Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(El ulemâ vereset-ül enbiyâ.)* Efendimiz aleyhisselâm böyle buyuruyor. Yâni âlimler Peygamberlerin vârisleridir. Ne büyük ni’met içindeyiz kardeşim. 

Bu gün çok yoruldum efendim. Lâkin insanın kalbinde *(Allah)* sevgisi varsa, *(Din)* sevgisi varsa, o kalbin zindeliği, vücûdun yorgunluğunu giderir efendim. 

Ben zindeyim elhamdülillah. Bana; *(Çok yoruluyorsun, üzülüyoruz)* diyorlar. 

Evet yoruluyorum, ama insanın kalbinde *(sevgi)* varsa, *(hizmet aşkı)* varsa, muhabbet varsa, vücûdunun yorgunluğu ona te’sîr etmiyor. Yeter ki kalb zinde olsun. Ben zindeyim elhamdülillah. 

Benim kurtulmam, sizin kurtulmanız, hepimizin kurtulması, bu kitapların dağılması, hep Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin, bana; *(Sen lâf dinlersin)* iltifâtıyla olmuşdur. Sen lâf dinlersin dedi bana. Elhamdülillah. Allahü teâlânın ihsânı efendim. 

Ya kovsaydı, *(Git, artık gelme)* deseydi. Çünkü ben, en çok ondan korkardım efendim. *(Bir daha gelme)* diyecek diye ödüm kopardı. Bu korkuyla yüzlerine bakamazdım. Hep önüme bakardım. 

Âlimler, Allah korkusundan, kendilerini âdeta arslanın ağzının içindeki *(yem)* gibi görürler. Arslan ağzını kapatdığı zaman ölecek, o kadar Allahdan korkarlar. 

Ben, Abdülhakim Efendi hazretlerinin, her zaman tam karşısına otururdum. Hattâ, Eyüp Sultân câmiinde, ilk tanıdığımda, en önde, burun buruna oturmuşduk. 

Allahü teâlâ; *(Her istiyene veririm, bâzan da istemiyenler arasından seçdiğime veririm)* buyuruyor. İnnâ Fetahnâ leke sûresinin son âyet-i kerîmesidir bu. 

Bu âyet-i kerîmede hem adâlet, hem de ihsân var. Her istiyene veririm buyurması, *(adâlet)* dir. İstediğime veririm buyurması da *(ihsân)* dır. 

İstiyene nasıl verir? Meselâ benim gibi. Ben istedim, Rabbim de verdi. Askerî okulda, birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilecek ve tutamıyacak olanları ayırdı. 

Oruç tutmak istiyen (seksen) kişi vardı. Bunların içinden, güçlü kuvvetli olanlarından (otuz) kişiyi, *(tutabilir)* diye ayırdı. (Elli) kişiyi de, zaîf gördüğü için *(tutamaz)* diye ayırdı. 

Ben de ufak tefek ve zaîfdim. Beni de tutamıyacakların içine ayırdı. Hâlbuki ben tutmak istiyordum. Çünkü evimde, böyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. Bunun için üzülmüşdüm. 

Hemen doktora; *(Ben tutmak istiyorum)* dedim. O zaman doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. (Sen oruç tutacak adam mısın? Tutarsan sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün!) dedi. 

Doktor, iriyarı bir yüzbaşıydı. Ramezân-ı şerîf geldi, oruç tutacak olan (otuz) kişiye *(yemek)* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. 

Ben de orucumu tutdum. Hava çok sıcakdı. Doktor yüzbaşı oruç tutmuyordu. Askerler, onun öğle yemeğini, oruç tutan talebelerin arasından geçirirdi. Üstünü de *(açık)* geçirirdi. Nezâketen de olsa, üstünü örtdürmezdi. 

Daha sonra o doktor yüzbaşı görülmez oldu. Meğerse ölmüş. Bana; (Sen oruç tutarsan ölürsün) demişdi. Kendisi *(öldü)*. Ben, (seksen) senedir oruçlarımı tutuyorum.

Bunca sene, oruçdan dolayı (hasta) bile olmadım elhamdülillah. O doktor bana; (Sen oruç tutarsan sınıfda kalırsın) demişdi. Ben okulun *(birincisi)* oldum. 

Bir sonraki sene, oruç tutanların sayısı daha da azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *(ben)* kalmışdım. Ben, namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu, hademelerin odasına gider, kılardım. 

*(İlmihâl)* de de yazdım ya, bir kadir gecesi uyuyamadım. Duâ etdim, o gece, Allahü teâlâ bana *(Efendi)* hazretlerini gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrâfında *(nûrânî)* bir şekilde göründü. 

Efendim Evliyâlar, dostlarla düşmanları ayırd etmezler. Fakat dostlara giderler, dostların hastasını ziyâret ederler, cenâzesine giderler. Düşmanların ziyafetlerine ise gitmezler, ama bir bahâne uydururlar. 

Meselâ (hastayım, şöyleyim böyleyim) deyip gitmezler. Şimdi Enver âbi de öyle yapıyor. Enver Âbi’yi dâvet ediyorlar. Enver Âbi ne diyor? *(Böbreğim hasta, ameliyat oldum, ben gelemem)* diyor, başkasını gönderiyor. 

Eskiden dedelerimiz, her gün birkaç sâat *(Mektûbât)* okurlarmış. Çünkü büyüklerin sohbeti kalbi temizler. Eğer büyüklerin sohbeti ele geçmezse, o vakit rûhlarından istifâde edilmeye çalışılır. Peki bunun için ne yapılır? 

Rûhlarından istifâde etmek için *(râbıta)* yapılır. Ama râbıta zordur, herkes yapamaz. Râbıta yapmayı da beceremiyorsa, o zâtın *(kitapları)* nı okur. 

Bu yolla o zâtın rûhundan istifâde eder. Yâni rûhâniyetinden *(feyz)* alır. Feyz, *(nûr)* demekdir. Böylece kalbi temizlenir, nurlanır ve parlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder