İDRİS ALEYHİSSELÂM

Âdem aleyhisselamdan ve Şît aleyhisselamdan sonra insanlar maddeten ve mânen bozuldular. İdrîs aleyhisselam, içinde yaşamış olduğu, Kâbil’in evlâdından bir topluluğa peygamber olarak gönderildi. Her türlü isyân, kötülük ve günâhın işlendiği bu topluluğa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi ve Allahü teâlâya kulluk etmeleri gerektiğini sabırla anlattı. Allahü teâlâ ona otuz sayfa (forma) kitap gönderdi. Cebrâil aleyhisselam dört defâ gelerek Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğ etti.


İdrîs aleyhisselam, kavmine kendisinden sonra gelecek peygamberleri, Muhammed aleyhisselamın vasıflarını bildirdi. Kendisinden sonra gelecek olan Nûh Tûfânını ve Âhir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamı bütün tafsilâtıyla anlattı. Peygamber olduğunu ispat eden birçok mucizeler gösterdi. Fakat kendisine kavminden pek az kimse itâat etti, pek çoğu ise karşı geldi. Bunun üzerine İdrîs aleyhisselam yaşamış olduğu Bâbil diyârından Mısır’a hicret etti. Kendisine îmân edenlerle birlikte burada yerleşti. Allahü teâlâ ona yetmiş iki lisanla konuşmayı nasib etti. Her kavmi kendi lisanıyla hak dîne dâvet etti. Harp âletleri yapıp, kâfirlerle cihâd etti.


İnsanlara şehir kurmak sanatını ve idârecilik ilmini öğretti. Yüz şehir kurdu. Bunların en küçüğü Diyarbakır yakınında bulunan Rehâ şehridir. Her millet de öğrendikleri bu kâidelere göre kendi bölgelerinde pekçok şehirler kurdu.


İnsanlara muhtelif ilimleri de öğretti. Pekçok kimseye hikmet ve riyâziye (matematik) dersleri verdi. Fen ilimleri, tıp ve yıldızlarla alâkalı ince ve derin meselelerden bahsetti. Allahü teâlâ ona göklerin terkiplerini, neden meydana geldiklerini, yıldızlarla alâkalı derin bilgileri, senelerin sayısını ve hesâb ilmini öğretti. İdrîs aleyhisselam kavmine kalem ile yazı yazmasını, iğne ile dikiş dikmesini öğretti. Öğrettiği ilimler, Allahü teâlânın bildirmesi ile oldu. Yoksa insanoğlunun aklı ve zekâsı, sâdece araştırma yoluyla bu bilgilere ulaşamazdı. Eski Yunanlılar ve daha sonra gelen filozoflar, fizik, kimyâ ve tıb bilgilerini İdrîs aleyhisselamın kitâbından aldılar.


İdrîs aleyhisselam, uzun seneler insanları hak dîne dâvet etti. Yeryüzünün meskûn yerlerini dört bölgeye ayırıp herbirine bir vekil tâyin etti. Bir müddet sonra Aşûre gününde göğe (semâya) kaldırıldı.


Dünyâda yaşadığı ömrünün sonuna doğru ölüm meleği Azrâil aleyhisselam, İdrîs aleyhisselamı ziyârete geldi. İdrîs aleyhisselam, Azrâil’e: “Bir anlık benim rûhumu al.” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Azrâil aleyhisselama; “Onun rûhunu al!” diye vahyetti. Azrâil aleyhisselam rûhunu aldı. Allahü teâlâ, İdrîs aleyhisselamın rûhunu tekrar iâde etti.


İdrîs aleyhisselam, Azrâil aleyhisselama; “Beni semâlara götür. Cennet’i ve Cehennem’i göreyim.” dedi. Allahü teâlâ, Azrâil’e onu semâya götürmesini, Cehennem’i ve Cennet’i göstermesini vahyetti. İdrîs aleyhisselama Cehennem gösterildi. Cennet’e götürüldü. Cennet’e girince, çıkmak istemedi. Kendisine; “Niçin çıkmıyorsun?” diye sorulunca; “Allahü teâlâ, «Her nefis ölümü tadacaktır.» buyurdu. Ben ise ölümü tattım. Yine Allahü teâlâ, «Herkes Cehennem’e uğrayacaktır.» buyurdu. Ben oraya uğradım. Allahü teâlâ, «Onlar oradan (Cennet’ten) çıkmayacaklardır.» buyurdu. İşte ben bunun için Cennet’ten çıkmak istemem.” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Azrâil’e vahyedip, İdrîs aleyhisselamın Cennet’te kalmasını bildirdi. İdrîs aleyhisselam böylece Cennet’te kaldı.


Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Meryem sûresi 57. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık.” buyrulmak sûretiyle bildirilmiştir. Tefsir âlimleri âyet-i kerîmede bildirilen “yüce mekân”dan murâdın, peygamberlik ve Allahü teâlâya yakınlık mertebesi veya Cennet veya altıncı, yâhut dördüncü kat semâ olduğunu bildirmişlerdir.


Nitekim Buhârî ve Müslim’de bildirilen hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz aleyhisselam Mîrâca çıktığı zaman, hazret-i İdrîs’i dördüncü kat semâda gördüğünü bildirmiştir.


İdrîs aleyhisselam diri olarak göğe çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadılar. Hatırlamak için resmini yaptılar. Daha sonra gelenler bu resmi tanrı sandılar, çeşitli heykeller yapıp tapıldı. Böylece putperestlik meydana çıktı.

Cebrâil aleyhisselâmı altı yüz kanadı ile kendi şeklinde gördü

 Resûlullah efendimiz aleyhisselâm, mîrâc yâni göklere çıkarıldığı ve bilinmeyen âlemleri gezdiği ve gördüğü gece, Mekke-i mükerremeden Sidret-ül-müntehâya kadar, Cebrâil aleyhisselâm ile birlikte gitti. Sidrede, Cebrâil aleyhisselâmı altı yüz kanadı ile kendi şeklinde gördü. Cebrâil aleyhisselâm Sidre'de kaldı. 

(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri “kuddise sirruh” )

Kalpten kalbe yol vardır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Minel kalbi ilel kalbi sebîlâ.)* Yâni kalpden kalbe *(Yol)* vardır. Asıl iş, o *(Yolu)* ele geçirmekdir. O yolu ele geçirdin mi, sen de *(Sevdiğin)* le berâbersin demekdir. 


*(El mer'ü mea men ehabbe)*. Hadîs-i şerîf bu. Sohbet demek, illâ bir *(Şey)* ler dinlemek, bir *(Şey)* ler öğrenmek demek değildir kardeşim. 


*(Sohbet)*, berâber olmak demekdir. İsterse hiç konuşulmasın. 


Nitekim, *(Şâh-ı Nakşibend)* hazretlerine uzak yoldan bir tüccar gelmiş. İçeri girmiş. Bakmış ki, mübârek *(Zât)* hiç konuşmuyor, *(Sükût)* ediyor. 


Herkes başını önüne eğmiş, sessizce oturuyorlar. İçinden; *(Bu kadar uzak yoldan geldim, bir şeyler anlatsa da, istifâde etsem)* diye düşünmüş. 


O anda, Şâh-ı Nakşibend hazretleri başını kaldırmış ve o tüccara; *(Bizim sükûtumuzdan istifâde edemiyen, konuşmamızdan hiç istifâde edemez)* buyurmuş. 


Meğer Şâh-ı Nakşibend hazretleri, o *(Sükût)* ânında, mübârek *(Kalb)* inden ordakilere *(Feyz)* akıtıyormuş.


Müslümânın sîmâsında *(Feyz)* vardır. Bu *(Sîmâ)* ya bakan, bu feyzden *(İstifâde)* eder. Hiç konuşmasa da, kalbinden yayılan feyz, çevresine çok *(Fâideli)* olur. 


Hele *(Çocuk)* ların kalbi, henüz pisliğe bulaşmadığı için çok *(Temiz)* dir. Hepimiz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *(Himâye)* sindeyiz, elhamdülillah. 


Onların *(Feyzi)* hepimizin kalbine akıyor inşallah. *(Muhabbeti)* çok olana, *(Feyz)* çok gelir. Onlardan feyz ala ala *(Dünyâ)* yı unutur. 


Bu dünyâyı *(Unutdu)* mu, o zaman Allahü teâlânın *(Feyz)* leri ve *(Muhabbet)* leri kalbe yerleşir. 


*(Kalb)* ine feyz gelen kimse, hiç kimsenin görmediği şeyleri *(Görür)* , hiç kimsenin işitmediği şeyleri *(İşitir)*, hiç kimsenin bilmediği ma’rifetleri *(Söyler)*.

Kadın şeytanın tuzağıdır

 *Buyurdular ki: "Kadın, şeytanın tuzağıdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki, "Kadın avrettir. Açık olarak çıkarsa, şeytan gözlerini çok açarak ona bakar." [Halebî-i Kebîr] Herkesin yanında bir, kadının yanında iki şeytan bulunur." [Fetava-i Hayriyye]

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild, sf: 824]

Peygamber efendimiz bile her hakikati herkese söylememiştir

 *Buyurdular ki: "Bazı hakikatleri, cahillere söylemek, fitneye sebep olur. Nitekim Peygamber Efendimiz bile her hakikati herkese söylememiştir."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild sf: 824]

Dost-ı hakiki Allahü teâlâdır

 *Bir gün arabada gelirken buyurdular ki: "Bu dünya firak dünyasıdır. Ayrılık dünyasıdır. Sevgililerden ayrılma dünyasıdır. O halde dünyada, ölüm anında, kabirde ve ahirette hiç ayrılmayan dost-ı hakiki olan Allahü teâlâya gönül bağlamalıdır. Dost-ı hakiki odur."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild sf: 824]

Saîd veya şaki olmanın alâmeti

 *Buyurdular ki: "Dünyada iyilik yapan, şeriate uyan Müslümanın, ezelde saîd olduğu anlaşılır. Şeriate uymamak, ezelde şaki olmak alâmetidir."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild, sf: 824]

Sevilmeyen istenilmez

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


DÜNYANIN ZARARLARI 

Dikkatinizi çekerim: Bu Hadis-i şerifte dünyayı talep eden kişiler için çok korku vardır. Fakat, ne yazık ki dünyayı toplayanların birçoğu ellerinde sanki kurtuluş senedleri varmış gibi davranırlar. Sen de onlar gibi:  

— Ben dünyayı talep ederim, mal toplarım ama, ona muhabbetim yoktur, asla sevmem dersen, ben de sana derim ki;  

— Ey biçare! Hem dünyayı sevmem dersin hem de gece-gündüz demez, onun derdine düşer, peşi sıra koşturursun.  


Neden başka bir şeye talip olmuyorsun? Neden başka bir şeyin peşi sıra koşturmuyorsun? Bundan da anlaşılıyor ki, sen dünyayı seversin. Zira, sevilmeyen istenilmez. İstenmeyen şey de ele geçince keselere doldurulup ağızları mühürlenerek sandıklara istif edilmez, bir fakir gelip isteyince: (Şimdi yok, hazır değil.) gibi sözlerle yalan söylenmez. Ey biçare: Diyelim ki, bugün cimrilik edip sadakanı ve zekâtını fakirlerden esirgedin. Peki, yarın Hakkın huzuruna ne yüzle varacaksın? Sonra da: (Ben dünyayı sevmem!) diye hüccet göstermeye kalkarsın. Şunu iyi bil ki, Hak teâlâ kullarının gönüllerine nazar eder, suretlerine nazar etmez. 


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hepimiz *(Hizmet)* ediyoruz. Bu, ne büyük *(Ni’met)* dir kardeşim. Eshâb-ı kirâmın *(Vazîfe)* si bu. Eshâb-ı kirâm niçin çok *(Yüksek)* dir?


Niçin çok *(Şeref)* lidir? Çünkü hepsi *(İslâm)* yolunda çalışdılar. İslâmı *(Yaymak)* için uğraşdılar. Canlarını *(Fedâ)* etdiler. 


Tâ *(Mekke)* den, *(Medîne)* den kalkdılar, İstanbula kadar geldiler. Meselâ, *(Eyüp Sultân)* hazretleri. Canlarını *(Fedâ)* etdiler. 


Niçin? Allahın dînini *(Yaymak)* için. Elhamdülillah, biz de Allahü teâlânın *(Dîni)* ni yaymak için uğraşıyoruz kardeşim. 


Allah da bize *(Yardım)* ediyor. Şimdi evde bir kaç *(Mektup)* okudum, amân ne yalvarıyorlar, ne çok *(Duâ)* ediyorlar. Niçin? *(Kitap)* gönderdiğimiz için 


Fakat, biz *(Hizmet)* ediyoruz diye *(Mağrûr)* olmıyalım, gururlanmıyalım. Rabbimiz bize *(Nasîb)* ediyor, *(Yardım)* ediyor. Allah yardım etmezse yapamayız ki. 


Bütün *(Dünyâ)* bizim kitapları *(Yaymak)* da yarışıyorlar. İşte bütün bunları *(Allah)* yapıyor kardeşim. Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri ile oturuyorduk. 


Bir şey anlatmıyorlardı. İçimden; “Bâri ben konuşayım” dedim. Üniversitede talebeydim o vakit, *(Efendim, Cemel vak’asındaki hâdiseler çok üzücü)* dedim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri birden ciddîleşdi. Ve bana dönüp; *(Sen de mi müctehid oldun? Daha neler söyliyeceksin?)* buyurdu.


Ve ardından; *(Bizler hâzır olsak, hesâba katılmayız, gâib olsak aranmayız)* diyerek, kendini de dâhil etdi. 


Merhametinden beni kovmadı efendim. *(Git, bir daha gelme!)* deseydi ben ne yapardım?

İnsanın evvela kendine adalet etmesi lazımdır

 “İnsanın evvela kendine, hareketlerine, azasına adalet etmesi lazımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adalet yapması lazımdır. Adliyecilerin ve hükümet adamlarının da, millete adalet yapması lazımdır. Demek ki, bir insanda adalet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, azasında adalet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her azasını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın adetini değiştirip, onları aklın ve islâmiyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dine uygun hareket etmeli, dinin gösterdiği güzel ahlaktan sapmamalıdır. Güzel ahlâk ile huylanmalıdır. Hakim, vali, kumandan ve herhangi bir amir ise, yine ibadetleri yaptırmalı ve yapmalıdır. Böyle olan kimse, bu dünyada, Allahü teâlânın halifesi olmuştur. Kıyamette de adiller için vaad edilen nimetlere kavuşur. Böyle bir hayırlı kimsenin hayır ve bereketi, onun bulunduğu talihli zamana, mübarek yere ve orada bulunmakla bahtiyar olan insanlara, hayvanlara, hatta nebatlara ve rızıklara sirayet eder, yayılır. Fakat, Allah korusun, bir yerdeki hükümet adamları, şefkatli, iyi huylu, adaletli olmazsa, insan haklarına saldırırlar, zulüm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar adalet erbabı değil, iblislerin ahbabı, şeytanların yoldaşlarıdırlar.


Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyamet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır. (Men, lâ yerham, lâ yurham!) buyurulmuştur ki, acımayana acınmaz demektir. Böyle zalimlerin topluluğuna hükümet değil, eşkıya denir. Bunlar, birkaç senelik, muvakkat dünya zevkleri için, milyonlara eziyet ederler. Fakat, zulümlerinin cezasını çekmedikçe, bu dünyadan gitmezler. O kadar refah ve lezzetler içinde oldukları halde, elbette şiddetli sıkıntılar, büyük dertler yakalarını bırakmaz. O saltanat hiçbirinin elinde kalmaz. Çok olur ki, saltanatları düşmanlarının eline geçer. Bu hali görür. Ciğerleri yanar. Meryem suresinin seksenbirinci ayetinde meâlen, (Mâlik, hakim olduğunu söylediği şeylerin hepsini elinden alırız. Yalnız başına huzurumuza gelir) buyuruldu. Burada buyurulduğu gibi, Allahü teâlânın mahkemesine, yüzü kara, sürünerek getirilir. Yaptığı kötülükleri inkar edemez. Hepsinin cezasını çok acı olarak çeker. Yaptığı zulümlerin, işkencelerin karanlığı, etrafını kaplar. Önünü göremez. Azap meleklerinin pençesinde, kendi yaptıklarının katkat kötüsünü çekmek için, Cehennem azabına atılır. Allahü teâlânın dinini beğenmediği, ona çöl kanunu dediği için, orada rahmete kavuşamaz.”


[İslâm Ahlâkı]

Kime evliya denir?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cennetin en yüksek derecesi, *(Şehîd)* lere mi verilir? Hayır, islâmiyeti *(Yayan)* lara verilir. Zâten şehîdler de islâmiyeti *(Yaymak)* için şehîd oluyorlar. 


İslâmiyeti yayanlara *(Cennet)* de en yüksek derece var. Peygamber aleyhisselâma sormuşlar; *(İnsanların en kıymetlisi kimdir?)* diye. 


İki kelime ile cevap vermiş Peygamber aleyhisselâm. Buyurmuş ki: *(Men teallemel ilme ve allemehû.)* Ne demek bu?


Yâni, ilim *(Öğrenen)* ve öğrendiğini başkalarına *(Öğreten)* dir, buyurmuş. Yalnız öğrenmekle olmuyor. Öğrendiğini de *(Öğretecek)*. Asıl lâzım olan bu. 


Elhamdülillah, biz öğretiyoruz. Birine bir *(Kitap)* vermek demek, *(Öğretmek)* demekdir işte. Peygamber Efendimizin *(Müjde)* si bu. 


Öğrenecek, öğretecek ve yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *(Kitap)* vermekle. Ne *(Mutlu)* ilim öğrenene ve Allahın kullarına *(Yayana)*. 


Allahü teâlânın kullarına, hem de bütün dünyâya *(İslâmiyeti)* öğretmek için, Allahü teâlâ bizi *(Vâsıta)* kılmış. Hepimizi yâni. 


Kimimiz *(Paket)* yaparız, kimimiz *(Yazar)* ız, kimimiz postâneye *(Götürürüz)*, kimimiz de *(Taşırız)*. İslâmiyetin koruyucusu, *(Osmânlı)* lar ve *(Nakşî)* lerdir. 


İslâm düşmanları bunu bildikleri için, en çok bu *(İki)* sine saldırıyorlar. İslâmiyeti *(Yok)* etmeye uğraşıyorlar. İslâmiyet, Allahü teâlânın *(Emir)* leri ve *(Yasak)* larıdır. 


*(Evliyâ)* deyince, aklınıza ne geliyor? Bir anda çeşidli yerlere *(Gitme)* si, su üzerinde *(Yürüme)* si gibi şeyler mi? 


Hayır, bu gibi şeyler, *(Şeytân)* ın işleridir. Şeytân da yapıyor böyle şeyleri. *(Evliyâ)* demek; Allahın *(Dostu)*, Allahın sevdiği *(Kulu)* demekdir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdu ki: Bu zamanda *(Îmânı)* olan, *(Harâm)* dan sakınan, ibâdetlerini ihlâsla *(Yapan)*, evliyâdır. Yâni Allahü teâlânın sevdiği kuldur