Maliki mezhebini taklit eden Hanefînin seferilik durumu ?

 Sual: Hanefi mezhebinde olup da, Maliki mezhebini taklit eden birinin seferilik konusunda, mesafe ve ikamet suresi olarak Maliki mezhebini mi esas alması gerekir? 


CEVAP


Mesafe olarak Hanefi, ikamet süresi olarak Maliki mezhebi esas alınır. Çünkü kendi mezhebimizden çıkmadığımız için, taklit ettiğimiz mezhebin farzlarına uyuyor, müfsidlerinden kaçıyoruz.


Kaynak: dinimizislam.com

Hanefi’de ve Maliki’de uyumak hangi durumlarda abdesti bozar?

 Hanefi’de, namazda iken uyumak abdesti bozmaz. Namaz dışında yan yatarak, bir şeye dayanarak uyumak abdesti bozar; fakat Maliki’de, namazda da, namaz dışında da olsa, uyku ağır değilse bozmaz. Ağır ise bozar. Mesela tehiyyatta uyuyup kalırsa abdesti bozulur; ama hafif şekilde uyusa, abdesti bozulmaz.

Kaynak: dinimizislam.com

Muvalatın tarifi nasıldır?

Sual: Muvalatın tarifi nasıldır?

CEVAP

Muvalat başka işle uğraşmadan abdestle meşgul olmak demektir.

Kaynak: dinimizislam.com

Mâlikî’yi taklit eden Hanefî’nin de halı veya seccade üzerine secde etmesi

 Toprağa secde


Sual: (Mâlikî’de toprak cinsinden bir şey üzerine secde etmek farzdır. Bunun için Mâlikî’yi taklit eden Hanefî’nin de halı veya seccade üzerine secde etmesi sahih olmaz) deniyor. Doğru mu?


CEVAP


Hayır. Mâlikî’de halı, pösteki gibi yer cinsinden olmayan bir şey üzerine secde edilmesi mekruhtur. Mâlikî’yi taklit eden Hanefî, Mâlikî’nin sadece farz ve müfsitlerine uyar. Sünnet ve mekruhlarda kendi mezhebine tâbi olduğu için, Mâlikî'yi taklit eden Hanefî'nin yün halı üzerinde namaz kılması mekruh değildir.


Kaynak: dinimizislam.com

Ebû Ali Hadramî hazretleri

 Gelen belalara sabırlı hatta şükredici olmalı


“Allahü teâlâdan gelen belalara sabırlı, hatta şükredici olmak lazımdır. Zira, birbirinden acı belaları çoktur."


Ebû Ali Hadramî hazretleri evliyanın büyüklerindendir. 1178 (H.574) senesinde, Yemen’de Terîm'de doğdu. Seyyid olup, hazret-i Hüseyin'in evladındandır. 1256 (H.653) senesinde orada vefat etti. Bazı kıymetli risaleleri mevcut olup, Bedâi'u Ulûm-il-Mükâşefât Vet-Tecelliyât bunlardandır. Bu eserinde keramet olarak, vefatından sonra meydana gelecek bazı mühim hadiseleri haber vererek insanları ikaz etmiştir ki, bu mühim haberlerden bazıları şunlardır: Bağdat'ın yakılması, Dicle Nehri’nin taşması ve birçok insanın suda boğulması. Vezirin evinin, halifenin hazinesinin ve bunlardan başka 330 evin yıkılması. Birçok kimsenin yıkıntılar altında kalarak ölmesi. Bu hadiselerin 1257 senesi Cemâzil-âhir ayında olacağını haber vermesidir. 1259 yılında İslam âleminde bir benzeri daha görülmemiş olan Tatar istilasının meydana geleceğini, bunların her çirkinliği ve vahşeti işleyeceklerini, bu musibetin etrafa yayılacağını, Hadramût'ta büyük bir sel olacağını, halifenin Safer ayında öldürüleceğini bildirdi. Bu haber verdiği şeylerin hepsi, kendisinin 1256 (H.653) yılında 79 yaşında iken vefatından sonra, bildirdiği zamanlarda meydana gelmiş, aynen dediği gibi olmuştur. Hadramût'ta büyük bir sel meydana geldi. Pek çok belde harap oldu ve dört yüzden fazla insan bu musibet anında öldü. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki:

 


“Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarf etmektir." "İnsanın kıymeti; idrakinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır." "Allahü teâlâdan başka hiçbir muradın kalmayıncaya kadar gayret göster. Bu muradın hasıl olunca, işin tamamdır. İsterse senden kerametler, hâller ve tecelliler hasıl olmasın, gam değildir." "Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir." "Allahü teâlâdan gelen belalara sabırlı, hatta şükredici olmak lazımdır. Zira, Allahü teâlânın birbirinden acı belaları çoktur." “Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir." "İbadet; emirlere uyup, amel etmek, nehyedilen şeylerden sakınmaktan ibarettir. Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allahü teâlâya yönelmektir." "İnsanın yaratılmasından murad, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır." "Söz, yüce bir şeydir. Zamanında ve yerinde olmalıdır."

AZ KONUŞMANIN FAYDALARI, VE ÇOK KONUŞMANIN ZARARLARI

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ  

Ey aziz: Bilmiş ol ki, çok söylemek kişiyi çok ziyana uğratır. Müslüman olan kişinin, dilini nereye olursa olsun, kapıp koyu vermemesi gerekir. Dilini koruması ve kendisini bu zararlardan muhafaza etmesi lâzımdır ki, dilinin afetlerinden emin olabilsin!  


Hz. Ebû-Bekir-is-Sıddıyk radıyallahu anh efendimiz, ansızın olmayacak bir söz söyleyivermek endişesi ile, mübarek ağzında daima bir taş bulundururdu.  


Aziz kardeş: Bu dil, kişide ne din bırakır ne amel, hepsini bozar gider. Eğer, saklamazsan küfür söyler- Ne'ûzü billah- kâfir olur ve sonunda dünyadan âhirete imânsız götürür. Kişiye, başlar kestiren ve kanlar döktüren hep bu dildir.  


Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Her kim, susarsa kurtulur, buyurmuşlardır.” Susan, hiçbir şey söylemeyen gerçekten selâmettedir. Şunu muhakkak olarak bilmiş ol ki, dillerine sahip olup, ağızlarına geleni söylemeyenler, keramete erişirler.  


Ukbe ibn-i Amir radıyallahu anh buyururlar ki: Cenab-ı fahr-i risâlet efendimize sordum:  

— Yâ Resûlallah! İki cihanda kurtuluş ne iledir?  

Efendimiz saadetle buyurdular:  

— Diline sahip olmak, günahların için çok ağlamak ve halkın arzusuna fazla karışmamak iledir. Yâ Ukbe! Bir kimsenin dili doğru olmayınca imânı da doğru olmaz.  


Demek ki, dillerine sahip olamayanlar ve ağızlarına gelen her şeyi söyleyenlerde ne din kalır ne imân ne de âhiret. Hepsi harap olur, gider. Onların dillerinden Müslümanlar incinirler, bilhassa komşuları incinirler ki, komşusunu incitmek gayet büyük bir günahtır.  


Hak teâlâ, Resûl-ü zişâna buyurdu:  

— Yâ Muhammed! Ümmetine söyle, komşuları ile iyi geçinsinler. Komşularına ikram etsinler.  

Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:  

“Allâhu teâlâya ve âhiret gününe imân edenler, komşusuna ikram etsin.” Buyurmuşlardır.  


Haberlerde gelmiştir ki; her sabah bütün âzalar dile şöyle seslenirler:  

— Ey dil! Allâhu Teâlâ’dan kork ve Resulünden utan. Ağzına geleni söyleme, bizi mihnete bırakma! Ne zaman ki, sen Hakka ve halka doğru olursan, bizler de doğru oluruz. Sen, eğrilirsen bizler de eğrilir ve günahkâr oluruz. Ey dil! doğru dur, sakın eğilme, yoksa hem kendin cehennemde yanarsın hem de bizleri yakarsın, derler.  


Bir gün, bir arap huzur-u Resûlullah’a geldi ve:  

— Yâ Resûlallah! dedi. Bana öyle bir amel haber ver ki, onunla cennete gireyim.  

Aleyhissalâtü vesselam efendimiz saadetle buyurdular:  

— Git; açları doyur, susuzlara su dağıt, muhtaçlara el uzat, Hak teâlânın kullarını hayırlı yollara ilet.  

Arap özür diledi:  

— Yâ Resûlallah! Bu buyurduklarının hiç birisi benim elimden gelmez, dedi. 

Efendimiz şöyle buyurdu:  

— Öyle ise, diline sahip ol. Ağzına gelen her şeyi söyleme! Konuştuğun zaman da sözün hayır olsun.  


Hak teâlâ, Kur'an-ı azim-ül-bürhanında buyurur:  

“Onların fısıldanmalarının çoğunda hayır yoktur. Meğer ki, sadaka vermeyi, bir iyilik etmeyi veya insanlar arasını islâh etmeyi emredenlerin ki olsun.”  (Nisâ sûresi: 114)


Enes bin Mâlik radıyallahu anh buyurur ki: Uhud gazasında bir yiğit şehit oldu. Resûl aleyhisselâmın huzurunda elbisesini aradılar ve açlıktan bunalmamak için karnına bir taş bağlamış olduğunu gördüler. Bu sırada, şehidin anası geldi ve evlâdının üzerine kapanarak:  

— Ey oğul! Saadet senindir. Resûl aleyhisselâm önünde şehit düşerek, cennet ehlinden oldun, diye ağlamaya başladı.  

Efendimiz, kadının bu sözlerini duyunca:  

— Nereden bildin cennet ehlinden olduğunu? Olabilir ki; boş, manasız ve faydasız sözler söylemiştir, buyurdular.  

Bundan da anlaşılıyor ki; boş manasız ve faydasız sözlerden çok korkmak ve çekinmek gerektir, özellikle, haram ve kötü sözler söylemekten ve dedikodu etmekten son derece sakınmak lâzımdır. Dedikodu yapmaması kendisine ihtar edilen bir kimse eğer: (Benim bu sözlerim, dedikodu değildir!) diyecek olursa, Ne'ûzü billah kâfir olur.  


Halkın dilinde söylenilen söz dört mertebedir:  

1) Haramdır.  

2) Helâldir.  

3) Haram ile helâl karışıktır.  

4) Ne haramdır ne de helâldir.  


Haram olan söz, zehir gibidir. İnsanı derhal helâk eder. (Yalan söylemek, şirke dair sözler söylemek, kötü sözler söylemek, ölüler üstüne sayı saymak, evinde birkaç günlük yiyeceği varken halka şu yoktur, bu yoktur gibi sözler söylemek gibi sözlerin hepsi haramdır, gönül öldürücüdür, zehirleyen ve derhal öldüren zehirlerden nasıl sakınırlarsa, bunlardan da sakınmalı ve çekinmelidirler. 


Helâl olan söz, zehirlerin etkisini gideren panzehir gibidir. Günahları hatırlayarak tövbe etmek, LÂ İLÂHE İLLALLAH demek, EL-HAMDÜ LİLLAH VALLAHU EKBER demek, Resûl aleyhisselâma salavat getirmek, Kur'an-ı kerim okumak veya okutmak, ihlâs ile halka vâ'zü nasihatte bulunmak, hak için halkı hak yola davet etmek, hepsi helâl sözlerdir.  


Haram ve helâl karışık olan sözler hem kâr hem de zarar olan sözlerdir. Yani, zehir ile panzehir gibidir. Fakat, bu gibi sözlerin yararından çok zararı vardır. Zararını sahibi dahi karşılayamaz. Meselâ, kişi dünya ve âhiret sözleri söyler, hayırları emredip, kötülüklerden sakındırırlar, yani bir bakıma halka nasihat eder. Bu sözler, panzehir gibidir. Fakat, bu sözler riyâ veya şöhret için ve: “Maşaallah ne bilgili ne hoş ne zâhit kişi imiş” desinler, hürmet ve riayet etsinler niyeti ve maksadı ile söylenmişse, o zaman bu sözler zehir gibi olur. Sahibini helâk eder. Çünkü, riyâ ve şöhret için söz söylemek haramdır ve afettir: Nitekim, EŞ-ŞÖHRETÜ ÂFETÜN yani şöhret afettir, duyurulmuştur.  


Ne haram ne de helâl olan sözler ise ne kâr ne de ziyan verir. Bir cemaat bir yerde toplanır ve bir memleketin sıcaklığını, soğukluğunu, ucuzluğunu, pahalılığını, bağını, bahçelerini, mescitlerini, tekkelerini, birbirlerine anlatırlar, bu sözlerine hiç yalan katmazlar ve arada kimseyi övmez ve yermezler, gördüklerini beyan ederlerse, bu gibi sözler ne haram ne de helâl olur ne kâr getirir ne de ziyan ettirir. Ancak, övmenin ve yermenin yani medh veya zem etmenin de ziyanı çoktur. Onu da inşa’allahu teâlâ söyleyeceğiz.  


Fakat, hepsinden iyisi dilini böyle boş ve faydasız sözlerden sakınmaktır. Nefesini boş yere harcamamaktır. Hâk teâlâ âdemoğullarının nefeslerini hesap ile verir ve yine hesap ile alsa gerektir. Her kişinin üzerine iki melek memur etmiştir. Bunlar, o kişinin o sayılı nefesleri gece veya gündüz nereye harcadığını hesap eder ve deftere yazarlar. Yalan söylersen, bir türlü cezası var. Bir kimseyi zemmedersen, bir türlü cezası var. İftira edersen, bir türlü cezası var. Yalan yere yemin edersen, bir türlü cezası var, Bir fâsıkı yüzüne karşı medh edersen, bir türlü cezası var. Bir kimse ile eğlenir, alay edersen, bir türlü cezası var. Bunların hepsi dilin afetleridir. Her birinin, âhirette ayrı ayrı cezaları verilecektir. Onları da söyleyeyim de inşa’allahu teâlâ bu kitapta eksik bir şey kalmasın.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Akıllı olan fitne çıkarmadan hizmet eder

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

İnsan, *Allahü teâlâ* yı çok severse, kendini *Hayâl* görür kardeşim. Ne gibi? *Leylâ* ile *Mecnûn* gibi. Mecnûn, akılsız demek, yâni *Deli* demekdir. 

*Mecnûn*, kendini yerden yere atıyor, *Leylâ* ya âşık olmuş. İnsanlar buna acıyor, *Leylânın* köyüne götürüyorlar. 

*İşte, Leylânın köyüne geldik*, diyorlar. *Mecnûn* ise, dağlara taşlara, *Leylâ! Leylâ!* diyor. 

Diyorlar ki: *İşte Leylâ pencerede, baksana!* Mecnûn hiç aldırmıyor. *Pencereye niye bakayım, ben her yerde Leylâyı görüyorum!* diyor. 

Bunlar, *Hikâye* değil kardeşim, *Mektûbât* da var. *Mevlânâ Hâlid* hazretleri kitâbında yazıyor ki: *Âşık, mâşûkunu aşırı severse, kendisi yok olur*. 

********

*Ehl-i sünnet* yolunu, yâni Peygamber aleyhisselâmın *Yolu* nu yaymak, Allahın kullarına bildirmek, en büyük *İbâdet* dir kardeşim. 

Bir müslümâna bir *Kitap* verseniz, o da alıp okusa, istifâde etse, en büyük *İbâdet*, en büyük *Sevap* olur. Bizim kitapları okuyanlar, dînimizi öğreniyoruz diye seviniyorlar. 

Nitekim *Afrika* dan gelen mektuplarda; *Gönderdiğiniz kitapları okuyoruz ve beş vakit namazda, size ve Hakîkat kitâbevi mensuplarına duâ ediyoruz*, diyorlar.

Bizim kitapları dağıtmak, arkadaşlarımız için büyük bir *Kazanç* vâsıtasıdır. Kim bu *Hizmeti* yaparsa, çok büyük *Sevap* kazanır. Bizim kitaplar, okuyana *Feyz* veriyor, dağıtana ise *Daha çok* verir. 

*Emr-i mâruf* un en iyi şekli, *Kitap* vermekdir kardeşim. *Al, bunu oku!* denir. İlm öğretmek çok kıymetlidir ve üstünlükdür. Ama anlatırken, kendisinin *Üstün* olduğunu düşünmiyecek. Çünkü bu, *Kibir* olur. 

Ehl-i sünnete hizmet etmek, kime nasîb olur bu zamanda? Bu, ne büyük *Ni’met* dir. Bu ni’metin kıymetini bilmek, Allaha *Şükr* etmek lâzım. 

Ancak, bu hizmeti, *Fitne* çıkarmadan yapmak lâzım kardeşim. *Akıllı* olan, fitne çıkarmadan *Hizmet* eder.

Eğer dünyânın herhangi bir yerinde, bu *Hizmeti* yapan birileri olsaydı, biz de gider, onlara *İltihak* ederdik. 

Çok araşdırdık, fakat ne çâre ki, dünyâda böyle hizmet yapan bir *Şirket*, bir *Topluluk*, hattâ bir *Kimse* yokdur kardeşim.....


(Hüseyin Hilmi Işık  Efendi..

"Rahmetullahi Teâlâ Aleyh")

Dua almaya bakın

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri "kuddise sirruh". Bir gün, sorarlar bu mübarek zata: - 

Efendim, muvaffak olmak için ne yapalım? Cevap verir: - Günahtan kaçın! Çok dua alın! Ve ilave eder: - Bir kulu sevindirmek, yüz senelik teheccüd sevabı kazandırır. 

Sonra şunu anlatır: 

Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmek ister. Düğün günü gelir. Çok koyun ve inek kesilir. Ocaklar yanar, yemekler pişer. Et kokuları mahalleye yayılır. 

Ancak evin bitişiğinde, Müslüman, dul bir kadın yaşamaktadır. Hem de dört yetimiyle. Hepsi de günlerdir açtır. 

Kadıncağız gider, düğün evinin kapısını çalar. Açılınca, ateş ister. Halbuki ateş için gitmemiştir. “Belki yemek verirler” diye ümitlenmiştir.

 Fakat adam ateşperesttir. Müslümanları sevmez. Kadının niyetini anlasa da, bir şey vermez. Kadın, az sonra bir daha gider. Ateş ister. Yine eli boş döner. Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez bu defa kadına acır. Hallerini anlamaya çalışır. 

İner dehlize, kulak verir. Yetimciğin sesini işitir: - Anneciğim, ne olur, bir daha gidiver. Belki bu sefer bir şey verirler. Kadın ağlamaklıdır. - Üç defa gittim yavrum! Artık utanıyorum. 

Adam duyar bunu. Kalbi sızlar. Bir mükellef sofra hazırlatıp, gönderir evlerine. Dehlize iner yine. 

Konuşmaları dinler. Yetimlerin en küçüğü dua eder: Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et. İmanla şereflendir! Ardından; Amin! sesleri yükselir. İşte o anda, ateşperestin kalbi değişir. Söyler “kelime-i şehadeti." İmanla şereflenir.

Şeytanın beş silahı

Şeytan, bir mübârek zâtı bozmak için her türlü yolu denemiş, fakat hiçbirinde muvaffak olamamış. Olamayınca demiş ki, “Seni kandıramadım ama şu insanları nasıl kandırıyorum anlatayım da bir dinle. Benim insanları aldatmakta beş tane silahım vardır. Biri olmazsa diğerini kullanırım. Kolay kolay elimden kurtulamazlar, ancak senin gibi müstesnalar hariç. 

***Birinci silahım, onlara cimrilik veririm, hasislik veririm. Sakın ha verme, biterse sonra ne yaparsın der, onları hep böyle korkutarak, hayır hasenat yapmalarına mani olurum. Avucuma alırım. 

***İkinci silahım, kıskançlık veririm. Onun kalbine kıskançlığı bir verdim mi, onu her şekle sokarım. 

***Üçüncü silahım, onların itikadını bozarım. Bid’atleri işletir, tatlı gösteririm, çok lüzumlu, çok lâzım bu derim. O bir bid’at işledi mi, ona tevbe de etmez. Çünkü yaptığı işin doğru ve güzel olduğuna inandığı için tevbe etmek aklına gelmez ki. İşte, onları vehhâbî yaparım, râfızî yaparım, yani akla, sapıklık olarak ne gelirse yaptırırım. Avucuma alırım. 

***Dördüncü silahım, onları öfkelendiririm. Burnundan girerim öfkelendiririm, kulağından girerim kalbine, bir şey yapar onu kızdırırım. Kızdı mı zaten o benimdir. Avucuma girer. ***Beşinci silahım, onlara kibir, gurur ve ucb veririm. Bak sen ne mübârek adamsın. Herkes nerede vakit geçirirken, sen hayır hasenat yolunda vakit geçiriyorsun der, kibirlendiririm. Biraz işini beğendiririm, biraz satışını beğendiririm, biraz imalatını beğendiririm. O da, hakikaten bende çok iş var der. Onu dediği gün, onun işi biter” diyor. 

       Bunlar şeytanın nesi? Beş vesvesesi, şeytanın beş silahı. Vay mel’ûn vay! Kıskanmak, öfkelenmek ne kadar kötü huylar. O bakımdan ne buyuruyor Peygamber Efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Öfkelenmeyin, öfkelenmeyin, öfkelenmeyin.” Bir hadîs-i şerîfte de, “Kalbinde zerre kadar kibr olan, Cennet’e giremez” buyuruluyor. Yani, bu kibir temizlenmedikten sonra, Cennet’e giremez. Çünkü kibir, Allahü teâlânın, en çok kızdığı günahtır. Zira Cenâb-ı Hak hadîs-i kudsîde buyuruyor ki, “Azamet ve kibriyâ benim hakkımdır. Kim bana bunda ortak olursa, acımaz yakarım.” Bakın insanların başına gelen felâketlerin sebebine, ya öfke, ya kibir, ya kıskançlık, ya cimrilik, yahut da itikad bozukluğudur. Cenâb-ı Allah bizi böyle olmaktan muhafaza etsin!


(Enver Ören rahmetullahi aleyh)

KÖPRÜ YAPTIRAN MECUSİ

Vaktiyle bir Mecusi vardı. Bu adam Mecusilikte oldukça gayretliydi. İnancında büyük bir taassuba sahipti. Yolcuları çok severdi. Bir gün onlar için bir köprü yaptırdı. Sultan Mahmud, kutlu bir yolculuktan dönerken yol üstündeki o güzelim köprüyü gördü. Köprü, hem güzel­di hem de tam yerindeydi.

"Bu büyük bir hayır!" dedi. "Acaba böyle bir köprüyü kim yaptırdı?"

Maiyetindekiler dediler ki:

"Bir Mecusi yaptırdı."

Padişah, köprüyü yaptıran kişiyi çok kıskandı ve ora­da konaklayarak, Mecusi'yi huzuruna çağırttı. Gelince,

"Sen sanırım iman ehline düşmansın. Gel bu köprü­yü bana sat! Onun için ne kadar altın sarf ettiysen hep­sini benden al! Çünkü sen bir Mecusisin. Kalbinde hamd ve minnet yok. İnandığın gerçek bir din olmadık­ça bu köprünün ne faydası olacak sana? Verdiğim pa­rayı kabul etmezsen, benim elimden kurtulamazsın!" dedi.

Mecusi dedi ki:

"Padişah beni paramparça etse bile bu köprüyü ne satarım, ne de karşılığında para alırım. Ben bu köprüyü din uğrunda yaptırdım."

Bunun üzerine padişah onu hapsettirip ona eziyet et­tirdi. Zindanda ona ne ekmek verdirdi, ne su ... Sonunda eziyetler haddi aşınca Mecusi'nin gönlü, kan kesildi.

Bir süre sonra padişah ona haber göndererek, "Kalk, bir ata binip hemen yanıma gel! Köprüye tam bir değer biçmesi için bir de yanında üstat birini getir!" dedi.

Padişah çok sevinçliydi. Bir toplulukla köprüye gitti.

Padişah oraya varınca uyanık Mecusi, köprünün üstün­de durdu.

Dedi ki:

"Padişahım, şimdi bu köprünün değerini sen, benden iste bakayım! Kendimi bu köprüden atarak helak ede­yim de öbür köprüde karşılığını sana vereyim. Ey yüce padişah, bak da gör! işte köprünün değeri!. .. "

Bu sözleri söyler söylemez kendisini suya attı. Su onu aldı, götürdü. Mecusi, canıyla oynadı. Canına kıydı da dinine kıymadı. Çünkü maksadı dindi, ötesine aldırış bile etmedi.

Ey dost! Bir ateşperest, dinine ziyan gelmesin diye kaldırdı kendisini ateşe attı. Sen Müslümansın, ama Müslümanlıkta öyle bir hale düşmüşsün ki zaten su, se­ni çoktan kapmış götürmüş!. ..

Bir Mecuside bile inanç ateşi, seninkinden fazlaysa, artık Müslümanlığı var git bir Mecusi'den öğren! Allah'a ayarı düşük para götürmek kimin ne haddine! Öte dün­yaya sağlam para, o ayarcıya layık akçe götürmek ge­rek. Can tenden çıkınca Allah'a putlarla dolu bir gönlü nasıl götürebileceksin?

Bütün bu putları gönlünden at. Bedeninle beraber onları terk et. Bir dostun evine puthaneyle gidilmez. Aya­ğı uyuşan kişi minbere nasıl çıkabilir? Uyuşuk bir ayak­la minbere çıkılamazsa uyuşuk, uykulu bir gönülle, Hakk'a nasıl erişilir?

Biri, bir an olsun uyanırsa o uyanıklığı ziyadeleşir. Fakat sen bütün ömrünü gafletle geçirdin. Bir an bile uyanıklık yüzü görmedin.

Uykusu gaflet olanın uyanıklığı ölüm olur.

Be adam! Sen kendi gamınla gamlanmazsan, senin derdine kim yanacak?

Bari, serkeşlik etme de hemen işe koyul, elinden ge­leni yapmaya giriş. Çünkü hiç kimse senin derdine yan­maz, senin için gam yemez. Hiç kimse senin yükünü bir anlığına bile çekmez. Bunu böylece bil!.

(Feridüddin Attar, İlahiname)