O büyüklerin sevgisini kazanmak ne büyük müjdedir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O *Büyük*’lerin *Sevgi*’sini kazanmak ne büyük *Müjde*’dir kardeşim. İşte ben, böyle büyük bir *Zât*’la, yâni Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleriyle *Eyüp* Câmiinde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. 


Bir gün *Bâyezid* Câmiine girdiğimde, tevafuken gördüm *Kendi*’sini. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi. Ama üniversitedeki *Ders*’e yetişecekdim, fazla duramadım. 


Çıkarken bu *Zât*’ın kim olduğunu sorup soruşdurdum. *Cumâ* günleri Eyüp Sultân câmiinde *Vaaz* etdiğini öğrendim. Ondan sonra olanlar oldu. Bir daha ayrılmadım huzûrundan.


İnsan, o *Büyük*’lerin sözünü *Kim*’den işitirse, onu *Sever*. Abdülhakim Efendi hazretlerini biz *Niçin* seviyoruz? Meselâ ben, o *Mübârek*’den hep büyükleri duydum. Onların *Sohbet*’lerini dinledim. 


Hiç bilmediğim *Şey*’leri Ondan öğrendim. Hiçbir şeyden haberim yokdu benim. Herşeyi o mübârek *Zât*’dan öğrendim, Allah *Nûr* içinde yatırsın. Onların sâyesinde *Adam* olduk. 


Yoksa hasâba dâhil değildik kardeşim. Mektûbât kitâbında; *Onlar hayâtda iken de, vefâtlarından sonra da, kerâmetleri devâm eder*, diye yazıyor. 


Onları *Seven*, onların kalbinden *Feyz* alır. Feyz, *Nûr* demekdir. Onlar *Hayât*’da iken, *Yanın*’da iken, kalplerinden nasıl *Feyz* alınırsa, vefâtlarından sonra da öyle *Feyz* alınır. 


Hattâ başka memleketde dahî olsa, *Onlar*’ı seven, *Sevgisi* kadar Onun kalbinden *Feyz* alır. İşte bu, *Müjde*’dir bize. Hem de *Büyük* bir müjde. 


Onun için *Onlar*, hepimizin dâima yanındadır. Allahın *Dost*’larıdır onlar. Peygamber Efendimizin *Vekîl*’leridir onlar. Onları *Seven*, âhiretde de onların yanında olur. 


Çünkü bu büyükler; *Dünyâda kim kimi severse, âhiretde onunla berâber olacak*, buyuruyor. Birbirine *Sevgi* ile bağlananları, kimse koparamaz. 


Ama *Menfaat* için bağlananlar, koparılır. Hele insanı *Aşk* sardı mı, onu ancak *Âşık*’lar anlar. Allahı çok seven O’ndan çok korkar. *Sevgi* ile *Korku* berâberdir. 


Allah sevgisinin alâmeti, harâmlardan sakınmakdır. Allahü teâlâ; *Beni seveni, gidilemiyen yerlere bir anda götürürüm, görülemiyen şeyleri gördürürüm*, buyuruyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Zamânımızın en büyük *Cihâd*’ı, ehl-i sünnet *Kitap*’larını dağıtmakdır kardeşim. *Kur’ân-ı kerîm* okumak da çok *Sevap*’dır, çook. 


Niçin çok sevaptır? *Kelâm-ı ilâhî*’dir çünkü. Allahü teâlâ; *Benimle konuşmak istiyen, Kur’ân-ı kerîm okusun!* buyuruyor. 


Ne *Güzel* şey yâ Rabbî. Müslümânların her şeyi *Ni’met*’dir kardeşim. *Dünyâ*’da da ni’metdir, *Âhiret*’de de. Zâhiren *Sıkıntı*, hakîkatde ise *Rahmet*. 


İnsan, *Dîn*’ini öğrendiği *Hoca*’sını çok sevmelidir. Sevmek nasıl olur? Evliyâlardan biri diyor ki: Benim hocam *İmâm-ı Husrî* hazretleri, bir gün bir mecliste oturuyordu. 


Âlimlerden biri, hocamın bir *Sözü*’nü beğenmedi, Ona *Îtiraz* etdi. Ben bunu görünce çok üzüldüm.


*Hocam*’ın sözünü beğenmiyen bir *Adam*’ın yanında benim *İşim* yok! dedim ve kalkıp gitdim. İşte *Hoca*’ya muhabbet *Böyle* olur. 

● ● ●

Bir cemâatin içinde Allahü teâlâ en çok hangisini *Sever?* Meselâ şimdi bu *Oda*’da olanların içinde Allahü teâlâ en fazla kimi sever? 


Kim *Hizmet* ediyorsa, onu çok *Sever*. Neden? Çünkü *Seyyid-ül kavmi hâdimühüm!* buyuruldu. Ne demek bu?


Yâni bir cemâatin, bir topluluğun *Efendi*’si, en *İyisi*, onlara *Hizmet* edendir. Allahü teâlâ, hizmet edeni çok *Sever*. 

● ● ●

Acele etmek, *Şeytan*’dandır, yalnız *Namaz* müstesnâ. Vakit girince *Hemen* kılmalıdır. Gecikdikçe *Sevâbı* azalır. Başka şeylerde *Acele* yok! 


Eğilmek yok kardeşim, eğilmeyin. Öpülecek *Eller* nerde? Toprak altında. Onlar, toprak altında kaldılar. *Elim*’e geçse, ben de öpeceğim. 


(Bayramda) Sabah namâzında başladık *Teşrîk tekbîr*’lerini okumağa. Sabah namâzının farzında, *Selâm* verince, *Tekbîr* getireceğiz.


*Vâcib*’dir çünkü. Eğer unutursanız, ikindinin farzından sonra *Üç* defâ getirin. İkisi de unuttuklarınızın *Kazâ*’sı olur.

Cehennemin heybeti

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Şimdi ey aziz: Allah’ı bilen Allah’tan korkar.  Allah’ı bilmeyen Allah’tan korkmaz. 


“Ki, o gün cehennem de getirilmiştir.” (Fecr sûresi: 23) ayet-i kerimesi nâzil olduğu zaman, öyle rivayet ederler ki, Hazret-i Resulün mübarek renkleri değişti ve sarardı. Ashab-ı kiram, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek renginin değiştiğini görünce telâşa düştüler. Vardılar, Hz. Ali radıyallahu anh efendimize haber verdiler. Huzura geldi ve sordu;  

— Yâ Resûlallah! Acaba ne oldu ki, mübarek renginiz değişmiş?  


Resûl aleyhisselâm, bu âyeti okudurlar: (Ki, o gün cehennem de getirilmiştir.) Hz. Ali kerremallahu vechehu tekrar sordu:  

— Yâ Resûlallah! Cehennemi nasıl getirirler?  

Efendimiz buyurdu:  

— Yetmiş bin melek ve zebaniler tutup getirirlerken, eğer ellerinden bırakıverseler, bütün mahşer halkını yakar ve hiç kimse kurtulmaz. Hem, hiç kimse ona gözünü doğrultup bakamaz, o kadar heybetlidir.  


Kâ'ab-ül-ahbâr der ki: “Cehennemi getirirlerken, yakına geldiği sırada meleklerin ellerinden kurtularak bütün mahşer halkını kuşatır. Bu hali gören Nebiler ve Sıddıklar, yüzleri üstüne düşerek, başka bir şey dilemezler, illâ nefislerini dilerler.”  


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, Hz. Ömer-ül-Faruk radıyallahu anh'a buyurdular ki: “Yâ İbn-i Hattâb! öyle kıyas eyle ki, eğer yetmiş Nebinin ameli kadar amelin olsa, o günde kurtuluş bulmazsın.”  


Cehennemi getirirken ellerinden bırakıverirler ve bütün mahşer halkını tamimiyle kuşatır eder, çevrelerini kaplayarak sırat köprüsünden başka hiçbir yol kalmaz. Hiç kimse, gidip cehennemi tutmaya cesaret edemez. Yalnız, Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, ileriye doğru yürür ve cehennemi zincirinden tutarak:  

— Dön yâ cehennem! Buyurur. Senin ehlin nasıl olsa sana gelecektir.  


Cehennem cevap verir:  

— Bırak beni yâ Resûlallah! der. Hak teâlâ, seni bana haram kılmıştır. Yâ Muhammed! Sen sâdık-ül-vâ'd-ül-eminsin ki, âlemlerin Rabbi sana Habibim diye buyurmuştur. Bırak beni, âsilere azap edeyim.  

Bu sırada, arş-ı âlâdan bir nida gelir:  

— Yâ cehennem! Habibim ne derse sözünü dinle.  

Cehennem, bu emr-i ilâhi üzerine derhal arşın kuzeyine çekilip bekler.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Kalbin hayâtı îmân iledir

 Herkes hâlinin ne olduğunu şu hadîs-i şerîf ile görsün: Kalbin hayâtı îmân iledir. Ölümü küfürledir. Sıhhati ibâdet ve tâat iledir. Hastalığı günâhla meşgûl olma iledir. Uyanıklığı Allahü teâlâyı zikretme iledir. Uyuması Allahü teâlâdan gâfil olma iledir.

(Muhammed Hilmi Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

Kibir ve öfke

 Kibir ve öfke, insanın başına çok felâketler getirir.

(Lokman Hakîm “Rahmetullahi aleyh”)

Nefsim için en güvendiğim amel

 Nefsim için en güvendiğim amelim, Peygamber efendimizin eshabına Sevgi ve hurmetimdir.

(Bişr-i Hafi hazretleri)

SEYYİD ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ HAZRETLERİ VEFATI

"Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyâdan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganîmet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkân varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Duâ etmeye imkânınız varken, duâ ediniz. Sâlih kimselerle berâber olmayı fırsat biliniz."


Kabir ziyâretine dâir:


"Kabirleri ziyâret ediniz. Sâlih kimseleri de ziyâret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir."


Günahlardan sakınmak husûsunda:


"Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; "Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günâhını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür." buyurdu."


Vefâtı: Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: "Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında sizden başkasıyla yâni Allahü teâla ile berâberim." Yine o esnâda buyurdular: "Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!" Yine; "Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allahü teâlâ beni ve sizi magfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!" Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.


Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır:


Gavs-ül âzam, o esnâda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz!" buyurdu.


Vefât ederken iki defâ; "Allahümme refîk al a'lâ." deyip; "Size geliyorum, size geliyorum." buyurdu. Tekrar buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken; "Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim." buyurdu.


Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr; "Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz edince; "Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir." buyurdu.


Oğlu Şeyh Abdülazîz; "Hastalığınız nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü teâlânın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından suâl olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur." buyurdu.


Daha sonra; "Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan münezzehdir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!" Sonra da; "Allah Allah Allah..." deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi.


Vefâtı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenâze namazını kılmak üzere, görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenâze namazını oğlu Abdülvehhâb kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki, kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar hâlinde ziyâretine geldiler. Bu ziyâretler günlerce devâm etti.

HAZRETİ ÖMER'İN ADALETİ

“Medine ahalisi anlaşarak bir yere toplandılar. Ömer (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin adâletini tecrübe etmek için anlaştılar. Aralarından bir yahudi çıktı. Ben sizin müşkilinizi hâl etmeye muktedirim, dedi. Onlar da buna bazı vaadlerde bulundular. 


Hazret-i Ömerin bir oğlu var idi. Bedenen çok zayıf kalmıştı. O yahudi, kendisini hekim tanıtıp, hazret-i Ömerin (radıyallahü teâlâ anh) oğlunun yanına vardı. Hâlini ve hâtırını sordu. O da, zayıflığından bir mikdâr hikâye yolu ile şikâyet etti. Mel’ûn yahudi tebessüm ederek, bunun ilâcı kolaydır, dedi. Bu da ilâcını istedi. Zira kalblerinde kin ve hile yoktu. Yahudi, önüne düşüp, odasına götürdü. Sonra bir sürahi şarap doldurup, şerbetdir diye önüne koydu. Bu senin derdine devadır. Bunu içtiğin gibi sıhhat bulursun, dedi. O da sözünü hakikat zan edip, şarap ne olduğunu görmediği için, o sürahideki şarabı içip, şarhoş oldu.


O yahudinin güzel bir kızı vardı. O kızı arz eyledi. Şarâbın tesiri ile şarhoş olduğundan, kıza sahib oldu. Bir zamandan sonra ayılıp, aklı başına gelince, yaptığı işlere pişmân oldu. Nedâmet ile tevbe ve istigfâr edip, evlerine geldi. Hikmet-i rabbani, o kız hâmile olup, çocuk doğdu. Sonra, mel’ûn yahudi, bir çok yahudiyi ve o çocuğu yanına alıp, Ömer (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin yanına getirdiler. Dediler ki, yâ halîfe, senin oğlun, bizim kızımıza zorlayarak sâhib olup, bu çocuk hâsıl oldu. Biz bunu beslemeye mecbur değiliz. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) bunu görünce, mübarek gönülleri perişan olup, oğlunu çağırdı ve bu durumu sordu. Oğlu da meydâna gelen hâdiseyi anlattı. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) o masuma beyt-ül-mâldan nafaka tayin eyledi.


Sonra oğlunu aşağı alıp, dînin emri olan sopayı vurdurmaya başladı. Sopa sayısı kırk olduğu zaman, Eshâb-ı güzîn, Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinin yanına gelip, rica ettiler. Yâ halîfe, oğlunuz hastadır, bu şekildeki sopaya tehammül edemez. İhsan eyle, bunun suçunu bize bağışla. Zira sesi, Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin sesine benzerdi. Eshâb-ı güzîn bunu, Ravda-i Mutahharaya götürüp, yüksek ses ile Kur’ân-ı azîmüşşânı okutup, kendileri dışarıdan dinlerler idi. Hazret-i Habîbullahın hasretinden ciğerlerini dağlarlar idi. Lütuf eyle, sesi hurmeti için suçunu afv eyle diye, ne şekilde söylediler ise, iltifât eylemedi. Allahü teâlânın hakkında hâtır olmaz. Ahirette çekmekten, dünyâda cezâsını bulmak iyidir, buyurdular. Altmış değnek olunca, babasına çağırdı ki, yâ baba, bir ân mehil ver ki, aziz annemin yüzünü göreyim, helallik dileyeyim. İltifât eylemeyip, yetmiş sopa olunca, çağırıp, yâ baba, işte ben ölüyorum. Mübarek yüzünü bana göster, görün ki, hasret gitmeyeyim, dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) mübarek yüzünü çevirip, gösterdi


Sopa sayısı seksen olunca rûhunu teslîm etti. Hazret-i Ömere öldüğünü bildirdiler. Buyurdu ki, ölüsüne yirmi değnek vurun ki, Hak emri yerini bulsun. Ondan sonra da yirmi değnek vurdular. Yüz tamam oldu. Sonra techîz ve tekfîni yapıp, götürüp defin eylediler. Sonra hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) acabâ babalık hakkını yerine getirip, seni kurtardım mı. Allahü teâlânın huzûrunda hâlin nasıl oldu diye ağladı. O gece Eshâbdan birisi onu rüyada gördü. Sultân-ı kâinât (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin huzûr-u şerîfinde oturup, zevk ve sefâ ederdi. Bu sahâbîyi gördüğü gibi, kalkıp, güle-güle yanına geldi. Dedi ki, Allahü teâlâ babamdan râzı olsun ki, atalık hakkını yerine getirdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, devâmlı Fahr-i âlem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde olup, bir ân ayrılmıyorum. Dünyâ kahrından kurtulup, zevk ve safâ içine düştüm. Ertesi günü o sahâbî gelip, rüyada gördüğü hâli, hazret-i Ömere anlattı. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) ağlamayı bırakıp, Allahü teâlânın inâyetine şükür secdesi eyledi (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în)”


[Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn]

Benim için beş vardır

_*Seyyid Abdulkadir-î Geylanî hazretleri* Benim için beş vardır. Onlarla yakıcı, öldürücü vebâ cinsi hastalıkların hararetini söndürürüm:_


*Lî hamsetün utfî bihâ narre-l vebâ-il hâtımâ,*

*El Mustafâ ve-l Mürtezâ ve-bnehümâ ve-l Fâtıma.*


_*Muhammed Mustafa* "salllahü teâla aleyhi vessellem" , *Ali-el Mürteza* "kerremallahü vecheh", *oğulları Hasen ve Hüseyin ve Fatıma* "radiyallahu teâla anhüm ecmain"_

Bizim kitaplarımızı alıp da okuyana Allahü teâlâ îmân nasîb eder

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki*:


Cenâb-ı Hak, bu *Sonsuz* olan *Ateş*’i söndürecek bir *Şey* yaratmış. Yâni bunun bir *İlâc*’ı var. Sonsuz ateşi söndüren bu ilâç nedir? 


*Lâ ilâhe İllallah Muhammedün resûlullah* kelâmıdır. Bu kelâmı, inanarak *Bir* defâ söyliyen için, o sonsuz *Ateş*, sonsuz olarak *Söner* efendim. 


Kalpdeki *Kir*’leri temizlemek için de ilâç; *Estağfirullah min külli mâ kerihallah* kelâmıdır. 


Bunları, hem *Kalb*’en, yâni inanarak, hem de *Fiil*’en, yâni ağızla söylemek lâzım kardeşim. 


Velhâsıl Cenâb-ı Hak, insanlar için iki *İlâç* yaratmış. Biri, *Kelime-i tevhîd*, diğeri de *İstiğfâr*. Bunlara, baha biçilmez efendim. 

● ● ●

Hedefi, maksadı *Allah*’ın rızâsı olmıyan kimse, Cehennem ve kabir *Azâb*’ından kurtulamaz. *Bid'at* çıkartan kimse de *Cehennem*’de yanacakdır. 


*Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Kim bu duâyı okursa, yerde ve gökde, ona aslâ bir *Zarar* gelmez. 


*Bismillâhillezî*, bu, öyle bir Besmeledir ki, *Lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Gökde ve yerde, hiçbir şey o kula zarar veremez. 

● ● ● 

Bizim *Kitap*’larımızı alıp da okuyana, Allahü teâlâ *Îmân* nasîb eder. Hattâ *Seâdet-i Ebediyye* kitâbının evlerde bulunması bile, *Feyz* almaya sebep olur efendim. 


Yâni bizim *Kitap*’lar, birer *Mücevher* kardeşim. Çünkü kendimden bir şey yazmadım. Falanca kitapda *Şöyle*, filanca kitapda *Böyle* bildiriyor, diye yazdım. 


Velhâsıl bizim *Kitap*’lar, hep *İslâm Âlim*’lerinin yazılarıdır. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgi*’lerdir.


İşte bizim kitaplar, hep o *Büyük*’lerin yazıları olduğu için, bütün dünyâ *Hayrân* kalıyor. Elhamdülillah, bunlar hep *Abdülhakim Efendi* hazretlerinin *Bereket*’i.


Onun *Himmet*’i kardeşim. Bizimle alâkası yok. *Abdülhakîm* Efendi hazretlerini görmeseydik, bu kitapların *İsmi*’ni bile işitmezdik, değil basdırmak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz, çok *Şanslı*’yız kardeşim. Dünyâda yedi *Milyar* insan varsa, bunun *Bir* milyar kadarı *Müslümân*’dır. Bu bir milyar müslümânın da, yüzde doksanı *Bid’at Ehli*’dir. 


Geriye, *Yüzde On* kalıyor. Onun içinde de, neler vardır, neler. Onun için biz çok *Bahtiyâr*’ız kardeşim. 


Şu dünyâda en *Ahmak* kimse, *Rızk*’ından *Şüphe* edendir kardeşim. Rızık, *Mukadder*’dir. Yâni ezelde *Takdîr* edilmişdir. 


Hiç kimse *Rızk*’ını yemeden ölmez. Çocuk, daha anne karnındayken, *Cebrâil* aleyhisselâm gelir ve ona birkaç *Şey* söyler. 


Bir tânesi; Senin ömrün, şu kadar *Sene*, şu kadar *Ay*, şu kadar *Gün*, şu kadar *Saat*, hattâ şu kadar *Dakîka*, şu kadar *Sâniye*’dir, der. 

● ● ● 

*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin talebelerinden *Cevat bey* vardı. Muhârebede bir ara *Aklı* bozulmuş. Doktorlar; *Her an saldırabilir!* diye rapor vermişler. 


Ama kimseye de saldırmadı. Bir gün, *Abdülhakim Efendi*’nin sevdiklerinden *Mehmet Efendi*, *Cevat Bey*’i yemeğe *Dâvet* etdi. Biz de oradaydık. 


Cevat bey, baklava tepsisine bir avuç *Tuz* koydu. Bize de; *Sakın Söylemeyin!* diye işâret etdi. Ondan herkes çekinirdi. 


Ama çok da *Şakacı*’ydı. Tepsi ortaya konunca, *Tuzlu* tarafını Mehmet Efendi’nin önüne çevirdi ve *Önce ev sâhibi başlasın, bakalım nasıl?* dedi. 


Mehmet Efendi bir *Dilim* aldı, ağzı yüzü *Değişdi*. Yüzü değişince, Cevat bey sordu; *Bir şey mi var tadında yoksa?* dedi. 


Mehmet Efendi de; *Tadı da tuzu da yerinde!* dedi ve hemen dışarı çıkıp, *Kızları*’na seslendi. Biz anladık ki onlara *Kızacak*. Hemen çağırdık, hakîkati söyleyince, ferahladı. 

● ● ● 

*Abdülhakim Efendi* hazretleri buyurdu ki: Herkes, *Hac*’da bir *Duâ* eder, en çok *İstediği* şeyi ister, orada yalvarır. Ben de; *Yâ Rabbî, benden okuyanı âlim eyle!* diye duâ etdim, buyurdu. 


*Abdülhakim Efendi* hazretleri, bizi *Kendisi* çağırdı. O çağırmasaydı biz gidemezdik efendim. Bize her *Şey*’i, O öğretdi. Hiç yüzlerine bakamazdım.