Faiz çok ince bir mes'eledir

 * Hocamız, bir sohbette buyurdular ki; " Komşuluk münasebetleri çok mühimdir. Komşu,bir demlik çay, bir bardak şeker, bir fincan kahve, tuz, un gibi şeyleri ihtiyaç halinde ödünç ister. Bunları tartarak vermek çok zordur. Komşuya 'tartalım' dense, yanlış anlaşılır, itimatsızlık alâmeti olduğundan kalbi kırılabilir. Tartmadan ödünç verilirse, komşu da aynısını geri getirmezse, faiz olur. Onun için bir Müslüman hanımına demeli ki, sen benim umumi vekilimsin, evde bulunan her şeyi tasarruf edebilirsin. Komşulardan biri bir şey isteyecek olursa hediye niyetiyle verirsin, getirirlerse hediye olarak kabul edersin. Yani hediyemiz olsun, dersin. Ödünç alıyorum, getireceğim derse, eğer getirirsen, hediye olarak kabul ederim, denmelidir. Hiçbir şey söylenmeden hediye niyetiyle verilirse o da olur. Geri getirirse, hediye olarak alınabilir." 

(Hüseyin Hilmi Işık"rahmetullahi aleyh")

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 576-577]

İfşa-i fahiş haramdır

Buyurdular ki: "İfşa-i fahiş haramdır. Yani, bir kabahati veya günahı olan birisinin bu işini başkasına anlatmak, o işten daha büyük bir günah işlemek olur." 

(Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh")

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf:573]

Arabî lisânı, Cennet lisânıdır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Arabîyi iyi bilen, Kur’ân-ı kerimi ve arabî kitapları anlar efendim. Arabî lisânı, diğer lisânlardan daha efdâldir. Çünkü arabî lisânı, *Lisân-ı Cennet*’dir. Yâni Cennet lisânıdır. 


Cennetde *Arapça* konuşulacak, fransızca değil, İngilizce de değil. Kur’ân-ı kerîm arabîdir. *Lisân-ı Kur’ân*, lisân-ı Cennetdir. Diğer lisânlar, insanlar tarafından yapıldı. 


İngilizce’yi İngilizler yapdı, Fransızca’yı Fransızlar yapdı. Peki, Arapçayı kim yapdı? *Allahü teâlâ* yapdı. Nerden bi-liyoruz? Çünkü Arapça lisânı, insanlar yaratılmadan evvel vardı. 


İlk insan olan *Âdem* aleyhisselâm Cennete girdiğinde bir bakdı, her yerde *Lâ ilâhe illâllah* yazılı. Demek ki, in-sanlar yokken, bu harfler vardı. 


Şimdiki insanlar, şeytana değil, nefsine tâbi. Nefse uymak daha kötüdür. Çünkü mahlûkların en ahmağı *Nefs*’dir. 


Kur’ân-ı kerîmde; *Küllü şey’in hâlikün illâ vecheh*, buyuruluyor. Bunun mânâsı, *Küllü şey’in*, her şey, *Hâlikün*, helâk olacaktır, yok olacakdır. 


*İllâ vecheh*, ancak Allah yok olmaz. Allahdan başka her şey yok olacak. Allahü teâlâ yok olmaz. 


Bir zındık Bağdat’a gelmiş ve İmâm-ı Âzam hazretlerini bulup; *Siz, Allahü teâlâ hiç yok olmaz diyorsunuz. Hâlbuki her şey yok oluyor, Allah da yok olur*, demiş. 


İmâm-ı âzam sormuş o dinsize: *Sen sayı saymasını biliyor musun?* Elbet biliyorum, deyince, *Say bakalım*, buyurmuş. Zındık yirmiye, otuza, kırka kadar saymış.


Yorulmuş. İmâm-ı âzam; *Daha saysana!* buyurunca, yoruldum demiş. *Sonuna kadar say!* deyince de; bunun sonu yok ki, demiş. 


O böyle deyince, İmâm-ı âzam hazretleri; *İşte nasıl ki sayıların sonu yok. Allahü teâlânın da sonu yok*, buyurmuş. 


Hazret-i İmâm böyle deyince, zındık; *Çok doğru söylüyorsun, Allah birdir, O’nun sonu yokdur*, demiş ve müslümân olmuş.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün *Hak* gizlenmiş, *Bâtıl* ise hak şekline bürünmüş, hak gibi görünüyor. Mektûbât’da var bu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: 


*Peri yanaklarını saklamış, şeytan naz ediyor. Şaşırdım kaldım, hayretden aklım gidiyor. 


*Şeytan*, yâni bâtıl, peri şekline girmiş, melek şekline girmiş, herkese sevimli, nûrlu, güzel gözüküyor. *Melek*, yâni hak ise, saklanmış, gizlenmiş, görünmüyor. 


Şeytan, *Peri* şekline girmiş, her tarafda cilve yapıyor, süslü püslü dolaşıyor, kendini gösteriyor. Şaşırdım kaldım hayretden aklım gidiyor. Böyle diyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 

  

Abdülhakîm Efendi, bir gün cebinden kâğıt kalem çıkardı. Üzerine birşeyler yazdı, yazdı, yazdı, sonra bana uzatıp; *Al, bunları oku!* dedi. 


Bir de bakdım ki: na-sa-ra   yen-su-ru   nas-ran   nâ-sı-run   men-sû-run diye yazmış mübârek. Devâmı var, hem de sayfalarca. *Bunları ezberle!* buyurdu. Tabii başüstüne efendim, dedim. 


Bir ay içinde ezberledim. Bir gün bana; *Yazdıklarımı okudun mu?* buyurdular. Evet efendim, dedim. *Oku bakalım!* dediler. Ezberden okudum. Çok hoşuna gitdi mübâreğin. 


Gene bir kâğıt çıkardı, birşeyler daha yazıp; *Al, bunları da ezberle!* buyurdu. Birkaç kerrede, bu fiil çekimlerini bitirdik. Efendi, bana; *Bunlar, Kur’ân-ı kerîmin anahtarıdır*, dedi. 


Arabîyi iyi bilen, Kur’ân-ı kerîmi ve arabî kitapları anlar efendim. Arabî lisânı, diğer lisânlardan daha efdâldir. Çünkü arabî lisânı, *Lisân-ı Cennet*’dir. Yâni Cennet lisânıdır. 


Bu dînin aslı; Bu *İyi*, bu da *Kötü*, diyebilmekdir. Yâni hakkı bâtıl’dan ayırmakdır. Ama sırf bilmek insanı kurtarmaz. *İcraat* da lâzım. Çünkü *İyi*’yi bilen, ona tâbi olacak. 


*Kötü*’yü bilen de, kötülükden sakınacak ki, fâidesini görsün. Mektûbât’da İmâm-ı Rabbânî hazretleri kuddise sirruh buyuruyor ki: *İlim, edinmek içindir*. 


Yâni *İlâç*, içmek içindir. *Su*, içip kanmak içindir. Her şeyin sebebine yapışacağız. *Şifâ* istiyorsak, ilâcını içeceğiz kardeşim.


Allahü teâlânın dînine hizmet edenlere, meselâ bizim kitaplarımızı satanlara, hediye edenlere, dağıtanlara, yâni Allahü teâlânın dînini öğretenlere veyâ öğretilmesine sebep olanlara ne mutlu.


Çünkü Allahü teâlâ onlara, Cennette öyle *Köşk*’ler verecek ki, insanlar o köşkleri görünce şaşıracaklar, hattâ merak edecekler.


*Allah Allaaah! Bu köşkler, acabâ hangi *Peygamberin* köşkü? Hangi *Evliyânın* köşkü? diye birbirlerine soracaklar. Cenâb-ı Hak da bunu bildirecek ve: 


*Hayır hayır, onlar ne Evliyâlarındır, ne de Peygamberlerin. Onlar, âhir zamanda gelip de, benim dînimi, benim kullarıma öğretenlere âitdir*, diye buyuracak.

Bunu okuyanın îmânı gider

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Gençliğimde Abdülhakim Arvasi  Efendi hazretlerinin huzûruna gitdiğimde, bana; *Gel, otur!* buyururdu. Hemen yanlarına otururdum. Sonra, *Elimi tut!* derdi. Ben de tutardım mübârek avucunu. 


Sonra, *Sık!* derdi, sıkardım. Ama biraz sonra yorulup, az gevşetirdim. O zaman hemen, *Sık!* derdi yine. Ben de sıkardım. Beş dakîka, on dakîka, onbeş dakika. Nihâyet yorulurdum efendim. 


Bakardım ki gözlerini kapatdı, uyukluyor. O uyuklarken, fırsat bu fırsat der ve elimi gevşetirdim. Ama ben gevşetince, Efendi hemen gözünü açar, *Sık!. Sık!.* derdi. 


Tekrar sıkardım, sıkardım, sıkardım, tâ ki kalkıp namâza gidinceye kadar. Bir sene hep böyle devâm etdi. O büyüklerin *Vücut*’ları, hattâ bütün *Hücre*’leri zikredermiş efendim. 


*Sultân-ı zikr* denir ona. Belki de, o *Zikr*’ler benim elime de geçsin, benim hücrelerime de te’sîr etsin diyedir herhâlde. Ama bizimki, *Taş* gibi. Nereye te’sîr edecek? 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin vasiyyetnâmesinde, *Benim, dünyalık hiçbir şeyim yokdur*, diyor mübârek. Şimdi ben de öyleyim efendim. Dünyâlık hiçbir şeyim yok. 


İşte bir çamaşırlarım, bir de kitaplarım var. Başka hiçbir şeyim yok. Hâlbuki eskiden neler kurardım neler. O şeyler kalbimden çıkıp gitdi. Efendi hazretleri onları sildi süpürdü, çok şükür. 


Efendim, Ankara’da iken, bana *Elmalılı Tefsîri*’ni hediye etdiler. Efendi hazretlerine sordum; *Bunu okuyabilir miyim?* dedim. Cevâben; *Bunu okuyanın îmânı gider*, buyurdular. 


Ben de o kitâbı hemen yakdım. Aradan bir sene geçti. Mamak’da bir gün, ticâret müdürü ile yüzbaşı konuşuyorlardı. Biri ötekine dedi ki: 


Önceden ölülere *Yasîn* okurdum, şimdi okumuyorum. Çünkü Yasîn sûresi biraz *Fen*’den, biraz *Coğrafya*’dan, biraz da *Târih*’den bahs ediyor. Bunun ölülere ne fâidesi olur? Böyle dedi. 


Köpek havlayınca cevap verilir mi? Verilmez. Ama ben orada dayanamadım efendim. Öyle konuşana; *Nereden biliyorsun öyle olduğunu?* dedim. *Tefsîr’den okudum*, dedi. 


*Kimin tefsîrini?* deyince de, *Elmalılı*’nın derken, içim sızladı. Bir sene önceki Efendi hazretlerinin o sözünü hâtırladım ve okuyanın îmânının nasıl gitdiğini bizzât gördüm, şâhit oldum.

Arkadaşlarımız kurtuldu. O da yakında belasını bulur

 *Bir gün Hocamız Beylerbeyi'nde bizim eve gelmişlerdi. Oğulları Abdülhakîm geldi, "Baba, [Harbiye kumandanı] Albay Talat Aydemir üç tane arkadaşımızı namaz kıldıkları için Harbiye'den atmış" dedi. Hocamız'ın renginin birdenbire değişmesini Ben orada gördüm. Çok üzüldüler. Durdular, sükût ettiler. Biz korktuk, eyvah dedik. Arkasından, "Arkadaşlarımız kurtuldu. O da yakında belasını bulur, rezil olur" buyurdular. Az zaman sonra darbeye kalkıştı; muvaffak olamayıp idam edildi.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf:407]

(Damadı merhum Enver Ören beyin hatıralarından bir kesit)

Niçin gülüyorsunuz?

 *Bir bayramda Sarıyer'de Enver Abi'nin evinde idik. Hocamız, "Ben kurban kesemiyorum. Çünki bana kurban kesmek vacip değil. Benim kurban kesecek malım yok" buyurdular. Sonra bana dönüp "Siz kesiyor musunuz?" buyurdular. Ben de gayri ihtiyari tebessüm ederek "Hayır efendim, Ben de kesemiyorum" dedim. Benim tebessüm etmeme celallenmiş olacaklar ki, "Niçin gülüyorsunuz? Bu kurbanlar bize binek olacak. Ahirette kurban kesemediğimiz için üzüleceğiz" buyurdular.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 519]

(Fatih Kebanlı ağabeyin merhum hocamız Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile hatıralarından bir kesit)

Bazen görmemek daha iyidir

 Bir arkadaş hangi kabre gitse, o kabirde yatan kimseyle konuşuyor; bir şeyler soruyor ve cevap oluyormuş. Yani Kalp gözü açılmış. Ben de Hocamız'a anlattım. "Efendim, arkadaşın hâline, şaşırdım kaldım" dedim. Onların cevabı şöyle oldu: "Bu çok özenilecek, çok istenilecek bir hal değil kardeşim. Çünkü bizim dinimiz görmeyi şart koşmamıştır, iman etmeyi şart koşmuştur. Gördüğü için kendisinde ufak bir benlik, ufak bir üstünlük gelir hepsi gider. Bazen görmemek daha iyidir." Buyurdular.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf:390] 

(Enver Ören "rahmetullahi aleyh" ağabeyin merhum hocamız Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile hatıralarından bir kesit)

Kerâmetlerin en büyüğü üç tanedir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün dünyâda üç büyük Kerâmet var efendim. En büyük *Üç* kerâmet. Bunların dışında başka kerâmet aramaya gerek yok. Biri, bu büyükleri *Tanımak*. 


Bu, *Kerâmet*’dir efendim, herkese nasîb olmaz. Nitekim Peygamberimizi tanıyanlar, *Eshâb-ı kirâm* oldular, görenler değil. *Ebû Cehil* de gördü, *Ebû Leheb* de gördü, ama inanmadılar. 


Hattâ her görüşte, kinleri ve nefretleri artdı. Birincisi, onları *Tanımak*. İkincisi, onları *Sevmek*. İnsan tanıyabilir, ama sevemez. Sevmek çok mühim. Hubbu fillah, *Îmân*’ın şartıdır. 


Ümmeti arasında *Peygamber* neyse, talebeleri arasında *Hoca* da odur. Resûlullaha uydukları için. Üçüncüsü de, o *Büyükler*’in yolunda gitmek, başka yolda değil. İşte bu ni’mete kavuşanlar, yarın âhiretde kurtulurlar efendim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bir gün buyurdular ki: 


*Kabirdekiler, dünyâdakilerden haber alırlar, dünyâda olanlardan haberdâr olurlar. Ben de haber alırım. Sevdiklerim yanlış bir iş yaparsa, haberim olur, üzülürüm*. 


Abdülhakim Arvasi Efendi böyle buyurdu. Demek ki âhirete gidenler, dünyâda olan yakınlarının hâllerini bilirler. 


Kardeşim ben yeni evlendiğim zaman, bir gün Efendi hazretlerine gitmişdim. Bana buyurdular ki: 


*Hanımı üzersen, kayınpederini üzersen, kayınvâlideni üzersen, bil ki kabirde kemiklerim sızlar. Kemiklerim sızlar ne demek? Yâni haberim olur, üzülürüm*. 


*Kabirdekiler, dünyâdan haber alırlar, dünyâda olanlardan haberdâr olurlar. Ben de haber alırım ve üzülürüm*, buyurdu. 


Az önce ne dedik? Kerâmetlerin en büyüğü *Üç* tânedir. Bu büyükleri *Tanımak*, onları *Sevmek* ve onlara *İtâat* etmek. 


Öyleyse, bizim arkadaşlarımız, birbirlerini gıybet ederlerse, birbirlerini çekemezlerse, birbirlerini üzerlerse, aralarına tefrika düşerse, ben de o zaman *Âhiret*’de olursam. 


Bütün bunlardan haberim olur ve *Üzülürüm*. Ama hizmet ederlerse, kitaplarımızı yayarlarsa, yine haberim olur ve çok *Sevinirim*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *Kitap* okumakla geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, yeni birşey öğrenmek için okumuyorum ki. 


Efendi hazretlerinden herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, öğrendiklerimin, mûteber kitaplardan, *Mehazı*’nı, *Kaynağı*’nı, *Vesîkası*’nı, *Senedi*’ni aramak için, bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, aramakla geçdi. Çok kitap okumakla geçti ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar. 


Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı, yâni bu iyi, bu kötü. Bu doğru, bu yanlış. Bu sevilir, bu sevilmez.


Bunları öğrenmişse, onun kitap okuması zarar vermez. Çünkü bir mürşidi var, *Mürşid-i kâmil* yanılmaz efendim. Dünyâ işlerinde de yanılmaz, âhiret işlerinde de yanılmaz.


*Âlim* kime denir? Âlim, islâmiyeti yayan kimsedir kardeşim. Biz âlim değiliz, ama Allahü teâlâ, islâmiyeti yaymayı bize nasîb ediyor elhamdülillah. 


Mürşidi olmayan kimsenin hâli, açık denizdeki bir *Tahta parçası* gibidir. Tahta parçası kâh dalar, kâh çıkar. Son nefesin ne zaman geleceği ise belli değildir, meçhûldür. 


Ama mürşidi olanın hâli, deniz ortasındaki bir *Ada* gibidir. Veyâ deniz artasındaki bir *Kaya parçası* gibidir. Onun îmânı *Kaya* gibidir. Biz elhamdülillah mürşid-i kâmil gördük. Siz de gördünüz kardeşim.


Bizim kitaplar, bu yolu bilen, bu yolu tanıyan, seçilmiş büyük *Âlim* ve *Velîler*’in kitaplarından seçilmiş, alınmışdır. Başka kitâba lüzum yok ki.


Kardeşim, bu dünyâda ibâdetlerden maksad, kalbden *Küfr*’ü çıkarıp, dünyâ sevgisini çıkarıp, mal hırsını çıkarıp, onun yerine *Âhiret* sevgisini yerleşdirmekdir.


*Allah* sevgisini, *Evliyâ* sevgisini yerleşdirmekdir. Bunun da bir tek ilâcı var. Bunun ilâcı, ne namazdır, ne oruçdur, ne zekâtdır. Peki nedir? Bunun ilâcı ibâdet de değildir. 


Onun bir tek ilâcı var, o da, ancak bu *Allah adamları*’nı tanımak, sevmek ve itâat etmekdir. Üçü de çok mühim. O büyükleri seven, onların kalblerinden *Feyz* alır, kalbi temizlenir. 


Ancak, sâdece tanımak ve sevmek yetmez, *İtâat* da şart. Çünkü seven, sevdiğine itâat eder. Etmiyorsa, *sevmiyor* demekdir. 


*Silsile-i aliyye*’de bulunanlardan bir tânesi, hangisi olursa olsun, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretleri, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri gibi. 


Bunlardan birine *Âşık* olmalıdır. Onları sevmek için de, hayât hikâyelerini okumak lâzım. Onların hayât hikâyelerini okuyunca, onların *Sevgisi* insanın kalbine yerleşir. 


Onların sevgisi kalbe yerleşince de, *Dünyâ* sevgisi kalpden çıkar. Dünyâ sevgisi çıkdı mı, *Allah* sevgisi yâni muhabbetullah o kalbe yerleşir. 


Velhâsıl, dünyâ muhabbetinin kalbden çıkması için, bir *Mürşid-i kâmili* sevmek lâzım. Silsile-i aliyye büyüklerine muhabbet lâzım. Silsile-i aliyyeyi okuyan, muhakkak *Feyz* alır onlardan.