1 Nisanın tarihçesi:
15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu Endülüs Müslümanlarının son kalesini kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da etkisiyle, kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunu anlayan Haçlı ordusunun komutanı değişik taktikler düşünmektedir.
En sonunda 31 Mart gecesi Kalenin önüne giderek bir elinde Kur'an bir elinde İncil 'Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım' der. Gerekli görüşmelerden sonra canlarının kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler.
Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların öldürülmesi için emir verir. Bunun üzerine Müslümanlar 'Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz' dediklerinde Haçlı ordusu komutanı 'Benim sözüm size dün akşam içindi, bugün için size bir sözüm yoktur' diye cevap verir ve BÜTÜN MÜSLÜMANLAR ORADA ŞEHİT EDİLİR.
İşte o gün bugündür 1 Nisan Hristiyanlar arasında 'Hile Günü' olarak kutlanmaktadır.
Maalesef halkımız arasında da yaygınlaşmış, yüzlerce, binlerce Müslümanın katliam günü olan 1 Nisanlar, bir şaka günü olarak kutlanmaktadır.
LÜTFEN BUNU TÜM ARKADAŞLARINIZA GÖNDERİN'Kİ 1 NİSANIN NE KADAR KÖTÜ BİR ANLAMI OLDUĞUNU ÖĞRENSİNLER...
Ğavsul Azam Seyyid Sıbğatullah Arvasi
İsmi Sıbğatullah. Lugat manası Allah’ın boyası. Tefsir ıstılahına bakılacak olursa, manası Allahın yarattığı asli fıtrat. Yani İslam fıtratı. Sıbğatullah, bu manada Hristiyanlık akidesine karşı bir duruş bir reddiye. Şöyle ki ;
Hristiyan akidesine göre çocuk, doğumunun yedinci gününde sarı suya batırılıp vaftiz edilir ki güya Hazreti Adem’den kendisine tevarüs etmiş olan günahlarından arınsın. Oysa hayır. O çocuklar, siz vaftiz suyuna batırdınız diye temizlenmedi. O çocuklar , fıtraten yani doğumlarından itibaren temizdir. Allah’ın boyası ile boyanmış olarak dünyaya gelmişlerdir. Allah kullarını imanla boyar. O boya ile kuluna daha sonra bulaşmış kirleri de temizler. Yeter ki kul o boyayı soldurmasın pörsütmesin. O boya üzerine başka bir boya ile boyanmasın. Hal bu iken kimin boyası onunkinden üstündür?
‘Biz Allah’ın boyası ile boyanmışızdır. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir.? Biz ona ibadet edenleriz’. (Bakara 138)
Doğum tarihi hicri 1194. Doğduğu yer Van ili Bahçesaray İlçesi Arvas köyü. Nesebini şöyle anlatıyor:
-Ben molla Lütfullah’ın oğluyum. O, Abdurrahman-ı Kutup, o, Abdullah-ı Veli, o, molla Muhammed, o, molla Muhammed, o, molla Muhammed, o, şeyh İbrahim,o, Cemalüddin o Muhammed Kutup (Veli),o, Seyyid Kasım Bağdadi El Hüseyni (k.s) nin oğlu. Ve nesebi böylece altın nesle, Hazreti Hüseyine uzanmakta.
Dedelerinin bulunduğu köyde Kuran ve sünnet yaşayışı hakim. Köylerde hiçbir çalgı ve oyun aleti bulunmadığı gibi çalgı aletleri bulunan bir kimse köylerinden geçemiyor. Çoğu ata binmiyor. Sakallarını traş etmemek, süslü elbise giymemek, sigara içmemek en bariz adetleri. Hatta meclislerinden sigara içene müsaade edilmezdi. Bunların yerleri ya cami ya medrese yahut da beyaz türbe olarak bilinen tekkelerdi. İlk eğitimini ilim ve irfan ocağı Arvasta tamamlar. Kısa zamanda akli ve nakli ilimlerde zirveye çıkar. Bu arada Arvas ocağının İslam dünyasındaki mevkii dikkate şayan. Dünyanın muhtelif bölgelerinden tedrisat için Arvas’a geliniyor. En müşkil meseleler Arvasta cevap buluyor ve hallediliyor. Kendileri halen dedelerinin tarikatı olan Kadiri tarikatına mensup ve o tarikatın şeyhidir. Nakşıbendiye tarikatına mensup değildir. Seyyid Taha hazretlerinin O, tarikata girmeden önce kendisi ile ilgili sözleri :
-Bu emaneti o yüklenecek.
Bu sebeple Seyyid Taha, en kısa zamanda kendisinin Nakşıbendi tarikatına intisap etmesini emreder. Seyyid Tahaya intisap ettikten sonra Seyyid Taha onu Derviş Muhammed Nakşıbend ile Molla Muhyiddine ısmarlar. Zaman gelir molla Muhyiddin’in ağzından bir çift söz dökülür:
-Artık ölülerden bile istifade etme mertebesine eriştin.
Ve, Mevlana Halidi Bağdadi hazretlerinin halifesi Şeyh Halid-i Cezeri hazretlerinin yanında zühd,riyazet, yoluna giriş. Kendisinde insu cinin ameline denk cezbe-i hak tezahür ediyor. Zat-ı tecelliye gark oluş. Kendi nefsinden geçiş ve fena fillah, beka billah makamlarına eriş. Bu süre zarfında onunla arkadaşlık eden herkes cezbe ve aşka düşüyor. Ve nihayet hep beklediği, özlediği, haberi alır. Seyyid Taha kendisine haber göndermiştir
-Artık evine dön.
YUVAYA DÖNÜŞ
Gurbet, kişinin sevdiğiyle beraber olmamasıdır. Mürşidinden ayrı kalmanın getirdiği hasret sızısı nihayet son buluyor. Mürşidinin ‘dön’ emrine aşkla, şevkle baba ocağına dönüş. Kırk günlük bir süluk. Bir ay boyunca mürşidinin sohbetinde bulunmasına izin veriliyor. Ğavsul Azam kalbi vukufla, mürşidinin kendisi hakkındaki meramını ne bir konuşma ne bir işaret olmadan anlıyorlar. Kendisinde ilmi, kalbi, ve kabir ehlinin hallerine dair muazzam keşifler hasıl oluyor. Bir gün mürşidi Seyyid Taha ona şunu söyler:
-‘Sen duasıyla belaların uzaklaştırıldığı, affedilmiş kullardansın. İstifade için büyüklerin kabirlerini ziyaret et. Sende saliklerin ünsiyeti oluştu.’
Seyyid Taha onun yetişmesinde büyük bir ihtimam göstermektedir. Bu ihtimamı şu sözlerle ifade ediyor:
-"Herkesin yükü benim sırtımda ancak seninkisi boynumda".
Talebelerinden biri, Seyyid Taha’ya Ğavsul Azamın dedesi olan molla Abdurrahman’ın kutup olduğunu söyler. Seyyid Taha, Ğavsul Azamı kastederek şu sözü sarfeder:
-“Meşayih kabilesi Arvasilerden evliya hiç eksik olmaz. Ama onun gibisi hiç olmadı. Hiç olmayacak da”.
Seyyid Taha yine bir gün Ğavsul Azam hazretlerine aynı hizmette bulunduklarını ifade etmek şunu söylemiştir:
-‘Senle ben aynı boyunduruğa çekilmiş iki baş gibiyiz’.
Nihayet mürşidi kendisine mutlak halife olması gerektiğini söyler ve sözlerine söyle devam eder:
-‘Bunu emir olarak sana emretmem ve kabul ettirmem boynumun borcu. Çünkü risaletin efendisinin ve meşayihin büyüklerinin emri bu. Ve bu emri kabul etmekten başka çare yok’!
Seyyid Taha’nın bir halifesi,hangi sebeple ona hilafet verdiğini sorunca şu cevapla karşılaşır:
-‘Benim iznimle mi halife oldu? Vallahi bana gelmeden önce o kendi yurdunda şeyh idi’.
Mutlak hilafetle görevlendirikten sonra artık Ğavsul Azam’a Seyyid Taha’nın dostu denilir oldu. Seyyid Taha vefatından bir yıl önce sohbetinde sevenlerine onun hakkında şu şiiri terennüm eder.
O benim yancağızımda
Çok güzel bir konumda
Korkarım olmaz yanında
Benzeyen bir kimse ona
Mürşidi Seyyid Taha vefatlarından bir ay kadar önce kendisine haber gönderir:
-İrşadda bulun!
Seyyid Taha sekerat halindeler. Ya şeyh diye seslenirler. Odadakiler kimi kastettiklerini sorduklarında şöyle buyurdular:
-Sadece onu kast ediyorum. Yani Şeyh Sıbğatullah’ı
Vasiyet ediyorlar:
-Beni o yıkasın. Cenazemi o kaldırsın. Defnimi o yapsın. Tüm elbiselerim, takkem, çorabım, hırkam, yastığım ona verilsin.’
Hilâfetinden sonra, kendisinin yuzlerce talebesi ile birlikte ilkbahar ve sonbaharda bir hamal tutup Nehri'ye seyhini ziyarete giderdi. Bir ayaği aksak olduğundan, bir hamalin yardimi ile yolculuk yapabiliyordu.
Ziyarete gittiği bir seferde, amcasi Molla Abdulhamid'in oğlu Seyyid Fehim Hazretlerini de beraber götürmüş, Seyyid Tâhâ'ya intisab eden Seyyid Fehim Hazretleri de Seyyid Salih'in vefatindan sonra hilâfetle sereflenerek ayri bir subenin kolbaşısı olmustur.
Ğavsul Azam Hazretlerinin ilim ve kemâl sahibi iken intisab eden üc halifesinden ilki, Molla Hâlidi Oreki, ikincisi Molla Hâlid'in ilimdeki talebesi Abdurrahmani Meczub, üçüncüsü de nisbetin devamli yürütücüsü ve son zamanin müceddidi büyük tasavvuf âlimi Abdurrahmânî Tâgî Hazretleridir.
Abdurrahmani Tagî Hazretleri, Hizan'in Tag Köyünden. Önceleri Seyyid İbrahim Circâkî isimli Kâdirî seyhinin halifesi. O zaman Gavsi Azam'in şöhretinin yayildiği bir devir. Gavs'a bağli bir dervis arasira Abdurrahmani Tagî ile gorusup konusuyor. Bir gun dervise Seyda-yi Tagî soruyor: "Senin gidip geldiğin zât nasil bir kimsedir, kesfi kerameti var midir?" İstihza ile soylenen bu sozlere karsi ummî olan dervis diyor ki: "Bu Kolât Cayini gecince benim seyhimin feyzi nasildir gorur ve bu alaydan vazgecersin." Bunun uzerine isi tevile kalkip, "Yok, ben kesfi, kerameti var midir diye sormustum. Bir daha gidersen ben de seninle geleyim" deyip kendi seyhi İbrahimiCircâkî'ye de vaziyeti anlatiyor. O zât da, "Bizim vazifemiz muslumanlara hizmettir, hizmet yolunu kapamak değil, git onlarin elini opup, hayir duasini al" buyuruyor. Dervisle birlikte yola cikip simdiye kadar hic karsilasmadiği bir tarikatin seyhini gormeye gidiyor. Kolât Cayini gecince icinde bazi hallerin hasil olduğunu farkederek dervisin kesif sahibi olduğunu anliyor. Bir aksam namazinda Gavsi cemaatle buluyor. Kendisi bu hâli "Bu cemaat ancak melekler icinde olabilir, bana oyle tesir etti ki Gavs'i gorur gormez hemen ona bağlandim" diye ifade etmistir. Oyle bağlaniyor ki artik onu gormeden duramiyor. Evine donunce ayrildiği icin ici yanar ve bu muhabbet kendisini alev alev sararmis. Gidip yaninda kalmayi da istirahatine mâni olur diye yapamaz, cok defa onun odasinda disari bakan kucuk pencere onunde elpence durur, sabaha kadar kipirdamadan bekler, kar uzerini kapatirmis. Sabahleyin kari acacak olan "karci" ya Seyh Hazretleri "Dikkatli olun, karsidaki kar yiğini değil Molla Abdurrahman (Tagî)dir" diye ikazda bulunurmus. Boylesine bir bağlilik ve muhabbet... Seyda bu muhabbetle mahbub olup makbul olmus ve neticede "Kutbul arifin" olmustur.
Hizan'in Gayda köyune bir mesayihin geldiği şayi olunca, o civarda genis ve derin ilmî vukuf ve otoritesi ile taninmis âlimlerin basi olan Molla Hâlidi Olakî, etrafinda ilim adamlari ile bey ve ağalan toplayarak Ğavs Hazretlerini imtihan etmek uzere o zaman Kolât'da bulunmakta olan Seyda'nin yanina gidiyor. İlimde rusuh kazanip deniz gibi olmus (mute-bahhir) âlimlerle vehbî ilim sahiplerinin cevap verebileceği oniki sual hazirlayip etrafindaki esraf ile huzura giriyorlar. İkram faslından sonra Ğavs Hazretleri orada mevcut olan bir bağlısına hitaben baslıyor sohbet etmeye: Bir zaman âlimin biri, mesayihden birini imtihan kasdiyle oniki sual hazirlamis. Birinci sual soyleymis, cevabi da boyle imis, ikinci sual şu, cevabi da bu imis diye Molla'nın soracaği sualleri daha o sormadan cevaplandirmaya baslamis. Molla Hâlid cevaplan cok beğenmis ama, kendi suallerinin de ayni olmasini -icinde tereddut hâsil olmasina rağmen- yine de tesadüftür diye ihtimale birakmis. Böyle böyle hazirladiğı suallerin sirasi ile yedincisinin de cevabini pek mukemmel bir sekilde alan Molla Hâlid oraya dusup bayilmis... Ayıldıktan sonra da Ğavs'ın ellerine sarılıp velayet kemâli ile mürsitlik kudretini tasdik ederek:
-Efendim, bu oniki suali hazirladiğimda, bunlarin cevabini ancak cok yuksek dereceli velilerin verebileceğini düsünmüstüm. Sualleri sormadan cevabini veren zâtin buyuk olduğu kesindir ve :
-Ben burada hizmet icin kalacağim, isteyen gitsin, demistir. Bir ay kadar Ğavs'in yaninda kalan Molla Hâlid, cemaate namaz kildirmakla vazifelendirilmis..Bir aksam namazına dururken, "Ğavsi Âzam olanlar, ilim ve hafizayi silermis, acaba Sıbğatullah Hazretleri gercekten Gavsi Azam midir?" diye gonlunden gecirip tekbir alarak namaza baslamis, ilimde icazet veren ve fetvada Mısır'dan bu yana olan yerlerdeki sorulari üstün ilim ve firaseti ile halleden bir fetva emini olan Molla Hâlidi Oreki ,cehren okumaya baslayacaği Fatihayi Serifi bir türlü hatırlayıp okuyamamis. Tekrarladikca hatırına bir harf bile gelmemis. Neticede elinden tutup Gavs Hazretlerini imamete gecirip disari cikarak ;
“Rehnuma u Şeyh u Pir’i Sıbğatullah el Meded
Şah u Sultan i Serir’i Ğavs’i A’zam Meded”
diye başlayan Farsca uzun beyitlerini okuyup bu beyitlerle Seyda'nin Ğavsiyyetini beyan etmis. Böylece, cok mesayihlerin müritlerinin muhabbet ve mürid edebi gereğince, himmeti ona göre olsun diye bil-itizam söyledikleri sekilde (Kutbuzzaman, Ğavsi Azam) seklinde değil de tecrube ve ilmî süzgecten gecirerek, tahkik ile Seyda'nin Ğavsiyyetinî ilmel yakin anlamis bulunuyor. Gavsi Azam'in Molla Hâlidi Oreki'nin topladiği Minah isimli bir eseri mevcuttur.
Bir gun Gavs Hazretleri, üç halifesi de mevcut iken: "Cenabi Hak şu anda bizim bütün isteklerimizi kabul buyurur. Sizlerin dilekleriniz nedir" Molla Hâlidi Orekî "Benim dileğim şudur: Ömrüm sonuna kadar ilim dersi vereyim ve ölümüm sehitlikle olsun", "Senin dileğin oldu" buyuruyor Ğavs Hazretleri..
Abdurrahman-i Meczub da soyle dilekte bulunuyor: "Allah bu ask ve cezbeyi benden kesmesin", "Senin ki de oldu" buyuruyor... Abdurrahmani Tağiye sira gelince "Rabbimden dileğim, kiyamete kadar ailemden ve neslimden ilim adamlarinin eksik olmamasidir..." Gavsi Azam Hazretleri "Seninki de oldu" buyuruyor...
Üçü de yerine gelen bu dilekler soyle tahakkuk ediyor: Molla Hâlid 93 Rus harbinde, yaslanmis bir halde, bir dusman suvari birliğine yalin-kilic hucuma geciyor, bu savlet sonunda sehadet rutbesine ulasiyor. Bütun aramalara rağmen mubarek bedeni bulunamiyor...
Hristiyan akidesine göre çocuk, doğumunun yedinci gününde sarı suya batırılıp vaftiz edilir ki güya Hazreti Adem’den kendisine tevarüs etmiş olan günahlarından arınsın. Oysa hayır. O çocuklar, siz vaftiz suyuna batırdınız diye temizlenmedi. O çocuklar , fıtraten yani doğumlarından itibaren temizdir. Allah’ın boyası ile boyanmış olarak dünyaya gelmişlerdir. Allah kullarını imanla boyar. O boya ile kuluna daha sonra bulaşmış kirleri de temizler. Yeter ki kul o boyayı soldurmasın pörsütmesin. O boya üzerine başka bir boya ile boyanmasın. Hal bu iken kimin boyası onunkinden üstündür?
‘Biz Allah’ın boyası ile boyanmışızdır. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir.? Biz ona ibadet edenleriz’. (Bakara 138)
Doğum tarihi hicri 1194. Doğduğu yer Van ili Bahçesaray İlçesi Arvas köyü. Nesebini şöyle anlatıyor:
-Ben molla Lütfullah’ın oğluyum. O, Abdurrahman-ı Kutup, o, Abdullah-ı Veli, o, molla Muhammed, o, molla Muhammed, o, molla Muhammed, o, şeyh İbrahim,o, Cemalüddin o Muhammed Kutup (Veli),o, Seyyid Kasım Bağdadi El Hüseyni (k.s) nin oğlu. Ve nesebi böylece altın nesle, Hazreti Hüseyine uzanmakta.
Dedelerinin bulunduğu köyde Kuran ve sünnet yaşayışı hakim. Köylerde hiçbir çalgı ve oyun aleti bulunmadığı gibi çalgı aletleri bulunan bir kimse köylerinden geçemiyor. Çoğu ata binmiyor. Sakallarını traş etmemek, süslü elbise giymemek, sigara içmemek en bariz adetleri. Hatta meclislerinden sigara içene müsaade edilmezdi. Bunların yerleri ya cami ya medrese yahut da beyaz türbe olarak bilinen tekkelerdi. İlk eğitimini ilim ve irfan ocağı Arvasta tamamlar. Kısa zamanda akli ve nakli ilimlerde zirveye çıkar. Bu arada Arvas ocağının İslam dünyasındaki mevkii dikkate şayan. Dünyanın muhtelif bölgelerinden tedrisat için Arvas’a geliniyor. En müşkil meseleler Arvasta cevap buluyor ve hallediliyor. Kendileri halen dedelerinin tarikatı olan Kadiri tarikatına mensup ve o tarikatın şeyhidir. Nakşıbendiye tarikatına mensup değildir. Seyyid Taha hazretlerinin O, tarikata girmeden önce kendisi ile ilgili sözleri :
-Bu emaneti o yüklenecek.
Bu sebeple Seyyid Taha, en kısa zamanda kendisinin Nakşıbendi tarikatına intisap etmesini emreder. Seyyid Tahaya intisap ettikten sonra Seyyid Taha onu Derviş Muhammed Nakşıbend ile Molla Muhyiddine ısmarlar. Zaman gelir molla Muhyiddin’in ağzından bir çift söz dökülür:
-Artık ölülerden bile istifade etme mertebesine eriştin.
Ve, Mevlana Halidi Bağdadi hazretlerinin halifesi Şeyh Halid-i Cezeri hazretlerinin yanında zühd,riyazet, yoluna giriş. Kendisinde insu cinin ameline denk cezbe-i hak tezahür ediyor. Zat-ı tecelliye gark oluş. Kendi nefsinden geçiş ve fena fillah, beka billah makamlarına eriş. Bu süre zarfında onunla arkadaşlık eden herkes cezbe ve aşka düşüyor. Ve nihayet hep beklediği, özlediği, haberi alır. Seyyid Taha kendisine haber göndermiştir
-Artık evine dön.
YUVAYA DÖNÜŞ
Gurbet, kişinin sevdiğiyle beraber olmamasıdır. Mürşidinden ayrı kalmanın getirdiği hasret sızısı nihayet son buluyor. Mürşidinin ‘dön’ emrine aşkla, şevkle baba ocağına dönüş. Kırk günlük bir süluk. Bir ay boyunca mürşidinin sohbetinde bulunmasına izin veriliyor. Ğavsul Azam kalbi vukufla, mürşidinin kendisi hakkındaki meramını ne bir konuşma ne bir işaret olmadan anlıyorlar. Kendisinde ilmi, kalbi, ve kabir ehlinin hallerine dair muazzam keşifler hasıl oluyor. Bir gün mürşidi Seyyid Taha ona şunu söyler:
-‘Sen duasıyla belaların uzaklaştırıldığı, affedilmiş kullardansın. İstifade için büyüklerin kabirlerini ziyaret et. Sende saliklerin ünsiyeti oluştu.’
Seyyid Taha onun yetişmesinde büyük bir ihtimam göstermektedir. Bu ihtimamı şu sözlerle ifade ediyor:
-"Herkesin yükü benim sırtımda ancak seninkisi boynumda".
Talebelerinden biri, Seyyid Taha’ya Ğavsul Azamın dedesi olan molla Abdurrahman’ın kutup olduğunu söyler. Seyyid Taha, Ğavsul Azamı kastederek şu sözü sarfeder:
-“Meşayih kabilesi Arvasilerden evliya hiç eksik olmaz. Ama onun gibisi hiç olmadı. Hiç olmayacak da”.
Seyyid Taha yine bir gün Ğavsul Azam hazretlerine aynı hizmette bulunduklarını ifade etmek şunu söylemiştir:
-‘Senle ben aynı boyunduruğa çekilmiş iki baş gibiyiz’.
Nihayet mürşidi kendisine mutlak halife olması gerektiğini söyler ve sözlerine söyle devam eder:
-‘Bunu emir olarak sana emretmem ve kabul ettirmem boynumun borcu. Çünkü risaletin efendisinin ve meşayihin büyüklerinin emri bu. Ve bu emri kabul etmekten başka çare yok’!
Seyyid Taha’nın bir halifesi,hangi sebeple ona hilafet verdiğini sorunca şu cevapla karşılaşır:
-‘Benim iznimle mi halife oldu? Vallahi bana gelmeden önce o kendi yurdunda şeyh idi’.
Mutlak hilafetle görevlendirikten sonra artık Ğavsul Azam’a Seyyid Taha’nın dostu denilir oldu. Seyyid Taha vefatından bir yıl önce sohbetinde sevenlerine onun hakkında şu şiiri terennüm eder.
O benim yancağızımda
Çok güzel bir konumda
Korkarım olmaz yanında
Benzeyen bir kimse ona
Mürşidi Seyyid Taha vefatlarından bir ay kadar önce kendisine haber gönderir:
-İrşadda bulun!
Seyyid Taha sekerat halindeler. Ya şeyh diye seslenirler. Odadakiler kimi kastettiklerini sorduklarında şöyle buyurdular:
-Sadece onu kast ediyorum. Yani Şeyh Sıbğatullah’ı
Vasiyet ediyorlar:
-Beni o yıkasın. Cenazemi o kaldırsın. Defnimi o yapsın. Tüm elbiselerim, takkem, çorabım, hırkam, yastığım ona verilsin.’
Hilâfetinden sonra, kendisinin yuzlerce talebesi ile birlikte ilkbahar ve sonbaharda bir hamal tutup Nehri'ye seyhini ziyarete giderdi. Bir ayaği aksak olduğundan, bir hamalin yardimi ile yolculuk yapabiliyordu.
Ziyarete gittiği bir seferde, amcasi Molla Abdulhamid'in oğlu Seyyid Fehim Hazretlerini de beraber götürmüş, Seyyid Tâhâ'ya intisab eden Seyyid Fehim Hazretleri de Seyyid Salih'in vefatindan sonra hilâfetle sereflenerek ayri bir subenin kolbaşısı olmustur.
Ğavsul Azam Hazretlerinin ilim ve kemâl sahibi iken intisab eden üc halifesinden ilki, Molla Hâlidi Oreki, ikincisi Molla Hâlid'in ilimdeki talebesi Abdurrahmani Meczub, üçüncüsü de nisbetin devamli yürütücüsü ve son zamanin müceddidi büyük tasavvuf âlimi Abdurrahmânî Tâgî Hazretleridir.
Abdurrahmani Tagî Hazretleri, Hizan'in Tag Köyünden. Önceleri Seyyid İbrahim Circâkî isimli Kâdirî seyhinin halifesi. O zaman Gavsi Azam'in şöhretinin yayildiği bir devir. Gavs'a bağli bir dervis arasira Abdurrahmani Tagî ile gorusup konusuyor. Bir gun dervise Seyda-yi Tagî soruyor: "Senin gidip geldiğin zât nasil bir kimsedir, kesfi kerameti var midir?" İstihza ile soylenen bu sozlere karsi ummî olan dervis diyor ki: "Bu Kolât Cayini gecince benim seyhimin feyzi nasildir gorur ve bu alaydan vazgecersin." Bunun uzerine isi tevile kalkip, "Yok, ben kesfi, kerameti var midir diye sormustum. Bir daha gidersen ben de seninle geleyim" deyip kendi seyhi İbrahimiCircâkî'ye de vaziyeti anlatiyor. O zât da, "Bizim vazifemiz muslumanlara hizmettir, hizmet yolunu kapamak değil, git onlarin elini opup, hayir duasini al" buyuruyor. Dervisle birlikte yola cikip simdiye kadar hic karsilasmadiği bir tarikatin seyhini gormeye gidiyor. Kolât Cayini gecince icinde bazi hallerin hasil olduğunu farkederek dervisin kesif sahibi olduğunu anliyor. Bir aksam namazinda Gavsi cemaatle buluyor. Kendisi bu hâli "Bu cemaat ancak melekler icinde olabilir, bana oyle tesir etti ki Gavs'i gorur gormez hemen ona bağlandim" diye ifade etmistir. Oyle bağlaniyor ki artik onu gormeden duramiyor. Evine donunce ayrildiği icin ici yanar ve bu muhabbet kendisini alev alev sararmis. Gidip yaninda kalmayi da istirahatine mâni olur diye yapamaz, cok defa onun odasinda disari bakan kucuk pencere onunde elpence durur, sabaha kadar kipirdamadan bekler, kar uzerini kapatirmis. Sabahleyin kari acacak olan "karci" ya Seyh Hazretleri "Dikkatli olun, karsidaki kar yiğini değil Molla Abdurrahman (Tagî)dir" diye ikazda bulunurmus. Boylesine bir bağlilik ve muhabbet... Seyda bu muhabbetle mahbub olup makbul olmus ve neticede "Kutbul arifin" olmustur.
Hizan'in Gayda köyune bir mesayihin geldiği şayi olunca, o civarda genis ve derin ilmî vukuf ve otoritesi ile taninmis âlimlerin basi olan Molla Hâlidi Olakî, etrafinda ilim adamlari ile bey ve ağalan toplayarak Ğavs Hazretlerini imtihan etmek uzere o zaman Kolât'da bulunmakta olan Seyda'nin yanina gidiyor. İlimde rusuh kazanip deniz gibi olmus (mute-bahhir) âlimlerle vehbî ilim sahiplerinin cevap verebileceği oniki sual hazirlayip etrafindaki esraf ile huzura giriyorlar. İkram faslından sonra Ğavs Hazretleri orada mevcut olan bir bağlısına hitaben baslıyor sohbet etmeye: Bir zaman âlimin biri, mesayihden birini imtihan kasdiyle oniki sual hazirlamis. Birinci sual soyleymis, cevabi da boyle imis, ikinci sual şu, cevabi da bu imis diye Molla'nın soracaği sualleri daha o sormadan cevaplandirmaya baslamis. Molla Hâlid cevaplan cok beğenmis ama, kendi suallerinin de ayni olmasini -icinde tereddut hâsil olmasina rağmen- yine de tesadüftür diye ihtimale birakmis. Böyle böyle hazirladiğı suallerin sirasi ile yedincisinin de cevabini pek mukemmel bir sekilde alan Molla Hâlid oraya dusup bayilmis... Ayıldıktan sonra da Ğavs'ın ellerine sarılıp velayet kemâli ile mürsitlik kudretini tasdik ederek:
-Efendim, bu oniki suali hazirladiğimda, bunlarin cevabini ancak cok yuksek dereceli velilerin verebileceğini düsünmüstüm. Sualleri sormadan cevabini veren zâtin buyuk olduğu kesindir ve :
-Ben burada hizmet icin kalacağim, isteyen gitsin, demistir. Bir ay kadar Ğavs'in yaninda kalan Molla Hâlid, cemaate namaz kildirmakla vazifelendirilmis..Bir aksam namazına dururken, "Ğavsi Âzam olanlar, ilim ve hafizayi silermis, acaba Sıbğatullah Hazretleri gercekten Gavsi Azam midir?" diye gonlunden gecirip tekbir alarak namaza baslamis, ilimde icazet veren ve fetvada Mısır'dan bu yana olan yerlerdeki sorulari üstün ilim ve firaseti ile halleden bir fetva emini olan Molla Hâlidi Oreki ,cehren okumaya baslayacaği Fatihayi Serifi bir türlü hatırlayıp okuyamamis. Tekrarladikca hatırına bir harf bile gelmemis. Neticede elinden tutup Gavs Hazretlerini imamete gecirip disari cikarak ;
“Rehnuma u Şeyh u Pir’i Sıbğatullah el Meded
Şah u Sultan i Serir’i Ğavs’i A’zam Meded”
diye başlayan Farsca uzun beyitlerini okuyup bu beyitlerle Seyda'nin Ğavsiyyetini beyan etmis. Böylece, cok mesayihlerin müritlerinin muhabbet ve mürid edebi gereğince, himmeti ona göre olsun diye bil-itizam söyledikleri sekilde (Kutbuzzaman, Ğavsi Azam) seklinde değil de tecrube ve ilmî süzgecten gecirerek, tahkik ile Seyda'nin Ğavsiyyetinî ilmel yakin anlamis bulunuyor. Gavsi Azam'in Molla Hâlidi Oreki'nin topladiği Minah isimli bir eseri mevcuttur.
Bir gun Gavs Hazretleri, üç halifesi de mevcut iken: "Cenabi Hak şu anda bizim bütün isteklerimizi kabul buyurur. Sizlerin dilekleriniz nedir" Molla Hâlidi Orekî "Benim dileğim şudur: Ömrüm sonuna kadar ilim dersi vereyim ve ölümüm sehitlikle olsun", "Senin dileğin oldu" buyuruyor Ğavs Hazretleri..
Abdurrahman-i Meczub da soyle dilekte bulunuyor: "Allah bu ask ve cezbeyi benden kesmesin", "Senin ki de oldu" buyuruyor... Abdurrahmani Tağiye sira gelince "Rabbimden dileğim, kiyamete kadar ailemden ve neslimden ilim adamlarinin eksik olmamasidir..." Gavsi Azam Hazretleri "Seninki de oldu" buyuruyor...
Üçü de yerine gelen bu dilekler soyle tahakkuk ediyor: Molla Hâlid 93 Rus harbinde, yaslanmis bir halde, bir dusman suvari birliğine yalin-kilic hucuma geciyor, bu savlet sonunda sehadet rutbesine ulasiyor. Bütun aramalara rağmen mubarek bedeni bulunamiyor...
Nefise-i Sîret, Hasene-i sûret, Rü'yeti aliyyesiyle müşerref olan zevât-ı kirâm,bahtiyardır
Nefise-i Sîret, Hasene-i sûret,
Rü'yeti aliyyesiyle müşerref olan zevât-ı kirâm, bahtiyardır".
"Zevcetis sultan, binti sultan, ümmü Sultan"
Allahü teala rahmet eylesin, şefaatlerine nâil eylesin inşallah.
Muhterem Hocamız Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" efendinin muhterem hanımefendileri, annemiz, hanımannemiz, 7 sene evvel, 28 Şubat 2009'da dünyadan ahirete irtihal edip, sevdiklerine kavuşurken, binlerce, onbinlerce sevenini, evlâdını yetim bırakmıştı. Hanımannemiz, Abdülhakim efendi hazretlerinin ençok sevdiği talebesinden olan Ziya bey'in biricik kerîmeleri idi ve çocukluğundan itibaren Abdülhakim efendi hazretlerinin pekçok iltifatlarına kavuşmuştu. Abdülhakim Arvasi hazretleri en çok sevdiği talebesi, Hüseyin Hilmi efendiyi, pekçok sevdiği ve yanından hiç ayırmadığı, Ziya bey'in kerîmesi hanımannemiz ile evlendirdiği zaman; "Sen benim hem kızım, hem gelinimsin" buyurarak, kendi yanındaki kıymetini belirtmiştir. Hanımannemiz, Abdülhakim efendi hazretlerinin ilmi ve feyzleri ile yetişen, kendisini hayatta iken gören son ferd-i kâmil idi. Din ilimlerinde mütehassıs, büyük âlim idi. Kalb ilmlerinde de mâhir ve firaset sahibi idi. Hocamızın bütün dünyaya Ehl-i sünnet itikadını yaymasında en büyük yardımcı olarak, bütün insanların ve insanlığın üzerinde hanımannemizin çok büyük hakkı bulunmaktadır.
Abdülhakim-i Arvasi hazretleri buyurmuşlar ki; "İyiler, iyilikleri ile beraber ahirete göç ediyorlar ve kendi yerlerini boş bırakıyorlar". İşte o iyiler; yani Allah adamı, Allah dostu olanlardır. Onlar birer ışık, onlar birer güneştir. Bu güneşler azaldıkça, yerinde başka güneş olmadıkça, azaldıkça azaldıkça, dünya biraz daha kararıyor. Her giden heybesini doldurup gidiyor. Dünyadan birşeyler götürüyor. Yeri boş kalıyor.
Allah rahmet eylesin, Hanımanne buyurdular ki; "Çamlıca'daydık, ben beş-altı yaşlarımdaydım, oynuyordum. Büyüklerin hepsi orada idi. Efendi hazretleri bir sandalyede oturmuş, en çok bana bakıyordu.. baktı, baktı, en sonunda cebinden küçük bir defter çıkardı, oraya bir beyt yazdı. Beni çağırdı, al Sîret bunu sakla buyurdular. Ben bilmediğim için, götürdüm babama verdim. Babam Ziya bey baktı, maşallah dedi, aman kızım, bu çok kıymetli, bunu iyi sakla. Şimdi ben saklayayım, sonra sen saklarsın dedi. Hâlâ saklı, duruyor". Allah şefaatlerine nail eylesin, Efendi hazretleri kuddise sirruh oraya yazmış ki: "Nefise-i Siret, Hasene-i suret, Rü'yeti aliyyesiyle müşerref olan zevât-ı kiram, bahtiyardır". Yani, kim onun mübârek yüzünü görürse, o, sıradan insan değildir. O, zevât-ı kirâmdır, büyük insandır ve bahtiyardır. Abdülhakim efendi hazretleri gene birgün buyurmuşlar ki; "Ey Siret, ben sana insan diyemem, ben sana huri diyemem, ben sana melek diyemem, ben sana peri diyemem. Sen hem insansın, hem hurisin, hem perisin, hem meleksin. Sen nesin Ey Siret!".
Hanımanne küçük çocukken kabakulak olmuş. Buyuruyor ki; "Abdülhakim efendi hazretleri haftada üç gün vaazdan çıkıyor, bizim eve geliyor, benim baş ucumda oturuyor, ben ateşler içinde yanıyorum, bana okuyor okuyor, nasılım diye gözlerimin içine bakıyor. Sonra ben kendime gelince, nasılsın, bugün daha mı iyisin? diye soruyor. Arkada babam Ziya bey, iyiyim de, iyiyim de diye işaret ediyor… Her tarafım dökülüyor, fakat babam orada ya, iyiyim efendim, iyiyim diyorum".
Rahmetli Taha amca (Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin torunlarından), çok uzun seneler evvel, Hanımanne için buyurmuştu ki; "Zevcetis sultan, binti sultan, ümmü Sultan": Sultanın hanımı, sultanın kızı ve sultanın annesi.
Muhterem Hocamız, birgün Abdülhakim efendi hazretlerine "Efendim ben evlenmek istiyorum" buyurmuşlar. Abdülhakim efendi hazretleri de; "kiminle" buyurmuşlar. Hocamız; "Efendim siz kimi tensib buyurursanız" deyince, Efendi hazretleri de; "Sana Ziya beyin kerimesi uygundur" buyurup, aynı gün Ziya beyi çağırıp, hem istemişler, hem nikah kıymışlar. En çok sevdiğini, pekçok sevdiğinin kerimesi ile evlendirmişler.
Velhasıl hanımannemiz, bizim idrakimizden uzak olan bir sultandı. Böyle güneşler birer birer azaldıkca, dünyanın karanlıklığıda artmakta, zifîri karanlık olmaktadır... Hanımanneyi tarif etmek için, (bu tâbir uygun olurmu bilemiyorum ama), halk arasında bir söz vardır; "Her başarılı erkeğin arkasında bir hanım vardır"...diye. Hocamız İslamiyeti ve Ehl-i sünnet itikadını dünyanın heryerine anlatabilmek için, bid'at ehlinin karşısında en sağlam kale olup, çok kıymetli yüzlerce kitabı (arının bal yapması gibi) hazırlarken, îmân cevheri bulunan onbinlerce emsalsiz genci yetiştirirken, dinsizlerin ve mezhebsizlerin yıkmak için uğraştıkları güzel dînimizi yeniden canlandırmağa çalışırken, hep hanımannenin desteği, yardımı, fedakarlığı, vefakarlığı ve zemin hazırlaması vardı. Hocamız Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh efendinin dinimize olan hizmetlerini, bütün âlem bilmekte, görmekte ve takdir etmektedir. Görmemek için kör olmak veya ard niyetli olmak lazım. (Bu hizmetler inşallah kıyamete kadar devam edecektir)
Ali Zeki Osmanağaoğlu
Rü'yeti aliyyesiyle müşerref olan zevât-ı kirâm, bahtiyardır".
"Zevcetis sultan, binti sultan, ümmü Sultan"
Allahü teala rahmet eylesin, şefaatlerine nâil eylesin inşallah.
Muhterem Hocamız Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" efendinin muhterem hanımefendileri, annemiz, hanımannemiz, 7 sene evvel, 28 Şubat 2009'da dünyadan ahirete irtihal edip, sevdiklerine kavuşurken, binlerce, onbinlerce sevenini, evlâdını yetim bırakmıştı. Hanımannemiz, Abdülhakim efendi hazretlerinin ençok sevdiği talebesinden olan Ziya bey'in biricik kerîmeleri idi ve çocukluğundan itibaren Abdülhakim efendi hazretlerinin pekçok iltifatlarına kavuşmuştu. Abdülhakim Arvasi hazretleri en çok sevdiği talebesi, Hüseyin Hilmi efendiyi, pekçok sevdiği ve yanından hiç ayırmadığı, Ziya bey'in kerîmesi hanımannemiz ile evlendirdiği zaman; "Sen benim hem kızım, hem gelinimsin" buyurarak, kendi yanındaki kıymetini belirtmiştir. Hanımannemiz, Abdülhakim efendi hazretlerinin ilmi ve feyzleri ile yetişen, kendisini hayatta iken gören son ferd-i kâmil idi. Din ilimlerinde mütehassıs, büyük âlim idi. Kalb ilmlerinde de mâhir ve firaset sahibi idi. Hocamızın bütün dünyaya Ehl-i sünnet itikadını yaymasında en büyük yardımcı olarak, bütün insanların ve insanlığın üzerinde hanımannemizin çok büyük hakkı bulunmaktadır.
Abdülhakim-i Arvasi hazretleri buyurmuşlar ki; "İyiler, iyilikleri ile beraber ahirete göç ediyorlar ve kendi yerlerini boş bırakıyorlar". İşte o iyiler; yani Allah adamı, Allah dostu olanlardır. Onlar birer ışık, onlar birer güneştir. Bu güneşler azaldıkça, yerinde başka güneş olmadıkça, azaldıkça azaldıkça, dünya biraz daha kararıyor. Her giden heybesini doldurup gidiyor. Dünyadan birşeyler götürüyor. Yeri boş kalıyor.
Allah rahmet eylesin, Hanımanne buyurdular ki; "Çamlıca'daydık, ben beş-altı yaşlarımdaydım, oynuyordum. Büyüklerin hepsi orada idi. Efendi hazretleri bir sandalyede oturmuş, en çok bana bakıyordu.. baktı, baktı, en sonunda cebinden küçük bir defter çıkardı, oraya bir beyt yazdı. Beni çağırdı, al Sîret bunu sakla buyurdular. Ben bilmediğim için, götürdüm babama verdim. Babam Ziya bey baktı, maşallah dedi, aman kızım, bu çok kıymetli, bunu iyi sakla. Şimdi ben saklayayım, sonra sen saklarsın dedi. Hâlâ saklı, duruyor". Allah şefaatlerine nail eylesin, Efendi hazretleri kuddise sirruh oraya yazmış ki: "Nefise-i Siret, Hasene-i suret, Rü'yeti aliyyesiyle müşerref olan zevât-ı kiram, bahtiyardır". Yani, kim onun mübârek yüzünü görürse, o, sıradan insan değildir. O, zevât-ı kirâmdır, büyük insandır ve bahtiyardır. Abdülhakim efendi hazretleri gene birgün buyurmuşlar ki; "Ey Siret, ben sana insan diyemem, ben sana huri diyemem, ben sana melek diyemem, ben sana peri diyemem. Sen hem insansın, hem hurisin, hem perisin, hem meleksin. Sen nesin Ey Siret!".
Hanımanne küçük çocukken kabakulak olmuş. Buyuruyor ki; "Abdülhakim efendi hazretleri haftada üç gün vaazdan çıkıyor, bizim eve geliyor, benim baş ucumda oturuyor, ben ateşler içinde yanıyorum, bana okuyor okuyor, nasılım diye gözlerimin içine bakıyor. Sonra ben kendime gelince, nasılsın, bugün daha mı iyisin? diye soruyor. Arkada babam Ziya bey, iyiyim de, iyiyim de diye işaret ediyor… Her tarafım dökülüyor, fakat babam orada ya, iyiyim efendim, iyiyim diyorum".
Rahmetli Taha amca (Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin torunlarından), çok uzun seneler evvel, Hanımanne için buyurmuştu ki; "Zevcetis sultan, binti sultan, ümmü Sultan": Sultanın hanımı, sultanın kızı ve sultanın annesi.
Muhterem Hocamız, birgün Abdülhakim efendi hazretlerine "Efendim ben evlenmek istiyorum" buyurmuşlar. Abdülhakim efendi hazretleri de; "kiminle" buyurmuşlar. Hocamız; "Efendim siz kimi tensib buyurursanız" deyince, Efendi hazretleri de; "Sana Ziya beyin kerimesi uygundur" buyurup, aynı gün Ziya beyi çağırıp, hem istemişler, hem nikah kıymışlar. En çok sevdiğini, pekçok sevdiğinin kerimesi ile evlendirmişler.
Velhasıl hanımannemiz, bizim idrakimizden uzak olan bir sultandı. Böyle güneşler birer birer azaldıkca, dünyanın karanlıklığıda artmakta, zifîri karanlık olmaktadır... Hanımanneyi tarif etmek için, (bu tâbir uygun olurmu bilemiyorum ama), halk arasında bir söz vardır; "Her başarılı erkeğin arkasında bir hanım vardır"...diye. Hocamız İslamiyeti ve Ehl-i sünnet itikadını dünyanın heryerine anlatabilmek için, bid'at ehlinin karşısında en sağlam kale olup, çok kıymetli yüzlerce kitabı (arının bal yapması gibi) hazırlarken, îmân cevheri bulunan onbinlerce emsalsiz genci yetiştirirken, dinsizlerin ve mezhebsizlerin yıkmak için uğraştıkları güzel dînimizi yeniden canlandırmağa çalışırken, hep hanımannenin desteği, yardımı, fedakarlığı, vefakarlığı ve zemin hazırlaması vardı. Hocamız Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh efendinin dinimize olan hizmetlerini, bütün âlem bilmekte, görmekte ve takdir etmektedir. Görmemek için kör olmak veya ard niyetli olmak lazım. (Bu hizmetler inşallah kıyamete kadar devam edecektir)
Ali Zeki Osmanağaoğlu
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin İstanbula hicretleri (Kendi dilinden)
İSTANBUL'A HİCRETLERİ (KENDİ DİLİNDEN)
Bin üç yüz otuz yedi Nisan ayının ibtidalarında İstanbul’a geldim. İstanbul’a ne suretle geldiğimin esbabını zikretmek isterim. Zira şimdi beraber bulunan akaribin zükurları hemen cümlesi sağiri’s-sin idiler. Nerede olduklarını ve vatanlarındaki ahvalin tafsilatını mevsuk bir surette bilmediklerinden bi’l-ahare anlara yadigar kalmak üzere yazıyorum. Vatanımız bulunan Başkale kasabası bir zaman derebeylik, sonra Hakkâri eyaletinin merkezliğini muhafaza etmiş idi. Nihayet Hakkâri vilayetinin ve sonra sancağının merkezi iken, harb-i umumi bidayetlerinde, yani 1332 Muharreminde, 1329 senesi Teşrin-i Sanisinde Rus askeri İran’ın Salmas cihetinden gelerek oraları istilâ ederken vatandaşımız olan Ermeniler silahlandılar. Müslümanların emval-i menkulelerini bi’t-temam yağma etdikleri esnada bizim de hanelerimizi tamamen nehb-ü garet ettiler. Kışın bidayetinde efrad-i aile, perişan olarak, cibal ve kuraya firar ettiler. On gün sonra Mahz-ı İnayet-i Rabbâniye yetişerek kasaba istirdad edildi, avdet olundu, o kış malsız olarak min haysüla yahtesib yaşadık. Bahara kadar dahil olduk. O senenin Mayısının ikinci Pazar gününe tesadüf eden Receb-i Şerifi’in birinci günü ikindi vakti, yani saat dokuzda düşman bir saat mesafeye geldikten sonra hükûmet tahliye emrini verdi. Kuraya, cibale, sahralara düştük. Mayısın on ikinci gecesi evlerimizi, akarımızı, çarşı ve medrese ve mekteblerimizi, mesacid ve cevamiimizi bi’t-temam ihrak ettiler. Artık o andan itibaren hicret etdik, muhacir olduk. Düşman memleketin şarkından hücum edip şark-ı şimâliye tesadüf eden Saray kasabasından Van’a doğru yürüdü. Garb-i şimâli ve tam garb ve garb-i cenubi olan Van Şatak ve Nurdüz istilâ edildi. Tam şimâl olan cihet ki Tayyar ve Tohub nahiyeleri hâl-i ısyanda bulunup kaffesi müsellah olarak Ehl-i İslâm’a kadim bir kin bağlayan Nasturi, yani, Keldan-i Kadim taifesi hunhar ve silahşör bir aşiret var idi, mütaasıb, cahil, muannid ve mütekessir (mütekebbir) bir kavim idi ki bunlar, yolları tutmuşlar, içimizde bulunan Ermeniler ta evvelden gayet müteyakkız, tedarikli, müsellah ve muallem hâl-i isyana geldiler. Kürre-i arzın hilkatinden beri üzerinde cari olmayan bir vahşet, bir zulüm, bir katil, bir yağma, bir gaddarlık ile meydan-ı mübarezeye geldiler ki ancak garb-i cenubi ciheti ki, dar bir sahadan ibaret bulunan Masiro tabir olunan dereden firare azmedildi. Etrafdan gelen ahaliden adeta yalnız nisvan ve sıbyandan ibaret olarak birkaç ordu kadar nüfus teraküm etti. Zira ki askerlik esnasında bulunan kâffe-i ahali Erzurum ordularında saha-i harbde, memurin, vali, iş tutan insanlar ordunun hadimat-ı sairesiyle meşgul idiler. Sıbyan ve ihtiyarlar nisvan ile beraber dağlara çekilerek iki kısım oldu. Bir kısım aşair, Feraşin’dan aşıp Musul tarafını, bir kısmı şehir ve kura ve etraf ahalisi olarak bizimle biraber Masiro’dan Gevar’a gidildi. Ermeni fedaileri hunharane olarak Nurduz’dan aşairi ta’kib ile genç kadın ve kızların çoğunu esir ve kısm-ı a’zamını şehid ederek ve yanlarında bulunan bakıye esliha ve eşyayı gasb ederek mütevali bir suretde ta’kib etdiler. Zaho ve Akra kazaları dağ ve sahralarında yüzde yetmiş açlıkdan vefat edip tuyure vuhuşa gıda oldular. Vakıa hükûmet muazzam bir harb içinde iken, fedakarlık edip nüfus başına üç kuruş kâğıd para tahsis buyurdu ise de muhacir müdürü ve memurlara her uğradığımız yerde bilâ perva lâ akal üçden ikisini kendilerine ve bir kısmını ancak vasıtalarıyla işlerini görebilen muhacirine tahsis ederek memleketinde ve hanedan ve zengin olanlar hicretde mahv ü perişan oldular. Esafil ve pespaye olanlar memurlar tarafından kendilerine vesile ittihaz ettikleri kimseler müreffehen yaşadılar, şimdiki hicretin bidayetinden dokuz seneye yaklaşıyor bu hâl devam ediyor.
Ahalinin yüzde sekseni telef ve mahv oldu, yüzde onu Anadolunun muhtelif mahallerinde kendilerine münasib iş buldular ve kaldılar. Bakıyyasi olan yüzde onuda ancak avdet edebildiler. Bizim ile beraber Gevar’dan Şemdinan’dan Revandız’a kadar yirmi dokuz köy, ihtiyarlar kadınlar ve çocuklar ıssız çöl ve sahalardan dağlardan bilâ tedarik halis min haysü lâ yahtesib olarak teayyüş ederk Revandız’a o sene Haziranın birinci gecesi cümlemiz aç olarak girdik. Her iki kısım ahaliden bir kısmı ufak evlâdlarını sulara attılar ve dağlarda kucaklarına bir parça ekmek bırakıp taşlar ve dağlar arasında terk etdiler. Çoğu öldü, vefat eden, defn edilmeyerek bırakılan bir kısım da çok idi. Tayar ve Tohub Nasturileri ile Ermeni çeteleri ve tıneti pis aşair eşkiyâları tarafından itlâf edilenlerde az değildi. Memleketimiz bilâd-i barideden iken Revandız gibi harareti kırk dereceden ziyade olan bir belde de doksan gün kadar oturduk. O senenin ramazan iptidası Temmuzun birinci gününe tesadüf etmiş idi. Müfti-i belde Es’ad Efendi, kaymakam ve telgraf müdürü mütedeyyin İzzet Efendi’nin muavenetleriyle müreffeh olarak yaşadık. Eylül’ün ikinci günü Erbil’e hasta olarak girdik. Birader-i eazzim Seyyid İbrahim Efendi’yi vedia-i rahmet ettiğimiz gibi şeyhler hanedanı namını alan dokuz birader ve dört amucanın evlâd-zükur ve inasının en değerlilerini Erbil’de ve Erbil etrafında defin-i hak-i gufran eyledik. O senenin kurban bayramı arefesine tesadüf eden teşrin-i evvelin dokuzuncu günü Musul şehrine vasıl olduk. Aslen Musul ahalisinden olup vaktiyle Hakkari ceza reisi ve sonradan Basra adliyesinde istinaf riyâsetinden mütekaid olan Mustafa Nuri Efendi’den gerek bizzat ve gerek terbiğatıyla gördüğümüz iyilikler ve misafirperverliklerini ancak ilm-i muhit-i İlâhi ihtiva (ihata) eder. O zat-ı âli-kadrin muttasıf olduğu vefadarlık adetâ bu asırlarda görülmemiştir denilse mübalağa edilmiş olmaz. Vaktiyle Musul hükümdarlarından Ahmed Paşa’nın vâsi’ ve Âli Sarayının sahibi olan Ahmed Paşa ahfadından ve meşhur Celilizadelerin sinnen ekberi olan Hacı Emin Beyefendi tarafından o vaktin hükmü olarak şehri otuz altı lira varidat getiren şeyhlerin yirmi odayı ihtiva eden haremlik ve selâmlık daireleri meccanen on sekiz ay bilâ icar ihsan edildi. O zâta veda ederken kelimat-ı tatyibiyyeden olarak “Bu evde kırk sene otursa idiniz ma’a’l-memnuniyye bedel-i icar almazdım” dedi ki sair muavenetleri de buna kıyas edilebilir. Me’va-yı asli olan Bağdad Darü’s-selâm’da, Hazret-i Gavs-i A’zam’ın civarında sâkin olarak orayı vatan ittihaz etmek arzusunda bulundum ise de, o civarlarda İngiliz muharebatı pek şiddetli olduğundan muvakkaten Musul’da sâkin olarak Bağdad’ın istilâsında, hicretimizin ikinci senesi ve Musul’da ikametimizin on sekizinci ayı hitam bulumuş idi. Kahtın iştidad etdiği bu sıralarda amucazadelerimden merhum Abdülhamid Paşa’nın Şeyh Hasan Efendi evlâdından bir kısmı hükûmet vasıtasıyla muhafaza edilerek muahharen ba’de’l-istirdad vatan-ı asli olan Hakkari ve Van’a iade edildi ki mecmuunun mikdar-ı nüfusu yüz elli iken, altmış nüfus olup çöl ve sahraları İnayet-i Rabbâniyye ile kat’ ederek Adana şehrine geldik. Orada dahi Van ahalisi bakıyye nüfusunun kısm-ı küllisi muhacir memurlarının gadr ve zulümlerine hedef oldular. On sekiz ay Adana’da ulema ve eşrafın muavenetlerine mazhar olarak oturduk. Halebin sükutu üzerine Adana’nın da sükutu kaviyyen melhuz olduğundan, valinin müsaadesinden me’yus olduğumuz halde, o vakit merkez kumandanı olan Osman Bey’in vesatatıyla Adana’da defn etdiğimiz nüfusun bakıyyesinden yirmi nüfus beraberimde Eskişehir’e götürdüm. Mütebakisi Konya’da kaldılar ki bunlar dıyk-ı maişetle imrar-ı hayat etdiler. Eskişehir’de yine muhacir memurları lâyıkı vechile bakmadılar vasat bir halde yaşadık. 337 sene-i Hicriyyesinin Şevvalinin ibtidasında ve 335 sene-i maliyyesi Nisanının evasıtında Bursa’ya gitmek üzere İstanbul’a geldim. O zamanın Dahiliyye Müsteşar-ı Alisi Evkaf Nazırı ulemadan Vasfi Efendi tarafından Eyyub Sultan’da yazılı Medrese’de ikame edildik. Parakende aile efradını İnayet-i Rabbâniyye ile orada toplamağa muvaffak oldum. Bu suretle İstanbul’a sevk-ı İlahi ile geldik. Yollarda görülen mihan ve meşakkat hıtam buldu. Lutfü İhsan-i İlahi ol vaktin Şeyhu’l-İslâm’ı Mustafa Sabri Efendi zamanına tesadüf ve tecelli buyurdu.
Bin üç yüz otuz yedi Nisan ayının ibtidalarında İstanbul’a geldim. İstanbul’a ne suretle geldiğimin esbabını zikretmek isterim. Zira şimdi beraber bulunan akaribin zükurları hemen cümlesi sağiri’s-sin idiler. Nerede olduklarını ve vatanlarındaki ahvalin tafsilatını mevsuk bir surette bilmediklerinden bi’l-ahare anlara yadigar kalmak üzere yazıyorum. Vatanımız bulunan Başkale kasabası bir zaman derebeylik, sonra Hakkâri eyaletinin merkezliğini muhafaza etmiş idi. Nihayet Hakkâri vilayetinin ve sonra sancağının merkezi iken, harb-i umumi bidayetlerinde, yani 1332 Muharreminde, 1329 senesi Teşrin-i Sanisinde Rus askeri İran’ın Salmas cihetinden gelerek oraları istilâ ederken vatandaşımız olan Ermeniler silahlandılar. Müslümanların emval-i menkulelerini bi’t-temam yağma etdikleri esnada bizim de hanelerimizi tamamen nehb-ü garet ettiler. Kışın bidayetinde efrad-i aile, perişan olarak, cibal ve kuraya firar ettiler. On gün sonra Mahz-ı İnayet-i Rabbâniye yetişerek kasaba istirdad edildi, avdet olundu, o kış malsız olarak min haysüla yahtesib yaşadık. Bahara kadar dahil olduk. O senenin Mayısının ikinci Pazar gününe tesadüf eden Receb-i Şerifi’in birinci günü ikindi vakti, yani saat dokuzda düşman bir saat mesafeye geldikten sonra hükûmet tahliye emrini verdi. Kuraya, cibale, sahralara düştük. Mayısın on ikinci gecesi evlerimizi, akarımızı, çarşı ve medrese ve mekteblerimizi, mesacid ve cevamiimizi bi’t-temam ihrak ettiler. Artık o andan itibaren hicret etdik, muhacir olduk. Düşman memleketin şarkından hücum edip şark-ı şimâliye tesadüf eden Saray kasabasından Van’a doğru yürüdü. Garb-i şimâli ve tam garb ve garb-i cenubi olan Van Şatak ve Nurdüz istilâ edildi. Tam şimâl olan cihet ki Tayyar ve Tohub nahiyeleri hâl-i ısyanda bulunup kaffesi müsellah olarak Ehl-i İslâm’a kadim bir kin bağlayan Nasturi, yani, Keldan-i Kadim taifesi hunhar ve silahşör bir aşiret var idi, mütaasıb, cahil, muannid ve mütekessir (mütekebbir) bir kavim idi ki bunlar, yolları tutmuşlar, içimizde bulunan Ermeniler ta evvelden gayet müteyakkız, tedarikli, müsellah ve muallem hâl-i isyana geldiler. Kürre-i arzın hilkatinden beri üzerinde cari olmayan bir vahşet, bir zulüm, bir katil, bir yağma, bir gaddarlık ile meydan-ı mübarezeye geldiler ki ancak garb-i cenubi ciheti ki, dar bir sahadan ibaret bulunan Masiro tabir olunan dereden firare azmedildi. Etrafdan gelen ahaliden adeta yalnız nisvan ve sıbyandan ibaret olarak birkaç ordu kadar nüfus teraküm etti. Zira ki askerlik esnasında bulunan kâffe-i ahali Erzurum ordularında saha-i harbde, memurin, vali, iş tutan insanlar ordunun hadimat-ı sairesiyle meşgul idiler. Sıbyan ve ihtiyarlar nisvan ile beraber dağlara çekilerek iki kısım oldu. Bir kısım aşair, Feraşin’dan aşıp Musul tarafını, bir kısmı şehir ve kura ve etraf ahalisi olarak bizimle biraber Masiro’dan Gevar’a gidildi. Ermeni fedaileri hunharane olarak Nurduz’dan aşairi ta’kib ile genç kadın ve kızların çoğunu esir ve kısm-ı a’zamını şehid ederek ve yanlarında bulunan bakıye esliha ve eşyayı gasb ederek mütevali bir suretde ta’kib etdiler. Zaho ve Akra kazaları dağ ve sahralarında yüzde yetmiş açlıkdan vefat edip tuyure vuhuşa gıda oldular. Vakıa hükûmet muazzam bir harb içinde iken, fedakarlık edip nüfus başına üç kuruş kâğıd para tahsis buyurdu ise de muhacir müdürü ve memurlara her uğradığımız yerde bilâ perva lâ akal üçden ikisini kendilerine ve bir kısmını ancak vasıtalarıyla işlerini görebilen muhacirine tahsis ederek memleketinde ve hanedan ve zengin olanlar hicretde mahv ü perişan oldular. Esafil ve pespaye olanlar memurlar tarafından kendilerine vesile ittihaz ettikleri kimseler müreffehen yaşadılar, şimdiki hicretin bidayetinden dokuz seneye yaklaşıyor bu hâl devam ediyor.
Ahalinin yüzde sekseni telef ve mahv oldu, yüzde onu Anadolunun muhtelif mahallerinde kendilerine münasib iş buldular ve kaldılar. Bakıyyasi olan yüzde onuda ancak avdet edebildiler. Bizim ile beraber Gevar’dan Şemdinan’dan Revandız’a kadar yirmi dokuz köy, ihtiyarlar kadınlar ve çocuklar ıssız çöl ve sahalardan dağlardan bilâ tedarik halis min haysü lâ yahtesib olarak teayyüş ederk Revandız’a o sene Haziranın birinci gecesi cümlemiz aç olarak girdik. Her iki kısım ahaliden bir kısmı ufak evlâdlarını sulara attılar ve dağlarda kucaklarına bir parça ekmek bırakıp taşlar ve dağlar arasında terk etdiler. Çoğu öldü, vefat eden, defn edilmeyerek bırakılan bir kısım da çok idi. Tayar ve Tohub Nasturileri ile Ermeni çeteleri ve tıneti pis aşair eşkiyâları tarafından itlâf edilenlerde az değildi. Memleketimiz bilâd-i barideden iken Revandız gibi harareti kırk dereceden ziyade olan bir belde de doksan gün kadar oturduk. O senenin ramazan iptidası Temmuzun birinci gününe tesadüf etmiş idi. Müfti-i belde Es’ad Efendi, kaymakam ve telgraf müdürü mütedeyyin İzzet Efendi’nin muavenetleriyle müreffeh olarak yaşadık. Eylül’ün ikinci günü Erbil’e hasta olarak girdik. Birader-i eazzim Seyyid İbrahim Efendi’yi vedia-i rahmet ettiğimiz gibi şeyhler hanedanı namını alan dokuz birader ve dört amucanın evlâd-zükur ve inasının en değerlilerini Erbil’de ve Erbil etrafında defin-i hak-i gufran eyledik. O senenin kurban bayramı arefesine tesadüf eden teşrin-i evvelin dokuzuncu günü Musul şehrine vasıl olduk. Aslen Musul ahalisinden olup vaktiyle Hakkari ceza reisi ve sonradan Basra adliyesinde istinaf riyâsetinden mütekaid olan Mustafa Nuri Efendi’den gerek bizzat ve gerek terbiğatıyla gördüğümüz iyilikler ve misafirperverliklerini ancak ilm-i muhit-i İlâhi ihtiva (ihata) eder. O zat-ı âli-kadrin muttasıf olduğu vefadarlık adetâ bu asırlarda görülmemiştir denilse mübalağa edilmiş olmaz. Vaktiyle Musul hükümdarlarından Ahmed Paşa’nın vâsi’ ve Âli Sarayının sahibi olan Ahmed Paşa ahfadından ve meşhur Celilizadelerin sinnen ekberi olan Hacı Emin Beyefendi tarafından o vaktin hükmü olarak şehri otuz altı lira varidat getiren şeyhlerin yirmi odayı ihtiva eden haremlik ve selâmlık daireleri meccanen on sekiz ay bilâ icar ihsan edildi. O zâta veda ederken kelimat-ı tatyibiyyeden olarak “Bu evde kırk sene otursa idiniz ma’a’l-memnuniyye bedel-i icar almazdım” dedi ki sair muavenetleri de buna kıyas edilebilir. Me’va-yı asli olan Bağdad Darü’s-selâm’da, Hazret-i Gavs-i A’zam’ın civarında sâkin olarak orayı vatan ittihaz etmek arzusunda bulundum ise de, o civarlarda İngiliz muharebatı pek şiddetli olduğundan muvakkaten Musul’da sâkin olarak Bağdad’ın istilâsında, hicretimizin ikinci senesi ve Musul’da ikametimizin on sekizinci ayı hitam bulumuş idi. Kahtın iştidad etdiği bu sıralarda amucazadelerimden merhum Abdülhamid Paşa’nın Şeyh Hasan Efendi evlâdından bir kısmı hükûmet vasıtasıyla muhafaza edilerek muahharen ba’de’l-istirdad vatan-ı asli olan Hakkari ve Van’a iade edildi ki mecmuunun mikdar-ı nüfusu yüz elli iken, altmış nüfus olup çöl ve sahraları İnayet-i Rabbâniyye ile kat’ ederek Adana şehrine geldik. Orada dahi Van ahalisi bakıyye nüfusunun kısm-ı küllisi muhacir memurlarının gadr ve zulümlerine hedef oldular. On sekiz ay Adana’da ulema ve eşrafın muavenetlerine mazhar olarak oturduk. Halebin sükutu üzerine Adana’nın da sükutu kaviyyen melhuz olduğundan, valinin müsaadesinden me’yus olduğumuz halde, o vakit merkez kumandanı olan Osman Bey’in vesatatıyla Adana’da defn etdiğimiz nüfusun bakıyyesinden yirmi nüfus beraberimde Eskişehir’e götürdüm. Mütebakisi Konya’da kaldılar ki bunlar dıyk-ı maişetle imrar-ı hayat etdiler. Eskişehir’de yine muhacir memurları lâyıkı vechile bakmadılar vasat bir halde yaşadık. 337 sene-i Hicriyyesinin Şevvalinin ibtidasında ve 335 sene-i maliyyesi Nisanının evasıtında Bursa’ya gitmek üzere İstanbul’a geldim. O zamanın Dahiliyye Müsteşar-ı Alisi Evkaf Nazırı ulemadan Vasfi Efendi tarafından Eyyub Sultan’da yazılı Medrese’de ikame edildik. Parakende aile efradını İnayet-i Rabbâniyye ile orada toplamağa muvaffak oldum. Bu suretle İstanbul’a sevk-ı İlahi ile geldik. Yollarda görülen mihan ve meşakkat hıtam buldu. Lutfü İhsan-i İlahi ol vaktin Şeyhu’l-İslâm’ı Mustafa Sabri Efendi zamanına tesadüf ve tecelli buyurdu.
MEAL OKUMAK NİYE ZARARLIDIR ?
Sual: Meal okumak niye uygun değildir? Mealin hiç faydası yok mudur? Anadili Arapça olan, bizim mealden anladığımızı zaten anlıyor. Arapça bilmeyenin, meal okuyup, Arapça bilen Araplar kadar Kur’anı anlamasının ne sakıncası olur? Eğer meal okumak yanlışsa, Rusya, İslamiyet’e zararlı olan bir şeyi niye yasaklasın ki? Çağdaş bir meal yazılamaz mı?
CEVAP
Meal okumanın zararı, faydasından çok fazladır. Hattâ faydası zararının yanında solda sıfırdır. Merhum Nasreddin Hoca, (Bir damla bal için, bir çeki odun yenmez) diyor. Bir damla bal için, bir çeki odun yiyen ölmez, ama meal okuyup yanlış hüküm çıkaran imanını kaybedebilir. Tevbe etmezse, sonsuz Cehennemde kalır. Sonsuzun yanında milyonların, milyarın kıymeti olmaz.
Kur’an-ı kerimi anlamak, murad-ı ilahiyi anlamak demektir. Günümüzdeki meal anlayışı ise, yazarın, âyet-i kerimeden kendi anladığını bildirmesi demektir. Yani mealle, murad-ı ilahi öğrenilmiş olmaz, aksine o meali yazanın düşüncelerine esir olmuş oluruz. Kur’an mealini yazan yanlış yazmışsa, yazan da, okuyup kabul eden de küfre düşer. Kur'an-ı kerimi yanlış anlamak veya şüphe etmek imanı giderir. Mektubat-ı Rabbânî’deki hadis-i şerifte, (Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu. (Deylemî)
İşte bundan dolayı, Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmasına rağmen, (Kur'an-ı kerimi kendi görüşümle tefsir edersem, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a)
Muhammed Hâdimî hazretleri buyuruyor ki: Kur’an-ı kerime kendi görüşüne göre verdiği mânâ doğru olsa bile, meşru yoldan çıkarmadığı için, hata olur. Verdiği mânâ yanlışsa, kâfir olur. (Berîka)
Eğer herkes, Kur’an-ı kerimi doğru olarak anlasaydı, 72 sapık fırka ortaya çıkmaz, herkes doğru itikada sahip olur, Ehl-i sünnet itikadında olurdu. Herkes farklı anladığı ve farklı tercüme ettiği içindir ki, 72 sapık fırka meydana çıkmıştır. (Kur’an-ı kerim sağlam olduğu için, mealleri de sağlamdır) demek çok yanlıştır.
Hâlbuki 72 sapık fırkanın liderleri, âlim olmalarına rağmen, yanlış anlayıp sapıtınca, bizlerin ne hâle düşeceğimiz meydandadır.
Eğer doğru meal yazmak dine hizmet olsaydı, Osmanlı, çok meal yazardı. Hâlbuki Mızraklı İlmihâl gibi kitapları her tarafa yaymıştır. Meal yazmayan Osmanlı, İslam düşmanı mıydı? Meale karşı olmayı, Kur’ana karşı olmak gibi gösterenler, bu kadarını da düşünemiyorlar mı? Mübarek ceddimiz, âlim insanlardı. Onlar, dine hizmet etmeyi bilememişler de, meal yazanlar mı biliyor?
Arapça bilen de, Kur’an-ı kerimin mânâsını anlayamaz. Araplar özellikle Suudiler, yanlış anladıkları için (Allah Arş’ta oturuyor. Allah'ın eli var, gözü var) diyerek mahlûka benzetiyorlar. Hazret-i Âdem, Hazret-i Şit, Hazret-i İdris gibi peygamberleri inkâr ediyor, Ehl-i sünnete müşrik diyorlar. Böylece küfre giriyorlar. Bu inançtaki insanlara Vehhabî deniyor. Vehhabilerin kâfir oldukları Nimet-i İslam, Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram, Firreddi alel-vehhabiyye, Ed-Dürer-üs-seniyye, Şevahid-ül-hak, Mirat-ül-Haremeyn, Tarih-i Vehhabiyan ve İslam Ahlakı gibi birçok muteber kitapta yazılıdır.
Bir Müslümana lazım olan âyetlerin mânâları, tefsirleri ilmihâl kitaplarında vardır. Yani bir Müslüman ilmihâl okumakla, açıklamasıyla birlikte Kur’an-ı kerim hakkında yeterli bilgiye sahip olur. Allahü teâlânın bize neleri emrettiğini, neleri yasakladığını öğrenir.
İlmihâl okumadan fıkhî hükümleri mealden kendimiz çıkarmaya kalkarsak, 72 sapık fırkanın âlimleri gibi, biz de, bu okyanusta boğuluruz. İmam-ı Şa'rânî hazretleri buyuruyor ki:
Namazların kaç rekât olduğunu, rükû ve secdede okunacak tesbihleri, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisabını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Kur'an-ı kerimden anlamamız mümkün değildir. (Mizan-ül Kübra)
Bir örnek verelim: Abdestin farzı, Hanefî’de 4, Şâfiî’de 6, Mâlikî ve Hanbelî’de daha fazladır. Mealden bunları bile öğrenmemiz mümkün değilken, itikadî konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? O hâlde mealden bir şey öğrenemeyeceksek niye okuyacağız?
Üstelik piyasada tam doğru bir meal de bulmak mümkün değildir. 1986’da İstanbul’da yapılan Kur'an Tercümeleri Sempozyumu’nda 1500’den fazla tercüme incelenmiş ve birbirini tutmayan hükümlerin bulunduğu görülmüştür. Herkes anlayışına göre meal yazdığı için, karşımıza korkunç bir manzara çıkmıştır. Biz, şimdi hangi meali okuyacağız? Her meal sahibi, (En doğrusu, bizim yazdığımız mealdir) diyor. Bir âyetin birkaç mânâsı olabiliyor. Bunlardan biri alınınca eksik kalıyor. Yani en doğru yazılanda bile eksiklik oluyor.
(Meal okumak yanlışsa, Rusya niye mealleri yasakladı?) deniyor. Yasaklanan şeyin mutlaka kıymetli olması mı lazım? Yanlış da olsa İslamiyet’ten bahsedilmesini istemiyor. Hem Ruslar, İslâmiyet'in doğrusunu, yani doğru olanın Ehl-i sünnet olduğunu nereden bilecek ki? Bilse zaten Müslüman olurlar. Rusya’da Şiîlik de, Vehhabilik de yayılmaya çalışılsa önlemeye çalışırlar. Niye (Şu akım sapıktır, bu yayılsın) diyecek? Mesela Türkiye’de, Hristiyan mezheplerinden Katoliklik, Protestanlık yayılmaya çalışılsa, (Bunlar zaten sapık, varsın yayılsın) mı diyeceğiz? Yahut biz bu mezheplerin yayılmasını önlemeye çalışsak, (Bak Müslümanlar bizim mezhebimizi önlemeye çalışıyor, o hâlde bizim mezhebimiz doğrudur) derlerse, böyle söylemeleri yanlış olmaz mı? Rusya’daki meal yasaklamalarına da bu gözle bakmalıdır.
Rusya’nın mealleri yasaklamaya çalışması, meal yazmanın doğru olduğunu asla göstermez. Belki de Rusya’da meal yazanlar Vehhabidir. Çünkü Vehhabiler, dünyanın her yerine, hattâ Türkiye’ye bile ücretsiz meal gönderiyorlar. Her ülkeden hac için gelenlere de veriyorlar. Vehhabiler, niye bir Ehl-i sünnet âliminin yazdığı bir ilmihâli değil de, Kur’andan kendi anladıklarını yaymaya çalışıyorlar? Elbette Ehl-i sünnetten koparmak için yapıyorlar. Kendilerine sorarsanız, (Sizi şirkten kurtarmaya çalışıyoruz) derler. Mealleri yayarak Vehhabiliğe yardımcı olmanın vebalini düşünmek lazımdır.
Asrın tefsiri veya Çağdaş meal adı altında kitapların yazılması daha tehlikelidir. Kur'an-ı kerimin emirleri, her asırdaki insan için aynıdır. Önceki asırlar için başka, sonraki asırlar için başka mânâsı yoktur. Her çağa, her asra göre değişik meal veya tefsir yazmak demek, dini her asırda bozmak demektir. (Çağdaş meal) veya (Çağdaş tefsir) isimli kitaplar, bu bakımdan çok tehlikelidir.
CEVAP
Meal okumanın zararı, faydasından çok fazladır. Hattâ faydası zararının yanında solda sıfırdır. Merhum Nasreddin Hoca, (Bir damla bal için, bir çeki odun yenmez) diyor. Bir damla bal için, bir çeki odun yiyen ölmez, ama meal okuyup yanlış hüküm çıkaran imanını kaybedebilir. Tevbe etmezse, sonsuz Cehennemde kalır. Sonsuzun yanında milyonların, milyarın kıymeti olmaz.
Kur’an-ı kerimi anlamak, murad-ı ilahiyi anlamak demektir. Günümüzdeki meal anlayışı ise, yazarın, âyet-i kerimeden kendi anladığını bildirmesi demektir. Yani mealle, murad-ı ilahi öğrenilmiş olmaz, aksine o meali yazanın düşüncelerine esir olmuş oluruz. Kur’an mealini yazan yanlış yazmışsa, yazan da, okuyup kabul eden de küfre düşer. Kur'an-ı kerimi yanlış anlamak veya şüphe etmek imanı giderir. Mektubat-ı Rabbânî’deki hadis-i şerifte, (Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu. (Deylemî)
İşte bundan dolayı, Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmasına rağmen, (Kur'an-ı kerimi kendi görüşümle tefsir edersem, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a)
Muhammed Hâdimî hazretleri buyuruyor ki: Kur’an-ı kerime kendi görüşüne göre verdiği mânâ doğru olsa bile, meşru yoldan çıkarmadığı için, hata olur. Verdiği mânâ yanlışsa, kâfir olur. (Berîka)
Eğer herkes, Kur’an-ı kerimi doğru olarak anlasaydı, 72 sapık fırka ortaya çıkmaz, herkes doğru itikada sahip olur, Ehl-i sünnet itikadında olurdu. Herkes farklı anladığı ve farklı tercüme ettiği içindir ki, 72 sapık fırka meydana çıkmıştır. (Kur’an-ı kerim sağlam olduğu için, mealleri de sağlamdır) demek çok yanlıştır.
Hâlbuki 72 sapık fırkanın liderleri, âlim olmalarına rağmen, yanlış anlayıp sapıtınca, bizlerin ne hâle düşeceğimiz meydandadır.
Eğer doğru meal yazmak dine hizmet olsaydı, Osmanlı, çok meal yazardı. Hâlbuki Mızraklı İlmihâl gibi kitapları her tarafa yaymıştır. Meal yazmayan Osmanlı, İslam düşmanı mıydı? Meale karşı olmayı, Kur’ana karşı olmak gibi gösterenler, bu kadarını da düşünemiyorlar mı? Mübarek ceddimiz, âlim insanlardı. Onlar, dine hizmet etmeyi bilememişler de, meal yazanlar mı biliyor?
Arapça bilen de, Kur’an-ı kerimin mânâsını anlayamaz. Araplar özellikle Suudiler, yanlış anladıkları için (Allah Arş’ta oturuyor. Allah'ın eli var, gözü var) diyerek mahlûka benzetiyorlar. Hazret-i Âdem, Hazret-i Şit, Hazret-i İdris gibi peygamberleri inkâr ediyor, Ehl-i sünnete müşrik diyorlar. Böylece küfre giriyorlar. Bu inançtaki insanlara Vehhabî deniyor. Vehhabilerin kâfir oldukları Nimet-i İslam, Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram, Firreddi alel-vehhabiyye, Ed-Dürer-üs-seniyye, Şevahid-ül-hak, Mirat-ül-Haremeyn, Tarih-i Vehhabiyan ve İslam Ahlakı gibi birçok muteber kitapta yazılıdır.
Bir Müslümana lazım olan âyetlerin mânâları, tefsirleri ilmihâl kitaplarında vardır. Yani bir Müslüman ilmihâl okumakla, açıklamasıyla birlikte Kur’an-ı kerim hakkında yeterli bilgiye sahip olur. Allahü teâlânın bize neleri emrettiğini, neleri yasakladığını öğrenir.
İlmihâl okumadan fıkhî hükümleri mealden kendimiz çıkarmaya kalkarsak, 72 sapık fırkanın âlimleri gibi, biz de, bu okyanusta boğuluruz. İmam-ı Şa'rânî hazretleri buyuruyor ki:
Namazların kaç rekât olduğunu, rükû ve secdede okunacak tesbihleri, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisabını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Kur'an-ı kerimden anlamamız mümkün değildir. (Mizan-ül Kübra)
Bir örnek verelim: Abdestin farzı, Hanefî’de 4, Şâfiî’de 6, Mâlikî ve Hanbelî’de daha fazladır. Mealden bunları bile öğrenmemiz mümkün değilken, itikadî konuları öğrenmemiz nasıl mümkün olur? O hâlde mealden bir şey öğrenemeyeceksek niye okuyacağız?
Üstelik piyasada tam doğru bir meal de bulmak mümkün değildir. 1986’da İstanbul’da yapılan Kur'an Tercümeleri Sempozyumu’nda 1500’den fazla tercüme incelenmiş ve birbirini tutmayan hükümlerin bulunduğu görülmüştür. Herkes anlayışına göre meal yazdığı için, karşımıza korkunç bir manzara çıkmıştır. Biz, şimdi hangi meali okuyacağız? Her meal sahibi, (En doğrusu, bizim yazdığımız mealdir) diyor. Bir âyetin birkaç mânâsı olabiliyor. Bunlardan biri alınınca eksik kalıyor. Yani en doğru yazılanda bile eksiklik oluyor.
(Meal okumak yanlışsa, Rusya niye mealleri yasakladı?) deniyor. Yasaklanan şeyin mutlaka kıymetli olması mı lazım? Yanlış da olsa İslamiyet’ten bahsedilmesini istemiyor. Hem Ruslar, İslâmiyet'in doğrusunu, yani doğru olanın Ehl-i sünnet olduğunu nereden bilecek ki? Bilse zaten Müslüman olurlar. Rusya’da Şiîlik de, Vehhabilik de yayılmaya çalışılsa önlemeye çalışırlar. Niye (Şu akım sapıktır, bu yayılsın) diyecek? Mesela Türkiye’de, Hristiyan mezheplerinden Katoliklik, Protestanlık yayılmaya çalışılsa, (Bunlar zaten sapık, varsın yayılsın) mı diyeceğiz? Yahut biz bu mezheplerin yayılmasını önlemeye çalışsak, (Bak Müslümanlar bizim mezhebimizi önlemeye çalışıyor, o hâlde bizim mezhebimiz doğrudur) derlerse, böyle söylemeleri yanlış olmaz mı? Rusya’daki meal yasaklamalarına da bu gözle bakmalıdır.
Rusya’nın mealleri yasaklamaya çalışması, meal yazmanın doğru olduğunu asla göstermez. Belki de Rusya’da meal yazanlar Vehhabidir. Çünkü Vehhabiler, dünyanın her yerine, hattâ Türkiye’ye bile ücretsiz meal gönderiyorlar. Her ülkeden hac için gelenlere de veriyorlar. Vehhabiler, niye bir Ehl-i sünnet âliminin yazdığı bir ilmihâli değil de, Kur’andan kendi anladıklarını yaymaya çalışıyorlar? Elbette Ehl-i sünnetten koparmak için yapıyorlar. Kendilerine sorarsanız, (Sizi şirkten kurtarmaya çalışıyoruz) derler. Mealleri yayarak Vehhabiliğe yardımcı olmanın vebalini düşünmek lazımdır.
Asrın tefsiri veya Çağdaş meal adı altında kitapların yazılması daha tehlikelidir. Kur'an-ı kerimin emirleri, her asırdaki insan için aynıdır. Önceki asırlar için başka, sonraki asırlar için başka mânâsı yoktur. Her çağa, her asra göre değişik meal veya tefsir yazmak demek, dini her asırda bozmak demektir. (Çağdaş meal) veya (Çağdaş tefsir) isimli kitaplar, bu bakımdan çok tehlikelidir.
Hilmi hocamızın Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretlerini ilk tanıması
Abdülhakim efendi hazretlerinin davet etmesi: ("Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz").
Efendi hazretleri orada, Yâsîn-i şerif suresini tefsir ediyordu. Yasinin mânâsını anlatdı. Buyurdu ki; Yâsîn: "Ey benim bahr-i yakînimin sebbahı olan sevgili peygamberim, habibim (yakîn denizimin dalgıcı)" demektir buyurdu. Bunları hiç duymamışdım. (Babamın okuma yazması yoktu. Öğrenmeğe vakti olmamış. Ömrü hep muhacirlikle geçmiş. Arkadan düşman kovalamış, onlar kaçmış, 93 harbinde gelmişler. Onun için bize pek bir şey öğretemedi. Fakat öğrenebilmemiz için çok uğraştı. Yalnız hesabı çok kuvvetli idi. Meyve hâline meyvehoş denirdi, meyvehoş da kantar memuru idi. Mesela 7 kerre 37 yi hemen bilirdi). Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devamlı bulunmakla, her şeyi Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimide, kimin sevilip, kimin sevilmeyeceğini öğrendim. Va'z beş dakikada bitdi. Ne çabuk bitdi dedim. Meğer, öyle dalmışımki, bir saat geçmiş, bana beş dakika gibi, bir an gibi gelmişti, ders bittiğinde rüyadan uyanır gibi kendime geldim. Herkes dışarı çıkarken, câmi' kapısında eğildim pabuçlarımı bağlıyordum, iplerini geçiriyordum. Askeri pabuç olduğundan iplerini bağlamak uzun sürüyor. Birisi omzuma eğildi, çok tatlı bir ses tonu ile "Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz." dedi. Bir de bakdım ki biraz evvel vaaz eden hoca efendi, Abdülhakîm Efendi hazretleri idi bu. "Baş üstüne efendim" dedim. Tabii ozaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle isteyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, dua ettim, istedim de kavuştum. Rabbim zahir babamı aldı, hakiki baba verdi, Efendi hazretlerini verdi. Bakın Abdülhakim efendi hazretleri, bir görüşde, "seni sevdim" diyor. Halbuki Evliyânın sevgisini kazanmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Kırk-elli sene hizmet ediyorlar ki, gözüne girsin, teveccühünü kazansın diye. Büyük bir zâtın kalbine girmek, sevgisini kazanabilmek için, senelerce hizmet edip, karşısında edeble boynunu bükmek lazımdır. Daha beni ilk görüşde "Küçük efendi seni sevdim" dedi ve evine de davet etdi. Hem sevmek, hem de davet...
Onlar yalan söylemez ki, Evliyâ yalan söylemez. (Bu yola zahmetsiz, imtihansız kabûl edildim. Bir de İmâm-ı Rabbâni hazretleri var böyle. Diğerleri ağır imtihanlardan geçerek, senelerce çile çekerek kabûl edilmişlerdir.) Büyüklerin bir iltifatına kavuşmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Biz hizmet etmeden iltifata kavuştuk. Ne büyük seadet ya Rabbi, ne büyük ni'met. Allahın bir velîsi davet ediyor. Hemen gitdim elhamdülillah. Davet etmese idi, gidemezdim. Kendisinin davet etmesinden cesaret alarak hemen gittim.
Efendi hazretleri orada, Yâsîn-i şerif suresini tefsir ediyordu. Yasinin mânâsını anlatdı. Buyurdu ki; Yâsîn: "Ey benim bahr-i yakînimin sebbahı olan sevgili peygamberim, habibim (yakîn denizimin dalgıcı)" demektir buyurdu. Bunları hiç duymamışdım. (Babamın okuma yazması yoktu. Öğrenmeğe vakti olmamış. Ömrü hep muhacirlikle geçmiş. Arkadan düşman kovalamış, onlar kaçmış, 93 harbinde gelmişler. Onun için bize pek bir şey öğretemedi. Fakat öğrenebilmemiz için çok uğraştı. Yalnız hesabı çok kuvvetli idi. Meyve hâline meyvehoş denirdi, meyvehoş da kantar memuru idi. Mesela 7 kerre 37 yi hemen bilirdi). Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devamlı bulunmakla, her şeyi Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimide, kimin sevilip, kimin sevilmeyeceğini öğrendim. Va'z beş dakikada bitdi. Ne çabuk bitdi dedim. Meğer, öyle dalmışımki, bir saat geçmiş, bana beş dakika gibi, bir an gibi gelmişti, ders bittiğinde rüyadan uyanır gibi kendime geldim. Herkes dışarı çıkarken, câmi' kapısında eğildim pabuçlarımı bağlıyordum, iplerini geçiriyordum. Askeri pabuç olduğundan iplerini bağlamak uzun sürüyor. Birisi omzuma eğildi, çok tatlı bir ses tonu ile "Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz." dedi. Bir de bakdım ki biraz evvel vaaz eden hoca efendi, Abdülhakîm Efendi hazretleri idi bu. "Baş üstüne efendim" dedim. Tabii ozaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle isteyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, dua ettim, istedim de kavuştum. Rabbim zahir babamı aldı, hakiki baba verdi, Efendi hazretlerini verdi. Bakın Abdülhakim efendi hazretleri, bir görüşde, "seni sevdim" diyor. Halbuki Evliyânın sevgisini kazanmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Kırk-elli sene hizmet ediyorlar ki, gözüne girsin, teveccühünü kazansın diye. Büyük bir zâtın kalbine girmek, sevgisini kazanabilmek için, senelerce hizmet edip, karşısında edeble boynunu bükmek lazımdır. Daha beni ilk görüşde "Küçük efendi seni sevdim" dedi ve evine de davet etdi. Hem sevmek, hem de davet...
Onlar yalan söylemez ki, Evliyâ yalan söylemez. (Bu yola zahmetsiz, imtihansız kabûl edildim. Bir de İmâm-ı Rabbâni hazretleri var böyle. Diğerleri ağır imtihanlardan geçerek, senelerce çile çekerek kabûl edilmişlerdir.) Büyüklerin bir iltifatına kavuşmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Biz hizmet etmeden iltifata kavuştuk. Ne büyük seadet ya Rabbi, ne büyük ni'met. Allahın bir velîsi davet ediyor. Hemen gitdim elhamdülillah. Davet etmese idi, gidemezdim. Kendisinin davet etmesinden cesaret alarak hemen gittim.
3 KITANIN SON HÜKÜMDARI (Sultan 2. Abdülhamit Han)
…Saat 03.00 sıralarında idi, Abdülhamit han hazretlerinin sesi sarayın karanlık duvarlarında şimşek gibi yankılandı.
- “Arabacı!”
Arabacı yatağından fırladı. Atlar, koşumlar alelacele hazırlanmaya başlandı. Derken koca sultan heybetiyle sahanlıkta göründü. Halinden çok acelesinin olduğu belli oluyordu. Daha sabahlığının bir kolunu giymemişti. Elinde yalın kılıcı vardı. Merdivenleri koşarak inerken kolunu taktı. Formaliteler bir kenara bırakılmış, bütün kâinat bir noktaya kilitlenmişti sanki. Hışımla merdivenleri üçer beşer inip uçar gibi atladı arabaya. Hırsından yerinde duramıyordu. Hiç kimse hatta nöbetçiler bile neler olup bittiğini anlayamamıştı. Sert bir sesle:
- “Sür evladım, hadi çabuk ol…”
Arabacı şaklattı kırbacı. Atlar ok gibi fırladı yerinden İstanbul sokaklarında bir koşuşturma başlamıştı. Bir sultan, bir arabacı gecenin karanlığında olacak iş değildi? Nal sesleri gecenin karanlığını yırtıyor arada bir sultanın sert emirleri geliyordu arkadan;
- “Daha hızlı yavrum, daha hızlı, şu sokağa sap, şuradan gir…”
Atlar soluk soluğa kan ter içinde koşuşuyordu. Bütün her şey dikkat kesilmiş ağaçlar, evler, kurt, kuş hal ile daha, daha hızlı diyordu. Yola çıkalıdan beri bir rüzgârda mı peydâh oldu ne? Arkadan itekliyor sanki. Arabacı hiç bir şey düşünemiyordu. Kafası allak bullak olmuştu. İçi bomboştu. Bir hoş oluyordu. Öylece yol aldılar. Nihayet Abdülhamit Han Hazretleri;
- “Şu çatal kapının önünde dur!”
Diye emir verdi. Arabanın daha durmasını beklemeden arabadan atladı kılıcının kabzasıyla kapıyı yumrukladı. Bütün İstanbul top gülleleri ile sarsılıyordu adeta. Nihayet bir erkek başı uzandı kapı aralığından, ürkek, tedirgin isteksizce sordu;
-”Kim o?”
Sultanın beklediği an gelmişti. Bir çırpıda indirdi kılıcı. Daha ne olduğunu anlayamadan bir baş gövdesinden düştü ayaklar altına. O koca Sultan derin bir oh çekti. Rahatlamış, hırçınlığı gitmişti. Yavaşça sıvazlayıp arabacının sırtını, müşfik bir sesle emir verdi.
- “Hadi yavrum saraya… Sarsmadan…”
El etek fark etmeden ağır ağır uzaklaştılar oradan. Arabacı bu sefer bir başka şaşkındı. Kaldırım taşları bile artık ahenkli bir ses çıkartmakta, yol boyu ağaçlarda selam mı veriyorlar ne? Ne garip bir yolculuktu bu? O adam kimdi? Sultan neden boynunu vurmuştu. Giderkenki o hışım, haşmet, mehtapta gezintiye çıkmış gibi şimdiki bu ahestelik ne? Çözebilmiş, anlayabilmiş değildi. Saraya girmişlerdi. Sultan odasına çekildikten sonra birkaç meraklı, arabacıya yaklaştı sessizce. Arabacı bilmiyorum diyebildi.
Gerçektende olan biteni bilebilmiş değildi. Yatağındaydı ama uyuyamıyordu. Bir iş vardı bu işte. Adil, adaletli dini bütün bir hükümdardı. Yargılamadan bir insana ceza verdiği görülmemişti. Herkesi okşar, hoş tutardı. Af ve müsamahayı çok severdi. Yeter ki dine ve devlete karşı suç işlenmesin.
Sultanı hiç böyle görmemişti. Düşünüyordu; neden kendisi gitti? Neden gecenin o saatinde gitti. Giderkenki o acelecilik neydi? Merak içini kemiriyordu. Hele o yoldaki haller. Allah Allah… Çok tuhaf şeyler olmuştu. Olup biteni gidip öğrenmeliydi. Kalktı belli etmeden giyindi, hırsız gibi sessizdi. Bir at seçti kendisine. Yavaşça çıktı saraydan. Kıvrılınca köşeyi mahmuzladı atı. Bir solukta vardı aynı eve. Kapı tokmağının sesi bir kez daha yankılandı. Zayıf, cılız, ürkek bir kadın sesi, titreyerek sordu:
- “Kim o?”
- “Teyze aç hele bir olaya şahit oldum. Beni mazur gör, uyku tutmadı. Meraktan kurtar, nedir bütün bunlar?”
Kadın heyecanla, hayretle kapıyı çabucak açtı. Gözleri karanlıkta ışıl ışıldı.
- “Yavrum evladım kimdi o? Madem gördüm diyorsun, ne olur söyle.”
- “Kim olduğunu sorma! Kellemden korkarım söylenmeyecek bir zattır. Merakımı giderirsen ne ala, yoksa sen beni görmedin ben seni.”
Kadın üzülmüştü. O büyük zatı öğrenememişti. Mahzundu boynu büküktü. Hıçkırıklar içinde boğuluyordu, güçlükle konuştu;
- “Peki madem öyle o sır seninle kalsın.”
Kapıyı ardına kadar açmıştı, kafası kopuk adamı içeri sürükleyip üzerine bir örtü atıvermişlerdi. Güçlükle konuştu,
- “Bu benim oğlumdu, içkili gelmişti, bana tecavüz etmek üzereydi, Yarabbi beni kurtar diye çok yalvardım. Sonunu sen biliyorsun.”
Arabacı donup kalmıştı. Aman Allah’ım böyle bir şey olabilir miydi? Kadının içeri kaçışını dahi fark edemedi. Söylenenler beynini tırmalıyordu, kulakları uğulduyordu. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Olduğu yere yığıla kaldı. Neden sonra kendine geldi. Biraz sakinleşmişti.
Onca yolu nasıl gelmişti, bilemedi. Düşünüyordu. Her gün hizmetinde bulunduğu bu zatı neden şimdiye kadar tanıyamadığına yanıyordu. O kadın nasıl bir kadındı ki duası kabul edilmişti? Koca sultan nasıl sultanmış ki: O’na git o kadını kurtar demişlerdi. Kim demişti? Nasıl demişlerdi? Hafsalası almıyordu. Nasıl oluyordu bütün bunlar? Görünüşte bir kafa kopmuştu. Ama o, çözmüştü her şeyi. Bu sırrı kimselere açmaya cesaret edemezdi. Belki son günlerinde ifşa edebilir miydi, kim bilir? Aklı karmakarışıktı.
Demek her şey böyle idi. Görünenin altında anlaşılamayan bambaşka bir dünya, manevi bir dünya, manevi bir hayat vardı. O artık ehlince malum o hayatı, o hazzı istiyordu. Nasıl da farkına varamamıştı. Ne büyük bir gafletti. Deryanın yanında bulunup, damladan istifade edememek ne acı diye düşündü. Dünyanın geçici, aldatıcı zevkleri ile uğraşmamalı, perdenin altını görmeli diyordu.
Artık içi içine sığmıyordu, coşmuştu.
Dağa taşa haykırıyordu:
- Asıl hayat bu, bu hayatı tanımak, yaşamak lazım. O hazzı tatmalı, içeri girmeli, O’nunla olmalı;
Kapıyı arala ya Rab! Beni de içeri al ya Rab! O hazzı tattır ta Rab! Nasib et!.. Nasib et!..
Kaynak: Ulu Hakan 2.Abdülhamid nfk
VECHEDDİN ARVAS BEYİN BİZZAT ŞAHİT OLDUĞU BİR OLAY
Enver Ağabey’imizin kayınpederleri muhterem Hüseyin Hilmi Işık’ın arkadaşı Habil Amca (Kalkıcı) Kocamustafapaşa’da otururdu. Eski bir terziydi ve çocuğu olmamıştı. Kendisi gibi yaşlı olan hanımı ile yaşıyordu.
Ara sıra ziyaretine giderdim. Yine bir gün yanındaydım. Bir ara dedi ki:
– Elektrik, su faturalarını ödeyemiyorum. Telefonu borçtan dolayı kestiler. Faturaları Enver Bey’e göndersem ayıp olur mu?
– Neden ayıp olsun Habil Amca, biliyorsunuz sizi çok severler.
Hanım Teyze içeri odaya geçti, faturaları getirmek için… O sırada kapı çaldı, ben koştum açmaya…
Bir baktım kapıda Enver Ağabey!
“Nerede benim kıymetlim, nerede Habil Amcam?” diyerek neşe ile odaya girdiler.
Habil Amca’nın yüzünde büyük bir şaşkınlık…
“Biz de sizden bahsediyorduk Vecheddin oğlumla” dedi.
Enver Ağabey, onun elini tuttu:
– Habil Amcam hakkını helal et, sizi ziyaret etmeye biraz ara verdim. Rahatsızlığım vardı. Ancak gelebildim.
Biraz sohbet ettiler. Kalkarlarken oturdukları koltuğun kenarına bir zarf bıraktılar.
Habil Amca:
“O ne?” dedi.
Bendeniz zarfı Habil Amcaya uzattım. Habil Amca zarfı açıp içinde para görünce beyaz yüzü kızardı.
“Hayır, olmaz” diye, Enver Ağabey’e uzattı.
Enver Ağabey:
“Sen bunu kabul etmesen ben çok üzülürüm ama” dedi. “Beni üzmek mi istiyorsun?”
O sırada Hanım Teyze’nin yanında duran mukavva kutuya uzandı:
– Ne var bunda?
Açtı baktı, kırışmış faturalar. Onları tek tek düzelterek üst üste koydu, katlayıp iç cebine attı.
“Habil Amca siz hiç merak etmeyin, bundan sonra da hepsi sizden habersiz ödenecek” dedi. “Otomatik, otomatik!” diye güldü.
Habil Amca ellerini havaya kaldırıp öyle bağrı yanık bir dua etti ki hepimiz ağladık. O dualar ve nice dualar inşallah onun ruhuna yetişecek.
Vecheddin Arvas / İstanbul
Sizinle küfr arasında perde vardır
"Sizinle küfr arasında perde vardır." Efendi hazretlerinin müridlerinden Habil efendinin naklettiği bir vaka...
Kaynak: (Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakim Arvasi Külliyatı )
Hüseyin Hilmi Işık efendi ve Terzi Habil amca (Kalkıcı)
Kaynak: (Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakim Arvasi Külliyatı )
Hüseyin Hilmi Işık efendi ve Terzi Habil amca (Kalkıcı)
Hilmi hocamıza ve kitaplarına haksız olarak saldırıldığına inandığım için insanlar nezdinde hocamızın ve kitaplarının bu paylaşımlardan etkilenerek kötü bilinmemesi için bunu yazmak zorunda hissediyorum kendimi.
"Habil efendi dedi:Hilmi beyle,Efendinin huzurunda idik.Efendi ikimize: "Sizinle küfr arasında perde vardır" buyurdu.Bu sözü efendi hazretlerinden Süleyman Kuku efendiye nakleden bizzat Terzi Habil amcadır.Süleyman Kuku bey efendi hazretlerinin böyle buyurduğunu bizzat terzi Habil amcadan kendi kulaklarıyla işittiğini bildirmişlerdir."
Not: Bu meseleyi nakleden Süleyman Kuku efendi halen hayattadır.İkinci bir husus bu nakli bizzat Terzi Habil Amcadan dinlemiş olan kimseler vardır bu hususu insanlar Terzi Habil amcayla çokça görüşüp konuşma imkanına kavuşmuş olan kişilerede sorup öğrenebilirler.Terzi Habil amcanın konuşup görüştüğü ve birarada bulunduğu kimselere de efendi hazretlerinin hocamızla kendisine buyurduğu "sizinle küfr arasında perde vardır." sözünü bahsetme ihtimali küçümsenmeyecek derecede çok yüksektir.
Efendi hazretlerinin Hilmi hocamızla Habil amcaya ithafen "Sizinle küfr arasında perde vardır" buyurduğunu ve efendi hazretlerinin bu sözünü bilen insanların Hocamız için hain,yahudi uşağı,ingiliz ajanı,sahtekar, ikiyüzlü ve bunun gibi bir çok hakaret içeren kelimelerle hakaret etmesi efendi hazretlerine de hakaret etmek demektir.Hocamıza hakaret edenler bunu bilsinler istedim.
"Habil efendi dedi:Hilmi beyle,Efendinin huzurunda idik.Efendi ikimize: "Sizinle küfr arasında perde vardır" buyurdu.Bu sözü efendi hazretlerinden Süleyman Kuku efendiye nakleden bizzat Terzi Habil amcadır.Süleyman Kuku bey efendi hazretlerinin böyle buyurduğunu bizzat terzi Habil amcadan kendi kulaklarıyla işittiğini bildirmişlerdir."
Not: Bu meseleyi nakleden Süleyman Kuku efendi halen hayattadır.İkinci bir husus bu nakli bizzat Terzi Habil Amcadan dinlemiş olan kimseler vardır bu hususu insanlar Terzi Habil amcayla çokça görüşüp konuşma imkanına kavuşmuş olan kişilerede sorup öğrenebilirler.Terzi Habil amcanın konuşup görüştüğü ve birarada bulunduğu kimselere de efendi hazretlerinin hocamızla kendisine buyurduğu "sizinle küfr arasında perde vardır." sözünü bahsetme ihtimali küçümsenmeyecek derecede çok yüksektir.
Efendi hazretlerinin Hilmi hocamızla Habil amcaya ithafen "Sizinle küfr arasında perde vardır" buyurduğunu ve efendi hazretlerinin bu sözünü bilen insanların Hocamız için hain,yahudi uşağı,ingiliz ajanı,sahtekar, ikiyüzlü ve bunun gibi bir çok hakaret içeren kelimelerle hakaret etmesi efendi hazretlerine de hakaret etmek demektir.Hocamıza hakaret edenler bunu bilsinler istedim.
Dehre gelenin her biri bir kâr ile gitti
Dehre gelenin her biri bir kâr ile gitti
Mü'min olanın cümlesi ebrâr ile gitti
Ol kimseye kim ermedi eltâf-ı inayet
Zulmette kalıp zümre-i füccâr ile gitti
Anlar ki özün kurtaramaz nefsin elinden
Girdaba düşüp âlem-i devvâr ile gitti
Kâl ehli dahi kâlini irgürmedi hâlâ
Kesrette kalıp âlem-i ağyar ile gitti
Mecnûn'u görün oldu kamu dillere destan
Leylâ diyerek âhiri ol zâr ile gitti
Ferhâd dahi Şîrîn için dağları deldi
Verdi serini O da o ikrar ile gitti
Bülbül dahi feryâd ederek gül budağında
Lâl oldu dili görmedi ol hâr ile gitti
Pervaneyi gör şem'i görüp canını attı
Mahvetti özün ol dahi ol nâr ile gitti
izhâr idüben eyledi dâ'vâ-yı "Ene'l-Hakk"
Mansûr'u görün ol dahi ber-dâr ile gitti
Ol serverimiz Ahmed ü Mahmûd u Muhammed
Ol "sûre-i İsrâ"daki esrar ile gitti
Hem âlim ü kâmiller ile bunca velîler
Bunlar dahi her biri bir âsâr ile gitti
Teblîğ ederek bizlere ahkâmını Hakk'ın
Bu zümre kamu rü'yet-i dîdâr ile gitti
Sâmî gibi sultâna kılan sıdk ile bîat
Ol rûy-ı Muhammed'deki envâr ile gitti
Salih ise hep benliğini pîrine verdi
Çıktı aradan vuslat-ı dîdâr ile gitti.
Mü'min olanın cümlesi ebrâr ile gitti
Ol kimseye kim ermedi eltâf-ı inayet
Zulmette kalıp zümre-i füccâr ile gitti
Anlar ki özün kurtaramaz nefsin elinden
Girdaba düşüp âlem-i devvâr ile gitti
Kâl ehli dahi kâlini irgürmedi hâlâ
Kesrette kalıp âlem-i ağyar ile gitti
Mecnûn'u görün oldu kamu dillere destan
Leylâ diyerek âhiri ol zâr ile gitti
Ferhâd dahi Şîrîn için dağları deldi
Verdi serini O da o ikrar ile gitti
Bülbül dahi feryâd ederek gül budağında
Lâl oldu dili görmedi ol hâr ile gitti
Pervaneyi gör şem'i görüp canını attı
Mahvetti özün ol dahi ol nâr ile gitti
izhâr idüben eyledi dâ'vâ-yı "Ene'l-Hakk"
Mansûr'u görün ol dahi ber-dâr ile gitti
Ol serverimiz Ahmed ü Mahmûd u Muhammed
Ol "sûre-i İsrâ"daki esrar ile gitti
Hem âlim ü kâmiller ile bunca velîler
Bunlar dahi her biri bir âsâr ile gitti
Teblîğ ederek bizlere ahkâmını Hakk'ın
Bu zümre kamu rü'yet-i dîdâr ile gitti
Sâmî gibi sultâna kılan sıdk ile bîat
Ol rûy-ı Muhammed'deki envâr ile gitti
Salih ise hep benliğini pîrine verdi
Çıktı aradan vuslat-ı dîdâr ile gitti.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)