İmanın gitmesine sebep olan hâller

 Sual: İmanın gitmesine sebep olan söz ve hâller var mıdır, varsa nelerdir?

Cevap: Konu ile alakalı olarak Miftâh-ul-Cennet kitabında deniyor ki:

“İmanı olduğu hâlde, ileride imanının gitmesine sebep olan şeyler kırk kadardır:

1- Bidat sahibi yani itikadı bozuk olmak. 

2- Zayıf yani amelsiz iman. 

3- Dokuz uzvunu doğru yoldan çıkarmak. 

4- Büyük günah işlemeye devam etmek. 

5- Nimet-i islama şükrünü kesmek. 

6- İmansız gitmekten korkmamak. 

7- Zulmetmek. 

8- Sünnet üzere okunan ezanı dinlememek. 

9- Anaya babaya âsi olmak. Onların İslamiyete uygun, mübah olan emirlerini sert sözle reddetmek. 

10- Doğru olsa bile, çok yemin etmek. 

11- Namazda tadil-i erkanı terk etmek. Tadil-i erkan, hiç hareket etmeden 'sübhanallah' diyecek kadar durmaktır. 

12- Namazı ehemmiyetsiz sanıp, öğrenmesine ve çoluk çocuğuna öğretmeye ehemmiyet, önem vermemek. 

13- Şarap ve fazlası sarhoş eden her içkiyi, az da olsa, içmek. 

14- Müminlere eziyet etmek. 

15- Yalan yere evliyalık ve din bilgisi satmak. Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeyip, kendini din adamı olarak tanıtmak. 

16- Günahını unutmak, küçük görmek. 

17- Kibirli olmak, yani kendisini beğenmek. 

18- Ucub, yani ilim ve amelim çoktur demek. 

19- Münafıklık, ikiyüzlülük.

20- Hased etmek, din kardeşini çekememek. 

21- Devletin ve üstadının İslamiyete muhalif olmayan sözünü yapmamak. 

22- Bir kimseyi tecrübe etmeden, iyi demek. 

23- Yalanda ısrar etmek. 

24- Ulemadan kaçmak, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumamak. 

25- Bıyıklarını sünnet miktarından ziyade fazla uzatmak. 

26- Erkekler ipek giymek. 

27- Gıybet etmekte ısrar etmek. 

28- Kâfir de olsa, komşusuna eziyet etmek. 

29- Dünya umuru, işleri için, çok gadaba gelmek, sinirlenmek.

30- Faiz almak ve vermek. 

31- Öğünmek için elbisesinin kollarını ve eteklerini fazla uzatmak. 

32- Sihirbazlık, büyü yapmak. 

33- Salih olan mahrem akrabayı ziyareti terk etmek. 

34- Allahü teâlânın sevdiği kimseyi sevmemek ve İslamiyeti bozmak için uğraşanları sevmek. 

35- Mümin kardeşine üç günden fazla kin tutmak. 

36- Zinaya devam etmek. 

37- Livatada bulunup, tövbe etmemek. 

38- Ezanı fıkıh kitaplarının bildirdikleri vakitlerde ve sünnete uygun okumamak. 

39- Haram işleyeni görüp de, gücü yettiği hâlde, tatlı dil ile menetmemek.

40- Nasihat vermek hakkına sahip olduklarına nasihat etmemek.”

(İslâm Ahlâkı)

Tefsîr ve Tevil

Ebü'l-Meyâmin Mustafa Efendi "rahmetullahi aleyh" hazretleri yirmibeşinci Osmanlı Şeyhülislâmıdır, buyurdular ki;


Tefsîr, beyan etmek ve keşfetmek demektir. Bildirmek ve açıklamaktır. (Tevil), rücû' etmektir. Tefsîr, bir mana vermektir. Tevil, çeşitli manalar arasından birisini seçmektir. Kendi reyi, görüşü ile tefsîr, câiz değildir. Tefsîr, rivayet ile yapılır. Tevil, dirâyet ile yapılır. Hadis-i şerifte, (Kur'ân-ı kerimi, kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa dahi, hata etmiştir) buyuruldu.


Resûlullah Efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) gelen haberlere ve âlimlerin tefsîrlerine ve tefsîr ilminin üsûlüne bakmadan ve Kureyş lügatini bilmeden ve hakîkat ile mecâzı düşünmeden, mücmel, mufassal ve umûmî ve husûsî olanları birbirinden ayırmadan ve âyet-i kerimelerin indirilme sebeplerini ve nâsih, mensûh olduklarını araştırmadan verilen manayı, Allahü teâlânın kelâmı olarak söylemek doğru değildir.

MÜTEVAZI OLANI,CENABİ HÂK YÜKSELTİR

Ehl-i sünnet âlimleri çok büyüktür. Çok ilm sahibidir, çok faziletlidirler. Peki efendim, bu âlimler niye büyük? Efendim, bunlar o kadar mütevazi insanlardır ki, onlar mütevazi oldukça, Allah onları yükseltti. O halde âlim, ne kadar alçak gönüllü olursa, o kadar yükselir. Âlim kendini ne kadar iyi bilmeye kalkışırsa, Hak indinde ve insanların nazarında o kadar kaybetmiştir. Bir insan kendini ne kadar büyük görürse, kibirlenirse, ben bilirim diye başını kaldırırsa, çenesinin altından onu aşağı çekerler, Allah indinde ve insanların gözünde küçülür. Sadece kendisi, kendisini büyük görür. Bir insan ne kadar mütevazi olursa, başını ne kadar aşağı indirirse, kibirlenmezse, başının üzerinden onu yukarı asılırlar, kendisini sadece kendisi küçük görür, fakat o kişi Allah indinde ve insanların gözünde büyüktür, kıymetlidir. İnsanın çenesinin altında bir zincir vardır. Bir de burnunun üstünde vardır. O kimse kendini yukarı çekmeye çalışsa, kibirlense, çene altındaki zincir onu aşağı çeker. Herkesden aşağı olur. Bir kişi tevâzu sâhibi olsa, kendini aşağı görse, zincir onu yukarı kaldırır, yükseltir. Kibir her şeye, her iyiliğe engeldir, kimde varsa sahibini alçaltır, sevimsizleştirir. Tevazu çok kıymetlidir, kimde varsa sahibini yükseltir, onu herkes sever.  Efendi hazretleri çok mütevâzi’ idi. Va’z ederken yakınındakilere, yavaşça, “Ağzımdan yanlış kelime çıkarsa ikaz edin. Çünki ben ma’nâları düşünürüm, kelimeye kıymet vermem” buyururdu. Bunu tevazûdan söylerdi. Hiç yanlış bir kelime söyleyip, ikaz edildiği olmadı. Şimdikiler; ma’nâdan haberi yok, yaldızlı kelimelerle konuşmaya çalışıyor. Efendi hazretlerinin kelime hazinesi çok zengindi. Aynı ma’nâya gelen sekiz on kelime söylerdi. Birinden anlamayan diğerinden anlasın, ondan da anlamayan öbüründen anlasın diye.


Hüseyn Hilmî Işık Efendi (rahmetullahi aleyh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim kitaplar, tamâmen *İslâm âlimleri* nin yazılarıdır kardeşim. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgiler* dir.


İşte bizim kitaplar, hep o *Büyükler* in yazıları olduğu için, bütün dünyâ hayrân kalıyor. Elhamdülillah. 


Bütün bu hizmetler, hep *Efendi* hazretlerinin bereketi, Onun himmeti ile oluyor kardeşim. Bizimle hiç alâkası yok. *Men hademe hudime*. Hadîs-i şerîfdir bu. 


Mânâsı şöyle: *Men*, bir kimse, *Hademe*, hizmet etdi. Yâni bir kimse hizmet ederse, *Hudime*, hizmet olundu. Yâni ona hizmet olunur. 


Bir kimse, bir müslümâna *Hizmet* ederse, muhakkak Allahü teâlâ da başkalarını ona hizmet etdirir. Onun için müslümânlara hizmet etmeyi *Ganîmet* bilmeli kardeşim. 


Birine bir bardak *Su* vermek yâhut bir *İşini* görmek, çok kıymetlidir. Muhakkak Allahü teâlâ onun mükâfatını dünyâda da, âhiretde de, ona bol bol verir. 


Dünyâda başkalarını, ona hizmet etdirir. Yâni başkaları da onun bir işini görür, bir ihtiyâcını giderir. *Âdet-i ilâhî* böyle. Hadîs-i şerîf bu. Cenâb-ı Hak bu hizmetleri bizlere nasîb ediyor.


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Âhir zamana doğru, öyle bir zaman gelecek ki, dînini, îmânını muhâfaza etmek, avcunda ateşi tutmak gibi olacak*.


Avuçda *Ateş* tutulur mu? Yanar insan. Avuçda ateş tutmak nasılsa; dînini, îmânını muhâfaza etmek de öyle olacak buyuruyor. Fitne, fesat zamânı. Onun için *Duâ* edeceğiz. 


*Allahümme Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten*. Yâni, Sen bize dünyâda iyilikler ver yâ Rabbî! *Ve fil âhireti haseneten*, âhiretde de iyilikler ver. 


*Ve kınâ azâbennâr*, sen bizi Cehennem ateşinden koru yâ Rabbî! Allahü teâlâ hepimize selâmet versin. Hâlimize şükredelim de, Allahü teâlâ, bu *Ni’meti* elimizden almasın. 


Rabbimize çok şükür, ni’metleri sonsuz. Evvelâ *Hayât* vermiş, sonra *Akıl* vermiş. Akıl vermeseydi hayvan gibi olurduk. Sonra, *Göz* vermiş, *Kulak* vermiş. *His uzuvları* vermiş. 


Eğer his uzuvlarını vermeseydi *Odun* gibi olurduk. İşitmez, görmez, söylemez bir insan! Yâni *Odun*. Eğer şükredilmezse, Allahü teâlâ bu ni’metleri alır kardeşim.

Şeyhülislâm Berdeî hazretleri

 Şeyhülislâm Berdeî hazretleri Anadolu'yu aydınlatan meşhûr velîlerdendir. Osmanlı pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında Isparta Vâlisi Hızır Bey'in dâveti ile Horasan'dan Anadolu'ya gelmiş Eğirdir'de, Eğirdir Gölü'nün kenarında Mezâr-ı şerîf denilen yerde yerleşmiştir. Kabri oradadır. Buyurdu ki:


"Ölüm ânında üç çeşit söz söylenir: Bâzılarına, ey Allah'ın kulu, sana Allah'ın rızâsını ve Cennet'ini müjdelerim, denir. Bâzılarına, ey Allah'ın kulu, sana cezânı çektikten sonra Cennet'e gideceğini müjdelerim, denir. Bâzılarına da, ey Allah'ın düşmanı, sana Allahü teâlânın gazâbını ve Cehennem'ini bildiririm, denilir." "Müslümanın din husûsunda nasîhati gizlemesi, yapmaması helâl olmaz. Kim nasîhati yapmazsa, Müslümanlara hîle yapmış olur. Müslümanlara hîle yapan, dîne hîle yapmış olur. Dîne hîle yapan da, Allahü teâlâya, Resûlullah efendimize ve müminlere ihânet etmiş olur."


"Münâkaşaya oturmak, fayda kapılarını kapatır."


"Bid'at ehli olanlar, başlarını ve vücutlarını toprakta gizleyip, kuyruklarını açıkta tutan ve yaklaşanı sokan akrepler gibidirler. İnsanlar arasında gizlenmişlerdir, yanlarına yaklaşanı bid'ate düşürürler, bid'at yayarlar."


"Allahü teâlâ semâyı yedi kat yarattı. Her katta mahlûklar ve melekler yarattı. Bunlar O'na ibâdet ve itâat ederler. Birinci kat, yâni dünyâ semâsında bulunanların ibâdeti korku ve ümid üzere bulunmaktır. İkinci semâda bulunanların ibâdeti, muhabbet ve hüzün üzere bulunmaktır. Üçüncü semâda bulunanların ibâdeti, minnet ve hayâ üzere bulunmaktır. Dördüncü semâda bulunanların ibâdeti, şevk ve heybet üzere bulunmaktır. Beşinci semâda bulunanların ibâdeti, münâcaat ve iclâl, saygı üzere bulunmaktır. Altıncı semâda bulunanların ibâdeti, inâbet, tövbe ve tâzim, saygı gösterme üzere bulunmaktır. Yedinci semâda bulunanların ibâdeti ise, mürüvvet, cömertlik ve kurb, yakınlık üzere bulunmaktır."


"Tövbe iki çeşittir. Biri avâmın tövbesi, biri de seçilmişlerin tövbesidir. Avâmın tövbesi günâhlardan tövbedir. Seçilmişlerin tövbesi gafletten tövbedir. Avâm ile havâssın, seçilmişlerin tövbelerinde fark vardır. Avâm, günahlardan ve kötülüklerden tövbe eder. Havâs ise bunları zâten işlemez. Fakat onların tövbesi yanılmaktan, gaflete düşmekten ve yaptığı ibâdet ve tâatı sebebiyle kendini beğenme korkusundan tövbedir.

MUALLİM VE MÜELLİM

Rahmetli Seyyid Ahmet Arvasî’nin başından geçen hatıra: Ahmet Bey 60'lı yıllarda Ağrı'nın Molla Şemdin köyüne ilkokul öğretmeni olarak tayin edilir. Başta muhtar Ömer bey olmak üzere köyün ileri gelenleri kendisini karşılarlar. Kalacağı eve yerleştirirler. Her türlü ihtiyacı karşılanır. 

Fakat bir şey dikkatini çeker. Köylüler hitap ederken kelimenin üzerine basa basa "Müellim Bey!" derler. Ahmet Bey "muallim" kelimesini telaffuzda zorlandıkları için "Müellim" dediklerini düşünür. 

Kısa zamanda köylüyle kaynaşır. Köy odalarında ve evlerdeki sohbetlere katılır. Onlarla camiye gider. Düğünlerinde bulunur, bayramları kutlarlar. Köylüden kopuk öğretmen değil, onlardan biri haline gelir. Kendilerine tepeden bakmayan, onlarla oturup kalkan, sevinçlerini paylaşan, dertlerine ortak olan bu genç öğretmeni köylüler bağırlarına basarlar. 

İş bu noktaya gelince kendisine söz birliğiyle "Muallim bey" diye hitap etmeye başlarlar. Bu durum Ahmet Bey"in dikkatinden kaçmaz. Merakını gidermek için muhtara sorar. Muhtar Ömer günlerdir bu sorunun sorulmasını bekliyordur zaten. 

Ağır ağır konuşmaya başlar "Evet Muallim Bey! Sana Önceleri 'Müellim' dememizin önemli bir sebebi vardı: Bugüne kadar köyümüze gelen öğretmenler hep bizden uzak kaldılar. Bizim dünyamıza giremediler. Onların ayrı dünyaları vardı, bizimle ilgisi olmayan, Avrupa'dan ithal kimseler gibiydiler. İnanç ve yaşayışımıza ters hayat tarzları vardı Hatta değerlerimizle alay da ediyorlardı. Ne aramıza katılır ne de camimizin yolunu bilirlerdi. Hal böyle olunca bizler çok üzülürdük, müteellim olurduk. Bunun için onlara 'elem, sıkıntı veren' mânâsında 'müellim' diyorduk. 

Onlar bu kelimenin manâsını bilmedikleri için bu hitabımızı telâffuz hatası zannediyorlardı. İlk günler seni de onlardan zannettik. Bunun için 'Müellim' dedik. Sonra baktık ki; sen onlara benzemiyorsun, bizden birisin. Bunu anlayınca 'Müellim'i bırakıp 'muallim' demeye başladık.

HAZRETİ HÜSEYİN­’İN KIZLARI

 Pey­gam­be­ri­mi­zin sev­gi­li to­ru­nu Haz­ret-i Hü­se­yin, Ker­be­lâ’da şe­hit edi­lin­ce, hi­mâ­ye­siz ka­lan kız­la­rı Fâ­tı­ma 12, Sâ­ki­ne 11 ya­şın­da şa­kî­ler ta­ra­fın­dan Ana­do­lu’ya ka­çı­rı­lıp Bi­zans’a sa­tı­lır. O za­man­ki Tek­fur bu du­rum­dan is­ti­fâ­de et­mek is­ter ve on­la­rı râ­hi­be yap­mak için her tür­lü çâ­re­ye baş­vu­rur. 


Ön­ce çok iyi kar­şı­la­yıp, in­ci­ler, mer­can­lar, uşak­lar, ara­ba­lar, el­bi­se­ler... için­de bir mi­sâ­fir gi­bi ba­kar­lar. Kız­lar; “Bu ih­ti­şâ­mın bir be­de­li ol­ma­lı­dır.” di­ye dü­şü­nür­ler. Baş­ta ibâ­det­le­ri­ni ser­best­çe ya­par­lar.


So­nun­da Tek­fur ger­çek yü­zü­nü gös­te­rir. “Bi­zans­ta ya­şı­yor­su­nuz, bi­zim gi­bi ol­ma­lı­sı­nız!..” der. Ma­nas­tı­ra gön­der­mek is­ter fa­kat ka­bul et­mez­ler. Kız­la­rı süs­lü oda­la­rın­dan alıp iz­be deh­liz­le­re gön­de­rir. 


Çok sı­kın­tı çe­ker­ler. Ku­ru bir ek­mek ve bir maş­ra­ba su. Ko­ri­dor­lar­dan kah­ka­ha ve çığ­lık ses­le­ri ge­lir. Tek­fur on­la­ra 40 gün müh­let bi­çer, ya ma­nas­tı­ra ya­hut...


Kra­li­çe ara­ya gi­rin­ce, sert­lik­le de­ğil yu­mu­şak­lık­la hâl­let­mek için ken­di kız­la­rı 14 ya­şın­da­ki Ka­te­ri­na’yı, on­la­ra ar­ka­daş ola­rak gön­de­rir­ler. Mak­sat­la­rı ken­di din ve ya­şa­yış­la­rı­nı sev­dir­mek. Fâ­tı­ma ve Sâ­ki­ne mi­sâ­fir­le­ri­ni dost­ça kar­şı­lar­lar. 


Pren­ses bu iki kı­zı çok se­ver ve on­lar­dan çok et­ki­le­nir. Ha­yat­la­rı, ya­şa­yış­la­rı, ah­lâk­la­rı ve din­le­ri ile il­gi­li so­ru­lar so­rup bü­yük bir hay­ran­lık­la din­ler. On­la­rın bir­çok ke­râ­me­ti­ne şâ­hit olup Müs­lü­man olur. Ar­tık on­lar­dan hiç ay­rıl­maz. “Ne söy­lü­yor­sa­nız, ne ya­pı­yor­sa­nız doğ­ru­dur.” de­di­ği için kız­lar ona Sı­dı­ka is­mi­ni ve­rir­ler. 


Zin­dan­dan ha­ber so­ran an­ne ve ba­ba­sı­na; “Çok iyi gi­di­yor, şa­şır­ma­ya ha­zır olun!” der. Ama sa­yı­lı gün ça­buk ge­çer ve 40. gün ve­dâ­laş­ma vak­ti ge­lir. Sı­dı­ka; “Ne mut­lu si­ze, şe­hit ola­rak sev­dik­le­ri­ni­ze ka­vu­şa­cak­sı­nız. Ben ise...” der. 


Fâ­tı­ma bir ka­ğı­da Sı­dı­ka’nın Müs­lü­man ol­du­ğu­nu ya­zar ve el­le­ri­ni açıp baş­lar du­â­ya. Di­ğer­le­ri âmin der. Bi­raz son­ra üçü bir­den ve­fât eder­ler. Hep­si, İs­tan­bul’da Fatih-Kocamustafa’da Sümbül Sinan Efendi Camisi bahçesinde gö­mü­lü­dür­ler.

                                  

İr­fan Öz­fa­tu­ra   

TÜRKİYE GAZETESİ              

26.12.1998

Allah adamına peki diyenin kurtulmamak ihtimâli yokdur

Seyyid Abdülhakim Arvâsi hazretleri “kuddise sirruh” buyurmuşlar ki; Bir mü’min İslâmiyyetin tamâmını öğrense, tamamı ile amel etse, bunun kurtulmak ihtimâli vardır. Fekat bir Allah adamına peki diyenin, yapdığı kusûrlara rağmen, kurtulmamak ihtimâli yokdur.


Herşeyin kıymeti, zıddı ile anlaşılır. Gece olmasa gündüzün, hastalık olmasa sıhhatin kıymeti bilinmez. Kötüler olmasa, iyilerin kıymeti bilinmez.


Dünyâyı tanıyan ondan soğur, âhireti tanıyan ona ısınır. Hak teâlâyı tanıyan, O’nun rızâsını tercih eder.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben Ankara’dan, *Efendi* hazretlerini görmek için İstanbul’a gelirken, çoğu kere trende yer bulamayıp, *Ayakda* gelirdim. 


Yine bir defâsında, ayakda geldim. Sonra vapurla Eyüp Sultâna ve doğruca *Dergâha* varıp gördüm ki, içerisi kapıya kadar dolu. Kapıdan içeri girip, hemen *Boş* bir yere oturdum. 


Kapıdan içeride olduğuma şükretdim. Şimdi siz de, bu kapının içindesiniz ya, ister *Divan* da olun, ister *Yerde* oturun, neresi olursa farketmez kardeşim. 

********

*Kur’ân-ı kerîm* okumak, ibâdetlerin en *Kıymetli* sidir. Çünkü bu, Allahü teâlâ ile konuşmak oluyor. Namaz, niçin çok efdâldir ? Çünkü namazda *Kur’ân-ı kerîm* var. 


*Mevlid* okumak niçin çok sevapdır? Çünkü mevlidde *Kur’ân-ı kerîm* okunuyor. Kur’ân-ı kerîm okumak bütün ibâdetlerin en efdâlidir. 


Hadîs-i şerîfde ne buyuruldu? *Namazda okunan Kur’ân-ı kerîm, namâzın hâricinde okunan Kur’ân-ı kerîmden daha efdâl ve daha hayrlıdır*. 

********

Bizler dünyânın en bahtiyâr insanlarıyız kardeşim. Niçin? Çünkü Rabbimiz bizi *İnsan* yaratmış. Sonra *Müslümân* yaratmış. Sonra Habîbine *Ümmet* yaratmış. Ne büyük seâdetdir bu. 


Sonra, sevdiklerini tanıtmış ve onların *Yolu* nu göstermiş, onun için çok bahtiyârız. Allahü teâlânın dînine hizmet edecek *Mücâhid* ler yetişiyor, elhamdülillah. 


Kim yetişdiriyor bunları? Allahü teâlâ. Nitekim kendisi, Kur’ân-ı kerîminde; *Bu dîni, ben muhâfaza ederim. Muhâfaza etmek için de sebebini yaratırım* buyuruyor. 


Pekii, o sebep nedir? İşte bu *Mücâhid* lerdir. Yâni sizlersiniz. Sizin gibi mücâhidler, İslâma hizmet edecek, bizim de mezarda rûhumuz *Şâd* olacak. 


Siz islâma hizmet ederken, bizim de mezarda çürümüş vücûdumuz, rûhumuz inşallah *Şâd olur*. Çünkü biz kabirde iken, sizin bu hizmetlerinizden haber alırız, melekler *Haber* verirler kardeşim.

Seyyit Kutup kimdir?

Yazdığı kitaplarından örnekler vererek kendisini tanıtalım:

Adı Seyyit ise de, kendisi seyyid değil, fellahtır. Başta Eshab-ı kiram olmak üzere, Ehl-i sünnet büyüklerine dil uzatmıştır. Kur’an-ı kerimi, kendi kafasına göre tefsir etmiştir. İbni Teymiyyeci ve mason Abduhcu, sosyalist zihniyetli bir mezhepsizdir. Kitapları, Türkçeye tercüme edilirken galiz hatalar çıkarılmıştır. Bu hâliyle bile, tercümelerde büyük hatalar vardır. Türkçe tercümelerinin sayfa numaralarını da vererek görüşlerini ve maksadını açıklıyoruz:

Bekir Sadak tarafından tercüme edilerek (Cihan Sulhu ve İslam) ismi verilen kitaba bakıyoruz:

(İslamiyet, diğer dinlere nefret manasını taşıyan dinî taassubu asla kabul etmez.) [C. Sulhu s. 22]


Hristiyan ve Yahudi gibi kâfirleri sevmemek, taassup olarak gösterilmektedir. Hâlbuki Allah dostlarını dost, Allah düşmanlarını düşman bilmeyenin imanı geçersizdir. İki âyet-i kerime meali şöyledir:

(Müminler, müminleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allahü teâlânın dostluğunu bırakmış olurlar.) [Âl-i İmran 28] (Allah'ın dostluğunu bırakan da kâfir olur.)

(Ey müminler, Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin!) [Maide 51]


Yine diyor ki:

(İslam, bütün insanlığı birbiriyle yardımlaşan bir tek birlik sayar. Hattâ İslam’a göre bütün insanlar yekdiğerine yakın bağlarla bağlı olan bir ailedir. Allah’ın adaletinden eksiksiz faydalanma babında, ırk, renk ve din ayrımı yapmadan bütün beşeriyete mutlak adaleti vâdeder.) [C. Sulhu s. 32]


İslam’a göre kâfirlerle Müslümanlar bir aileymiş(!). Bugüne kadar hangi İslam âlimi böyle söylemiştir? İnsanların kardeş olduğunu masonlarla hümanist sosyalistler söylemektedir. Dinimiz, (Ancak Müslümanlar kardeştir) buyuruyor. Evet dinimizde ırk ve renk ayrımı yapılmaz, ama din ayrımı yapılır. Müslümana, zimmiye ve kâfire ayrı ayrı muameleyle emredildik. Müslümandan uşur ve zekât alındığı hâlde, zimmiden zekât değil, harac ve cizye alınır. Müslüman zekât vermeye, namaz kılmaya cebredilir, fakat kâfirler zorlanamaz. İslam âlimlerinin bu hükümleri mevcutken, sosyalist kafalı yazar, kendi başına kurallar koymaktadır.


Nisa sûresi 95. âyet-i kerimesinde, (Allah’ın dinini yaymak için, mallarıyla canlarını feda ederek din düşmanlarıyla cihad edenler, evlerinde ibadet edenlerden daha üstündür) buyurulurken Mısırlı sosyalist şöyle zırvalıyor:

(İslam’ın harpten gayesi hiçbir zaman, zorla Müslümanlığı kabul ettirmek değildir.) [C. Sulhu s. 32]


Bu fikirlerine delil olarak T.D. Arnold isimli bir gayrimüslim gösteriliyor. (C. Sulhu s. 32)


Ne diye bir İslam âliminden değil de, bir yabancıdan delil gösteriliyor? Çünkü ona göre kâfirle Müslüman eşittir, hattâ yabancılara karşı hayranlığı daha fazladır. Öyle olmasaydı, bu kadar müfessirlerimizin birinden nakil yapardı. (İmam-ı Gazali böyle buyurdu) derdi. Böyle demiyor, (Arnold böyle dedi) diyor.


S. Kutup (Fi-zılal) isimli tefsirinde ise, yukarıdaki âyet-i kerimeyi açıklarken, harbin, Allah nizamını beşeri hayata hâkim kılmak için yapılmasının gerektiğini yazmak mecburiyetinde kalmış, böylece tenakuzu meydana çıkmıştır. Yine Fi-zılal’de, (İslam, kendisine inanmayanları zorla davet etmez) diyor. Bir taraftan da, dine davet için savaş yapılmasını söylüyor. Az sonra da, (Savaşla, zorla dine davet olmaz) diyor. Hâlbuki âyet-i kerimede mealen buyuruldu ki

(Hak din olan İslam’ı kabul etmeyen kâfirlerle, cizye verinceye veya hak dini kabul edinceye kadar savaşın!) [Tevbe 29]


Dinimiz kâfirleri Müslüman yapmak için cihadı emrettiğinden dolayı, Eshab-ı kiram yeryüzüne dağılıp ölünceye kadar cihad ettiler. İstanbul’u fethetmek için kaç kere sefer yapılmıştır. Eyyüb Sultan hazretleri 80 yaşında bunun için İstanbul’a gelmiştir. S. Kutba göre ise, (Bütün insanlar birbiriyle kardeştir, nasıl olur da zorla savaşılır? Kâfirleri Müslüman yapmak için yapılan cihad barbarlıktır.)


S. Kutup bir taraftan, (Müslümanlar ihtilalci olur, ihtilalle başa geçer) derken, bu kitabında da şöyle demektedir:

(İktidara geçmek isteyen, ancak bir tek yoldan bu makama ulaşır: Halkın mutlak arzusu ile, hür seçim yolu ile.) [C. Sulhu s. 119]


Dinimizdeki seçim şekilleri farklıdır. Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık, tayin suretiyle, Hazret-i Ömer’i seçmiştir. Hazret-i Ömer de, halife seçimini altı kişilik bir şûraya havale etmiş, Hazret-i Osman’ı da bu altı kişilik şûra seçmiştir. Ondan sonra biatler yapılmıştır. Mevdudi de, S. Kutup gibi aynı hezeyanı savurmaktadır. Bunların bildirdiği gibi, dinimizde günümüzdekilere benzer bir seçim sistemi yoktur. Dinimizde insanlar kabiliyetleri yönüyle eşit olmadığı gibi, Müslümanlar da, kendi aralarında bile eşit değildir. İnananla inanmayanın oyu eşit değildir. İmam-ı Gazali’nin oyu ile dağdaki çobanın veya çöldeki fellahın oyu eşit değildir. Herkesle istişare edilmez.


Dinimizde, ancak ilim ehliyle, bilenlerle istişare edilirken, S. Kutup, istişareye bile herkesin iştirak etmesini isteyerek şöyle diyor:

(Meşveretin icabı, insanların işlerini idare hususunda hepsinin iştirakinden ibarettir.) [C. Sulhu s. 120]


Mümin kâfir, âlim cahil, salih fâsık ayırt etmeden, eşitlik esası üzerine herkesi davet ediyor. Bu sapık fikrine de İslam diyor.


S. Kutup önceleri sosyalistti. Bir kimsenin öncelerinin sosyalist olması onu kınamayı gerektirmez. Fakat dinimizi sosyalist açıdan anlatmakta, Marksistliğin tesirinden kurtulamadığı ve hâlâ sosyalistliğine devam ettiği görülmektedir. Zekât konusunda ise Marksistliğini hiç gizlememektedir.


Zekât, malın belli bir kısmını Kur’an-ı kerimde bildirilen sınıflara vermektir. Zenginin zekâtını, fakirin eline vermesi gerektiğini bütün Ehl-i sünnet âlimleri bildirmektedir. Meşru hükûmet, aldığı zekât parasıyla, yol köprü yaptıramadığı gibi hiçbir hayır kurumuna da veremez. Zekât, yalnız bu sınıftakilerin hakkıdır. Kur’an-ı kerimde, bildirilen bu hakkı, herhangi bir mezhepsizin değiştirmeye hakkı yoktur. Marksist ruhlu diyor ki:

(Şurası bir gerçektir ki, zekât adını taşıyan bu vergiyi, her vergiyi tahsil ettiği gibi, ancak devlet tahsil eder. Ve yine cemiyetin ihtiyaç ve şartlarına göre değişebilen belirli bir usul dâhilinde sarf edilmesiyle vazifeli olan da devlettir.) [C. Sulhu S. 152]


S. Kutup zekâtı, günümüzdeki devletlerin topladığı vergiler gibi görüyor. Hâlbuki zekât, fakirin hakkıdır. Cemiyetin ihtiyaçlarına sarf edilmez. Sarf edilmesi dört mezhebe aykırıdır, mezhepsizliktir. Sosyalist Kutbun dini tahrif edici bir başka ifadesi de şöyledir:

(Devlet, ordu kurmak ve onu silahlandırmak için, az olsun, çok olsun, her servetten %2,5 nispetinde bir vergi alınmasını mecburi kılan bir kanun vazetse ve bu vergiden gelen varidatı umumi sarfiyat bölümlerinden askerin masrafına tahsis etse, vay efendim, asker dilencilik etme durumuna düşürüldü, şan ve şerefi ayaklar altında çiğnendi mi denecektir?) [C. Sulhu S. 152-53]


Dinimizde yeni kanunlara ihtiyaç yoktur. Hangi servetten ne miktar zekât, uşur alınacağı bellidir. Bir kere, her servetten zekât alınmaz. Her servetin bir limit noktası vardır. Az olsun, çok olsun denmez. Mezhep imamları dinimizin koyduğu ölçüleri bildirmişlerdir. Havâic-i asliyye denilen lüzumlu ihtiyaç eşyası zekâta tâbi değildir. Zekât her servetten % 2,5 alınmaz. Saime hayvanların zekâtı verilir. Yük taşımak için, yün için beslenen hayvanların zekâtı verilmez. Deve zekâtı beşte birdir. Fakat miktar arttıkça verilecek zekât durumu da değişmektedir. At hayvanı için nisap yoktur. Her at için bir miskal altın verilir.


Belli bir kilodan sonra uşur vermek farz olur. Hayvan gücü, dolap vesaire ile sulanan arazilerde uşur % 5 iken salma su ile sulanabilen arazilerde % 10’dur. S. Kutbun dediği gibi her servetten % 2,5 alınmaz. Dinin bildirdiği hudutlardan dışarı çıkılmaz. S. Kutup, mezhep imamlarının bildirdiği hükümleri din kabul etmeyip, kendi görüşünü din kabul ettiği için böyle saçmalamakta, az olsun, çok olsun, her servetten % 2,5 vergi alınmak için kanun konabileceğinden bahsetmektedir. Dinimiz, binek için olan, yük taşımak için olan hayvanın zekâtı olmaz derken, S. Kutup, her servet tâbirini kullanmaktadır. Dinimizin bütün hükümleri bildirilip, Ehl-i sünnet âlimlerince de, açıklandığı için yeni bir kanuna, S. Kutbun dediği gibi % 2,5’luk vergiyi mecbur kılacak bir kanuna ihtiyaç yoktur. Öyle bir kanun konursa da, onun adı vergi olur, zekâtla ilgisi olmaz.


Yine C. Sulhu kitabının 153. sayfasında aynı hezeyanı savurmakta, şöyle demektedir:

(Zekât bir elden çıkıp diğer ele geçen ferdi bir ihsan ve sadaka değildir. Eğer bugün bazı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleriyle ayırıp yine kendi elleriyle dağıtıyorsa, bu İslam’ın kıldığı bir şekil ve nizam değildir.) [C. Sulhu s. 153]


Hâlbuki yeminle bildirilen hadis-i şerifte, fakir akraba varken başkalarına verilen zekâtın makbul olmayacağı bildirilmektedir. Müslüman bir millet zekâtını elden fakirlere veriyorsa, devlet buna karışamaz.

S. Kutup, C. Sulhu kitabında, (Zekâtı verilmiş de olsa, malı saklamak suçtur) diyor. (s. 149)


Hâlbuki zekâtı verilmiş olan malı, saklamak suç değildir. Hadis-i şerifte, (Zekâtı verilmiş mal, kenz yani biriktirilmiş, istif edilmiş mal değildir) buyuruluyor. (Ebu Davud)


Yani bir zengin malının zekâtını vermişse, o malını saklayabilir.


Dinin emirlerinin kanun şeklini aldığı Mecelle’de, Dürr-ül-Muhtar’da ve hadis-i şerifte, bir kimsenin özel malının onun rızası olmadan alınamayacağı, kullanılamayacağı bildirilmektedir. Fakat Kutup, C. Sulhu kitabında, (Devlet, özel mülkiyetten ihtiyaç kadar, iade etmemek üzere, alır ve toplumun umumi ihtiyaçlarına sarf eder) diyor. (s. 149,150)


Hâlbuki hükûmet, zimmîlerin de mal, can ve ırzlarını korumakla vazifelidir. Özel mallarını almaya hakkı yoktur. Devletin genel ihtiyaçları, ancak beytülmalden sarf edilir. Beytülmalde tüyü bitmemiş çocuğun hakkı vardır. Beytülmal ile sosyalist devlet hazinesi bir değildir. Halkın elinden özel malını almak, sadece komünizmde vardır. Demek ki, kapitalizm düşmanlığı komünizm hayranlığını doğurmuş. Hiçbir muteber kitaptan nakil yapmadan, kendi kafasına göre yazıyor ve sonunda da şöyle diyor:

(İşte İslam budur.) [C. Sulhu s. 150]


Diğer mezhepsizler gibi, (İslam düşüncesi) tâbirini kullanmaktadır. (C. Sulhu s. 167).


Bütün mezhepsizler, İslam düşüncesi, İslam nazariyesi, İslam teorisi, faiz nazariyesi gibi tâbirleri kullanmaktadır. Düşünce, nazariye, teori gibi ifadeler şüpheyi gerektirir. Mutlak bir hükmü belirtmez. İslam ise kesin bir hükümdür. Faiz nazariyesi değil, faiz hükmü denir. İslam düşüncesi denilmez, İslam dini gibi kesin bir ifade kullanmak gerekir.

***

Dua etmek İslamiyet değilmiş!

S. Kutbun, İslami Etütler isimli kitabını Hasan Beşer tercüme etmiş, 2. baskısında İslamiyet’i şöyle tarif ediyor:

(Dualar mırıldanmak, tesbih tanelerini şıkırdatmak, aman Allah’ım sen koru, sözlerine dayanmak, gökten hayır, doğruluk, hürriyet ve adalet yağacağına güvenmek İslamiyet değildir.) [İ. Etütler s. 35]


Neler İslamiyet değilmiş? 1- Dua etmek 2- Tesbih çekmek 3- (Aman Allah’ım sen koru!) demek 4- Yapılan dua vasıtasıyla gökten hayır yağacağına güvenmek.


Her maddeye cevap verelim:

1- Allahü teâlâ duayı emrediyor, bu ise dua ile alay ediyor. Hâlbuki Peygamber efendimiz, (Dua, müminin silahıdır) buyuruyor. Duayı inkâr hakkında dinimizin hükmü şudur:

(Duayı inkâr eden kâfir olur.) [Fetava-i Fıkhiyye s. 149]


2-Tesbih çekmek dinin emridir. Tesbih şıkırdatmak tâbirini kullanarak, sünnet olan tesbihle alay ediyor. Hâlbuki sünnetle alay da küfürdür.


3- (Aman Allah’ım) demek Allahü teâlânın emridir. Allahü teâlânın emri ile alay etmek küfürdür.


4- Yapılan dua vasıtasıyla gökten hayır yağacağına güvenmek, tevekkül etmek Müslümanlık değilmiş. Rabbimiz dilerse gökten rızık da yağdırır, mezhepsizlerin başına taş da yağdırır. Yağdıramaz sanmak küfürdür.


Bilindiği gibi komünizmde mal, cemiyetin mülküdür. Dinimizde ise özel mülkiyet vardır. Herkes mülkünün sahibidir. Ancak şahsın, zekâtı ve uşru Cenab-ı Hakk'ın gösterdiği yerlere, bildirdiği kadar verme mecburiyeti vardır. Bunun dışında kimseye sadaka vermek, ödünç vermek mecburiyetinde değildir. Ama sevab kazanmak isteyen, dilediği yerlere dilediği kadar hayır yapmakta serbesttir. Hâl böyleyken, sosyalist ruhlu adam, Müslümanlığı komünistliğe uydurmak için diyor ki:

(Mal, cemiyetin mülkiyetinde olduğundan ve ferdin vazifesi ondan yararlanmaktan öte gitmediğinden, cemiyetin başka fertlerinin de, bu mala ihtiyacı olduğunda yahut yararlanmak istediklerinde, içtimai tesanütü tahakkuk ettirmek bakımından fert onlara faizsiz borç vermekle mükelleftir.) [İslami Etütler s. 74]


Dediğini tekrarlayalım:

1- (Mal cemiyetin mülkiyetindedir) demekle komünistler gibi özel serveti kabul etmiyor.


2- (İçtimai tesanütü [sosyal dayanışmayı] tahakkuk ettirmek için zenginler fakirlere borç para vermekle mükelleftir) diyor. Dinimizde bir kimseyi ödünç vermeye mecbur etmek, zulüm olur, gasp olur.


S. Kutup, İslam âlimlerinin hükümlerine ters olarak, kendi kafasına göre her çeşit zekâtı devlete aldırtıyor, sonra da şöyle diyor:

(Zekât, elden ele verilen ferdi bir bağış değildir.) [İ. Etütler s. 75]


Bir zengin, zekâtını hadis-i şerifte ve fıkıh kitaplarında bildirildiği şekilde, fakir akrabasının eline verse, S. Kutba göre bu dine uygun değildir. Dinimizin koyduğu hükmü beğenmeyene ne denir?


S. Kutup da, diğer mezhepsizler gibi, dinimizi vahy-i ilahi olarak kabul edemiyor, kesin hükümler topluluğu olarak inanamıyor. Dinimizi bir teori olarak kabul ediyor. Teori yani nazariye demek, henüz kesin olmayan, düşünce alanında kalan bilgi demektir.


İslam nazariyesi, İslam sosyalizmi, İslam faşizmi, İslam felsefesi gibi terimler dinde şüphe gerektiren ifadelerdir. S. Kutup İslam’a nazariye, bâtıl sistemlere de kuvvetli nazariye diyor. Hiç İslam dini bâtıl nazariyelerle mukayese edilebilir mi? İslam’ı nazariye, insan düşüncesi zanneden cümleleri şöyledir:

(Bugün onları Peygamber (s.a.s)’in zamanında yapmış olduğu şekilde, kısa ve mufassal bilgilerle İslam’a davet etmemiz kifayet etmez. O devirde bugünkü gibi İslam nazariyesi karşısında duran teferruatlı içtimai nazariyeler yoktu.) [İ. Etütler s. 32]


Bu cümlede kaç hata vardır?

1- Bâtıl sistemlere, (teferruatlı içtimai nazariye) deniyor.


2- Dinimiz, İslam nazariyesi yani görüş, düşünce olarak gösteriliyor, teferruatlı veya teferruatsız olup olmadığı bildiriliyor.


3- Peygamber aleyhisselam ile Eshab-ı kiramın davet şekli kifayetsiz bulunmaktadır.


İslam’a davet bir ibadettir. Her ibadette olduğu gibi bunda da en kâmil daveti şüphesiz Peygamber efendimiz yapmıştır. Onun davetini beğenmeyen mezhepsizlere ne denir?


S. Kutup, hümanist bir düşünceyle bütün bâtıl ve bozulmuş dinlere de, hürriyet verilmesini istiyor. Üstelik (İslam böyle emrediyor) diyor:

(Marksizm, dünya çapında bir nizama davet ettiğini iddia eder. Fakat hangi nizam olursa olsun, inanç hürriyetini sağlamadıkça, din hürriyeti ikame edilemez.) [İ. Etütler s. 84]


Kendisi sosyalist olduğu için, Marksizm’in dünya çapında bir nizama davet ettiğini söylemesi yadırganamaz. Fakat (Hangi nizam olursa olsun) ifadesinin içinde İslam nizamı da vardır. Olduğunu zaten az ileride kendisi de açıklamaktadır. İslam inanç hürriyetini sağlar diyor:

(Biz, bütün inançları aynı eşitlikte ve hürriyetle gölgesinde ilerleyebileceği bir nizama davet ederiz. Bu nizamda inanç hürriyetini korumak devletin ve Müslüman cemiyetin zaruri vazifesidir. Hem bu nizamda gayrimüslimler özel hâllerinde kendi dinlerine intisap edebilirler. Bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahip, aynı kanunlara bağlı ve eşit mesuliyetlerle yüklüdür.) [İ. Etütler s. 85]


Allah katında tek hak din yalnız İslamiyet’tir. Bu bakımdan S. Kutbun dediği gibi, bütün inançlar, aynı eşitliğe ve aynı hürriyete sahip değildir. İslam nizamında bir Müslümanla bir gayrimüslim imtiyazsız olarak aynı haklara sahip değildir. Eşit mesuliyetlerle yüklü değildir. İslam nizamında Müslümanlar, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlüdür. Fakat İslam nizamında yaşayan gayrimüslimler, yani zimmiler ise, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlü değildir. Onlar harac verirler. Kanunlar eşit olarak uygulanmaz. Fasığın da, kâfirin de, şahitliği muteber değildir. Zimmiler imam olamadığı için, halife de olamaz. Hâkim de olamaz. Daha birçok görevler bunlara verilmez. Nerede imiş o eşit hükümler?


S. Kutup insanları nereye çağırıyor:

(Biz bütün vatandaşları, umum gelir kaynaklarından müsavi [eşit] hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız. Çünkü bu nizamda, mülkiyet esas itibariyle Allah tarafından yetki verilmiş olan cemiyete aittir. Ferdî mülkiyet geçicidir ve ancak faydalanma şuurları dâhilindedir. Lüzum görüldüğünde fazla malları alma hakkı cemiyetindir.) [İ. Etütler s. 86]


S. Kutbun çağırdığı nizam budur. Bu nizamda mülkiyet esas itibariyle cemiyete aitmiş. Mülkiyet yalnız komünizmde cemiyete aittir. Bu da komünizmde göstermelik olup, aslında küçük bir üst grup, (Fakirlere dağıtacağız) diyerek, zenginlerin mallarını alıp kendileri kullanır. Kendileri kullanmasalar bile, zenginlerin mallarını almak, çalışıp kazanmayı suç saymak, bir zulümdür. Mallarımız elimizden alınacak diye hiç kimse çalışmaz, mal biriktirmez, zenginlerin malına göz diker.


S. Kutup s. 89’da, (İslâm’ı ya bütün olarak alın yahut bırakın!) diyor. Hâlbuki İslâm âlimleri bir şeyin tamamı mümkün değilse, mümkün olanı almak gerektiğini belirtmişlerdir. Oruç tutmayana veya tutamayana namaz da kılma denir mi? Dinimizde zengin, sadece zekât, uşur, sadaka-i fıtır gibi malî ibadetlerle yükümlüdür. Bundan başka zengin, bir şey vermeye mecbur değildir. Ama S. Kutup diyor ki:

(Devlet lüzumu hâlinde cemiyetini korumak için ihtiyacı olan parayı varlıklı fertlerden kayıtsız şartsız alabilir.) [İ. Etütler S. 92]


Kayıtsız şartsız alır diyor. Mezhepsiz, tam komünistliği tarif ediyor, adına da İslam diyor.


Dinimize göre, zimmîlerden haraç, cizye gibi vergilerin haricinde başka bir mal alınamaz. S. Kutbun hiçbir mezhebe uymayan bu bozuk fikirleri komünistliktir. Komünistler, S. Kutbun heykelini dikseler, kendilerince uygun iş yapmış olurlar. S. Kutup, (Ya hep ya hiç) fikrinde şöyle ısrar etmektedir:

(Bugün İslâm adına, kadının parlamentoya girmesini istemeyen, çalışmaktan men edilmesi için haykıranlar, kendilerini bu tarafa iten duygularına saygımla birlikte, meselelerin hepsini bu ayrıntılara inhisar ettirmekle İslâm’ı kolaya ve eğlenceye aldıklarını söylememe müsaade etsinler.) [İ. Etütler s. 94]


Mısır’da bazı Müslümanlar, dinin tamamının tatbikinin, yozlaşmış bir hükûmetten istemenin manasızlığını düşünerek, bir kısmının olsun şimdilik tatbik edilmesini istemişlerdir. S. Kutup, bunlara kızıyor, ya tamamını isteyeceksiniz veya hiç diyor. Sonra bu Müslümanları İslâm’ı eğlenceye almakla itham etmektedir. Eğer bunlar İslâm’ı eğlenceye almışlarsa küfre düşmüşlerdir. Küfre düşen bu insanların bu fikirlerine nasıl saygı duyulur? Küfür olan bir fikre saygı duymak küfür değil mi? S. Kutup bu Müslümanların bu duygularına saygı duyduğunu da belirtiyor, S. Kutup için fikir fikirdir. Bâtıl da olsa hürmete lâyıktır.

***

Hak mezheplere ihtilaf diyor

İslâm’da Sosyal Adalet kitabının 5. Baskısında, S. Kutup, mezheplerin birleşmesini istiyor:

(İslâmiyet bir bütündür, ayrılan cüzleri birleşmeli, ihtilaflar ortadan kalkmalıdır.) [İ. S. Adalet s. 35]


Dört hak mezhebi ihtilaf olarak kabul etmektedir. (Bu ihtilaflar birleşmelidir) diyor. İhtilaflardan maksadı sapık mezhepler değildir. Öyle olursa daha tehlikeli olur. Hakla bâtılın birleşmesine zaten imkân yok. Hak mezhepleri de birleştirmek telfîk oluyor ki, bu da icma-i ümmetle bâtıldır. Hocası mason Abduh gibi mezhepleri ayrılan cüzler kabul etmekte ve birleşmesini istemektedir. Mezheplerin çıkması, ihtilafları rahmet iken, S. Kutup diğer mezhepsizler gibi bunları birleştirmek, yani kaldırmak istemektedir.

(Aralarındaki farklı mezhepler [doktrinler] birbirlerine yardımcı olmalıdırlar ki emniyet ve salâh için tabiat kuvvetlerinden elbirliğiyle istifade mümkün olsun.) [İ. S. Adalet s. 35]


Bu cümlesinde, mezheplerden maksadı hak mezhepler mi, yoksa sapık mezhepler mi? Hak mezhepler ise, onlar zaten icma-i ümmetle bir rahmet olarak çıkmıştır, (Birbirine yardımcı olmalıdır) gibi bir ifade kullanılamaz. Eğer sapık mezheplerin birbirine yardımcı olmasını istiyorsa bu daha kötüdür. Hocası Abduh bâtıl dinlerin birbirine yardım etmesini istiyor ki, çömezi olan S. Kutbun bâtıl mezheplerin birbirine yardım etmesini istemesi normaldir. Abduh, Londra’da, bir papaza yazdığı mektupta da, bâtıl olan Yahudilik ve Hristiyanlığı büyük bir hak din gibi göstererek, (İslamiyet ve Hristiyanlık gibi iki büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman, Tevrat, İncil ve Kur’an birbirlerini destekleyen kitaplar olarak her yerde okunur ve her milletçe saygı görür) demiştir.


S. Kutup, (Din zamana göre değişir) diyor, İslâm’a insan düşüncesi olan (bir görüş) diyor. Şöyle devam ediyor:

(İnsanlık hakkındaki İslâm’ın görüşü ile yapılan bu fikrî hamlenin bir eşini henüz tarih kaydetmemiştir.) [İ. S. Adalet s. 69]


Feminist bir zihniyetle de diyor ki:

(İslâm, iki cins arasında, erkekle kadın için tam bir eşitliği teminat altına almıştır.) [İ. S. Adalet s. 75]


Hâlbuki kadın erkekle hiçbir zaman eşit değildir. Nikâhta ve boşamada eşit değildir. Şahitlikte de eşit değildir. Mirasta erkeğin aldığı hisseyi alamaz. Bütün bunlar eşitlik değildir. S. Kutup, böylece kafasındaki komünizmi İslam olarak anlatmaktadır. Her komünist gibi, S. Kutup zenginin köşk ve saray yaptırmasına karşı çıkarak diyor ki:

(Milyonlarcasının basit bir meskene yirminci asırda sac veya adi tenekeden, kerpiçten başını sokacağı bir elbiseye muhtaç bulunduğu bir memlekette, milyonlarca lira sarf ederek muhteşem köşkler ve saraylar yaptırmak israf ve haramdır. Ölçü budur.) [İ. S. Adalet s. 189]


Sosyalist ölçüyü gördük. Devamlı şekilde zenginlik ve servet düşmanlığı... Bir insan, meşru yoldan kazanıp, meşru yollarda harcıyorsa, zekât ve uşrunu veriyorsa, ne diye düşmanlık beslenir? Hiçbir delile dayanmadan köşk yaptırmaya haram demek mezhepsizce bir cürettir. İmam-ı Şâfiî çok fakir, İmam-ı a’zam çok zengin idi.


Sapık olan İbni Hazm’ı övmekte, (Büyük İslâm âlimlerinden El-imam İbni Hazm’ın bir fetvasına göre…) demektedir. (İ. S. Adalet s. 252)


Eshab-ı kirama saldırdıktan sonra mütercim s. 254’de dipnotta şöyle diyor:

(Müellif, bu görüşlerin şahsî kanaati olduğunu tasrih etmektedir.)


Sanki kitap nakil esası üzerine yazılmış da, ara sıra böyle birkaç da kendi görüşünü ilâve etmiş gibi bir dipnot eklenmiş. Baştan sona kendi görüşü bulunmaktadır. Bariz hatalar için, müellifin şahsî görüşüdür demek, mütercimin işgüzarlığıdır. Müellifin, (Bunlar benim şahsî görüşüm, şunlar da Ehl-i sünnet âlimlerinin hükümleridir) dediği varit midir?


Ehl-i sünnet olmadığı için devamlı hataya düşmektedir. Hayır ve şer Allah’tan olduğu hâlde S. Kutup tesadüfe bağlamakta ve şöyle demektedir:

(Yine tesadüf, ama iyi bir tesadüf, hilâfet ruhuna sahip bir hükümdarı, Ömer İbni Abdülaziz’i İslam’ın başına getiriyor.) [İ. S. Adalet s. 256]


Ömer bin Abdülaziz’i İslam’ın başına Allahü teâlâ değil de, hâşâ tesadüf getiriyormuş. Tesadüf kelimesi her yerde kullanılmaz. Mesela, (Kâinat veya bu iş, tesadüfen oldu) denmez. Her şey Allah’ın takdiriyle olur.


Aynı sayfada deniyor ki:

(Buna dün Ömer bin Abdülaziz muktedir olmuş, bugün de bütün Müslümanlar olabilirler.) [s. 256.]


Yavuzlar, Kanuniler ve Abdülhamidler halifeliği iyi idare edememiş de, bugün Mısır’ın sosyalist yazarları Ömer bin Abdülaziz gibi iyi idare edeceklermiş. Ömer bin Abdülaziz hazretlerini över görünerek, aslında ondan önceki bütün halifeleri hilâfet ruhuna sahip olmamakla suçluyor.


Pisipisine ölmek marifet değildir. Peygamber efendimiz, Hendek kazdırmıştır. Düşmanın üzerine gidip de, birçok şehit verdirmek istememiştir. Sosyalist bir dava için dinsiz Nasır’a kellesini vermek ahmaklıktır, İhvan-ı müslimînin fitnesi yüzünden S. Kutup zamanında ve daha sonra Mısır’da dinden kopmalar çoğalmış, mevcut Müslümanlara da baskılar artmıştır. Hükûmet adamları devamlı Müslümanların peşindedir. Bunun vebali büyüktür.


Kendine pay çıkarabilmek için, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’i solculukla itham ediyor yani o büyüklere iftira ediyor:

(Hazret-i Ömer’in siyaseti, Hazret-i Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını alıp fakirlere eşit olarak tevzi etmek idi [dağıtmaktı.]) [İ. S. Adalet s. 254]


Burada sadece Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’e iftira edilmekle kalınmıyor. Eshab-ı kirama da iftira ediliyor. Zenginlerinin fakirlere yardım etmediği söyleniyor. Zenginler, vazifelerini yapmayınca, halife müdahale ediyor, mallarını alıp fakirlere eşit olarak dağıtıyormuş. Kurmak istediği düzene, İslâm komünizmi demek istiyor galiba.


Allahü teâlâ, İsa aleyhisselamı öldürmediğini, asılmadığını Kur’an-ı keriminde bildirirken S. Kutup, Maide sûresinin 115. âyetini tefsir ederken şöyle diyor:

(Hazret-i İsa’nın vefatından çok sonra kaleme alınmış bu İncillerde...)

Bu ifade, başka bir tercümeden çıkarılmıştır.


İbni Teymiyye, nasıl vahdet-i vücud evliyasından Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi hazretlerine kâfir diyorsa, S. Kutup da, vahdet-i vücud mensuplarına gayrimüslim diyor. Bekara sûresinin 117. âyet-i kerimesini tefsire kalkarken (Vahdet-i vücud felsefesi tamamen İslami tasavvurun dışında kalır) diyor. Vahdet-i vücuda felsefe demekte, vahdet-i vücud evliyasına da gayrimüslim demektedir.

***

Necip Fazıl diyor ki:

S. Kutup, bir İbni Teymiyye meddahıdır. Ve kellesini kaptırdığı sosyalizm yularının zoruyla Hazret-i Osman’a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır. (Tercüman Gazetesi)


Mehmet Şevket Eygi de diyor ki:

S. Kutup selefi ve mezhepsiz bir zihniyete sahiptir. (Büyük Gazete)

***

Türkçeye birçok kitabı tercüme edilen S. Kutup, İslam’ın iktisat sistemini sosyalizme göre açıklamış, mason Abduh’un dinde reform yolunu tutmuş ve çıkardığı fitneler yüzünden birçok Müslümanı sıkıntıya sokmuştur. Hadis-i şerifte, (Uyuyan fitneyi uyandırana Allah lânet etsin) buyuruluyor. (İ. Rafii)


Prof. S. Kutup, (İslâm toplumunu inşa ederken, İslâm fıkhına bağlı kalmamak gerekir. Fıkıhla meşgul olmak ömrü ve sevabı zayi etmektir) diyor. Hâlbuki hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Her şeyin direği vardır. Dinin temel direği fıkıhtır.) [Beyhekî]


Ancak mezhepsiz olan, bazen Hanefî’nin hükmüne, bazen Şafiî’ninkine uygun der. Maide sûresinin 33. âyetinin tefsirinde 4 mezhebin hükmünü yazıp, (Biz bu hususta, İmam-ı Mâlik’in fikrini tercihe şayan görürüz) diyor. Mezhepler arasında hakemlik yapıyor. Kendisini her mezhebin üstünde görüyor.


Zümer suresinin 3. âyetinin tefsirinde, (Bugün İslâm ülkelerinde evliyaya ibadet ediliyor, onlardan şefaat isteniyor) diyerek Vehhabi inancında olduğunu gizlemiyor. Tasavvufu da inkâr ediyor, İbni Arabi hazretlerine gayrimüslim diyor.

***

Taberani’deki hadis-i şerifte (İlim ancak üstaddan öğrenilir) buyuruldu. Hiçbir âlimden ilim okumamış olan S. Kutup, Cemıyyet-ül-meşari tarafından neşredilen Nehc-üs-Seviy... kitabında Allah’a, mucize kalem, yaratıcı kalem, diyor. Nebe suresini tefsir ederken de, Allah’a Akl-i müdebbir diyor. Akıl ve şuur mahlûktur. Mahlûka ait bir sıfatı Allah için söylemek küfürdür. Böyle söylemek ilhaddır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(En güzel isimler Allah’ındır. Ona onlarla dua edin! Onun isimleri hakkında sapanları bırakın!) [Araf 180]


S. Kutup, (Küçük meselelerde de olsa, idareciler Allah’ın hükmü ile hükmetmedikleri müddetçe yeryüzünde Müslüman yoktur) diyor. Hâlbuki İmam-ı Kurtubi hazretleri buyuruyor ki:

Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler hakkındaki âyet-i kerimenin manası şöyledir:

(Kur’an-ı kerimi reddederek ve Resulullah’ın sözünü inkâr ederek Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir.) [Ahkâm-ul-Kur’an]


Hazret-i İkrime de, bu âyetin tefsirinde, (İnkâr ederek, Allahü teâlânın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir. İnanıp da hükmetmeyen zâlimdir, fâsıktır) buyurdu. Ehl-i sünnette amel, imandan parça değildir. Günah işleyene kâfir denmez. S. Kutup, günah işleyene kâfir demekle de Ehl-i sünnet olmadığını açıklıyor.


S. Kutup, aynı kitapta, herkesi mürtetlikle itham ederek diyor ki:

(Bütün beşer mürted olmuştur. İslâm, bütün hayatı içine alır. Bir meselede de ona uymayan, imandan ayrılmış, dinden çıkmıştır. Küçük bir meselede beşer kanununa uyan, La ilahe illallah dese de, müşrik olur, dinden çıkar. Bugün İslamiyet yoktur. Biz müşrik bir toplumda yaşıyoruz. Bütün beşeriyet mürtettir, cahiliyet devrine dönmüştür. Bugün Müslüman hükümdar ve Müslüman tebaa yoktur. Müslümanlar asırlar önce yok olmuştur.)


Bu sözlere kendi yolunda olanlar da dâhil midir? Dâhil değildir denemez. Çünkü kâfir sultana sadece uyan değil, uymayan da kâfirdir diyor. Dünyadaki herkese kâfir diyor. Ne hayrettir ki, kendilerine kâfir denilen kimseler onu savunuyorlar.


S. Kutbun izinden gidenlerin bir kısmı avukat; bir kısmı da pasaport çıkarmak, vize almak gibi işlerde beşeri kanunlarla hareket ediyorlar. Onların başka bir kısmı da, bu beşeri kanunlar çerçevesinde eserlerini izinsiz basmıyorlar. Yani beşeri kanunlara tâbi oluyorlar. Hani beşeri kanuna uyan kâfirdi? Belki taraftarları zaruret olduğu için bu kanunlara tâbi oluyoruz diyecekler. Peki, diğer Müslümanların zaruri olarak uymadıklarını nereden biliyorlar da, onlara mürted diyorlar? Herkese mürted damgası basıyorlar.


S. Kutup, (O [Allah], nerede olursanız olun, sizinledir) mealindeki âyet-i kerimenin manasında da bütün İslâm âlimlerine muhalefet ederek, (Allah herkesle, her şeyle beraberdir ve her yerdedir) diyor. Bu görüş küfürdür. Hâlbuki bütün İslâm âlimleri, bu âyet-i kerimenin (Allahü teâlânın ilminin bütün mahlûkatı kuşattığı) manasında olduğunu bildirmişlerdir.


Hazret-i İbrahim’den ve Hazret-i Yusuf’tan sonra, Hazret-i Musa’yı da kötüleyerek diyor ki:

(Hazret-i Musa, asabi mizaçlı, atak bir liderdir. On sene sonra hayatının ikinci devresinde onunla buluşmak üzere, onu şimdi burada bırakalım. Belki sükûnete kavuşmuş, sakin tabiatlı ve hâlim selim olmuştur. Ama hayır, olmamıştır.) [Nehc-üs-Seviy... kitabının Arabi aslı Hakikat Kitabevi tarafından da neşredilmiştir. P.K. 35 - Fatih adresinden temin edilebilir.]


S. Kutbun, Musa aleyhisselam gibi din sahibi, ülülazm bir peygambere, asabi mizaçlı atak bir lider demesi ve devamında alay etmesi, gözünün ne kadar dönmüş olduğunu göstermiyor mu? Bu sözleri, bütün peygamberlerin masum olduğunu kesin olarak bildiren İslam akidesine tamamen zıt olduğu gibi, bugünkü ehli kitaplıkları bile kalmamış Hristiyan ve Yahudilerin bile inanacakları, kabul edebilecekleri bir ifade değildir.


Hazret-i İbrahim’in yıldızı, Ay’ı, sonra da Güneş’i görünce, (Bu benim Rabbim) sözü, istifham-ı inkârı takdiri üzerinedir. (Sizin zannettiğiniz gibi bu benim Rabbim mi? Yani bu benim Rabbim değil, bu, Rab olmaya layık değildir. O hâlde siz onun Rab olduğuna nasıl inanıyorsunuz?) demektir. Hazret-i İbrahim, bunları söylemeden önce de, yegâne ilahın Allah olduğunu, Ondan başka ilah olmadığını, kesin olarak biliyordu. Çünkü Allahü teâlâ, (Biz daha önce İbrahim’e rüşdünü verdik) buyuruyor. (Enbiya 51)


S. Kutup, Enam sûresinin (Hüküm ancak Allah’ındır) mealindeki 57. âyet-i kerimesini yanlış anladığından, Hazret-i Ali’yi ve onu sevenleri de tekfir etti. Âl-i İmran sûresinin (Sana tâbi olanları Kıyamete kadar küfredenlerin üstünde tutacaktır) mealindeki 55. âyeti, bu ümmetin Kıyamete kadar, kendi dinleri üzerine kalacaklarını bildirmektedir. Bu ümmetin ilk asırda İslâmiyet üzere, ondan sonra cahiliyet üzere yaşadığı nasıl söylenebilir? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Allahü teâlâ, her asırda dini tecdid eden bir zat gönderir.) [Ebu Davud]


(Kıyamete kadar hak üzere olan bir cemaat mutlaka bulunur.) [Buharî]


Hazret-i Osman’a saldırıyor

S. Kutup, İslam’da Sosyal Adalet kitabının Arapça aslı olan (El Adalet-ül ictimaiyyetü Fil islam) kitabında, başta Aşere-i mübeşşere’den, Cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Hazret-i Osman olmak üzere Eshab-ı kiramın büyüklerine dil uzatmaktadır:

(Pek yaşlı olan Osman’ın hilâfete geçmesi kötü bir talihin eseridir. Müslümanların mallarını gelişigüzel harcamıştır. Çok müsrif idi. Zübeyr’e 600.000, Talha’ya 200.000, Mervan’a ise Afrikıyye haracının beşte birini verdi. Muaviye’nin mülkünü genişletip Filistin’i de ona verdi. Akrabalarını vali yaptı. Bu İslam’ın ruhuna aykırı idi.) [s. 186-92]

Bunlar ne çirkin iftira böyle? İslam’ın ruhunu Hazret-i Osman bilemiyor da, bu fellah biliyor.


Hazret-i Osman hakkında hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

(Osman’ın şefaatiyle cehennemlik olan 70 bin kişi sorgusuz sualsiz Cennete girecektir.) [İ. Asakir]


(Her peygamberin bir arkadaşı var. Benim cennette arkadaşım Osman’dır.) [Tirmizî]


(Ya Osman, benden sonra sana da hilafet verilecektir. Münafıkların sözüne bakıp da hilafeti terk etme! O gün oruçlu ol, benim yanımda iftar edersin.) [İbni Adi]


(Ya Osman, Allahü teâlâ sana hilafet gömleğini giydirecek, münafıklar çıkartmak isteyeceklerdir. Bana kavuşuncaya kadar onu çıkartma!) [İbni Mace]


Resulullah efendimiz, kızı Hazret-i Rukayye’ye buyurdu ki:

(Ey canım kızım, Osman’a çok sevgi göster! Zira Eshabım arasında ahlâkı bana en çok benzeyen odur.) [Mesabih]


Mirat-ı kâinat kitabında deniyor ki: Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın emri ile kızı Rukayye’yi Hazret-i Osman’la evlendirdi. Hazret-i Rukayye vefat edince, Hazret-i Osman’ın gözlerinden yaşlar akmaya, yani ağlamaya başladı. Bunu gören Peygamber efendimiz buyurdu ki:

(Ya Osman ağlama! Allaha yemin ederim ki, yüz kızım olsa ve vefat etseler, bir tane kalmayıncaya kadar sana verirdim. İşte, Cebrail aleyhisselam geldi. Allahü teâlânın, ölen kızımın yerine kardeşini, [Ümm-i Gülsüm’ü] aynı mehir ile sana vermemi emrettiğini bildirdi.) [İbni Asakir]


Kızı Ümm-i Gülsüm’e de, (Kızım, zevcin Osman, ceddin İbrahim Peygambere ve baban Muhammed'e [aleyhisselam] herkesten daha çok benzemektedir) buyurdu. Hazret-i Osman gelince Peygamber efendimiz, mübarek ayaklarını örttü. Sebebi sual edilince, (Osman’dan melekler hayâ eder, ben hayâ etmez miyim?) buyurdu. Tebük gazvesinde Hazret-i Osman, kendi ticaret malından üç bin deve, yetmiş at, on bin altın getirdi. Resulullah efendimiz, bunları askere dağıtıp, (Bugünden sonra Osman’a günah yazılmaz) buyurdu. (Bundan sonra Allahü teâlâ Osman’ı günah işlemekten korur) demektir. (Tirmizî) Yine (Yâ Rabbi, Osman’ın geçmiş gelecek, gizli açık ve Kıyamete kadar işleyeceği günahları affet!) diye dua etti. (Ebu Nuaym)


Hazret-i Ali, bir gün Hazret-i Fatıma’yı incitmişti. Peygamber efendimiz, Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’in ricalarını kabul etmedi, fakat Hazret-i Osman’ınkini kabul etti. Sebebini sorduklarında buyurdu ki:

(Öyle birinin şefaatini [ricasını, af talebini] kabul ettim ki, yer ile göğün yerini değiştir diye, Allah’tan istese, Allahü teâlâ bunu kabul edip değiştirir. Yahut “Yâ Rabbi bu ümmetin hepsinin günahlarını affet!” dese, affeder.) [Mesabih]


Resulullah’ın yanına bir cenaze getirildi. Namazını kılmayıp, (Bu adam Osman’a düşman idi. Onun için, Allahü teâlâ da, buna düşmandır) buyurdu. (Tirmizî)


Peygamber efendimiz, Ebu Musa Eşari’ye, (Kapıdan girenleri Cennetle müjdele!) buyurdu. Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer girdi. Kapı tekrar çalınınca, (Kapıyı aç! Gelenin cennetlik olduğunu müjdele! Başına belâlar geleceğini de söyle!) buyurdu. İçeri giren Osman idi. (Buharî)


Cennetle müjdelenen on sahabi şunlardır:

(Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf, Sad b. Ebi Vakkas, Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Said bin Zeyd) [Tirmizî]


Mezhepsiz S. Kutup, işte böyle büyük bir zata saldırmaktadır. Hazret-i Osman’a karşı bunu savunmak ne büyük gaflettir!

https://dinimizislam.com/detay.asp?Aid=13642

Muhammed aleyhisselâmın Fazîletleri

Muhammed aleyhisselâmın fazîletlerini bildiren yüzlerce kitap vardır. Fazîlet, üstünlük demektir.

Üstünlüklerinden seksenaltı adedi aşağıda bildirilmiştir:

1-Mahlûklar içinde ilk olarak Muhammed aleyhisselâmın ruhu yaratılmıştır.

2-Allahü teâlâ, Onun ismini Arşa, Cennetlere ve yedi kat göklere yazmıştır.

3-Hindistânda yetişen bir gülün yapraklarında, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) yazılıdır.

4-Basra şehrine yakın bir nehrde tutulan balığın sağ tarafında Allah, sol tarafında Muhammed (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) yazılı görülmüştür. Bunlara benzeyen vak’alar çoktur. 1975 de Londrada basılmış olan (A History of Fishes) kitabının, ikiyüzüncü sayfasında, kuyruğunda Kur’an-ı kerim harfleri ile (Şânullah) yazılı balığın resmi mevcuttur. Verilen bilgide, kuyruğun diğer tarafında (Lâ ilâhe illallah) yazılı olduğu bildiriliyordu. Bunun misâlleri pek çoktur.

5-Muhammed aleyhisselâmın ismini söylemekten başka vazîfesi olmıyan melekler vardır.

6-Meleklerin Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emrolunması, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru bulunduğu için idi.

7-Âdem aleyhisselâm zamanında namaz için okunan ezanda, Muhammed aleyhisselâmın ismi de söylenirdi.

8-Allahü teâlâ bütün Peygamberlere emretti ki, Muhammed aleyhisselâm sizin zamanınızda Peygamber olursa, ona îman etmelerini ümmetlerinize de emrediniz!

9-Tevrâtta, İncîlde ve Zebûrda Muhammed aleyhisselâm ve dört halîfesi ve eshâbı ve ümmetinden bazıları, güzel sıfatlarla bildirilmiş ve medh olunmuşlardır. Allahü teâlâ, kendinin Mahmûd isminden Muhammed kelimesini çıkararak Habîbine ism koymuştur. Allahü teâlâ, kendi ismlerinden Raûf ve Rahîm ismlerini Habîbine de vermiştir.


10-Dünyaya geldiği zaman, melekler tarafından sünnet edilmiştir.


11-Dünyaya geleceği zaman, çok büyük alâmetler görülmüştür. Tarih ve mevlid kitaplarında yazılıdır.


12-Dünyaya gelince, şeytanlar göke çıkamaz, meleklerden haber alamaz oldular.


13-Dünyaya geldiği zaman, yeryüzündeki bütün putlar, tapınılan heykeller yüzüstü devrildiler.


14-Beşiğini melekler sallardı.


15-Beşikte iken gökteki ay ile konuşurdu. Mübârek parmağı ile işaret ettiği tarafa meyl ederdi.


16-Beşikte iken konuşmaya başladı.


17-Çocuk iken, açıklarda gezerken, başı hizâsında bir bulut da birlikte hareket ederek gölge yapardı. Bu hâl, Peygamberliği başlayıncaya kadar devam etti.


18-Üç yaşında iken ve kırk yaşında Peygamberliği bildirildiği vakit ve elliiki yaşında mîraca götürülürken, melekler göğsünü yardı. Cennetten getirdikleri leğen içinde Cennet suyu ile kalbini yıkadılar.


19-Her Peygamberin sağ eli üstünde nübüvvet mührü vardı. Muhammed aleyhisselâmın ise, sol kürekteki deri üzerinde, kalbi hizâsında idi. Cebrâîl aleyhisselâm kalbini yıkayıp, göğsünü kapadığı zaman, Cennetten getirdiği mühr ile sırtını mührlemişti.


20-Önünden gördüğü gibi, arkasından da görürdü.


21-Aydınlıkta gördüğü gibi, karanlıkta da görürdü.


22-Sevr [öküz] burcunun yanında bulunan (Süreyyâ) denilen yıldız kümesindeki yedi yıldızı gözleriyle görüp sayısını bildirmişti. Bu yıldız kümesine Pervin ve Ülker de denilmektedir.


23-Tükrüğü acı suları tatlı yaptı. Hastalara şifâ verdi. Bebeklere süt gibi gıdâ oldu.


24-Gözleri uyurken, mübârek kalbi uyanık olurdu. Bütün Peygamberler de böyle idi.


25-Ömründe hiç esnemedi. Bütün Peygamberler de böyle idi.


26-Teri gül gibi güzel kokardı. Bir fakir kimse, kızını evlendirirken, kendisinden yardım istemişti. O ânda verecek şeyi yoktu. Küçük bir şişeye terinden koydurup verdi. O kız, yüzüne, başına sürünce, evi misk gibi kokardı. Evi (güzel kokulu ev) adı ile meşhûr oldu.


27-Orta boylu olduğu hâlde, uzun kimselerin yanında iken, onlardan yüksek görünürdü.


28-Güneş ve ay ışığında yürüyünce, gölgesi yere düşmezdi.


29-Bedenine ve elbisesine sinek, sivri sinek ve başka böcekler konmazdı.


30-Çamaşırlarını ne kadar çok giyse, hiç kirlenmezdi.


31-Her yürüdüğü zaman, arkasından melekler gelirdi. Bunun için, Eshâbını önünden yürütür, arkamı meleklere bırakın derdi.


32-Taş üstüne basınca, taşta ayağının izi kalırdı. Kum üstünde giderken hiç iz bırakmazdı. Açıkta abdest bozduğu zaman, yer yarılıp bevl ve benzerleri toprak içinde kalırdı. Oradan etrâfa güzel kokular yayılırdı. Bütün Peygamberler de böyle idi.


33-Hacâmat kanından içenler oldu. Bunu işitince, (Cehennem ateşi onu yakmaz) buyurdu.


34-Büyük bir mucizesi de, mîraca götürülmesidir. Burak denilen Cennet hayvanı ile Mekkeden Kudüse götürüldü. Oradan göklere ve Arşa götürüldü. Kendisine acâib şeyler gösterildi. Allahü teâlâyı baş gözü ile bilinmeyen bir şekilde gördü. [Fakat bu görmesi, madde âleminin dışında yâni âhiret âleminde oldu.] Bir ânda tekrar evine getirildi. Mîraç mucizesi, başka hiçbir Peygambere verilmedi.


35-Ona ömürlerinde bir kere salât ve selâm okumaları ümmetine farz oldu. Allahü teâlâ ve melekler de, Ona salât ve selâm etmektedir.


36-İnsanlar ve melekler içinde, en çok ilim Ona verildi. Ümmî olduğu hâlde, yâni kimseden birşey öğrenmemiş iken, Allahü teâlâ Ona herşeyi bildirmiştir. Âdem aleyhisselâma herşeyin ismi bildirildiği gibi, Ona da herşeyin ismi ve ilmi bildirilmiştir.


37-Ümmetinin isimleri ve aralarında olacak şeylerin hepsi kendisine bildirildi.


38-Aklı, bütün insanların aklından daha çoktur.


39-İnsanlarda bulunabilecek bütün iyi huyların hepsi Ona ihsân olundu. Büyük şair Ömer bin Fârıda, (Resûlullahı niçin medh etmedin) dediklerinde, Onu medh etmeye gücüm yetmiyeceğini anladım. Onu medh edecek kelime bulamadım demiştir.


40-Kelime-i şehâdette, ezanda, ikâmette, namazdaki teşehhüdde, birçok duâlarda, bazı ibâdetlerde ve hutbelerde, nasihat yapmakta, sıkıntılı zamanlarda, kabirde, mahşerde, Cennette ve her mahlûkun lisanında Allahü teâlâ, Onun ismini kendi isminin yanına koymuştur.


41-Üstünlüklerinin en üstünü, Habîbullah olmasıdır. Allahü teâlâ, Onu kendisine sevgili, dost yapmıştır. Onu herkesten, her melekten daha çok sevmiştir. Allahü teâlâ, hadis-i kudsîde, (İbrâhîmi Halîl yaptım ise, seni kendime Habîb yaptım) buyurmuştur.


42-(Sana, râzı oluncaya kadar, [yeter deyinceye kadar] her dilediğini vereceğim) meâlindeki Duhâ sûresinin 5. âyet-i kerimesi, Allahü teâlânın, Peygamberine bütün ilimleri, bütün üstünlükleri, ahkâm-ı islâmiyyeyi, düşmanlarına karşı yardım ve galebe ve ümmetine fethler, zaferler ve kıyâmette her türlü şefaat ve tecellîler ihsân edeceğini vaat etmektedir. Bu âyet-i kerime nâzil olduğu [geldiği] zaman, Cebrâîl aleyhisselâma bakarak, (Ümmetimden birinin Cehennemde kalmasına râzı olmam) buyurdu.


43-Gece, uyanık iken, uykuda iken, yalnız iken, çoklukta iken, yolculukta iken, evde iken, harbde iken, gülerken, ağlarken, mübârek kalbi hep Allahü teâlâ ile idi. Bazı zamanlarda ise, yalnız Allahü teâlâ ile idi. Dünyadaki vazîfelerini yapabilmek ve mübârek kalbini beşeriyyet âlemine döndürmek için, zevcesi Âişenin yanına gelip, (Ey Âişe! Birâz benimle konuş [da kendime geleyim]) buyurur, ondan sonra Eshâbına nasihat ve irşâd etmeye giderdi. Sabah namazının sünnetini evinde kılıp, Âişe ile bir miktâr konuştuktan sonra Eshâbına farzı kıldırmak için mescîde giderdi. Bu hal hasâis-i peygamberîdir. Âişe ile konuşmadan dışarı çıksa idi, ilâhî tecellîlerden ve nûrlardan dolayı, yüzüne kimse bakamazdı.


44-Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde, her Peygamberi ismi ile bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise, (ey Resûlüm, ey Peygamberim) diyerek Onu yücelten vasfları ile bildirmiştir.


45-Gayet açık, kolay anlaşılır olarak konuşurdu. Arabî lisanının her lehçesi ile konuşurdu. Çeşidli yerlerden gelip soranlara onların lügati ile cevap verirdi. İşitenler hayrân olurlardı. (Allahü teâlâ, beni çok güzel yetiştirdi) buyurdu.


46-Az kelime ile çok şey anlatırdı. Yüz binden ziyâde hadis-i şerifi, Onun (Cevâmi-ul-kelîm) olduğunu göstermektedir. Bazı âlimler dediler ki, Muhammed aleyhisselâm, islâm dîninin dört temelini, dört hadis-i şerifle bildirmiştir. Bunlar:


(Ameller niyetlere göre değerlendirilir) ve,

(Helâl meydandadır, haram meydandadır) ve,

(Davâcının şâhit göstermesi ve davâlının yemin etmesi lâzımdır)ve,

(Bir kimse, kendine istediğini, din kardeşi için de istemedikce, îmanı kâmil olmaz).

Bu dört hadis-i şeriften birincisi, ibâdet bilgilerinin, ikincisi, muâmelât bilgilerinin, üçüncüsü, husûmât, yâni adalet işlerinin ve siyâset bilgilerinin, dördüncüsü de, âdâb ve ahlâk bilgilerinin temelidir.


47-Muhammed aleyhisselâm mâsum idi. Bilerek ve bilmiyerek büyük ve küçük, kırk yaşından evvel ve sonra, hiçbir günah işlememiştir. Çirkin hiçbir hareketi görülmemiştir.


48-Müslümanların namazda otururken, (Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullâhi) okuyarak, Muhammed aleyhisselâma selâm vermeleri emrolundu. Namazda, başka bir Peygambere ve meleklere karşı söylemek câiz olmadı.


49-Rütbeyi, saltanatı istememiş, Peygamberliği, fakirliği dilemiştir. Bir sabah, Cebrâîl aleyhisselâm ile konuşurken bu gece evimizde yiyecek bir lokmamız yoktu buyurdu. O anda, İsrâfîl aleyhisselâm gelip, (Allahü teâlâ söylediğini işitti ve beni gönderdi. İstersen her elini sürdüğün taş altun olsun, gümüş olsun, zümrüt olsun. İstersen melik olarak peygamberlik yap) dedi. Resûlullah üç kere (Kul olarak Peygamberlik istiyorum) dedi.


50-Başka Peygamberler “aleyhimüssalevatü vetteslimat” belli bir zamanda, belli bir memlekette Peygamberlik yaptı. Muhammed aleyhisselâm ise, yer yüzündeki bütün insanlara ve cinne kıyâmete kadar Peygamber olarak gönderilmiştir. Meleklerin de, hayvanların da, nebâtların da, cansızların da, kısaca bütün mahlûkların Peygamberi olduğunu bildiren âlimler de vardır.


51-Bütün varlıklara rahmeti, faydası yayılmıştır. Mü’minlere faydası meydandadır. Başka Peygamberlerin zamanındaki kâfirlere, dünyada azâblar yapılır, yok edilirlerdi. Ona îman etmiyenlere dünyada azâb yapılmadı. Birgün, Cebrâîl aleyhisselâma, (Allahü teâlâ benim âlemlere rahmet olduğumu bildirdi. Benim rahmetimden sana da nasip oldu mu?) buyurdu. Cebrâîl de, (Allahın büyüklüğü, dehşeti karşısında, sonumun nasıl olacağından hep korku içindeydim. Emîn olduğumu bildiren âyetleri [Tekvîr sûresindeki 20 ve 21. âyetleri] getirince, bu medh ile müdhiş korkudan kurtuldum, emîn oldum. Bundan büyük rahmet olur mu?) dedi.


52-Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın râzı olmasını istemiştir. [42. fazîlette bildirdiğimiz gibi, Allahü teâlâ O râzı oluncaya kadar istediğini verecektir. Bu husûs, Duhâ sûresinde bildirilmiştir.]


53-Başka Peygamberler, kâfirlerin iftirâlarına kendileri cevap vermiştir. Muhammed aleyhisselâma yapılan iftirâlara ise, Allahü teâlâ cevap vererek, Onun müdâfe’asını yapmıştır.

54-Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin sayısı, başka Peygamberlerin “aleyhimüssalevatü vetteslimat” ümmetlerinin sayıları toplamından daha çoktur. Onlardan daha üstün ve daha şereflidirler. Cennete gireceklerin üçte ikisinin bu ümmetten olacağı, hadis-i şeriflerde bildirilmiştir.

55-(Mevâhib-i ledünniyye)de diyor ki, (Ümmetimin dalâlet üzerinde birleşmemelerini Rabbimden diledim. Kabûl eyledi) hadisi meşhûrdur. Başka bir hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ sizi üç şeyden korumuştur. Bunlardan biri, dalâlet üzerinde birleşmekten korumuştur. İkincisi, sârî [bulaşıcı] hastalıktan ölen, şehit sevabına kavuşur. Üçüncüsü, iki sâlih müslüman, bir müslüman için, hayrlıdır [iyi biliriz] diyerek şâhit olursa, o müslüman Cennete gider) buyurdu. Bir hadis-i şerifte, (Eshâbımın ihtilâfı, sizin için rahmettir) ve (Ümmetimin ihtilâfı, [amelde mezheplere ayrılması], rahmettir) buyurdu. Onun ümmeti hakkı, doğruyu bulmak için çalışırlarken, ihtilâfa düşerler. Bu çalışmaları ise, rahmete sebep olur. Bu hadis-i şerifi iki kimse inkâr etmiştir: Biri mâcin, ikincisi mülhiddir. Mâcin, dîni dünya kazancına âlet eden hîlecidir. Mülhid de, âyet-i kerimelere dünya çıkarlarına göre mâna vererek kâfir olan sapıktır. Yahyâ bin Sa’îd diyor ki, İslâm âlimleri kolaylaştırıcıdırlar. Bir işe, birisi helâl demiş, başkası haram demiştir. Sâlih insanlar için helâl dediklerine, fesat zamanında haram demişlerdir.


Yukarıdaki hadis-i şerifler gösteriyor ki, (İcmâ-ı ümmet) yâni, müctehid denilen âlimlerin sözbirliği, (Edille-i şer’ıyye)dendir. Yâni, din bilgilerinin dört kaynağından birisidir ve dört mezhep haktır. Mezhepler, müslümanlar için Allahü teâlânın rahmetidirler.


56-Resûlullaha verilecek sevaplar, diğer Peygamberlere verilecek sevaplardan kat kat ziyâdedir. Makbûl bir ibâdet ve hayrlı bir iş işleyene verilen sevap kadar bunun hocasına da verilecektir. Hocasının hocasına dört misli, onun hocasına sekiz misli, onun da hocasına onaltı misli olmak üzere, Resûlullaha kadar her hocaya talebesinin iki misli sevap verilecektir. Meselâ, yirminci hocasına beşyüz yirmidört bin ikiyüzseksensekiz sevap verilecektir. Muhammed aleyhisselâma, Ümmetinin herbir işinden sevap verilecektir. Muhammed aleyhisselâma herbir işinden verilecek olan sevapların sayısı, bu hesaba göre düşünülürse, hepsinin miktârını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Selef-i sâlihînin, sonra gelenlerden daha eftâl, daha üstün oldukları bildirildi. Sevap sayısı bakımından bu üstünlük meydandadır.


57-Kendisini, ismi ile çağırmak, yanında yüksek sesle konuşmak, uzaktan kendisine seslenmek, yolda önüne geçmek haram edilmiştir. Başka Peygamberlerin “aleyhimüssalevatü vetteslimat” ümmetleri,kendilerini ismleri ile çağırırlardı.


58-İsrâfil aleyhisselâm da Muhammed aleyhisselâma çok kere gelmiştir. Başka Peygamberlere “aleyhimüssalevatü vetteslimat” yalnız Cebrâîl aleyhisselâm gelmiştir.


59-Cebrâîl aleyhisselâmı melek şeklinde iki kere görmüştür. Başka hiçbir Peygambere “aleyhimüssalevatü vetteslimat” melek şeklinde görünmemiştir.


60-Kendisine Cebrâîl aleyhisselâm yirmidört bin kere gelmiştir. Başka Peygamberlerden “aleyhimüssalevatü vetteslimat” en çok olarak Mûsâ aleyhisselâma, dörtyüz kere gelmiştir.


61-Allahü teâlâya Muhammed aleyhisselâm ile, yemin vermek câiz olup, başka Peygamberlerle ve meleklerle câiz değildir.


62-Muhammed aleyhisselâmdan sonra, mübârek zevcelerini “radıyallahü teâlâ anhünne” başkalarının nikâhla almaları haram edilmiş, bu bakımdan müminlerin anneleri oldukları bildirilmiştir.


Başka Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslimât” zevceleri kendilerine yâ zararlı olmuş veya faydasız olmuşlardır. Muhammed aleyhisselâmın mübârek zevceleri “radıyallahü teâlâ anhünne” ise, dünya ve âhiret işlerinde, kendisine yardımcı olmuşlar, fakirliğe sabr etmişler, şükretmişler ve islâmiyeti yaymakta çok hizmet etmişlerdir.


63-Resûlullahın mübârek kızları ve zevceleri “radıyallahü teâlâ anhünne”, dünya kadınlarının en üstünleridir. Eshâbının hepsi de, Peygamberlerden başka, bütün insanların en üstünleridir. Şehirleri olan Mekke-i mükerreme ve sonra Medîne-i münevvere, yer yüzünün en kıymetli yerleridir. Mescîd-i şerifinde kılınan bir rekât namaza, bin rekât sevabı yazılır. Başka ibâdetler için de böyledir. Kabri ile minberi arası, Cennet bahçesidir. (Öldükten sonra beni ziyâret eden, diri iken etmiş gibidir. Haremeynden birinde ölen bir mümin, kıyâmet günü emîn olarak diriltilir) buyurdu. Mekke ve Medîne şehirlerine (Haremeyn) denir.


64-Neseb ve sebep bakımından, yâni kan ve nikâh bakımından olan akrabâlığın kıyâmette faydası yoktur. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” akrabâsı bundan müstesnâdır.


65-Herkesin soyu oğlundan devam eder. Muhammed aleyhisselâmın soyu ise, Kızı Fâtımadandır. Bu husûs, hadis-i şerif ile de bildirilmiştir.


66-Onun mübârek ismini taşıyan hakîkî müminler Cehenneme girmeyecektir.


67-Onun her sözü, her işi doğrudur. Her ictihâdı, Allahü teâlâ tarafından doğrulanmıştır.


68-Onu sevmek herkese farzdır. (Allahü teâlâyı seven, beni sever) buyurdu. Onu sevmenin alâmeti, dînine, yoluna, sünnetine ve ahlâkına uymaktır. Kur’an-ı kerimde meâlen, (Bana uyarsanız, Allahü teâlâ sizi sever) demesi emrolundu.


69-Onun ehl-i beytini “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sevmek vâcibdir. (Ehl-i beytime düşmanlık eden münâfıktır) buyurmuştur. Ehl-i beyt, zekât alması haram olan akrabâsıdır. Bunlar, zevceleri ve dedesi Hâşimin soyundan olan müminlerdir ki, Alînin, Ukaylin, Câfer Tayyarın ve Abbâsın soyundan olanlardır.


70-Eshâbının hepsini “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sevmek vâcibdir. (Benden sonra, eshâbıma düşmanlık etmeyiniz! Onları sevmek, beni sevmektir. Onlara düşman olmak, bana düşman olmaktır. Onları inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitir. Allahü teâlâ, kendisini incitene azâb eder) buyurdu.


71-Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma, gökte iki ve yerde iki yardımcı yaratmıştır. Bunlar Cebrâîl, Mikâîl ve Ebû Bekr ve Ömerdir “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.


72-Her insanın cinden bir arkadaşı vardır. Bu şeytan kâfirdir. Vesvese vererek, îmanını almaya, günah yaptırmaya çalışır. Resûl aleyhisselâm, arkadaşı olan cinnîyi îmana getirmiştir.


73-Erkek, kadın, büyük yaşta vefât eden herkese kabrinde Muhammed aleyhisselâm sorulacaktır. Rabbin kimdir denildiği gibi, Peygamberin kimdir denilecektir.


74-Muhammed aleyhisselâmın hadis-i şeriflerini okumak ibâdettir. Okuyana sevap verilir. Hadis-i şerif okumak için, abdest almak, temiz elbise giymek, güzel koku sürünmek, hadis-i şerif kitabını yüksek bir yere koymak, okuyanın dışarıdan gelenler için ayağa kalkmaması ve dinliyenlerin birbirleriyle konuşmamaları müstehâbdır. Hadis-i şerifleri devamlı okuyanların yüzleri nûrlu, parlak ve güzel olur. Kur’an-ı kerim okurken de, bu edebleri gözetmek lâzımdır.


75-Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât edeceği zaman, Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Allahü teâlâdan selâm getirdi ve hâtırını sorduğunu söyledi. Vefât edeceğini bildirdi. Kendisi ve ümmeti için çok müjdeler verdi.


76-Mübârek ruhunu almak için, Azrâîl aleyhisselâm, insan şeklinde geldi. İçeri girmek için izin istedi.


77-Kabrinin içindeki toprak, her yerden ve Kâbeden [ve Cennetlerden] daha eftaldir.


78-Kabrinde, bilmediğimiz bir hayat ile diridir. Kabrinde Kur’an-ı kerim okur, namaz kılar. Bütün Peygamberler de “aleyhimüssalevâtü vetteslimât” böyledir.


79-Dünyanın her yerinde Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” salevât okuyan müslümanları işiten melekler, kabrine gelip haber verirler. Kabrini hergün binlerce melek ziyâret eder.


80-Ümmetinin amelleri ve ibâdetleri her sabah ve akşam kendisine gösterilir. Bunları yapanları da görür. Günah işliyenlerin affolması için duâ eder.


81-Kabrini ziyâret etmek, kadınlara da müstehâbdır. Başka kabirleri ise, yalnız tenhâ zamanlarda ziyâret etmeleri câizdir.


82-Diri iken olduğu gibi, vefâtından sonra da, dünyanın her yerinde, her zaman Ona tevessül edenlerin, yâni Onun hâtırı ve hurmeti için istiyenlerin duâsını Allahü teâlâ kabûl eder. Bir köylü, türbesi yanına gelip, (Yâ Rabbî! Köle âzâd etmeyi emrettin. Bu senin Peygamberindir. Ben de, kölelerinden biriyim. Peygamberinin hâtırı için, beni Cehennem ateşinden âzâd et!) dedi. (Ey kulum! Niçin yalnız kendinin âzâd olmasını istedin? Bütün kullarımın âzâd olmalarını niçin istemedin? Haydi git! Seni Cehennemden âzâd ettim) sesi işitildi.


Evliyânın meşhûrlarından Hâtim-i Esam, Resûlullahın türbesinin yanında durup, (Yâ Rabbî! Peygamberinin kabrini ziyâret ettim. Beni, eli boş olarak çevirme!) dedi. (Ey kulum! Habîbimin kabrini ziyâret etmeni kabûl ettim. Seni ve seninle berâber ziyâret edenleri mağfiret ettim) sesi işitildi. [Hâtim-i Esam Belhî, 237 [m. 852] de vefât etti.]


İmâm-ı Ahmed Kastalânî “rahmetullahi aleyh” diyor ki, birkaç sene hastalık çektim. Doktorlar çâresini bulamadı. Mekkede bir gece Resûlullaha çok yalvardım. O gece rü’yâda bir kimse gördüm. Elindeki kâğıdda, (Burada Ahmed Kastalânînin hastalığı için, Resûlullahın izni ile ilâcı yazılmıştır) okudum. Uyandığımda hastalığım kalmamıştı.


Kastalânî yine diyor ki, bir kızcağız sârâ hastalığına yakalanmıştı. İyi olması için Resûlullaha çok yalvardım. Rü’yâmda bir kimse, kızcağızı hasta yapan cinnîyi bana getirdi. Bunu sana Resûlullah gönderdi dedi. Cinnîye darıldım, bağırdım. Kızcağızı incitmiyeceği için bana yemin verdi, uyandım. Kızcağızın sârâ hastalığından kurtulduğunu haber aldım.


83-Kabirden ilk önce Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kalkacaktır. Üzerinde Cennet elbisesi bulunacaktır. Burak üzerinde mahşer [toplantı] yerine gidecektir. Elinde (livâ-ül-hamd) denilen bayrak olacaktır. Peygamberler ve bütün insanlar bu bayrağın altında duracaktır. Hepsi, bin sene beklemekten, çok sıkılacaklardır. Önce Âdem, sonra Nuh, sonra İbrâhîm ve Mûsâ ve Îsâ peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslimât” gidip, hesaba başlanması için şefaat etmelerini dileyeceklerdir. Her biri, birer özür bildirerek, Allahü teâlâdan utandıklarını, korktuklarını söyliyecekler, şefaat edemiyeceklerdir. Sonra, Resûlullaha gelip yalvaracaklardır. Secde edip, duâ edecek ve şefaati kabûl olacaktır. Önce, Onun ümmetinin hesabı görülecek, önce sırâttan geçecekler ve Cennete gireceklerdir. Her gittiği yeri nûrlandıracaklardır. Fâtıma “radıyallahü anhâ” sırâttan geçerken (Herkes gözlerini kapasın! Muhammed aleyhisselâmın kızı geliyor) denecektir.


84- Beş yerde şefaat edecektir.


Birincisi, (Makam-ı Mahmûd) denilen şefaatı ile, bütün insanları mahşerde beklemek azâbından kurtaracaktır.

İkincisi, şefaatı ile, çok kimseyi hesapsız Cennete sokacaktır.

Üçüncüsü, günahı çok olan müminleri Cehennemden çıkaracaktır.

Dördüncüsü, sevâbı ve günahı müsavi olup, (A’râf) denilen yerde bekliyenlerin Cennete gitmelerine şefaat edecektir.

Beşincisi, Cennette olanların derecelerinin yükselmesine şefaat edecektir. Şefaat ile hesaptan kurtardığı yetmiş bin kimsenin her birinin şefaatleri ile de, yetmişer bin kişi hesapsız Cennete gireceklerdir.


85- Hadis-i kudsîde, (Sen olmasaydın, hiçbirşeyi yaratmazdım) buyuruldu.


86-Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Cennette bulunduğu makamın ismi (Vesîle)dir. Burası Cennetin en yüksek derecesidir. Cennette bulunan herkese birer dalı yetişecek olan (Sidret-ül-müntehâ) ağacının kökü oradadır. Cennettekilere her nîmet, bu dallardan gelecektir.

Akıllı Kimse Kimdir?

Mevlana Hâlid-i Bağdâdi “kuddise sirruh” hazretleri buyuruyor ki; “Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildir. Onlara kimse kafa tutamaz. Onlara kafa tutanın işi de, başı da, saâdeti de gider. Evliyânın kalbleri, ilâhî nûrların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Hak teâlâ da hoşnuttur. Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur”.


Dünyâ ve âhıretde huzûr ve se’âdet isteyen Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” sevmeli, Onun sevdiklerini sevip, sevmediklerini sevmemeli, Ona uymalı, Onun ve eshâbının yolundan gitmelidir. Büyükleri tanıma ni’metine şükr etmek, başkalarına da anlatmakla olur. Akıllı kimse, hayrı ve şerri bilen kimse değildir. Akıllı kimse; hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir.

AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİNİN NASİHATNAMESİ

Evlâd!

Her işe besmele ile başla, zikrin daima Hüdâ’yı hamd olsun.

Daima temiz ol. Dinine bağlan, cehennem azabından da kork.

Tembel olma; namaza önem ver, o namazın nuruyla doğruluğa devam et. Gece ve gündüz Hüdâ’ya tazarru üzere ol.

Kâr ve kazancına isyan etme. Kim kâr ve kazancına isyan ederse, o rızkını azaltmış olur.

Nimetlere şükret, belalara sabret; böyle yapan gönül aynasını nurlandırır.

Dünya neşeleri ile mağrur olma; sultanların iltifatına sevinme.

Kimseye sitem ve cefa etme; böyle yapan Hüdâ’ya dost olamaz.

Ömrün uzun olsun istersen, çok çok ihsan ve ikramda bulun.

Dilinde olanları halka yayma, gece gibi ol, sırrını ifşa etme.

Hiç kimsenin nimetine hased etme, gücün yeterse hased kapısına sed çek.

Kimseyi çekiştirip kötüleme; keendi nefsini başkalarına medheyleme.

Geçici şeylere önem verme; vaktine göre hareket et. İçinde bulunduğun hali gözet.

Verdiğini alma; tüccar gibi ol.

Nâmahreme bakma, çünkü o kişiye gaflet verir.

Başkalarını kötüleme, yalan ve iftira atma, kimsenin kalbini kırma.

Evinde örümcek bırakma.

Atanı, anne ve babanı isimleri ile çağırma.

Ekmek kırıntılarını ayak altında bırakma. Eğer düşen ekmeği alır yersen zengin olursun.

Senden üstün kişilerin önünde yürüme; onlara karşı edepli, mütevazi ve ikramlı ol.

Elbiseni başının altına koyma; sarığını oturduğun yerde sarma.

Dişinle dişini kesme, tırnağınla dişini karıştırma.

Elbiseni ayakta giyme ve üzerinde dikmekten kaçın.

Tatlı yemek zihni ve zekayı genişletir.

Bir azize sordular: “Unutkanlık nedendir?” O da cevap verdi:

Allah’a isyandan kaçının.

Tarağı ortak kullanma; yabancının tarağına el sürme.

Başkalarının misvakına da ortak olma, “Sivak” ona işarettir.

Çırayı (ateş, mum vs.) üfleyerek söndürme. Çünkü onun dumanı aklı karıştırır.

Gece ev süpürme. Cünüp iken yemek yeme çünkü bu gam verir.

Gece aynaya bakmak hatadır. Yalnız olarak bir evde yatmaktan kaçın.

Çok uyumak kazancı azaltır. Çıplak yatmak kişiyi fakir kılar.

Akıllı isen yalnız olarak sefere çıkma; bunda çok tehlike vardır.

Geceleri uyanık ol. Seher vakitleri Rabbini zikret.

Çok cima etmek, ekşi yemek, çok koku sürünmek şüphesiz ki kişiyi ihtiyarlatır.

Cânu gönülden bu tavsiyeleri tutarsan fayda görürsün. Mümkün olduğunca bunlara riâyet edin.

Söyleyeceğim söz budur. Vallâhü e’lemü bi’s-sevâb.


Kaynak: Miftâhu’l-İrşâd

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün *Efendi* hazretlerine gitdim, bakdım, Efendi çok üzgün, korkdum tabii. *Hayrdır inşallah* dedim. Efendi hazretleri beni görünce anlatdı. Buyurdu ki: 


Hilmi, filân kişi bize, bu câmiye, çuvalla *Pirinç* gönderdi, çok *Şeker* gönderdi, çok *Un* gönderdi, böyle çok iyilikleri var. 


*Fakat, Allah bana bir imkân verse, her zerresini geri iâde ederim. Hepsini iâde ederim, ona o kadar kırıldım!* buyurdu. 


Sonra ne oldu biliyor musunuz? 


O kimse, oranın eşrâfından biriydi, ama çok *Zelîl* oldu, *Aklı* gitdi, afedersiniz sokaklarda pisliğini yapar hâle geldi. Tövbe yâ Rabbî, Allah muhâfaza etsin. 

********

Efendi hazretlerine giderdim. Ellerinden öperdim, otururduk, *Sohbet* ederdik. Sabah namâzında giderdim, tâ yatsıya kadar otururdum. 


Başkaları da gelir, onlar bahçede oyun oynarlar, koşarlar, zıplarlar. Ben ise hiç bahçede oyun filân oynamazdım. Hep Efendi’nin yanında olurdum. 


Mübârek anlatır, anlatır, sonunda; *Anladın mı?* diye sorardı. Ben de; *Evet efendim anladım*, derdim. Bir gün yine Efendi ile bahçede oturuyorduk. 


*Beni dinliyen kazanır, ama dinliyen yok, dinliyen yok!* buyurdu, iki defâ söyledi. Sonra bana bakıp; *Ama sen dinlersin değil mi?* diye sordu Mübârek. 


Ben hemen; *Evet efendim dinlerim*, dedim. Onların himmetleri işte, onların teveccühleri. Bütün bu hizmetler, Efendi yi dinlememizin bereketi kardeşim. 

********

Allahü teâlâdan ümit kesmek olmaz kardeşim. Hattâ O’nun mağfiretinden ümit kesmek, *Küfr* olur. Neden? Çünkü, Kur’ân-ı kerîmde çok yerde geçiyor. 


*Benden ümit kesmeyin!* diyor Allahü teâlâ. Öyleyse O’ndan ümîdini kesen, Kur’ân-ı kerîme karşı gelmiş olur, mâzallah *Kâfir* olur. 


Ama efendim, benim günâhım çok derseniz, evet, senin günâhın çok. Ama Allahü teâlânın afvı ve mağfireti daha *Çok*, hattâ *Sonsuz*. Onun için ümit kesmek yok. *Ümitli* olacağız. 


Sizin her adımınıza *Sevap* var kardeşim. Bütün ibâdetlerin en kıymetlisi nedir biliyor musunuz?; *Emr-i mâruf* ve *Nehy-i münker* dir. İşte siz, bunu yapıyorsunuz. Ne mutlu size.

Seve Seve Müslimân Oldu

 Bir gazâda İmâm-ı Alî "radıyallahü anh" hazretleri, bir kâfiri yere yıkıp öldüreceği sırada, canından ümmîdini kesen bu adam, ağzında olan bütün pislikleri, İmâmın yüzüne püskürtmüşdü. Yüzü gözü pislik içinde kalan İmâm, kâfiri öldürmekden vazgeçmişdi. Gözleri dönmüş, aklı gitmiş olan kâfir, dahâ şaşırıp; niye durdun, korkdun mu, dedi. Hazret-i Alî "radıyallahü anh" kâfiri bırakıp, (Seni önce müslimân olmadığın için, Allahü teâlânın emri ile öldürecekdim. Şimdi ise, yapdığın bu pislikden dolayı nefsim sana karşı düşman oldu. Şimdi öldürürsem, nefsim için öldürmüş olurum. Allahü teâlânın emrini değil, nefsimin isteğini yapmış olurum. Böylece, seni öldürmekle sevâb kazanacağım yerde, günâh işlemiş olurum) buyurdu. Kâfir, bu sözleri işitince, imâm-ı Alînin vicdânının dayanmış olduğu İslâm dîninin üstünlüğüne hayran kalarak, bütün kalbi ile Kelime-i şehâdet getirdi. Seve seve müslimân oldu. Birkaç dakîka önce, can düşmanları iken, şimdi kucaklaşarak kardeş oldular.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu büyükleri tanıyan, çok *Şanslı* kardeşim. Bu büyükleri tanıdıkdan sonra, başka şeylerde izzet ve şeref aramak, *Ahmaklık* dır, *Akılsızlık* dır. 


Çünkü en büyük şeref, o büyükleri *Tanımak* dır, daha büyük şeref yok ki onu bulasın. Bu ni’mete kavuşan, dünyâ ve âhiret *Ni’metleri* nin hepsine kavuşmuş demekdir. 


Eğer başka şeyler aramaya kalkarsa, *Zirve* den aşağı yuvarlanır efendim, Allah korusun, tehlikeli. Çünkü dünyâda en zor şey, bu büyükleri *Tanımak* dır. Bu da, bir  *Nasip* işidir. 


Cenâb-ı Hak kime nasîb ederse, o kavuşur. Yâni Allahın *Seçdiği* kimselere nasîb olur bu devlet. O, seçdiklerini kavuşdurur, meselâ *Biz* kavuşduk efendim.


Öyleyse biz hepimiz *Seçildik*. Çünkü bu yolu biz bulmadık ki, Allahü teâlâ ihsân etdi efendim, bedâva kavuşduk. 


Şâh-ı Nakşibend hazretleri; *Mâ fadliyânim!* buyuruyor. Ne demek bu? Yâni, *Biz seçildik!* buyuruyor Mübârek. 

********

Çok zengin bir adam varmış, gurûrla yolda giderken yerde bir *Böcek* görmüş. Bir tekme vurup öldürmüş böceği, *Hor* görmüş yâni. 


Ama aynı gün ayağında bir *Yara* çıkıyor adamın ve gitdikçe büyüyor, hiç bir ilâç kâr etmiyor efendim, hiçbir okuma fayda vermiyor. Yara devâmlı büyüyor. Adam çâresiz.


En sonunda ona demişler ki: *Falan yerde bir mübârek zât var, bilse bilse o bilir bunun çâresini*. Koşuyor o adrese, kapıyı çalıyor. O zât, buyurun diyor, içeri alıyor. 


Adam gösteriyor yarasını, *Efendim, bu yara her gün büyüyor, hiç bir ilâç kâr etmedi, biz çâre bulamadık* diyor. 


O mübârek zât yarayı görür görmez, *Bunun tek bir çâresi var* buyuruyor. Adam seviniyor. *Aman hocam söyleyin, nedir o çâre?* diyor. 


O zât diyor ki: *Bir böcek var, o böceğin külü iyi gelir bu yaraya*. Adamcağız; *O hangi böcek?* deyince, târif ediyor Mübârek. 


Meğer o *Böcek* miş, tekme vurup öldürdüğü böcek. Hakîkaten bir defâda yarası iyi oluyor adamın.

Mel'un Şimir'in saliha hanımı

Muharrem ayının onuncu günü (Miladi 680 Hicri 61 senesi) hazret-i Hüseyin, yetmiş kişi ile Kerbelâ’da şehîd edildi. Şimir (Şemmer) isimli bir mel’un onu kılıçla şehid ettikten sonra mübarek başını kesti... 

Vâkıdî “rahmetullahi aleyh” şöyle bildirmiştir: “HİÇ ALLAH’TAN KORKMADIN MI?” 

Mel’ûn Şimir, hazret-i Hüseyin’in “radıyallahü anh” mübârek başını kestikten sonra, bir torbaya koyup evine getirdi. Hanımı, gece dışarı çıktığında, oradan bir nûrun göklere yükseldiğini gördü. Yanına yaklaşınca bir ses işitti. Hemen kocası Şimir‘in yanına gidip, durumu anlattı ve “onun altında ne vardır?” diye sordu. Şimir, “Bir hâricînin başıdır. Yezîd’e götürüyorum, bana çok mâl verir” dedi. Hanımı, “Adı nedir?” diye sordu. “Hüseyin bin Alî’dir” deyince, kadıncağız bir çığlık attı ve bayılıp düştü... Kendine geldiğinde, kocasına, “Hiç Allah’tan korkmadın mı? Âlemlerin seyyidinin göz nûrunun başını nasıl kestin!” dedi. Sonra ağlayarak, Şimir’in yanından çıktı... 

Şimir uyuyunca, hazret-i Hüseyin’in mübârek başını alıp öptü ve odasına götürdü... Gece ilerleyince, kadını uyku bastırıp, uyudu. Rü’yâsında evinin yarıldığını ve her tarafı bir nûrun kapladığını gördü. Bir beyâz bulut içinde iki kadın geldi. Hazret-i Hüseyin’in başını alıp ağlaştılar. “Bu iki kadın, hazret-i Hadîce ve hazret-i Fâtımadır” “radıyallahü anhümâ” dediler. Sonra yüzü ay gibi parlayan bir kimse geldi. “Bu, Muhammed aleyhisselâmdır” dediler. Sağ tarafında hazret-i Hamza, Ca’fer-i Tayyâr ve diğer Eshâb-ı kirâm vardı. Ağlaştılar... 


“ARTIK SENİNLE YAŞAYAMAM!”

Hazret-i Hadîce ve hazret-i Fâtıma, Şimir’in hanımının yanına gelip, “Senin bizim üzerimizde hakkın çoktur. Ne istersin?” dediler. “Cennette sizinle birlikte olayım” dedi. “Seni bekliyoruz” dediler... 

Sabâhleyin kocası Şimir gelip, hazret-i Hüseyin’in mübârek başını istedi. Hanımı vermedi. “Artık seninle yaşayamam, beni boşa!” dedi. Şimir de boşadı. Fakat mübârek başı yine vermedi. “Ölürüm de yine vermem” dedi. Şimir kadını öldürdü ve hazret-i Hüseyin’in mübârek başını aldı...

Büyük âlim ve velî Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri diyor ki: 

“Hazret-i Hüseyin’in mübârek başı Şâm’dan Medîne’ye getirildi. Medîne vâlîsinin emri ile, mübârek başı kefenlenip Bakî’ Kabristânında, Fâtıma-tüzzehrâ hazretlerinin mübârek kabri yanına defnolundu.” Allahü teala şefaatine nail eylesin. Amin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim kitaplar, birer *Mücevher* kardeşim. Okuyan çok istifâde eder. Çünkü kendimden bir şey yazmıyorum. Falanca kitapda *Şöyle*, filanca kitapda *Böyle* yazıyor, diye yazıyorum. 


Bizim kitaplar, hep islâm âlimlerinin yazılarıdır. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgiler* dir.


İşte bizim kitaplar, hep *Büyükler* in yazıları olduğu için bütün dünyâ hayrân kalıyor. Elhamdülillah, bunlar hep *Efendi* hazretlerinin bereketi.


Onun himmeti kardeşim. Bizimle alâkası yok. Efendi hazretlerini görmeseydik, bu kitapların *İsmi* ni bile işitmezdik, değil basdırmak. 


*Evliyâ-i kirâm* ın, vefâtlarından sonra da kerâmetleri devâm eder. Hattâ himmetleri, tasarrufları, yardımları daha *Fazla*, daha *Kuvvetli* olur. 


Zâten Seâdet-i Ebediyye kitâbında yazılı. Allahü teâlâ, her zaman, her yerde *Hâzır* ve *Nâzır* dır. Her yerde ve her zaman. *Evliyâ* ise, çağrıldıkları zaman orada *Hâzır* olurlar. 


Ondan evvel hâzır değildir Evliyâ. Onlara tevessül edilirse, isti’âne edilirse, istigâse edilirse, hemen ruhları orada *Hâzır* olur. 


Hele böyle hayâtda iken bulundukları, bildikleri *Yer* ve *Mekân* olursa, oradaki irtibâtları daha çok devâm eder onların. Hattâ kıyâmete kadar devâm eder. 


Birbirimize duâ edelim kardeşim. Ben, beş vakit namâzımda; *Hizmetlerimize iştirak eden, yardım eden din kardeşlerimize!* diye hepinize duâ ediyorum. 


Efendi hazretlerinin, hiç *Sert* konuşduğunu görmedim. Dâima güler yüzlü, tatlı dilli idi. Ama bir gün, ikimiz berâber oturuyorduk. 


O günlerde annem ve kız kardeşlerim, benim *Tıbbiye* den *Eczâcı* ya geçdiğimi bir türlü istemiyor, ileri geri konuşuyorlardı. Bu hâli *Efendi*’ye söyleyip dedim ki: 


Efendim, o kadar üzüldüm ki, onları susdurmak için; *İleri varmayın, fazla üzerime gelmeyin, yoksa intihâr ederim!* dedim. 


Ben böyle söyleyince, Efendi hazretleri bi kaşlarını çatdı. *Ne dedin ne dedin? Bir daha senin ağzından bu lâfı işitmiyeyim!* dedi. Lâfını bile duymak istemedi.

ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ HAZRETLERİ

İstanbul'un en yüksek üç evliyâsından biri. İsmi Abdülfettâh-ı Bağdâdî el-Akrî'dir. 1778 (H.1192) senesinde doğdu. Kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen âlim ve evliyânın en meşhurlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetlerinde yetişip olgunlaştı. Onun emriyle İstanbul'a gelip senelerce insanlara hak yolu öğretmek vazîfesiyle meşgul oldu. 1865 (H.1281) senesi Muharrem ayının dokuzuncu Cumâ günü vefât etti. Kabr-i şerîfi Üsküdar'da Eski Vâlide Câmiinden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile SelimiyeBağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki Şeyhül islâm Ârif Hikmet Beyin kabristanındadır.


Abdülfettâh Efendi, küçük yaşta Bağdâd'ın tanınmış âlimlerinden ilim öğrendi. Çok zeki olup kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Gayret ve devamlı çalışması ile de arkadaşlarının ve hocalarının dikkatini çekti. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve bilhassa fıkıh ilminde mütehassıs bir âlim oldu.


Din ilimlerinde kendisini yetiştiren Abdülfettâh Efendi tasavvuf adı verilen Resûlullah efendimizin mübarek kalbinden çıkıp evliyânın kalplerine gelen bilgilere de sâhib olmak istedi. Asrının en büyük âlimi, İslâm bilgilerinin mütehassısı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine talebe oldu. Bundan sonra hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı.


Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, arzu etmediği şeyleri yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terkeder, dünyâya hiç meyletmezdi. Tek arzusu hocasından hiç ayrılmamak, onun kalplere şifâ olan kıymetli sohbetlerini dinlemek, verdiği vazîfeyi canı pahasına da olsa yerine getirmekti. Dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; "Rabbimin husûsî ihsânına kavuşamadım." diye üzülürdü.


Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, bu güzel hasletlerini bildiği için, ona en zor işleri yaptırır, diğer talebeleri ile haberleşmeye bunu gönderirdi. Yolculukta herhangi bir vâsıtaya, bineğe binmesini yasaklamıştı. Yaya gitmesini emrederdi. O da bunu zevk ile yapar, çok uzak yolculuklara hiçbir şeye binmeden giderdi. Yürüyerek, yolculuk ânında doğan mihnetlere, sıkıntılara katlanarak nefsini terbiye eder, rûhunun yüksek derecelere vâsıl olmasını sağlardı. Vazîfeli olarak İstanbul'a iki defâ yaya gitmişti. Bu tahammülü sebebiyle hocasının iltifâtlarına kavuştu ve önde gelen talebeleri arasına girdi. Öyle ki artık hocasının evine girer çıkar, hizmetini ve işlerini görürdü. Bu hizmeti netîcesinde çok faydalara kavuştu. Kendisine insanları yetiştirmek, ilim ve edeb öğretmek izni verildi.


Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin ilminin derinliği, evliyâlığının üstünlüğü, dünyânın her tarafına yayılmıştı. Her yerden akın akın talebeler, onun ilminin bir damlasına kavuşmak için geliyordu. Saltanat şehri olan İstanbul'dan da pekçok kimse, Bağdad'a gidip, onun talebesi olmakla âhirette yüksek derecelere kavuşmak istiyorlardı. İsteklilerin hepsinin Bağdad'a gitmesi mümkün değildi. Bu sebeple Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan rûhlarını serinletmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdî'yi İstanbul'a gönderdi.


Abdülfettâh hazretleri, İstanbul'un Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nûh Kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler dergâha akın ettiler. Abdülfettâh hazretleri, bu Hak âşıklarının hasta ve ölü rûhlarına hayat veriyor, kararan kalplerine nûr akıtarak Ahrâriyye yolunun Müceddidî ve Hâlidiyye kolunun feyzlerini sunuyordu. Kısa zamanda, devlet erkânından vezîrler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler onun talebesi olmak için etrâfını doldurdular. O âb-ı hayat pınarı, herkesi kâbiliyetlerine göre yetiştiriyordu. Bu şekilde senelerce çalışarak, pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle oldu.


Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri, ömrünün son senelerinde, Allahü teâlâya ve otuz dokuz sene önce vefât eden mübârek hocası, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye kavuşmak arzusu ile yanmaya başladı. 1865 (H.1281) senesinde Muharrem ayının ortalarında talebeleri ve tanıdıkları ile helâlleşti, vedâlaştı. Vasiyetini bildirdi. Muharrem'in on dokuzunda Cumâ günü talebelerinin başında okudukları Kur'ân-ı kerîmi dinleyerek son nefesini verdi.


Bütün âlimler ve evliyâlar sözbirliği ile Eyüp'te medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) hâriç, İstanbul'un en yüksek üç velîsinden birinin Abdülfettâh-ı Akrî hazretleri olduğunu bildirdiler. Âşıkları onun feyz ve nûr saçan mübârek kabr-i şerîfini ziyâret etmekte, bereketlenmektedirler. Diğerleri ise Edirnekapı-Eyüp arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrek'teki Mehmed Emîn Tokâdî hazretleridir.


 


BEYİTLER


KIRK YIL HİZMET ETTİ


Hâlid-i Bağdâdî'nin, şânını o zamanlar,


Duymuştu dünyâdaki, bilcümle müslümanlar.


 


Yayılınca şöhreti, her yerine dünyânın,


Bağdad'a geliyordu, insanlar akın akın.


 


Hem İstanbul'dan dahi, birçok âşık olanlar,


Ona kavuşmak için, Bağdad'a yollandılar.


 


Bu gelen insanların, şu idi tek gâyesi:


"Hâlid-i Bağdâdî'nin, olmaktı talebesi."


 


Zîrâ Resûlullah'tan, fışkıran bütün "nûrlar",


Ondan yayılıyordu, herkese o zamanlar.


 


İstanbul'dan Bağdad'a, taşınan insanlara,


Baktığında, Mevlânâ, kıyamadı onlara.


 


Emir verip hemence, Abdülfettâh Akrî'ye,


Gönderdi İstanbul'a, "feyzini saçsın" diye.


 


Abdülfettâh Efendi, İstanbul'a gelince,


Nuh kuyusu denilen, yere geldi hemence.


 


Bu mübârek velî zât, buraya vardığında,


Cümle Hak âşıkları, buldu onu ânında.


 


Etraftan akın akın, geliyordu insanlar,


Zîrâ ondan akardı, ilâhî feyiz, nûrlar.


 


Devlet ricâlinden de, vezir, paşa, kumandan,


Gelirdi akın akın, bu dergâha o zaman.


 


On binlerce müslüman, gelerek bu dergâha,


Bağlardı kalplerini, hepsi Resûlullah'a.


 


Abdülfettâh Efendi, kırk yıldan daha fazla,


Bu dergâhta böylece, hizmet etti ihlâsla.


 


Mevlânâ Hâlid ise, o gelince Bağdad'dan,


Otuz dokuz yıl önce, ayrılmıştı dünyâdan.


 


Onun ayrılığına, hiç dayanamıyordu,


Hocasına kavuşmak, aşkıyla yanıyordu.


 


Bin sekiz yüz altmış dört, yılı Muharreminde,


Cümle talebesiyle, helâlleşti evinde.


 


Ayın on dokuzunda, hem de bir Cumâ günü,


Kur'ân'ı dinler iken, teslim etti rûhunu.


 


Âlim ve evliyâlar, sözbirliği hâlinde,


Şunu bildirdiler ki: "İstanbul dahilinde,


 


Binlerce evliyâdan, eshâbın hâricinde,


Üçü, en büyüğüdür, bu velîler içinde.


 


Bu üçünden biri de, Abdülfettâh Akrî'dir,


Kabri, âşıklarının, istifâde yeridir.


 


İkisi de şunlardır, bu üç büyük velînin,


Murâd-ı Münzâvî'yle, Tokâdî Mehmed Emîn.


 


Yâ Rabbî, bu üç büyük, velînin hürmetine,


Şifâ ver hasta olan, Muhammed ümmetine.


 


KAYNAKLAR


1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.971


2) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.23


3) Şems-üş-Şümûs


4) Mecd-i Tâlid Tercümesi; s.84


5) Hadâik-ul-Verdiyye; s.259