Kemâl cennetine nasıl erişilir ?

 Niyâzî Mısrî Hazretleri Mevâidü'l-İrfânında buyuruyorlar ki  :


"Cennet mekârihle çevrilmişdir" sözünde şu hakîkate işâret edilmişdir. Bir kâmilin adı uzakdan işitilir ve onunla buluşmaya iştiyâk duyulur, fakat geldikleri vakit, onun etrafını düşmanla çevrili görürler. Öyle ki her düşmanın elinde ötekindekine benzemeyen bir mızrak vardır. O mızrakları bu kâmile âşık olanlara atarlar. Yani iftiralar ederler. Onu ondan çevirmeye çalışırlar. Bu, Âdem aleyhisselâmdan günümüze kadar böyle gelmişdir. Hakîkatde, kâmilin etrafında bulunan bu düşmanlar, istidadlı olmayan kimseleri kemâl sahiblerinin yanına sokmamak için vazîfeli bekçilerdir. İşte kemâl sahibi olan zât, böylece mekârihle çevrilmiş bulunur. Onun yanına ancak kuvvetliler girebilir. Nitekim o kâmil de, maârif cennetine ve kendisine muvafık ihvânla toplanma zevkine düşmanların ezâ ve cefâsına, hasedçilerin sebeb oldukları üzüntülere sabretmek sûretiyle erebilmişdir. Çünkü âriflerin meclisi, cennet misâlidir. Nitekim Peygamber Efendimiz buyurmuşdur ki, "Eğer cennet bahçelerine uğrarsanız, meyvalarından yiyiniz". Fakat cennet mekârihle çevrilidir. 


Ehlullahdan biri Belgrad'dan bizi ziyârete gelmişdi. Önce fakîrin hasedçilerinin çokluğunu görerek bana acıdı. Fakat cuma gecesi toplanan ihvânı görüp, onların vecd ile zikretmelerini görünce çok ağladı ve şöyle dedi: "Bırak onları istedikleri kadar hâinlik yapsınlar, düşmanlık etsinler. Onların ezâlarına sabret. Çünkü bu nûr, onların üflemeleri ile sönmez, bilakis artar". Sonra Kur`ân'dan şu âyeti okudu : "يُر۪يدُونَ لِيُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ". Ve ilâve etdi : "Bu cennetin, hasedçilerden ve düşmanlardan hâlî kalmayıp onlarla kuşatılması îcâb eder. Bu insanlar bunun etrafındaki mekârihi yarıp buraya girmeye kudretleri olmadığından dolayı, hasedleri ve düşmanlıkları artmakdadır. Fakat onların hasedleri ne kadar artarsa, bu nûr da o kadar artar. Onların senin hakkındaki davranışlarına üzülme".


Hâsılı, kâmil, kemâl cennetine cehd-i kesîr ve sabr-ı cemîl ile vâsıl olabilir. Onun hasedçilerinin kötülükleri ile çevrili bulunan sohbet-i cennetine de kâmilin zâtında veya meclisinde bulunan mekârihe ayıplama gözlerini kapatan, o hasedçilerin sözlerine kulak asmayan kimselerden başkaları giremez. 


Fakîr der ki, Mısır'a gidip Şeyhûniyye'de şeyhime bîat etdiğim zaman, oranın fukarâsı sayılamayacak kadar çokdu. Bunlardan bazıları, şeyhime kendi şeyhi zamanından kalmış idi. Şeyhin selefinden kendisine intikâl eden mürîdlerden biri bana gizlice yaklaşdı ve dedi ki : "Ben seni irâdende sâdık görüyorum ama bu şeyh senin zannetdiğin gibi kâmil bir şeyh değildir. Ben sana nasîhat ediyorum, senin aradığın onda yokdur. Beni dinlersen onu bırak ve kendine kâmil bir şeyh ara ki ancak o zaman murâdına erersin". Ve şeyh hakkında birçok ayıplar saydı. Ona dedim ki, "Şimdi onun kâmil olduğuna yakînen inandım". Gerçekden de üç yıl onun hizmetine devam etdim ve onu Tarîk-i Kâdiriyyede kâmil bir şeyh buldum. Allah'a hamd olsun ki onun sâyesinde murâdımın icmâline nâil oldum. Ve tafsîline de başka bir şeyhin, Şeyh Sinân Elmalı'nın hizmetinde erişdim. Kuddise sırruh. Ve onun mekârihini, evvelkinin mekârihinden ziyâde buldum. Kezâ zevkleri de farklı idi.

Belâların Hikmeti

Hazret-i Mevlânâ'nın babası Sultânü'l-Ulemâ Hazretleri buyuruyorlar ki :


Bu dünyâda hâlden hâle geçmek, zahmet çekmek, belâya uğramak, öteki dünyânın nimetine, bu dünyânın nimeti ise öteki dünyânın belâsına vesîledir. Belânın hikmeti şudur. Bu dünyâda belâ, cevheri ortaya çıkaran mihenk taşı gibidir. Demir bir kaç gün demircinin dükkanında eziyet çekmeyince, cevheri ortaya çıkmaz, çıkmayınca da değer kazanmaz. Mü'min için bu dünyâ demirci dükkânıdır. Kezâ tohum bir kaç gün yer hapsinde gam ve kedere marûz kalmayınca ve hâlden hâle geçmeyince boy atmaz, meyve vermez. Tohum kara balçıkda zâyi olmayıp olgunlaşdığı gibi, belâya uğrayan insân da zâyi olmaz, kemâle gelir.

Bilesin ki âlemlerden her bir âlemin kapısında bir belâ vardır. O belâya uğramadan o âleme giremezsin. Nasıl ki cemâd âleminden geçmen için bir yere gömülmek, hapsolmak gerekdir, aynı şekilde hayvanlık âlemine gelmen için de, hayvanın dişleriyle parça parça olmak, hâlden hâle geçmek gerekir. İnsanlık âlemine gelmek için de ana rahminde hapsolmak gerekir. Dünyânın güzelliğini görmek için de doğumun ve ağlamanın eziyetini ve çocukluk zaaflarının bütün sıkıntılarını çekmek gerekir. Gayb âleminde yaşamak istersen, akla âid eziyetlere ve dünyâdaki boş şeylerden alakâyı kesmeye katlanman gerekir. Fânî âlemden geçmeden öteki âleme giremezsin. Beşeriyyet âleminden silinmeden, cemâlullah âlemine giremezsin.

Senin yazdığın bu Seâdet-i Ebediyye kitâbını hazret-i Mehdî okuyacak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz, bir gün mübârek ellerini açıp; Yâ Rabbî, dünyâya umûmî bir *felâket* gelecek olursa, beni temsîl eden bir *cemâat* sağ kalsın, bu cemâat, âhirete kadar, beni ve yolumu *temsîl* etsin. 


İnsanlar bir *yanlışa* düştükleri zeman, bu topluluktan biri onları *îkâz* etsin, doğru yolu göstersin, böylece insanlar benim ve eshâbımın doğru yolundan ayrılmasınlar, diye niyâz da bulunmuş. 


Allahü teâlâ da bu niyâzı kabûl etmiş. *Mekkî Efendi*, bunu bize anlatır ve *Allahü a’lem bu kimseler sizsiniz*, derdi.


İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bir mektûbu var efendim. Orada buyuruyor ki: *Beni seven, îmânla ölür*. Ne büyük müjde kardeşim. Biz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok seviyoruz. 


*Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbının hemen hemen yarısını, Onun *Mektûbât* kitâbından aldık. Ahmed Mekkî Efendi, bana ne derdi, biliyor musunuz? 


*Senin yazdığın bu Seâdet-i Ebediyye kitâbını, hazret-i Mehdî okuyacak*, derdi. İşte hazret-i Mehdî’nin hangi evden çıkacağı belli olmadığı için, *Tam İlmihâl*’in her evde bulunmasına çalışıyoruz kardeşim.


Efendim, İzmir’den bir mektûb geldi. Makine mühendisi bir hanım yazmış, diyor ki: *Sizin Gazeteyi ve sizin kitaplarınızı okuyunca, bende bir değişiklik oldu. Örtündüm ve namaza başladım*. 


Babam, emekli albaydır. Hayâtta hiç alnını secdeye koymamış biridir. Bana dedi ki: *Kızım ne bu hâlin, sen aklını mı kaybetdin, ne oldu sana?* 


Ben de ona; *Beni bu hâle koyan şu kitâbı al da oku*, dedim. Kırmadı beni, okudu. Okuyunca, o da değişdi ve namaza başladı. 


Kadıncağız böyle yazmış efendim. İşte bu kitaplar, okuyana böyle *Feyz* veriyor. Yalnız okuyana mı? Dağıtana daha çok verir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *İslâmiyetden bir kıvılcım kaldı*, buyururdu. İşte bu kitaplar, o kıvılcımın şerâresidir kardeşim.

Pîrin asâsı pîrin yerindedir

 Hazret-i İşân Abdullah Dehlevi, hazret-i Müceddid-i elf-i sânînin “kaddesallahü teâlâ biesrârihissâmî” *Mektûbât* ından ders yapıyordu. Bir yerde bir müddet düşündükden sonra, mübârek başını kaldırıp, şöyle buyurdular:

— _*Pîrin asâsı pîrin yerindedir._* 

Bundan sonra *Mektûbât-ı şerîfe* tarafına işâret edip;

—_*Bu kitâb da pîrin yerindedir_* , buyurdular ve şu mısra’yı okudular.


    Mısra’: *Sözü, insanın bir parçasıdır.*


 _*Allahü teâlâyı müşâhede_* hususunda da şu Şii’ri okudular.


_*Ben güneşi severim, ne dersem ondan derim,_*

*_Geceyle işim yokdur, ben rü’yâyı neylerim_*


_Alıntı Şuradan:_

_MEKÂTÎB-İ ŞERÎFE_

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir arkadaşımız, hanımı ile berâber, bir *Amerikalı* komşusunun evine ziyârete gitmiş. Ayrı oturmuşlar, ama arkadaşın hanımı mantosunu çıkarmamış. 


Öyle giyimli vaziyetde oturmuş. Amerikalı komşu kadın sormuş. *Niye mantonuzu çıkarmıyorsunuz?* demiş. O hanım da, *Çıkarmasam daha iyi*, demiş. 


Çünkü bizim *İlmihâl* de okumuş ki; *Kâfir kadın, erkek hükmündedir. Onun için müslümân bir hanım, onlara karşı da örtülü olması lâzım*. 


Doğru, biz *İlmihâl*’de böyle yazdık. Fakat sonra bakdık ki, *Hanbelî* mezhebinde bu böyle değil. Hanbelî mezhebinde, kâfir kadın, erkek hükmünde değil. 


Yâni müslümân bir hanım, gayr-i müslim bir kadının yanında başı açık, mantosuz oturabilir. Ancak bir şartla, hanbelî mezhebini *Taklîd* etmesi lâzım. 


Yâni bunu düşünürse, *Câiz* olur efendim. İlmihâli yazdığımızda, böyle şeyle karşılaşmamışdık. Sonra böyle bir *Suâl* gelince, cevâbını kitaplarda aradık, bulduk elhamdülillâh, Bu, büyük *Kolaylık* kardeşim. 


Ben Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden çok istifâde etdim, ama bir özelliğim vardı benim, çok *Terbiyeli* idim. Edebi gözetmeye çok îtinâ ederdim. Hattâ korkardım efendim. 


Bir edebsizlik yaparım da Abdülhakim Efendi hazretleri üzülür, hattâ *Git, bir daha gelme!* der diye titrerdim, ödüm kopardı. Bu yolda *Edeb*, çok mühim kardeşim. 


Kim olursa olsun, bir milim edebe riâyetsizlik, herşeyi siler atar. *Şâh-ı Nakşibend* hazretlerine sormuşlar, Efendim, sizin yolunuzun başı nedir? demişler.


Mübârek buyurmuş ki: *Edeb’dir*. Ortası nedir? demişler, *Edeb’dir* buyurmuş. Sonu nedir? demişler, yine aynı cevâbı vermiş mübârek, *Edeb’dir* buyurmuş. 


Bu defâ sebebini sormuşlar. Cevâbında; *Çünkü edebe riâyet etmiyen kimse, Allah dostu olamaz, mü’min, edeb sâhibidir*, buyurmuş.

Sâliha bir hanım Cennet ni’metinin tâ kendisidir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kimse, sırf âhiret niyetiyle, gecesini gündüzüne katıp çalışırsa, bu çalışmaların hepsi *İbâdet* olur efendim. 


Neden? Çünkü o parayla hayr hasenât yapacak, hacca gidecek, zekât verecek, kurban kesecek. En mühimi de *Cihad* yapacak, *Emr-i mâruf* yapacak. 


Yâni bu parayla, âhirete müteallik hizmetleri yapacak, rızık için değil. Rızık mukadderdir, yâni takdîr olunmuşdur, o bellidir. 


Ne olursa olsun, o *Rızık* ona gelecek. Çünkü insan rızkını aradığı gibi, rızık da onu arar efendim. Mutlaka buluşurlar. 


Büyükler ne buyurmuş? *Dünyâ için çalış, dünyâda kalacağın kadar*. En fazla yüz sene, belki de yarın öleceksin, hiç belli olmaz. 


*Âhiretin için çalış, âhiretde kalacağın kadar*. Âhiret sonsuz, sonu yok. 


*Allahü teâlâya şükret, muhtaç olduğun kadar*. Muhtaç olmadığımız an yok ki. Her zerremizle ve her an O’na muhtâcız. 


Görmemiz, işitmemiz, hep Rabbimizin kudretiyle oluyor kardeşim. Kalbimizi O çalıştırıyor. İnsan vücûdunda otuz trilyon civarında *Hücre* var. Her hücrenin içerisinde koca bir *Uzay* var. 


*Enver âbi* söyledi. Bir hücrenin içine video koyup çekmişler. İçindeki faaliyetleri, hareketleri gösteriyormuş. Hayrân kaldım, diyor. 


Peki kim yapıyor bütün bunları? Biz mi yapıyoruz? *Hâşâ, Allahü teâlâ yapıyor, O yaratıyor*. 


Peygamberimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *Sâliha bir hanım, Cennet ni’metinin tâ kendisidir*. Allahü teâlâ, Cennetden dünyâya hiçbir ni’metin aslını indirmemişdir.


Sâdece müslümân kadın hâriç. O, ni’metin *Aslı*’dır, *Gerçek Cennet ni’meti*’dir. Onun için sâliha bir hanım çok büyük ni’mettir. Allahü teâlâ hepimize, bu ni’meti nasîb etdi, olmıyana da nasîb etsin. 


Allahü teâlânın ihsân ettiği bu *Cennet nimeti*’nin kıymetini bilirsek, lâyıkı vechile Rabbimize şükredersek, bu ni’met elden çıkmaz, devâm eder. 


Kim de bu büyük ni’metin kıymetini bilmez, nefsî hareket edip onu üzerse, kırarsa, sonunda *pişmân* olur, *perîşân* olur. Büyükler; *Eden, kendine eder*, buyurmuşlar. İyilik eden de kendine eder, kötülük eden de.

Arzu etdiğiniz cevâbı almak için suâl sormayın

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın ilmi sonsuz, kudreti de sonsuz. Böyle yüce bir Allah; *Filân kulumun rızkı bu kadardır*, diye takdîr etmiş. 


Hattâ o rızıkların üzerine, o kulun *İsmini* yazmış. Kazandığımız para ayrı. Ben, *Rızık*’dan bahsediyorum. Para, rızık değildir. Rızık ayrıdır, para ayrı. 


İnsan, parayı bir gâye için kazanır. O gâye de iki tânedir. Ya dünyâ *Saltanatı*, ya da âhiret *Seâdeti*. 


Eğer hiç âhireti düşünmeden, sâdece *dünyâ* için para kazanırsa, birşeye yaramaz. Ama *âhiret* niyetiyle, gecesini gündüzüne katıp çalışırsa, bu çalışmaların hepsi *İbâdet* olur. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bana buyurdular ki: *Sen doktor olma, eczâcı ol*. Eczâcı mektebi, imtihânsızdı. Tıbbiye ise imtihânlı ve zordu. 


Dedim ki: (Kabul etmezler efendim.) Efendi hazretleri; *Sen dilekçeni ver!* buyurdu. Gitdim, dilekçeyi verdim efendim. Bir hafta sonra cevap geldi, *Olmaz* diye. 


Götürdüm, Efendi hazretlerine verdim dilekçenin cevâbını. Dedim ki: *Efendim cevap geldi, olmaz diyorlar*. 


Efendi hazretleri güldü. *Şimdi git, bir daha dilekçe ver!* buyurdu. Çünkü önceki dilekçeyi verirken, nasılsa (olmaz) diyerek vermişdim. 


O zaman aklım başıma geldi. *Eyvâh, ben ne yapdım?* dedim, bu defâ Efendi hazretlerinin (rızâsını) düşünerek dilekçeyi verdim. İki günde; *Tamam, uygundur!* diye cevap geldi.


Bâzıları Efendi hazretlerine gelirlerdi, birşeyler sorarlardı. Efendi de onlara; *Tabii*, *uygun*, *hayhay*, derlerdi. Bâzen de; *Mübârek olsun*, derdi. 


Bir gün dedim ki: Efendim, herkese *uygun* diyorsunuz, *hayhay* diyorsunuz, *tamam* diyorsunuz. Hikmeti ne acabâ? 


Buyurdu ki: *O, zâten kararını vermiş, zâten yapacak o işi. Ben ne diyeyim ona? O kararını vermiş. Hayrlı olsun diyorum*. 


Nitekim Mektûbât’da İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Arzu etdiğiniz cevâbı almak için suâl sormayın. Orası tasdîk makâmı değildir*, buyuruyor.

Büyük mütefekkir Seyyid Ahmed Arvasi

Büyük mütefekkir Seyyid Ahmed Arvasi emekli bir gümrük memuru olan Abdülhakim Arvasi Bey’in oğlu olarak hayata gözlerini açar. Kuyumcu çıraklığı yaptığı günlerden birinde dükkana gelen bir Allah dostu “senin işin gönül sarraflığı olmalı” deyince hayatına yeni bir yön verir. 


Necip Fazıl’ın deyimiyle;

“Beyninden kalemine kan çeker ve yazardı”

Sayfalar, dosyalar dolusu yazar. Aklının kopma noktasına geldiği anlarda İmam-ı Rabbani Hazretlerine sığınır ve kalemini ona bırakırdı. 


31 Aralık 1988 bundan 35 yıl evvel noel çığlıklarının atıldığı o gün Seyyid Ahmed Arvasi, Türk gençliği’nin kötü gidişinin verdiği üzüntü ile kaldırır mübarek parmaklarını ve daha tuşlara dokunamadan yorgun vücudu düşer daktilosunun başına ve Hak’ka kavuşmak arzusuyla ayrılır aramızdan.


Kıymetli yazılarından bazı alıntılar;

-“Aydın kelimesi, sözlüğümüze yeni girmiş bir kavramdır. Bizim kültür ve medeniyetimizde bunun yerine “münevver” sözü kullanılırdı. “Müvevver”, bizim sözlüğümüzde “ nurlandırılmış, aydınlatılmış, karanlıktan aydınlığa çıkarılmış…” demektir.


-Hiç şüpheniz olmasın ki, her eylemin arkasında bir veya birkaç kitap vardır. Bombalara ve silahlara yol gösteren kitaplardır; ilim, fikir ve sanat adamlarını cezbeden kitaplardır. Dualara, ibadetlere ve mabetlere ışık tutan kitaplardır. Kafaları ve gönülleri aydınlatan da, karartan da kitaplardır. Dostlukları pekiştirenler, düşmanlıkları kışkırtanlar da kitaplardır. Dünyayı, kendi kitapları ve klasikleri ile meşgul eden ülkeler, gerçekten de zamana hakim olurlar. Ya kendi klasiklerini ve kitaplarını yitiren milletler…

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün kâfirler, *Bilâl-i Habeşî* hazretlerini, çırılçıplak, yalnız don ile, kızgın kumların üstüne yatırmışlar. Karnına da gaz tenekesi gibi kocaman bir *Taş* koymuşlar. 


Ayaklarına da kalın bir *İp* bağlamışlar. Çocuklar, Onu araba gibi çekiyorlar. Sivri ve keskin kumlar, çıplak vücûdunu bıçak gibi kesiyor. Onlar öyle çekerken, o da hep; *Ehad! Ehad!* dermiş. 


Yâni, *Allah bir! Allah bir!* dermiş. O sırada oradan Peygamber Efendimiz geçiyor. Bilâl-i Habeşî hazretlerinin vücûdu kanlar içinde, kumlar kesmiş her tarafını. 


O hâlde görünce Peygamber aleyhisselâmın yüreği sızlıyor ve yanına gidip; *Yâ Bilâl sabret, Allah demen, seni kurtarır*, diyor ve mescide gidiyor, ama kan ağlıyor içerisi. 


Biraz sonra oradan *Hazret-i Ebû Bekr* geçiyor. Onu böyle kanlar içinde, çocukların çekdiğini görünce çok üzülüyor. Hemen *Bilâl-i Habeşî* hazretlerinin kâfir olan efendisine gidiyor. 


Ve ona; Yâhu sen ne *aptal* adamsın. Bu köleni çıplak vaziyetde, şu sıcak kumların üstünde süründürüp niçin böyle eziyet çekdiriyorsun? 


Hem bu gidişle yarın, öbür gün, *ölür* bu adam. O ölünce, senin eline ne geçecek, *hiç!* İyisi mi, sen şimdi bunu bana sat, hem *para* da kazanırsın, diyor. 


Ama adam kabûl etmiyor. Isrâr edince de, normal köle fiyatının *On* mislini istiyor. Hazret-i Ebû Bekr; *Tamam, kabûl ediyorum*, deyip, istediği sayıda altınları getirtiyor evden. 


Zîra kendisi *çok zengin* bir tüccar idi. Altınları verip *Bilâl-i Habeşîyi* alıyor, doğru evine götürüyor. Hamamda yıkatıyor. Bir de yeni çamaşır, yeni elbise giydirip, *serbest* bırakıyor. 


*Bilâl-i Habeşî* de sevinç içinde doğru Mescid-i Nebevî’ye gidiyor. Peygamber Efendimiz, üzüntülü otururken bir de bakıyor ki, karşıdan *Bilâl* geliyor, tertemiz ve *neşeli*. 


Çok sevinip; *Ne oldu yâ Bilâl, anlat!* diyor. O da olanları anlatıyor. Yâ Resûlallah, oradan hazret-i Ebû Bekr geçerken beni öyle gördü, acıyıp satın aldı ve âzâd etdi diyor. 


Peygamber Efendimiz çok sevinip; *Ebû Bekr atîkun minen nâr!* buyuruyor. Yâni Ebû Bekir, Cehennemden âzâd olmuştur. Onun için hazret-i Ebû Bekr’in bir ismi de *Atîk*’dir. 

Hoparlör bahsi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şimdi efendim, namaz kılanlar, helâle harâma riâyet edenler, dikkat edenler, büyüklerden gelen *Feyz’leri* alırlar. Feyz almak için, evvelâ o feyzin gelmesi lâzım. 


Feyzin gelmesi de *Sevgi* ile, *Muhabbet* ile olur. O gelen feyzi de kalbe almak için *istîdâd* lâzım, o da, *İbâdet* ile oluyor. İstîdâdın da azı var, çoğu var. İbâdetlerin mikdarına göre o istîdâd değişir. 


Fakat feyz almak için asıl mühim olan şey, mürşid-i kâmilin *Sohbeti*’dir, yâni *Teveccühü*’dür. Onların sohbeti, teveccühü olmazsa, o zaman ibâdetlerle feyz alınır. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini tanıdığımda, *onsekiz* yaşında bir gençdim. Elhamdülillah daha ilk görüşde bana *teveccüh* etdi. Teveccüh demek, *Sevmek* demekdir. 


Allahü teâlâ, kullarında bir *Dost*, bir de *Düşman* yaratmışdır. Dost, *Rûh*’dur, düşman ise, *Nefs*’dir. Nefse karşı da, büyük bir silâh yaratmışdır. Ancak o silâh, nefsi durdurabilir. 


O da, *Namaz*’dır işte. Onun için, bir kimse namaz kılmıyorsa, binlerle kerâmet gibi hâlleri olsa da, gene *Sıfır*’dır, gene *Hiç*’dir. Bid’at sâhibinden kaçmak, aslandan kaçmakdan daha mühimdir. 


Pâkistân’da Kutb-ül Abdurrahmân diye iyi bir *Âlim* vardı. Orada bir medresedeki hocaların başı idi. Daha yeni vefât etdi. Bu âlim 1981 senesinde hacca gitmiş. 


Mescid-i harâmda hoparlörle namaz kıldırdıkları için, oradaki imâma uymamış. Namâzını ayrı kılmış. Bunun imâma uymadığını gören vehhâbîler, Onu hemen tutuklamışlar. 


Ellerini kelepçeleyip hapse atmışlar ve kendisine; *Sen eğer bizim milletimizden olsaydın, senin cezân îdâmdı. Başka milletden olduğun için hapsetdik*, demişler. 


Sonra da, *Hac* gününden bir gün önce, alel acele memleketine geri göndermişler. 


Velhâsıl *Hoparlör* meselesini bütün dünyâ biliyor artık. Niye imâma uymadığını sordukları zaman, hoparlörün arkasında namaz kılınamıyacağını anlatmış. 


Kutb-ül Abdurrahmân, bunları kitâbında yazmış. Bu yazıları biz de, *Fitnet-i Vehhâbiyye* kitâbımızın arkasına ilâve etdik.

Evliyanın sohbetinden istifade etmenin şartları

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyânın *Sohbet*’inden istifâde etmenin şartları var kardeşim. Önce, o zâta karşı *Edebli* olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: *Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır*. 


İmtihan etmek için sorarsa, fayda değil, zarar görür. Sonra kerâmet istememelidir. Biz kazandıklarımızı, büyüklerimize olan *Edebimiz* sâyesinde kazandık. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri çok *sevimli*, çok da *heybetliydi*. Heybetinden yüzüne bakamazdık kardeşim. Büyüklerin her bir zerresi, her bir hücresi, Allahü teâlâyı zikreder. 


Kalbin *Nûr’lu* olabilmesi için şartlar vardır. Bu şartları yerine getiren, kalbini nûrlu tutabilir, koruyabilir. Şartların birincisi, *İbâdetdir*. Yâni emir ve yasaklara uymakdır. 


Namazla olur, oruçla olur, hacla olur, zekâtla olur. Netîce îtibâriyle bunlar, insanın kalbini nurlandıran, aydınlatan unsurlardır. Bunların içerisinde en kıymetlisi, *Namaz*’dır. 


Son nefese kadar nefs, insanı kâfir yapmak ister, günâhkâr değil! Şeytan, insanı *Günâhkâr* yapar. Ama nefs, îmânını alır, insanı *Kâfir* yapar. 


Mü’minler bir araya toplanınca, kalblerindeki *Nûr*, birbirlerine akseder, te’sîr eder. Hele aralarında bir *Velî kul* varsa, Onun kalbindeki *Nûr*, şu lâmba gibi herkesi aydınlatır. 


Öyle biri yoksa, onlara olan sevgi ve muhabbet de aydınlatır. O zâtların yanlarında olması, hattâ *Diri* olması şart değildir. *Vefât* etmiş olsa da, Onun muhabbeti, *Feyz* almağa sebep olur. 


O büyüklerin sevgisini kazanmak ne büyük *Ni’met*’dir. İşte ben, böyle büyük bir *Zât* ile Eyyûb Câmiinde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. Üniversitede talebe iken, bir gün Bâyezid Câmiine girdiydim.


Tesâdüfen o *Zâtı* gördüm. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi, ama derse yetişecekdim, fazla duramadım. Çıkarken bu zâtın kim olduğunu, Cum’a günleri Eyyûb Sultân câmiinde *Vaaz* etdiğini öğrendim. 


O zaman tâtil *Pazar* değil, *Cum’a* günü idi. İlk Cum’a günü, *Eyyûb* Câmiine gittim. Orada Efendi hazretlerinin vaazında hiç duymadığım, bilmediğim şeyleri dinlerken çok *Zevk* aldım. 


Kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum ki; *Küçük efendi, ben seni sevdim. Bizim evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Arada bir gel, seninle sohbet ederiz*, diye bir ses işitdim. 


Meğer bunu diyen, *Efendi* hazretleriymiş. Beni ilk görüşde, *Seni sevdim*, dedi. Hâlbuki evliyânın sevgisine kavuşmak için *20* sene, *30* sene, *40* sene hizmet etmek lâzımdır. 


Beni ise daha ilk görüşde, *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Neden? Çünkü *Kalbi* okur onlar. Ben de, *Baş üstüne*, dedim. O günden beri Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık efendim, çok şükür.