ne­mâ­zı terk eden aç ola­rak ve­fât eder.
Üçün­cü­sü: Ve­fâ­tı sı­ra­sın­da su­suz ola­rak ölür. Da­mar­la­rı­na, ilik­le­ri­ne, âsâ­bı­na, eti­ne, de­ri­si­ne, be­şe­re­si­ne, ke­mik­le­ri­ne ka­dar bu su­suz­luk, elem ve ız­dı­râ­bı nü­fûz eder. Dün­yâ­nın ne­hir­le­ri içi­ril­se, su­suz­luk elem ve acı­sı ve ız­dı­râ­bı git­mez. Du­dak­la­rı ha­râ­ret­den ku­rur, çat­lar. Ölüm ânın­da bu­lu­nan has­ta­la­ra su içir­me­le­ri bun­dan­dır. Hâl­bu­ki, ne­mâ­zı terk eden ki­şi olup da, ölüm hâ­li­ne gel­miş has­ta­la­ra su ve­ril­dik­çe su­suz­lu­ğu ar­tar. Ha­râ­re­ti ço­ğa­lır. Su onun ate­şi­ni sön­dür­me­ğe kâ­fî gel­mez. Vel­hâ­sıl su­ya has­ret çe­ke­rek ölür, gi­der. Ne­mâz kı­lan ki­şi olup da, ne­mâ­za de­vâm­lı olan­lar ise, ya­tak­la­rın­da ve oda­la­rın­da ne ka­dar pe­rî­şân­lık ve in­ti­zâm­sız­lık olur­sa ol­sun, Al­la­hü te­âlâ in­din­de muh­te­rem ol­duk­la­rı için, me­lek­ler de on­la­rı hür­met­le tu­tar. Ri­âyet e­der, su­suz bı­rak­maz­lar. Şe­râb-ı ta­hûr ile su­ya kan­dı­rır­lar. (Ve se­kâ­hüm. Rab­bü­hüm şe­râ­ben ta­hû­rân) âyet-i ke­rî­me­si bu­na işâ­ret­dir. (Bi ek­vâ­bin ve ebâ­rî­ka) âyet-i ke­rî­me­si­nin bil­dir­di­ği şekl­de Cen­net­den alı­nan şe­râb-ı tâ­hûr ile ve­fât et­miş olan mü’min­le­r azîz kı­lın­mış ve ik­râm olu­nur­lar. Mu’az­zez, mü­ker­rem, ve muh­te­rem ve şe­râb-ı tâ­hûr ile kan­mış ola­rak ve­fât eder­ler. Şî’île­rin ve bek­tâ­şî­le­rin hükm ve i’ti­kâd­la­rı îcâ­bı, imâm-ı Hü­seyn “ra­dı­yal­la­hü anh” için, su­suz git­di de­me­le­ri ta­mâ­miy­le yan­lış­dır. Bu âyet-i ke­rî­me­nin bil­dir­di­ği şekl­de kat’î ola­rak sâ­bit­dir ki, bun­lar me­lek­ler vâ­sı­ta­sı ile Al­la­hü te­âlâ ta­ra­fın­dan al­tın mi­sâ­li kâ­se­ler içe­ri­sin­de bu­lu­nan şe­râb-ı tâ­hûr ile kan­mış, doy­muş olur­lar. Zî­râ, bun­lar Hak te­âlâ­nın mi­sâ­fir­le­ri­dir. Ma­kâm-ı ke­rîm­le­ri­ni baş göz­le­ri ile gö­rür­ler. Ne­mâ­za de­vâm­lı olan­lar, gü­ler yüz­lü, mü­te­bes­sim, par­lak ve nû­râ­nî yüz­lü olur­lar. Yüz­le­ri ve alın­la­rı ayın on­dör­dü gi­bi tam bedr olur. Fe­râh­la­ma ese­ri ve sü­rûr yü­zün­de ve göz­le­rin­de lem’an eder. Hak te­âlâ­dan ve me­lek­le­rin­den ha­yâ eder. Ken­di ku­sûr­la­rı­nı ve Hak te­âlâ­nın il­ti­fâ­tı­nı ve ih­sâ­nı­nı gö­rür de al­nın­dan ter­ler dö­kü­lür. Bur­nun de­lik­le­ri su­la­nır. Ku­lak alt­la­rı ve bu­run de­lik­le­ri ha­fîf bir şekl­de ter­ler. Gü­zel bir ko­ku ile ko­ku­la­nır. Çe­şid­li şekl­de la­tîf bir gü­zel­lik alır. Ve çok gü­zel ko­ku­lar ya­yı­lır. En le­zîz ve en ne­fîs ye­mek­le­ri yi­miş gi­bi tok ve kan­mış ola­rak ve­fât eder­ler.
(Vel tef­fe­tis­sâ­kû bis­sâ­kî ilâ Rab­bi­ke yev­me izi­nil me­sâ­kı) âyet-i ke­rî­me­sin­de, be­yân bu­yu­rul­du­ğu şekl­de, ne­mâ­zı terk et­miş olan­lar, o gün­de, ba­cak ve bal­dır­la­rı bir­bi­ri­ne sür­te­rek, Al­la­hü te­âlâ cel­le şâ­nü­hü­ye sevk olu­nur­lar. Me­lek­ler ta­ra­fın­dan on­la­ra de­ni­lir: İş­te bu­gün, Al­la­ha sevk olun­du­ğu­nuz gün­dür. İş­te bu­gün Al­la­hü te­âlâ­nın hu­zû­ru­na gi­di­yor­su­nuz. Dün­yâ­da da’vet et­di idi. İcâ­bet et­me­di­niz. (Fe­lâ sad­de­ka ve­lâ sal­le ve lâ­kin kez­ze­be ve­te­vel­lâ), ne ze­kât ver­di­ler ve ne de ne­mâz kıl­dı­lar. Lâ­kin, Al­la­hü te­âlâ­nın emr­le­ri­ni hak bil­me­di­ler. Mü­hîm­se­me­yip ar­ka­ya at­dı­lar.
Ne­mâ­zın te­mâm ol­ma­sı ve onun ke­mâ­li, fıkh ki­tâb­la­rın­da taf­sî­len be­yân bu­yu­rul­du­ğu üze­re, ne­mâ­zın farz­la­rı­nı ve vâ­cib­le­ri­ni ve sün­net ve müs­te­ha­bâ­tı­nı îfâ ve ye­ri­ne ge­tir­mek ile­dir. Ne­mâz­da hu­şû’ bu dört hu­sûs­da yer al­mış ve kal­bin hu­dû’u da­hî bu dört hu­sû­sa bağ­lı­dır.
(Câ­mi’ul fe­te­vâ)da ve (Kın­ye)de ve (sa­lât-i Mes’udî) adın­da­ki ki­tâb­lar­da nakl olun­muş­dur ki, bir kim­se farz ne­dir ve han­gi­si­dir, onu adı ile ve yer­li ye­ri ile bil­mez­se, onun kıl­dı­ğı ne­mâz dü­rüst de­ğil­dir. Bu­nun için her ki­şi, farz ol­du­ğu her far­zı ez­ber­le­sin. Adı­nı ve yer­le­ri­ni bil­sin. Tâ ki, kıl­dı­ğı tâ­at­de eme­ği zâ­yi’ olup, ikâb ve azâ­ba müs­te­hâk ol­ma­sın. Bi­nâ­ena­leyh, her far­zın is­mi, yer­le­ri kı­sa­ca aşa­ğı­da be­yân olun­muş­dur. Da­hâ faz­la taf­si­lât için, fıkh ki­tâb­la­rı­na mü­ra­ce’at olu­na.
Ev­ve­lâ: Ab­des­tin farz­la­rı dört­dür. Yü­zü­nü yı­ka­mak. Kol­la­rı­nı dir­sek­le­ri ile be­râ­ber yı­ka­mak. Ba­şın dört bö­lü­ğün­den bir bö­lü­ğü­nü mesh et­mek. Ayak­la­rı­nı to­puk­la­rı ile be­râ­ber yı­ka­mak­dır.
Ab­dest alır­ken, her uz­vu­nu, te­mâ­miy­le ve ke­mâ­liy­le üç ker­re yı­ka­mak lâ­zım­dır ki, sün­ne­te mu­vâ­fık ol­muş ol­sun. Ba­şı­nın her ta­ra­fı­nı kap­la­ma mesh et­mek ve boy­nu­nun mes­hin­de ih­ti­yât et­mek lâ­zım­dır. Sol eli­nin ser­çe par­ma­ğıy­la sağ aya­ğı­nın kü­çük par­ma­ğın­dan baş­la­mak sû­re­tiy­le ayak par­mak­la­rı­nı alt kıs­mın­dan hi­lâl­le­me­ğe ri­âyet edil­me­li­dir. Müs­te­hab olan bu fi’lin ic­râ­sı­nı kü­çük gör­mi­ye­ler. Çün­ki, müs­te­hab, Hak cel­le ve a’lâ­nın sev­di­ği ve râ­zı ol­du­ğu bir fi’ldir. Bu fi’li yap­mak için dün­yâ­nın te­mâ­mı sarf edi­le­rek o amel mü­yes­ser olur­sa, ga­nî­met­dir.
Ne­mâ­zı, müs­te­hab olan ev­vel vak­tin­de kıl­mak ve kı­râ’et­de sün­net mik­dâ­rı­na ri­âyet olun­mak lâ­zım­dır. Rü­kû’de ve sec­de­de tü­mâ­nî­ne­te ri­âyet et­mek el­bet­te lâ­zım­dır. Çâ­re yok­dur.
Kav­me­de, ya’nî rü­kû’dan kal­kın­ca ve iki sec­de ara­sın­da­ki otur­mak­da her ke­mik yer­li ye­ri­ne rü­cû’ edin­ce­ye ka­dar be­li­ni doğ­rul­tup, bir ker­re Süb­hâ­nal­lah de­ne­cek mik­dâr da dur­mak, el­zem­dir. Bu tu­mâ­nî­net ve ta’dîl-i er­kân imâm-ı Şâ­fi’î ile imâm-ı Ebû Yû­süf “ra­hi­me­hü­mal­lah” nez­din­de farz, ha­ne­fî mez­he­bi âlim­le­ri­nin ço­ğu­na gö­re vâ­cib­dir. Muh­te­lîf kavl­le­re gö­re, rü­kû’ ve sec­de­de söy­le­nen tes­bîh­ler en az üç ve ek­se­rî­si ye­di ve­yâ on­bir ker­re­dir.
İmâ­mın söy­le­di­ği tes­bîh­ler ken­di­si­ne uyan ce­mâ’atin hâl ve tâ­ka­ti­ne gö­re ol­ma­sı lâ­zım­dır. Bir kim­se­nin is­ti­dat ve kud­re­ti var iken, ne­mâ­zı­nı yal­nız ba­şı­na kıl­dı­ğı ze­mân, tes­bîh­le­rin en azı ile ik­ti­fâ ve ik­ti­sâr ey­le­miş ol­ma­sın­dan utan­ma­sı lâ­zım­dır. Eğer faz­la­sı­na kâ­dir de­ğil ise, beş ker­re ve­yâ ye­di ker­re tes­bîh et­me­ğe gay­ret et­me­li­dir. On­bir ker­re­den da­hâ uzun oku­mak mu­râd olu­nur ise, rü­kû ve sec­de­nin me’sûr olan dü­âla­rı­nı kı­râ’et ede­ler. Her ne ka­dar tek­râr olun­sa câ­iz­dir, ye­rin­de­dir.
Avf ib­ni Mâ­lik “ra­dı­yal­la­hü anh” bu­yu­ru­yor ki, ben Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” ile be­râ­ber ne­mâ­za kı­yâm ey­le­dim. Rü­kû’a git­di­ği ze­mân sû­re-i Be­kâ­ra oku­na­cak mik­dâr­da dur­du. Ve (Süb­hâ­ne zil ce­be­rû­ti vel me­le­kû­ti vel kib­ri­yâi vel aza­me­ti) der­di. Bir ri­vâ­yet­de, sec­de­de da­hî o ka­dar dur­du­lar ve onu kı­râ­et bu­yur­du­lar.
İmâm-ı Ne­ve­vî zikr eder ki, Hu­zey­fe­den “ra­dı­yal­la­hü anh” ri­vâ­yet edil­miş­dir. Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü te­âlâ aley­hi ve sel­lem”, sû­re-i Be­kâ­ra ve Âl-i im­rân ve sû­re-i Ni­sâ­nın okun­ma­sı mik­dâ­rı­na ya­kın bir ze­mâ­na ka­dar du­ra­rak, (Süb­hâ­ne Rab­bî­yel azîm) de­di­ler. Biz de Ona uyup, bu tes­bî­hi tek­râr ey­le­dik.
(Sü­nen-i Ebû Dâ­vüd) ve (sa­hîh-i Müs­lîm) ve di­ğer ha­dîs-i şe­rîf ki­tâb­la­rın­da gel­miş­dir ki, sec­de­ye gi­dil­dik­de, ev­ve­lâ iki diz­le­ri­ni, son­ra iki el­le­ri­ni, son­ra bur­nu­nu, son­ra al­nı­nı ye­re koy­ma­lı. Diz­le­ri­ni ve el­le­ri­ni ko­yar­ken, ev­ve­lâ sa­ğı­nı koy­ma­lı ve sec­de­den kal­kar­ken, ev­ve­lâ al­nı­nı, son­ra bur­nu­nu, son­ra el­le­ri­ni, son­ra diz­le­ri­ni kal­dır­ma­lı­dır. Kı­yâm­da iken, sec­de ye­ri­ne ve rü­kû’da iken ayak­la­rı üze­ri­ne, sec­de­de bur­nu ucu­na ve ka’de­de el­le­ri üs­tü­ne ve­yâ­hud diz­le­ri­ne bak­ma­lı­dır. Rü­kû’da iken el­le­ri­nin par­mak­la­rı­nı aç­ma­lı ve sec­de­de bir­bi­ri­ne ya­pış­dır­ma­lı­dır. Bu bak­ma­sı­nı da­ğı­nık­lık­dan mu­hâ­fa­za edin­ce ve ba­kış zikr olu­nan yer­le­re hasr edi­lin­ce, ne­mâ­zı cem’iy­yet­le kıl­mak mü­yes­ser olur ve ne­mâz hu­şû’ ile kı­lın­mış olur. Şe­rî’atin sâ­hi­bi böy­le yap­mış­dır. Bi­zim için de şe­rî’at sâ­hi­bi­ne “aley­hi ve alâ âli­his­sa­lâ­tü vet­tes­li­mât” mü­tâ­be’at­den da­hâ fâ­ide­li bir amel yok­dur.
Bir­gün ve bir ge­ce­de kı­lı­nan farz ne­mâz­lar on­ye­di rek’atdr. Vâ­ci­bi üç­dür. Sün­net-i mü­ek­ke­de­si oni­ki­dir. Sün­net-i gayr-i mük­ke­de­si se­kiz­dir. Müs­te­ha­bı on­dur. Te­mâ­mı el­li rek’at olup, mir’âc ge­ce­sin­de emr olun­muş­dur. Bun­lar, iş­râk, du­hâ ve te­hec­cüd­den gay­ri­dir. On­ye­di far­zın, iki­si sa­bâh ne­mâ­zı­nın far­zı ve dör­dü öğ­le ne­mâ­zı­nın far­zı ve dör­dü, ikin­di ne­mâ­zı­nın far­zı ve üçü ak­şam ne­mâ­zı­nın far­zı ve dör­dü yat­sı ne­mâ­zı­nın far­zı­dır. Vâ­cib olan üç rek’at vitr ne­mâ­zı­dır. Oni­ki rek’at sün­net-i mü­ek­ke­de­nin iki­si sa­bâh ne­mâ­zı­nın sün­ne­ti­dir ki, farz­dan ev­vel kı­lı­nır. Dört rek’at, öğ­le ne­mâ­zı­nın far­zın­dan ev­vel ve iki­si de son­ra­sın­da kı­lı­nır. İki rek’ati, ak­şa­mın far­zın­dan son­ra kı­lı­nır. İki rek’ati yat­sı far­zı­nın aka­bin­de kı­lı­nır. Se­kiz rek’at sün­net-i gayr-i mü­ek­ke­de­nin dör­dü, ikin­di far­zın­dan ev­vel ve dör­dü, yat­sı­nın far­zın­dan ön­ce edâ edi­lir. On rek’at müs­te­ha­bın al­tı­sı, ak­şa­mın far­zın­dan ve sün­net-i mü­ek­ke­de­sin­den son­ra ve dör­dü yat­sı­nın far­zın­dan ve sün­net-i mü­ek­ke­de­sin­den son­ra kı­lı­nır. Fü­ka­hâ­nın ki­tâb­la­rın­da bil­di­ri­len bir gü­nün ve bir ge­ce­nin ibâ­de­ti bun­lar­dır.
Her gü­nün ibâ­de­ti böy­le­ce ma’lûm ol­du ise, her an­da ve her haf­ta­da ve yıl­da ve ömür­de lâ­zım olan farz­la­rı da­hî ism­le­ri ile kı­sa­ca be­yân ede­lim. Haf­ta­da olan farz, Cum’a ne­mâ­zı­dır. Yıl­da olan farz, Ra­me­zân-ı şe­rîf oru­cu­nu tut­mak ve ni­sâ­ba mâ­lik olan­lar, ze­kât ver­mek­dir. Öm­rün­de bir ker­re lâ­zım olan farz, gü­cü ye­ter­se hac et­mek­dir. Her ân­da lâ­zım olan farz îmân­dır. Îmân öy­le bir farz­dır ki, eğer bir ân îmân­dan boş ol­sa, yâ­hud ol­ma­ğa niy­yet et­se, -Al­la­hü te­âlâ mu­hâ­fa­za et­sin- o an­da kâ­fir olur.
Farz: Kat’i de­lîl ile sâ­bit ola­rak, şüb­he edi­le­mi­yen, ya­pıl­ma­sı mut­la­ka lâ­zım olan ve ter­ki gü­nâh olan ve mu­cî­bi azâb ve ikâb olan Al­la­hü te­âlâ­nın emr­le­ri­dir.
Farz-ı ayn: Yap­ma­sı her fer­de lâ­zım olup, ba’zı kim­se­le­rin edâ­sı ile di­ğer­le­rin­den sâ­kıt ol­mı­yan Al­la­hü te­âlâ­nın emr­le­ri­dir.
Farz-ı ki­fâ­ye: Yap­ma­sı bü­tün müs­li­mân­la­ra lâ­zım ol­ma­yıp, ba’zı­la­rı­nın yap­ma­sı ile di­ğer­le­rin­den sâ­kıt olan Al­la­hü te­âlâ­nın emr­le­ri­dir.
Ne­mâ­zın farz­la­rı: Te­mâ­mı oni­ki­dir. Ye­di­si, ne­mâ­za baş­la­ma­dan ev­vel­dir ki, bun­la­ra şart­la­rı de­nir. Be­şi ne­mâ­zın için­de­dir ki, bun­la­ra da rükn der­ler.
Ne­mâ­zın dı­şın­da olan farz­lar:
Ha­des­den ta­hâ­ret: Ab­dest al­mak. İs­tin­câ ve is­tib­râ­sı­na dik­kat et­mek. Ve ku­ru bir yer bı­rak­ma­mak. (Ha­des bir emr-i ma’ne­vî­dir. Ne­mâz kıl­ma­ğa mâ­ni’dir.)
Ne­câ­set­den ta­hâ­ret: Be­de­nin­de, el­bi­se­sin­de, ne­mâz kı­la­ca­ğı yer­de, pis­lik var­sa te­miz­le­mek.
Setr-i av­ret: Er­ke­ğin av­re­ti, gö­be­ği al­tın­dan di­zi al­tı­na va­rın­ca­ya dek, a’zâ­la­rı­nı ört­mek. Ka­dı­nın her ye­ri av­ret­dir. An­cak, yü­zü ve ayak­la­rı ve eli­nin içi de­ğil­dir. Bir ri­vâ­yet­de ayak­la­rı ve eli ar­ka­sı da­hî av­ret­dir. Boy­nun­dan, ku­la­ğın­dan, to­pu­ğun­dan, hat­tâ eli­nin üs­tün­den açık bir yer bı­rak­sa, ne­mâz­la­rı dü­rüst ol­maz.
İs­tik­bâ­li kıb­le: Göğ­sü­nü kıb­le­ye çe­vir­mek. Kıb­le­den ayır­ma­mak. Kıb­le şüb­he­li ise, araş­dır­mak lâ­zım­dır. Ta­har­rî­siz [araş­dır­ma­dan] baş­la­sa ne­mâz fâ­sid olur.
Vakt: Her ne­mâ­zın ev­vel ve âhir vak­ti­ni bil­mek ve o vak­tin için­de kıl­mak.
Niy­yet: Kı­la­ca­ğı ne­mâ­zın han­gi ne­mâz ol­du­ğu­nu bil­mek. Ya’nî şu vak­tin far­zı ve­yâ vâ­ci­bi ve­yâ sün­ne­ti ol­du­ğu­nu kalb­le ta’yin et­mek. Niy­ye­tin ef­dâ­li, baş­la­ma­ya ya­kın olan­dır. Niy­yet ile if­ti­tâh tek­bî­ri­nin ara­sı­nı kes­me­me­li­dir. İmâ­ma uyar­sa, uy­dum şu imâ­ma de­mek lâ­zım­dır.
Tah­rî­me: Tek­bîr-i if­ti­tâh: Ya’nî ne­mâ­za Al­la­hü ek­ber di­ye­rek baş­la­mak. (İf­ti­tâh tek­bî­ri­nin ne­mâ­zın hâ­ri­cin­de­ki ve­yâ dâ­hi­lin­de­ki farz­lar­dan ol­du­ğun­da ule­mâ ih­ti­lâf et­miş­ler­dir.)
Ne­mâ­zın için­de­ki farz­lar:
Kı­yâm: Ne­mâz­da ayak­da dur­mak.
Kı­râ’et: Ne­mâz­da ayak­da iken, Kur’ân-ı ke­rîm­den İmâm-ı a’za­ma gö­re bir âyet oku­mak kâ­fî­dir. Âyet kı­sa da olur­sa, (Lem ye­lid) gi­bi. İmâ­mey­ne gö­re, bir sû­re ve­yâ üç kı­sa âyet mik­dâ­rı, yâ bir uzun âyet oku­mak.
Rü­kû’: Kı­râ’et­den son­ra ba­şı, ar­ka­sı, be­li düz olun­ca­ya ka­dar eğil­mek.
Sü­cûd: Rü­kû’dan kalk­dık­dan son­ra, ye­re ka­pan­mak. Ya’nî ayak par­mak­la­rı­nı, diz­le­ri­ni, el­le­ri­ni, bur­nu­nu ve al­nı­nı ye­re koy­mak.
Ka’de-i âhı­re­de te­şeh­hüd mik­dâ­rı otur­mak: Ya’nî Et­te­hiy­ya­tü­yi oku­ya­cak ka­dar otur­mak.
Ne­mâ­zın vâ­cib­le­ri: (Ka­sıt­la vâ­ci­bi terk ey­le­se, ne­mâ­zı fâ­sid ol­maz. Nok­sâ­niy­le câ­iz olur. Fe­kat gü­nâh­kâr olur. Sehv­le terk eder­se, sehv sec­de lâ­zım olur. Ne­mâ­zın farz­la­rın­dan bi­ri­ni te’hîr ve­yâ vâ­cib­le­rin­den bi­ri­ni sehv­le terk eder­se sec­de-i sehv eder.)
1- Farz ne­mâz­la­rı­nın ev­vel­ki iki rek’atin­de ve sâ­ir ne­mâz­la­rın her rek’atin­de Fâ­ti­hâ oku­mak. Ha­ne­fî mez­he­bin­de vâ­cib, eim­me-i se­lâ­se [üç imâm] in­din­de farz­dır.
2- Fâ­ti­ha­yı sû­re­den ev­vel oku­mak ve Fâ­ti­hâ­yı bir ker­re oku­mak.
3- Bir sû­re yâ­hud üç kı­sa âyet mik­dâ­rı Kur’ân oku­mak.
4- Üç ker­re, Süb­hâ­nal­lah di­ye­cek mik­dâ­rı rü­kû’da ve sec­de­de eğ­len­mek.
5- Ka’de-i ulâ­da otur­mak.
6- Ka’de-i ulâ ve âhı­re­de te­hıy­yât oku­mak.
7- Se­lâm laf­zı ile ne­mâz­dan çık­mak.
8- Bir farz­dan bir far­za ara ver­mek­si­zin in­ti­kâl et­mek.
9- Rü­kû’dan kalk­dık­da ve iki sec­de ara­sın­da doğ­ru­lup, otur­duk­da, Süb­hâ­nal­lah di­ye­cek ka­dar eğ­len­mek. (İmâm-ı Ebû Yû­sü­fe gö­re farz­dır.)
10- Sa­lât-i vitr­de Ku­nût dü­âsı oku­mak.
11- Bay­ram ne­mâz­la­rın­da, zâ­ide tek­bîr­le­ri al­mak.
12- Ses­siz oku­na­cak yer­ler­de ses­siz ve ses­li oku­na­cak yer­ler­de ceh­ren, ya’nî ses­li oku­mak. Yal­nız kıl­dı­ğı tak­dîr­de ses­siz ve ses­li oku­mak­da mu­hay­yer­dir. An­cak, ih­fâ ile, ya’nî ses­siz okur­ken ken­di­si­nin işit­me­si şart­dır. İşit­mez­se ne­mâz sa­hîh ol­maz.
13- Ta’dîl-i er­kân üze­re kıl­mak. Her rük­nün hak­kı­nı ta­mâ­miy­le ye­ri­ne ge­tir­mek.
14- Ne­mâz kı­lar­ken, sec­de âye­ti okur­sa ve­yâ ce­mâ’at ile kıl­dı­ğı tak­dir­de imâm­dan sec­de âye­ti işi­tir­se, ti­lâ­vet sec­de­si yap­mak.
15- İk­ti­dâ hâ­lin­de [ya’nî imâm sec­de-i sehv ya­par­ken ona uya­nın da] sec­de-i sehv yap­mak.
16- Dört rek’at­li farz­lar­da, ka’de-i ulâ­da, te­hıy­yât­den son­ra eğ­len­me­yip, kalk­mak.
17- Kur­ban bay­ra­mı are­fe­si­nin sa­bâh ne­mâ­zın­dan dör­dün­cü gü­nü­nün ikin­di ne­mâ­zı­na ka­dar, farz­la­rın akâ­bin­de teş­rîk tek­bî­ri al­mak.
Ne­mâ­zın sün­net­le­ri: (Kast ile ve­yâ sehv ile terk edi­lir­se ne­mâz bâ­tıl ol­maz. Sec­de-i sevh da­hî lâ­zım gel­mez. Lâ­kin itâ­ba [azar­lan­ma­ğa] müs­te­hâk olur.)
1- Er­kek­ler ve ka­dın­lar mis­vak kul­lan­mak. Mis­va­kın kul­la­nıl­ma vak­ti su ağız­da iken­dir. İmâm-ı Ga­zâ­lî­ye gö­re ev­ve­lâ mis­va­kı, on­dan son­ra su­yu is­ti’mal et­mek­dir, ya’nî kul­lan­mak­dır. Mis­vak yok ise, sağ eli­nin baş par­ma­ğı ile sağ ta­ra­fı­nı ve şe­hâ­det par­ma­ğı ile sol ta­ra­fı­nı, üst­den ve alt­dan hi­lâl­la­mak mis­vak se­vâ­bı ile be­râ­ber­dir. Mis­vak kul­lan­mak, Al­la­hü te­âlâ­yı râ­zı ey­le­yi­ci ve mis­vak­lı iki rek’at ne­mâ­zı, mis­vak­sız yet­miş rek’at­den ef­dal edi­ci­dir. Mis­va­kın yet­miş fâ­ide­si var­dır. En bü­yü­ğü ölüm ânın­da, ke­li­me-i tev­hî­di hâ­tır­la­tır. Mis­vak, diş için de­ğil­dir. Diş­siz olan­lar da mis­vak kul­lan­mak sün­net­dir. Şu­na kı­yâ­sen ki, Mek­ke-i mü­ker­re­me­de traş ol­mak sün­net­dir. Kel olan da us­tu­ra­yı ba­şı­na sür­mek lâ­zım­dır. Bi­nâ­ena­leyh, tak­ma diş­le­re de mis­vak kul­la­nı­lır.
(Bedr-ül-vâ­izin) ki­tâ­bın­da ya­zar: İs­hak el-fa­kîh­den ri­vâ­yet edil­miş­dir ki, kasd ile mis­va­kı terk ede­nin ne­mâ­zı dü­rüst de­ğil­dir. Zî­râ, Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” hiç­bir ze­mân­da mis­va­kı terk et­me­miş­dir. Öy­le ise mis­vak vâ­ci­be ya­kın sün­net ol­du. Mis­va­kın kul­la­nıl­ma vakt­le­rin­den bir vak­ti de ne­mâ­za baş­lar­ken if­ti­tâh tek­bî­rin­den ev­vel ve ta’am­dan son­ra­dır ki, bu vakt­ler­de, mis­vak kul­la­nan iki kö­le azâd et­miş gi­bi­dir.
2- Her ne­mâ­zın if­ti­tâh tek­bî­rin­den son­ra Süb­hâ­ne­ke oku­mak.
3- Her ne­mâ­zın ilk rek’atin­de E’ûzü oku­mak.
4- Her rek’atin ba­şın­da, Fâ­ti­hâ­nın ev­ve­lin­de Bes­me­le-i şe­rî­fe oku­mak.
5- Ken­di işi­te­cek ka­dar ya­vaş oku­mak.
6- Kı­yâm­da sağ eli­ni sol eli­nin üze­ri­ne ko­yup, ser­çe par­ma­ğıy­le baş par­ma­ğı­nı hal­ka ede­rek, er­kek­ler gö­be­ği­nin al­tı­na, ka­dın­lar göğ­sü be­râ­be­ri­ne bağ­la­mak.
7- Her Fâ­ti­hâ­dan son­ra, ya­vaş­ca âmîn de­mek. Âmîn düâ ol­du­ğun­dan, âyet-i ke­rî­me ile dü­âyı ayır­mak için ara­la­rı­na, “Al­la­hüm­mag­fir­lî” de­me­li.
8- Bir farz­dan bir far­za in­ti­kâl eder­ken Al­la­hü ek­ber de­mek.
9- Rü­kû’da el­le­ri­ni diz­le­ri­ne ko­yup, par­mak­la­rı­nı aç­mak. Ve ba­şıy­la ar­ka­sı­nı bir hi­zâ­ya ge­tir­mek.
10- Rü­kû’da üç ker­re, (Süb­hâ­ne rab­bi­yel azîm) de­mek. Üç def’ası sün­net­dir. Bun­dan ek­sik olur­sa mek­rûh­dur. Ne ka­dar zi­yâ­de edi­lir­se, ef­dâl­dir. (Mün­fe­rît kıl­dı­ğı ze­mân.) Zî­râ, imâ­mın tes­bî­hi ce­mâ’ati­ne gö­re ol­ma­sı lâ­zım­dır.
11- Rü­kû’dan kal­kar­ken, imâm ise, (Se­mi’al­la­hü li­men ha­mi­deh,) imâ­ma uy­muş ise, (Rab­be­nâ le­kel hamd) de­mek. Yal­nız kı­lar­sa, her iki­si­ni de oku­mak.
12- Sec­de­de, üçer def’a, (Süb­hâ­ne rab­bi­yel a’lâ) de­mek. (Rü­kû’ tes­bî­hi­nin hük­mü gi­bi­dir.)
13- Sec­de­de al­nı ile bur­nu­nu ye­re değ­dir­mek. Eli­nin par­mak­la­rı­nı bir­bi­ri­ne ya­pış­dır­mak.
14- Sec­de­de el ve ayak par­mak­la­rı­nı kıb­le­ye çe­vir­mek.
15- Sec­de­de, el­le­ri­ni ku­lak­la­rı hi­zâ­sın­da tut­mak.
16- Ye­di a’za üze­ri­ne sec­de kıl­mak.
17- Te­hıy­yât­de el­le­ri­ni diz­le­ri­nin ev­hi­ne be­râ­ber tu­tup, par­mak­la­rı­nı aç­mak.
18- İf­ti­tâh ve ku­nût tek­bî­rin­de el aya­sı­nı kıb­le­ye te­vec­cüh et­dir­mek.
19- Er­kek ise, kar­nı­nı uy­luk­la­rı­na ya­pış­dır­ma­mak. Ve kol­la­rı­nı ye­re dö­şe­me­mek. Ve hâ­tun­lar uy­luk­la­rı­nı kar­nı­na ya­pış­dır­mak.
20- Ka’de­de, er­kek­ler sol aya­ğı­nın üze­ri­ne otu­rup, sağ aya­ğı­nı dik­mek. Ve par­mak­la­rı­nın ucu­nu kıb­le­ye çe­vir­mek. Hâ­tun ise, iki ya­ğı­nı sağ ta­ra­fın­dan çı­ka­rıp, sol câ­ni­bi üze­ri­ne otur­mak.
21- Ka’de-i âhı­re­de (Et­te­hıy­yâ­tü)den son­ra, sa­le­vât­lar­dan ma’ada, baş­ka bir düâ da­hâ oku­mak. (Şâ­fi’îde sa­le­vât oku­mak farz­dır.)
22- İmâm, tek­bîr­le­ri ve (Se­mi’al­la­hü li­men ha­mi­deh)i ve se­lâ­mı, ce­mâ’atin işi­te­bi­le­ce­ği ka­dar, yük­sek ses­le oku­mak.
23- Farz­lar­da ikâ­met et­mek.
24- İmâm olan­lar, ne­mâz­dan son­ra, yü­zü­nü ce­mâ’ate çe­vir­mek.
25- Dört rek’at­li farz­la­rın son iki rek’atin­de, yal­nız Fâ­ti­hâ-i şe­rî­fe oku­mak.
26- Ev­ve­lâ sa­ğı­na, son­ra so­lu­na se­lâm ver­mek. Se­lâm­da iki ya­nı­na bak­mak. Mün­fe­rîd kı­lan­lar se­lâ­mı yal­nız ha­fa­za me­lek­le­ri­ne niy­yet ede­ler. İmâ­ma uyan­lar, ha­fa­za me­lek­le­ri­ne ve ce­mâ’ate ve imâm han­gi ta­ra­fın­da ise, imâ­ma da­hî niy­yet ede­ler. İmâm iki ta­ra­fı se­lâm ver­dik­de, ha­fa­za me­lek­le­ri­ne ve ce­mâ’ate niy­yet ede.
27- Sün­net-i şe­rî­fe üze­re Ezân-ı Mu­ham­me­dî “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” oku­mak.
28- Rü­kû’a var­dı­ğı ze­mân, to­puk­la­rı bir­bi­ri­ne ka­vuş­dur­mak. Rü­kû’dan kal­kın­ca aç­mak.
Ne­mâ­zın müs­te­hab­la­rı (Müs­te­hab, Ce­nâb-ı Hak­kın sev­di­ği ve râ­zı ol­du­ğu bir fi’ldir.)
1- Sec­de et­di­ği ze­mân ev­ve­lâ diz­le­ri­ni, son­ra el­le­ri­ni, son­ra bur­nu­nu, son­ra al­nı­nı ye­re koy­mak­dır. Ve sec­de­den kalk­dık­da ev­ve­lâ al­nı­nı, son­ra bur­nu­nu, son­ra el­le­ri­ni, on­dan son­ra diz­le­ri­ni kal­dır­mak ve diz­le­riy­le el­le­ri­ni kor­ken ev­ve­lâ sa­ğı­nı koy­mak ve kal­kar­ken ev­ve­lâ sağ el ve di­zi­ni kal­dır­mak.
2- İf­ti­tâh ve vit­rin ku­nût tek­bîr­le­rin­de er­kek­ler baş par­ma­ğı­nı ku­la­ğın yu­ma­şa­ğı­na do­kun­dur­mak ve ha­tûn­lar omuz­la­rı­na ka­dar el­le­ri­ni kal­dır­mak.
3- Kı­yâm­da el­le­ri­ni bağ­la­dık­da bi­le­ği­ni pek­çe kav­ra­mak.
4- Rü­kû’da ve sü­cûd­da üç­den zi­yâ­de, beş, ye­di ve­yâ on­bir ker­re ve­yâ da­hâ faz­la Süb­hâ­ne rab­bi­yel azîm ve a’lâ de­mek.
5- Se­lâm­da iki ya­nı­na pek­çe bak­mak.
6- Mü­ez­zin ikâ­met­de hay­ya ales­sa­lâh de­dik­de, ce­mâ’at eğ­len­me­yip kalk­mak.
7- Kı­yâm­da iken sec­de ye­ri­ne, rü­kû’da ayak­la­rı­na, sec­de­de bur­nu ucu­na, ka’de­ler­de iki el­le­ri ve­yâ diz­le­ri üze­ri­ne bak­mak.
8- Rü­kû­da ayak­la­rı­nı ka­vuş­dur­mak ve kı­yâ­ma kal­kar­ken aç­mak.
9- Se­lâm ve­rir­ken ya­na­ğı­nı ve omu­zu­nu gö­re­cek ka­dar omuz ba­şı­na bak­mak.
10- Ök­sü­rü­ğü ve es­ne­me­ği terk et­mek.
11- Rü­kû’da eli­nin par­mak­la­rı­nı aç­mak. Sec­de­de bir­bi­ri­ne ya­pış­dır­mak.
Ne­mâ­zın mek­rûh­la­rı: (Mek­rûh: Al­la­hü te­âlâ­nın sev­me­di­ği ve be­ğen­me­di­ği fi’ller­dir. Onun için çok sa­kın­mak lâ­zım­dır.)
1- Ne­mâz için­de boy­nu­nu eğip, iki ya­nı­na bak­mak.
2- Za­rû­ret­siz yü­zü­nü kıb­le­den çe­vir­mek. Rü­kû’ ve sec­de­yi ace­le et­mek.
3- Kaf­ta­nın­dan ve­yâ göv­de­sin­den bir nes­ne ile oy­na­mak. Ve ye­re do­kun­ma­sın di­ye el­bi­se­si­ni eli ile top­la­mak.
4- Za­rû­ret­siz sec­de ye­rin­den ta­şı gi­der­mek. (Bir ker­re olur­sa mek­rûh ol­maz.)
5- Kı­yâm­da oku­du­ğu­nu rü­kû’da ve rü­kû’da oku­du­ğu­nu kı­yâm­da ta­mâm et­mek.
6- Ne­mâz­da sal­lan­mak. Bir aya­ğı üze­ri­ne dur­mak. Bir­şey kok­la­mak.
7- Par­ma­ğı­nı çıt­lat­mak. (Ba’zı­la­rı bu­nu kavm-i Lût ame­li­dir de­di­ler. Ne­mâ­zın hâ­ri­cin­de de mek­rûh­dur de­nil­di.)
8- Eli­ni böğ­rü­ne koy­mak. Ve er­kek ise göğ­sü­ne be­râ­ber tut­mak.
9- Özr­süz bağ­daş ku­rup otur­mak. (Sün­net üze­re ku­udu [otu­ru­şu] terk ey­le­di­ği için.)
10- Bir ve­yâ iki ker­re bir ye­ri­ni ka­şı­mak.
11- Uy­ku­lu­ğu ile ya’nî eka­bi­re va­ra­ma­dı­ğı kaf­tan ile [ya’nî bü­yük­le­rin ya­nı­na çı­ka­mı­ya­ca­ğı el­bi­se ile] ve­yâ es­vâb ile kıl­mak. (Eğer gay­ri [baş­ka] es­vâ­bı var ise.)
12- Âdem [in­san] yü­zü­ne kar­şı kıl­mak. (Me­ğer ara­da üçün­cü bir en­gel ola. Ne­mâz kı­la­nın yü­zü en­ge­lin ar­ka­sı­na ge­le.)
13- Ate­şe kar­şı kıl­mak. (Me­cû­sî­ye teş­bîh ol­du­ğu için. “Mu­ma ve kan­di­le kar­şı mek­rûh de­ğil­dir.”)
14- Önün­de ve­yâ üs­tün­de ve­yâ kaf­ta­nın­da hay­van sû­re­ti ol­mak. (Me­ğer gâ­yet kü­çük ve ba­şı ke­sik ola.)
15- Yal­nız bur­nu ve sa­rı­ğı üze­ri­ne sec­de et­mek.
16- Ge­rin­mek ve es­ne­mek. Pey­gam­be­ri­miz “sal­lal­la­hü te­âlâ aley­hi ve sel­lem” (Es­ne­mek, şey­tân­dan­dır. Es­ne­dik­çe müm­kîn mer­te­be ağ­zı­nı yum­sun. De­fi’ ol­maz­sa, eli­ni ve­yâ ye­ni­ni ağ­zı­na koy­sun) bu­yur­du­lar.
17- Kaf­ta­nı­nı eni­ne [yan ta­ra­fı­na] ve­yâ ba­şı­na alıp, kol­la­rı­nı kol­tu­ğun­dan çı­kar­mak. (Ehl-i ki­tâ­ba te­şeb­büh [ben­ze­mek] olun­du­ğu için.)
18- İn­cik­le­ri­ni di­kip, kelb gi­bi iki ök­çe­si üze­ri­ne otur­mak.
19- Gö­zü­nü yum­mak. Ba­şı açık kıl­mak. (Te­zel­lül için de­ğil­se.)
20- Sec­de­de ve te­hıy­yât­de eli ve aya­ğı par­mak­la­rı­nı kıb­le­den çe­vir­mek.
21- Önün­de açık yer var iken, saf ar­dın­da yal­nız dur­mak.
22- Kab­re kar­şı ve ne­câ­se­te kar­şı ne­mâz kıl­mak. (Per­de ve­yâ dı­var­da yok­sa.)
23- İmâ­mın se­si ce­mâ’ate kâ­fi’ ola­cak ma­hal­de, mü­ez­zin­le­rin tek­bîr­le­ri ceh­ren al­ma­la­rı.
24- Bevl ve ga­ita dar­lı­ğı var iken kıl­mak. (Hu­şû’a mâ­ni’ de­re­ce­de olur­sa, ne­mâz bo­zu­lur.)
25- Sec­de­den kal­kar­ken, el­le­rin­den ev­vel diz­le­ri­ni kal­dır­mak. Sec­de­de bir aya­ğı­nı kal­dır­mak.
26- İmâm­dan ev­vel rü­kû’ et­mek. Ve ba­şı­nı imâm­dan ev­vel kal­dır­mak. Ke­zâ sec­de­ye var­mak ve kalk­mak.
27- Sec­de­ye iner­ken diz­le­rin­den ev­vel özr­süz el­le­ri­ni koy­mak. Özr­süz dı­va­ra da­ya­nıp, kalk­mak.
28- Eziy­yet ver­me­di­ği hâl­de, al­nın­dan top­rak sil­mek. Sah­ra­da iken per­de­yi terk et­mek. Âdem ge­çe­cek ye­re dur­mak.
29- İki rek’atin ara­sı­nı üç sû­re ile ayır­mak ve ev­vel­ki rek’at­de oku­du­ğu­nun üs­tün­den oku­mak.
30- Bir rek’at­de bir sû­re­yi tek­râr oku­mak. İkin­ci rek’at­de oku­du­ğu­nu, ilk rek’at­de oku­du­ğun­dan üç âyet faz­la oku­mak.
31- Par­mak­la­rı ile rü­kû’ ve sec­de­de tes­bîh­le­ri say­mak.
32- İmâm mih­râ­bın için­de iken önü­ne bir per­de çe­kil­se, içe­ri­de kı­la­bi­le­cek mer­te­be de­rin olan mih­râb­da ol­mak.
33- İmâm mih­râb­dan gay­ri yer­de dur­mak.
34- İmâm bir ar­şın mik­dâ­rı yal­nız ba­şı­na ce­mâ’at­den aşa­ğı­da, ce­mâ’at yu­ka­rı­da dur­mak.
35- Âmî­ni cehr ile [ses­li] söy­le­mek.
36- Bir er­kek ile bir ka­dın, yan ya­na du­rup, baş­ka baş­ka ne­mâz kıl­mak.
37- Sec­de­den kal­kar­ken el­le­rin­den ev­vel diz­le­ri­ni kal­dır­mak.
38- Si­nek kov­mak.
39- Omuz­la­rı­nı açıp, ne­mâz kıl­mak.
Ne­mâ­zın müf­sid­le­ri: (Ya’nî, ne­mâ­zı bo­zan ve tek­râr kıl­ma­ğı îcâb et­di­ren şey­ler.)
1- Ne­mâz için­de dün­yâ ke­lâ­mı söy­le­mek. Ne­mâ­zın so­nun­da te­şeh­hüd mik­dâ­rı otur­duk­dan son­ra söy­le­se fâ­sid ol­maz. Se­lâ­mı terk ey­le­di­ğin­den do­la­yı gü­nâh­kâr olur.
2- Ken­di işi­te­cek ka­dar gül­mek. (Eğer baş­ka­la­rı da işi­te­cek ka­dar gü­ler­se, ab­des­ti de bo­zu­lur.)
3- Ah ve ağ­rı­dan ve sı­kın­tı­dan of de­mek. (Has­ta­nın ağ­rı­sı şid­det­li olup, bu­na müb­te­lâ de­ğil­se.)
4- Ses­li ola­rak ağ­la­mak. (Âhı­ret kor­ku­sun­dan do­la­yı ağ­lar­sa, za­rar et­mez.)
5- Za­rû­ret­siz bo­ğa­zı­nı ayık­la­mak. (Bo­ğa­zın­da tük­rük bi­rik­di­ği için çâ­re­siz olur­sa, fâ­sid ol­maz.)
6- Ge­ğir­mek. (Mec­bû­riy­ye­ti ol­maz­sa.)
7- Sa­kız çiğ­ne­mek ve­yâ bir­şey yi­mek ve iç­mek.
8- Ba­şı­nı ve sa­ka­lı­nı ta­ra­mak. Kıl ko­par­mak. Bir ye­ri­ni ka­şı­mak, keh­le öl­dür­mek ve­yâ tut­mak. (Ar­da ar­da bir rükn­de üç ker­re vâ­kı’ olur­sa.)
9- At üze­rin­de şe­rî’ate uy­gun ola­rak ne­mâz kı­lar­ken, hay­van yü­zü­nü kıb­le­den çe­vir­mek. İki aya­ğıy­la üzen­gi­yi yit­mek. Yâ bir aya­ğıy­la üç ker­re bir rek’at­de üzen­gi­yi yit­mek ve­yâ hay­va­nın yu­la­rı­nı üç ker­re tart­mak. Ve­yâ hay­va­na üç ker­re kam­çı vur­mak.
10- İki saf mik­dâ­rı yü­rü­mek. (Ama bir saf mik­dâ­rı yü­rü­yüp, dur­sa, tek­râr yü­rü­se bo­zul­maz.)
11- Sec­de­de iken iki aya­ğı­nı yer­den kal­dır­mak. (Ba­şı­nı ko­yup kal­dı­rın­ca, ayak­la­rı­nı ye­re as­la koy­ma­dı ise.)
12- Ce­mâ’at ile kı­lar­ken sa­ğın­da, so­lun­da ve önün­de ara­da per­de ol­mak­sı­zın yan ya­na ka­dın bu­lu­nur­sa. (Mec­nûn ol­sa ve­yâ kü­çük, bâ­lî­ga ol­ma­mış kız ço­cu­ğu ol­sa, if­sad et­mez.)
13- Özr­süz yü­zü­nü ve göğ­sü­nü bir­den kıb­le­den ayır­mak. (Yal­nız yü­zü­nü ayır­mak­la fâ­sid ol­maz.)
14- Ma’nâ­sı bo­zu­la­cak ka­dar kı­râ’eti yan­lış oku­mak ve­yâ bir harf ye­ri­ne baş­ka bir harf oku­mak. Ya’nî ve­lad­dal­lin’i zal-i mu’ce­me ile Es­sa­med’i şin ile, Et­te­hıy­yât’ı he ile, sı­rat’ı tı ile, vet­tin’i tı ile, Biz­zal­lam’i zâl-i mu’ce­me ve­yâ dâd-ı mu’ce­me ile, Fe­ter­da’ı zâ-i mu’ce­me ile, Ham­ma­let’el Ha­tab’ı tâ ile, Al­la­hü Ehad’ı tâ ile, El­ham­dü­lil­lah’ı ha ye­ri­ne he ile, Er­rah­mâ­nir­ra­hîm’i he ile, Süb­hâ­ne­rab­bi­ye­la­zîm’i dad ile, ya zâl-ı mu’ce­met ile, Li­men ha­mi­deh’i he ile, gay­ril’ ma’dû­bi’i zı ile ve­yâ zâl-ı mu’ce­met ile, E’ûzü’yü dal-i müh­me­le ile, Rıh­le­teş­şi­tâi’yi tı ile, Fel­mu­gî­râ­tı süb­hâ’yı ve te­va­sev­bil­hak’ı, Fî su­dû­rin­nas’ı; bu üçün­de sad’ı sin ile oku­sa ne­mâ­zı fâ­sid olur. İlâ­hir ...
15- Ara­ya­na ken­di­ni bil­dir­mek için ve­yâ se­si­ni gü­zel et­mek için ök­sür­mek.
16- Özr­süz far­zın bi­ri­ni terk et­mek.
17- İf­ti­tâh tek­bî­ri ken­di işi­te­cek ka­dar ol­ma­mak. Ve ken­di işi­te­cek ka­dar oku­ma­mak.
18- Ne­mâz kı­lar­ken dı­şa­rı­dan bi­ri ça­ğır­dık­da, ha­ber ver­mek için Lâ hav­le ve­lâ kuv­ve­te ve­yâ Süb­hâ­nal­lah de­mek. Eğer mu­râ­dı ne­mâz için­de ol­du­ğu­nu bil­dir­mek­se fâ­sid ol­maz.
19- Ağ­zın­da şe­ker olup, su­yu bu­ğa­zı­na kaç­mak.
20- Bir ka­dın, ce­mâ’at yok iken imâ­ma uy­sa, on­dan son­ra ce­mâ’at ge­lip, saf dol­duk­da, er­kek­le­rin sa­fı ka­dı­na ye­tiş­se, ka­dı­nın sa­ğın­da ve so­lun­da ve ar­ka­sın­da olan üç er­ke­ğin ne­mâ­zı fâ­sid olur.
21- İki eliy­le ya­ka­sı­nı, önü­nü ka­rış­dır­mak. Ba­şın­da­ki kis­ve­si­ni eliy­le çı­kar­mak. Yâ­hud çı­ka­rıp-giy­mek.
22- Ne­mâz için­de iken, bir mu­sî­bet işi­tip, (in­nâ lil­la­hi ve in­nâ iley­hi râ­ci­ûn) ve­yâ se­vinç­li bir şey işi­tip ve­yâ ak­sı­rıp, (El­ham­dü­lil­lah) de­mek.
23- Ne­mâz­da er­kek ka­dı­nı öp­mek.
24- Ne­mâz dü­âla­rın­da, al­tın, gü­müş ve­yâ sâ­ir dün­yâ me­ta’ına mü­te’al­lık bir­şey is­te­mek.
25- Şart ol­sun ve­yâ rükn ol­sun, kas­ten ve­yâ seh­ven far­zın ter­ki ne­mâ­zı if­sâd eder.

        Aşağıda  Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî  hazretlerinin nemâz risâlesinin orjinalinden bazı bölümler görüyorsunuz...