Allah'ın kahrından ve gazabından kendini muhafaza et !

 {Her nerede olursan ol, Allah'ın kahrından ve gazabından kendini muhâfaza et! Bir günahın ardından hemen bir haseneyi, iyiliği ulaştır ki, o günâhı mahv edesin! İnsanlara da güzel hulkla, huyla mu'âmele et!}

Bu Hadîs-i Şerîf'in râvîsi, Ebû Zerr Cündüb bin Cünâdeti'l-Gıfârî "Radıyallahü anh" Hazretleri ve Ebû Abdirrahman Mu"âz bin Cebel "Radıyallahü anh" Hazretleri"dir.

"Vikâye" "muhâfaza" demektir. "Allahü Teâlâ'nın kahrından ve gazabından kendini muhâfaza ya'nî vikâye et!" demektir. "Kahr", yok etmek" demektir. Allah,yok eder; gazab eder, iyilik etmez; bunlardan korkun! Kahr ve gazab, ebedî ve muvakkat olmak üzere iki kısımdır. Ebedîsi, kâfirlere mahsûstur. Sonsuz, zemânsız demektir. Kâfir, Allahü Teâlâ'nın düşmanıdır. Allahü Teâlâ'nın azabından kurtulması, onun için bir iyiliktir. Düşmanına iyilik, kendisine düşmanlıktır.

Zât-i İlâhî Celle Celâlühû, kendi zâtının muhibbidir, kendi zâtını sevendir. Kendisi, kendisinin mahbûbudur. Allah hem kendi zatına muhibdir ve hem de kendi zatının mahbûbudur. Vâhidün 'ale'l-ıtlâkdır; "bir"dir. Kendisini sevmesi i'tibârıyla, muhibdir. Sevilmesi i'tibârıyla, mahbûbdur.

Mûsâ Aleyhisselâm muhibliğe, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm mahbûbluğa mazhar olmuştur. Mûsâ Aleyhisselâm hem muhibdir ve hem mahbûbdur. Muhibliği, mahbûbluğunun üstündedir. Muhammed Aleyhisselâm hem muhibdir, hem mahbûbdur. Fakat mahbûbluğu, muhibliğine gâlibdir.

Mûsâ Aleyhisselâm, muhibliği i'tibârıyla niyâzlıdır; niyâz makamındadır. Muhammed Aleyhisselâm, mahbûbluğu i'tibârıyla nâzlıdır; nâz makâmındadır. Bir muhib, mahbûbundan hiçbir şey'i esirgemez. Bir muhib, mahbûbunun düşmanına küçük bir iyilik dahî etse, o iyilik nisbetinde mahbûbunu sevmemiş olur. Binâ'en aleyh, Allahü Teâlâ'nın muhibliği ve mahbûbluğu, nihayetsizdir. Allah, kendini sever; düşmanını sevmez ve düşmanını sevse, kendisini sevmemiş olur. Kendisini sevmemiş olursa da muhib olmaz. Muhib olmazsa, mutlaka ezelî kadîmliğinden, İlâhî kâmil sıfatlarından birisi tenâkus etmiş, noksanlaşmış olur. Bir Hadîs-i Şerîf'de {Eğer dünyânın temâmı tartılmış olsa ya'nî kıymetlendirilmiş olsa ve Allah'ın indinde bir sivrisinek kadar i'tibârı olsa, muhakkak Allahü Celle Celâlühû, kâfire bir yudum su içirmezdi.}buyurulmuştur. İnsanlar nasıl ki ahırlardaki gübreler gibi kıymetsiz şeyleri atarlar ve onları düşmanı da alsa, gücenmezler, belki memnûn olurlar; Allah da, sevmediği şey'i düşmanlarına verir. Bir sivrisinek kanadı kadar i'tibârı olmayan şeyleri, düşmanına verir. Muvakkat azâb, günâhla alâkalıdır. Zerre kadar îmânı olan, cehennem azâbında ebedî kalmaz. Muhtıra, ihtâr müslimânlara dünyâda verilen hastalıklar, fakirlikler, zarûretler hep günahların neticesidir. Seyyi'e, fenâlık, kötülük; hasene, iyilik demektir. Hadîs-i Şerîf'de buyurulduğu üzere her bir kötülükten sonra hemen bir iyilik etmek lâzımdır. Nemâzların hasenesi, böyledir. Küçük günâhları müte'âkıb kılınan nemâzlar, o günâhları mahv eder.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]

Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er

MUHABBETULLAH

Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî (Kaddesallahu teala sirreh) hazretleri buyurdular ki;

"Muhabbetten sonra makam yoktur; olanlar onun meyve ve dallarıdır. Şevk, üns, rızâ ve benzerleri gibi. Muhabbetten evvel de makam yoktur; olanlar onun mukaddemeleri (başlangıçları) gibidir. Tevbe, sabır, zühd ve benzerleri gibi."

(Rûhu'l-ârifîn)

O halde, Muhabbetullah nedir?

Yine buyurdular:

"Muhabbetullah demek, Allahu teâlâya tâ'ate (kulluğa) devam etmektir."

(Rûhu'l-ârifîn)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün âbilere dedim ki: Bu yahûdîler, bir *(Kelime)* için, koca bir *(Kitap)* yazarlar. Meselâ bir siyah köpeğe *(Arap)* demek için, bir *(Roman)* yazarlar, tiyatro yaparlar, filim çevirirler. 


Yâhut da, yine temiz gençleri aldatmak için, meselâ onlara Allah yerine *(Allah baba)* dedirtmek için, bir *(Kitap)* yazarlar. 


Böylece, bir *(Mürşid-i kâmil)* görmiyen, dînini tam öğrenmiyen gençlerin *(Îmân)* ını çalarlar kardeşim. Bilmiyorlar çünkü. Doğrusunu bilseler, aldanmazlar. 


Meselâ sarıklı sakallı, *(Hoca)* şekline girmiş bir *(Sanatçı)* nın, İslâm dînini alaya alan hareketine, bir kahkaha atsa, mâzallah *(Küfr’e)* girer, îmânını kaybeder. 


Çünkü dînimizce *(Kutsal)* olan şeylere saygısızlık, *(Küfr’e)* sebep olur. Onun için böylelerini seyretmek uygun değil kardeşim. 


Bu gün de bitdi. Bugün akşama kadar, kim bilir, kaç *(Bin)* nefesimizi mevcutdan harcadık. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanları yaratmadan evvel, iki *(Şeyi)* ezelde takdîr etdi, yazdı. 


Bir tânesi *(Rızkı)* mız, ikincisi *(Nefes)* lerimiz. Bunlar sayılı, belli. Ezelde takdîr edilmiş. Hattâ her rızkın üzerinde, kime âitse, onun *(İsmi)* yazılı efendim. 


Hiç kimse, kimsenin *(Rızkı)* nı yiyemez. Ve hiç kimse, rızkını bitirmeden *(Ölmez)*. Cenâb-ı Hakkın *(Takdîri)* böyle. Allahü teâlânın işlerinde karışıklık olmaz. İnsanların işi karışıkdır. 


*(Elâ bi zikrillahi tatmeinnül kulûb)* sadakallahül azîm. Yâni kalplerin ferahlaması, sıkıntının giderilmesi, ancak Cenâb-ı Hakkı hâtırlamakla mümkündür. 


Eğer hâtırlıyamıyorsan, hâtırlıyan *(Biri)* ile berâber ol, aynı şey. Yâhut da o zâtın *(Kitâb)* ını oku, hâtırlatır sana. *(Kabr)* ine git, *(Rûh)* una oku, hâtırlatır sana. 


*(Namaz)* kıl, Kur’ân-ı kerîm oku, hâtırlarsın. Çünkü *(Zikr)* kelimesi, hatırlamak demekdir kardeşim. Düşünün ki, Allahü teâlânın *(İlmi)* sonsuz, *(Kudreti)* de sonsuz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün dergâhın bahçesinde Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleriyle oturuyorduk, kanepede yan yana. Bana dönüp; *(Sen muallim olunca talebeye bol not ver. Bu sözümü unutma)* dedi Mübârek. 


Ben de; Efendim, bizi *(Öğretmen)* yapmazlar, bizi *(Hastâne)* lere tâyin ederler, biz *(Eczâcı)* lık yaparız, öğretmen sınıfı ayrıdır, dedim. 


Ben öyle söyleyince, Mübârek gülümsedi ve; *(Sen şimdi eczâcısın, ama zararı yok, öğretmen olunca benim bu sözümü unutma)* dedi. 


Abdülhakim Efendi hazretleri vefât etdikden dört *(Sene)* sonra, 1947 de, buyurdukları *(Gerçek)* oldu. Beni, Bursa Askerî lisesi’ne *(Kimyâ)* muallimi olarak tâyin etdiler. 


Bir müddet sonra Genelkurmayda işimiz kalmadı. *(Bu kimyâ mühendisini ne yapalım?)* diye düşünmüşler.


Sonra; *(Askerî mekteplere kimyâ muallimi yapalım)* demişler. Askerî Liseye sokak kapısından girerken, Abdülhakim Efendi hazretlerinin bu sözü hâtırıma geldi. 

 

*(Bu sözümü unutma!)* buyurmuşdu bana. Bunu hâtırlayınca hüngür hüngür ağladım. Benim ilerde *(Muallim)* olacağımı haber vermişdi. 


Efendi hazretleri *(Ölüm)* hastalığında sık sık; *(Elhamdülillâh, dünyâdan bir şey götürmüyoruz)* derlerdi. Yatak üstünde konuşurduk. Beni imtihân bile etdi. 


Vefâtına iki *(Gün)* kala, yatağın içinde oturuyordum, o gün de pazardı. *(Bu gün günlerden ne?)* dedi. (Pazar efendim) dedim. 


Peki, Pazar *(Arabca)* mı, *(Farsça)* mı? dedi. Yatakda beni imtihân ediyor. 


Ben de; (Efendim Arabca) dedim. Efendi; *(Ooo olmadı, Fârisîdir)* dedi. Bilemedim orada. İmtihânı kazanamadım.


********


Çok şanslıyız kardeşim, çok bahtiyârız. Bu *(Îmân)*, bir mücevherdir. Cenâb-ı Hak, bu *(Mücevheri)* çöplüğe koymaz. 


Arkadaşlarımızın kalpleri müsâit olmasa, Allahü teâlâ o *(Mücevheri)*, o *(Pırlanta)* yı onların kalbine verir mi? Yalnız bunun için, Cenâb-ı Hakka ne kadar *(Şükr)* etsek azdır. 


*(Fıtrat)* çok mühim kardeşim, bâzılarının fıtratı, mutlak *(Küfr)* dür, Allah korusun. Hiç ıslâhı mümkün değil. Bâzılarının da fıtratı *(Küfr)* dür, ama aslı kaybolmamışdır.


Sâdece üstü *(Örtülmüş)* dür, o kadar. Yâni ümit var, her an için, o örtü kalkıp, *(Îmân)* edebilir. Ama birincisinde hiç *(Ümit)* yok, tamâmen kapalı. 


*(Îmân)* etme ihtimâli *(Hiç)* yok, mümkün değil. Onun üstü tam örtülmüş. Böyleleri, Peygamberi dahî görse, yine îmân etmez, ancak *(Küfr)* ü artar. İkincisi ise *(Örtü)* kalkar, *(Müslümân)* olur. 


İşte birincisine misâl, *(Ebû Cehil)*, ikincisine misâl de *(Hazret-i Ömer)*. Hazreti Ömer'in fıtratı müsâitdi, ama üzeri *(Küfr)* ile örtülmüşdü. Fıtratı *(Temiz)* idi.


*(Huy)* bakımından, *(Ahlâk)* bakımından müsâit idi. Nitekim Peygamberimiz aleyhisselâm ona *(Duâ)* etdi, duâsı kabûl oldu. Zâten fıtratı *(Temiz)* di ve îmân edip, *(Hazret-i Ömer)* oldu. 


Peygamber Efendimize yahûdîler, *(Zehirli et)* yedirdiler. Hazret-i Ömer'i câmiye giderken, Hazret-i Osmân'ı Kur'ân-ı kerîm okurken, Hazret-i Alî’yi namaz kıldırırken *(Şehîd)* etdiler. 


Hazret-i Hasan'a, *(Elmas)* parçaları içirdiler, midesi bağırsakları parçalandı ve *(Şehîd) oldu*. Hazret-i Hüseyin'in başını kestiler, *(Şehîd)* oldu. 


Bunların hiç biri *(İmdât!)* demedi, yardım istemedi. İsteselerdi, *(İmdât yâ resûlallah!)* deselerdi, Efendimiz aleyhisselâm elbette yetişir ve *(Yardım)* ederdi. 


Ama onlar istemediler. Niçin istemediler? İki sebepden. Birincisi, *(Şehit)* lik sevâbı almak istiyorlardı. Şehitlere vaad edilen *(Ni’met)* lere kavuşmak için *(Yardım)* istemediler. 


İkincisi de, *(Levh-il mahfûz)* u okuyorlardı. Buralarda şehîd olacaklarını *(Görüyor)* ve *(Okuyor)* lardı, niçin istesinler?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cehennem, *(Kâfir)* lerin ve din *(Düşman)* larının yanacağı yerdir kardeşim, derece derece. *(Günâhkâr)* ların yeri değildir. Günâhkârlar, *(Suçlu)* insandır. Cehennem ise, *(Düşman)* ların yeridir. 


*(Kâfir)*, Allahın düşmanıdır. Öyleyse Cehennemde kâfirler yanacak. *(Müslümân)* lardan da Cehenneme giden olacak. Niçin? İşlediği günahda, *(Küfr)* bulaşıklığı olduğu için. 


*(Kâfir)* lik bulaşıklığı olduğu için. Yoksa *(Günâh)* ları sebebiyle değil. *(Küfr)* bulaşıklığı yoksa, Cehenneme girmiyecek. Korkmayın kardeşim, bizim *(Arkadaş)* lara birşey olmaz. 


Onlar, bu zamânın *(Evliyâ)* sıdır. Çünkü onlarda üç özellik var. *(Îtikad)* ları düzgün, yâni ehl-i sünnet. *(Namaz)* larını kılıyorlar ve *(Haram)* dan sakınıyorlar. İşte bu üçü, bu zamanda evliyalık alâmetidir. 


Biz çok *(Bahtiyâr)* ız kardeşim. Bizim arkadaşlar, Peygamber aleyhisselâmın *(Vâris)* leridir. Neden? Çünkü islâmiyeti yayıyorlar. 


Peygamber aleyhisselâmın *(Vazîfe)* si de, islâmiyeti *(Yaymak)* dı. Âbiler de bu hizmeti yapdıkları için, Peygamber aleyhisselâmın *(Vârisi)* olurlar. Mûris, vârisini yolda bırakmaz. 


Şu koca kâinatda, dönen her şey *(Allah)* der kardeşim. Çünkü Allah kelimesinin sonu *(H)* dır. Başındaki eliflâm, bu *(H)* harfini çıkartmak içindir. Allahü teâlânın simgesi *H* harfidir. 


Nefes alırken *(H)* harfi çıkıyor, verirken yine öyle. Hayvanlar, bağırırken *(Zikr)* ediyor. Yapraklar, sallanırken *(Zikr)* ediyor. Su, akarken *(Zikr)* ediyor. 


Çünkü her hareketde *(H)* harfi çıkar. Elini sallasan *H* harfi çıkar. Rüzgâr esse *H* harfi çıkar. Yâni devâmlı sûretde kâinâtda hep *(H)* harfi var. Velhâsıl şu kâinatda Onu *(Zikr)* etmiyen tek nesne yok. 


*(Dostu)* da, *(Düşmanı)* da, canlı cansız herşey, hattâ *(Atom)* un içindeki *(Elektron)* lar, çekirdek etrâfında dönerken *H* harfi çıkıyor. Velhâsıl her dönen şey *(H)* der, yâni *(Allah)* der.

Tevbe

 Din-i islâmda tevbeden daha mühim ve ziyâde müşkül [çok zor] bir ibâdet yoktur.


Tevbenin birinci rüknü [şartı] nedâmettir [pişmanlıktır]. Ciddî nedâmet, büyük helâke sebeb olmuş ihtiyârî bir kabahatten daha büyük bir pişmanlık ve nedâmet hissi duymaktır.


İkinci rüknü, bir daha o cürme avdet etmemek [o günâha dönmemek] azminde bulunmaktır. Ciddî ve hakîkî bir azim ve o azim de kararlılık ve metanet etmek.


Tevbenin üçüncü rüknü, sırf Hak teâlânın rubûbiyyet hakkını edâ etmek; ne dünyevî, ne de uhrevî bir maksad için olmamak.


Bu üç rükün tedrîcen hâsıl olur. Bir anda olmaz ve işlenebilen günâhlarda olur.  Kudretin hâricinde hiçbir kimse mükellef değildir. Bu bildirilenleri göz önünde bulundurmak sühûlete [kolaylığa] sebeb olur.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

Mahşer hayatı

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kıyâmete yakın, çok dehşetli, büyük *(Zelzele)* ler olacak. Dağlar *(Pamuk)* gibi atılacak. Dünyâ, yörüngesinden çıkacak ve yavaş yavaş *(Güneş)* e doğru yaklaşacak. 


Sonra *(Mîzân)*, yâni terâzî, ortadoğu taraflarında kurulacak. *(Sırat)* köprüsü, dünyâdan Cennete giden bir *(Merdiven)* olacak. 


*(Zaman)* olmıyacak. Zaman, dünyâda olur efendim. Orada zaman duracak. O mahşer azâbının *(Şiddeti)* ne insanlar dayanamıyacaklar. 


Yâ Rabbî, azabsa *(Azab)*, Cehennemse *(Cehennem)*, ne olur, şu *(İzdiham)* dan bizi kurtar, bu *(Azâbı)* bizden kaldır, diyecekler. Kolay değil kardeşim. 


*(Güneş)* alçaklara inmiş, hiç *(Gölge)* yok, yer *(Beton)*. Ama bütün bu sıkıntılar, *(Kâfir)* ler için. Mü’minler râhat. Mevlânâ Hâlid hazretleri buyuruyorlar ki: 


Mahşerde, *(Ehl-i sünnet)* îtikâdında olan mü’minler için hiç azap yok. *(Mahşer)*, kâfirler için elli bin *(Sene)* sürerken, bu, mü’minler için birkaç *(Dakîka)* olacak. 


Onlar, *(Arş)* ın gölgesinde iki rekât *(Namaz)* kılacaklar, selâm verince, elli bin sene *(Bitmiş)* olacak. Onun için, bu doğru *(Îtikâd)* çok kıymetli kardeşim. 


Çünkü düşmanı çok. Doğru îtikâdın *(Üç)* düşmanı var. Biri, *(İblîs)*, o mâlum, bütün şeytanların *(Baba)* sı. Bir de, onun evlâtları olan cin *(Şeytan)* ları var. 


Bir de insanın *(Nefsi)* var. Nefs en *(Kötü)* sü. İnsanı *(Kâfir)* yapmadıkça râhat etmez. Onun nihâî hedefi, sâhibini *(Küfr)* e sokmakdır, Allah korusun.

İslâmiyeti duymıyanlar öldükden sonra Cehenneme gitmiyecekler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Dağ)* başında yaşıyan, yâhut amazonlarda, *(Kutup)* larda yaşayıp da islâmiyeti duymıyanlar, öldükden sonra Cehenneme gitmiyecekler. Hayvanlar gibi *(Toprak)* olacaklar. 


Neden? Çünkü *(İnkâr)* yok. İnkâr etmediler ki. *(Cehennem)*, inkârcıların yeri, *(Münkir)* lerin yeri. Duyup da inanmıyanların yeri. Cehennem, *(Küfr)* ün karşılığıdır kardeşim. 


Mü’minin evinde *(Kur’ân-ı kerîm)* okununca, *(Namaz)* kılınınca, oraya dağlar gibi *(Feyz)* gelir. Dağlar gibi. Hattâ dışarı *(Taşar)* efendim. Evin kapısının altından, pencerenin dışından taşar. Konu komşuya gider. 


Müsâit *(Komşu)* ları arar, o *(Ev)* lere girer. Başkasının evinden de size öyle *(Feyz)* gelir. Orada da Kur’ân-ı kerîm okunuyorsa, namaz kılınıyorsa, *(Başkası)* nın evinden de size doğru feyz akar. 


Onun için *(Mü’min)*, mü’minlerin oturduğu mahallede *(Ev)* almalıdır. Bu, çok mühim efendim. 

● ● ●

Vefât etmiş olan bir mübârek zâtın, *(Kabir)* de ne işi olur? O büyük zât, *(Arş-ı âlâ)* dadır, yâni *(Cennet)* dedir. Kabirde olan, sâdece *(Bedeni)* dir. 


Rûhun o *(Kabir)* de ne işi var? İnsan, *(Rûh)* demekdir, o da *(Cennet)* de. Ama biri, onu kabrinde ziyârete geldiği zaman, bir *(İrtibât)* yeri lâzım. 


İşte *(Kabir)*, irtibât yeridir. Bir bağlantı yeridir. Biri onu ziyârete gidip de *(Selâm)* verince, *(Rûh)* ânında o kabre geliyor. Niçin? *(Kim)* gelmiş beni ziyârete, onu *(Görsün)* diye. 


Onun için kabir ziyâretine gitdiğimizde, o zâtın bizi *(Gördüğü)* nü düşüneceğiz. Böyle inanarak ziyâret edeceğiz, çünkü o bizi *(Görüyor)* efendim. 

● ● ●

Bir *(Kız)* ın okuyacağı, yetişeceği yer, onun her şeysi, *(Evi)* dir kardeşim. Evinin dışı *(Ateş)* dir. Ne niyetle olursa olsun. İsterse Kur’ân-ı kerîm kursuna gitsin. 


Nitekim *(Enver)* bey söyledi. Kur’ân-ı kerîm kursuna giden *(Kızlar)* dan bahsetdi. Üç beş tânesi bir araya gelmişler, bilmem nereye gitmişler. Çok *(Fenâ)* kardeşim, çok *(Yanlış)* 


Çok üzüldüm. Hele de bu zamanda. Bir kızın yeri, kendi *(Evi)* dir, annesinin *(Yanı)* dır. Dışarısı *(Ateş)* dir kardeşim. Bütün bunlar, bizim *(Kitap)* larımızı okumamaktan oluyor.

Kur’ân-ı kerîmin üstünlüğü

*Kur’ân-ı kerîmin*, hadîs-i şerîflerden ve başka ilâhî kitâblardan bir ayrılığı ve *üstünlüğü* de şudur ki, bu *kitâb-ı mecîd (ya’nî Kur’ân-ı kerîm)* bugüne kadar *semâdan indiği gibi, değişmemiş olarak kalmıştır.*


*Harfleri ve noktaları bile değişmemiştir demek yetişmiyor*. Çünkü Kur’ân-ı kerîmdeki kelimelerin çeşitli okunuşundan başka, bu kelimelerin *uzun, kısa, açık, kapalı, kalın, ince* gibi okunmaları da, *Resûlullahın bildirdiği ve okuduğu gibi kalmıştır.* 


*(İlm-i kırâet)* denilen ve pek çok kitâbı olan *büyük bir ilme* ve *islâm âlimlerinin bu yoldaki çalışmalarına ve hizmetlerine* bakıp da *şaşmamak elde değildir.*


*Kur’ândan olup da çıkarılmış* veyâhud *Kur’ândan olmayıp da sonradan katılmış* tek bir kelime yoktur. Çünkü, *islâm âlimleri, Kur’ân-ı kerîme dokunulmaması*, ufak bir *şübhenin bile ona yaklaşamaması* için, *çok sağlam bir esâs koymuşlardır.* 


Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmin her asrda *söz birliği* ile gelmesi şarttır.


*Eshâb-ı kirâmdan bugüne kadar,* her asırda, yalan üzerinde söz birliği yapacakları düşünülemeyen *yüz binlerce hâfızlar vâsıtası* ile bizlere gelmiştir. 


Sanki bir an durmayan *coşkun bir nehir* gibi *ebediyete doğru* akıp gitmektedir.


Bugün islâm düşmanlarının yeryüzünü kapladığı bir zamanda bile, elhamdülillah, dünyânın her tarafında, *Allah kitâbının her kelimesi, her noktası birbirine benzemektedir*. 


Bu kitâb-ı mübînin (ya’nî Kur’ân-ı kerîmin) ne kadar çok sağlam olduğu şundan da anlaşılır ki, *Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden bazıları bildirdiği* hâlde, *tevâtür,* yanî *söz birliği* hâlini almayan okuma şekilleri, ne kadar kuvvetli olsa bile, *Kur’ândan olmak için kâfî görülmemiştir.*


Meselâ, *yemîn kefâretini* bildiren *(üç gün oruç)* âyet-i kerîmesini, *Abdüllah ibni Mesûd* “radıyallahü teâlâ anh”, *(üç gün arka arkaya oruç)* olarak bildirmiş ve bunu *fıkıh âlimleri* vesîka bilerek, *kefâret orucunun* üç gün *(mütetâbi’ât)* olarak, yanî *ard arda tutulması* lâzım olmuştur. 


Fakat *Abdüllah ibni Mesûd hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, çok güvenilir ve çok sağlam bir zât* olmakla berâber, sözünde yalnız kaldığı için *(Mütetâbi’ât)* kelimesi *Kur’ân-ı kerîme girememiştir.*


İhtiyât olunarak *bu kelimenin manâsı* alınmış ve yine ihtiyât olunarak *Kur’ân-ı kerîme sokulmamıştır*. Bunlara *(Kırâet-i şâzze)* denir.


Faideli Bilgiler 273-274

Tefekkürün dinimizdeki yeri

Tefekkür, dinimizde önemli bir ibadettir. Tefekkür, günahlarını, mahlukları ve kendini düşünmek Allahü teâlânın yarattığı şeylerden ibret almaktır. Kur’an-ı kerimde iyiler övülürken buyuruluyor ki:

(Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını inceden inceye düşünürler. “Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen [boş, manasız şeyler yaratmaktan] münezzehsin. Bizi Cehennem azabından koru” derler.) [A. İmran 191]


Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:

(Allahü teâlânın azameti, Cennet ve Cehennem hakkında bir an tefekkür, bir geceyi ihya etmekten iyidir.) [Ebuşşeyh]


(Tefekkür, ibadetin yarısıdır.) [İ. Gazali]


(Tefekkür gibi kıymetli ibadet yoktur.) [İbni Hibban]


(Biraz tefekkür, bir sene [nafile] ibadetten kıymetlidir.) [K. Saadet]


(“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardından gelişinde [uzayıp kısalmasında] akıl sahipleri için elbette ibret verici deliller var” [A. İmran 190.] âyeti varken nasıl ağlamayım? Bu âyeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun!) [İ. Hibban]


(Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde düşünün, zatı hakkında düşünmeyin!) [Beyheki]


(Sükûtu tefekkür, bakışı ibret olup çok istiğfar eden kurtuldu.) [Deylemi]


Âlimler buyuruyor ki:

Tefekkür, insanı bilgili eder. Bilgili olan da amel eder. (Vehb bin Münebbih)


Tefekkür, iyilik ve kötülüğünü gösteren bir aynadır. (Fudayl bin Iyad)


Allahü teâlânın azametini düşünen insan, Ona isyan edemez. (Bişr-i Hafi)


Tefekkür zekâyı açar. (İmam-ı Şafii)


Dünyayı düşünmek, ahirete perdedir. Ahireti düşünmek, gafletten kurtarıp hikmet konuşturur. (Ebu Süleyman Darani)


Her fırsatta Allahü teâlânın yarattıklarını tefekkür etmelidir. Mesela eline bakmalı. Parmakları olmasaydı, bir şeyi tutup alması ne kadar zor olurdu. Yahut parmakları hiç kıvrılmasaydı, eller hiç olmasaydı, gözümüz olmasaydı, gözümüz başka yerde olsaydı, halimiz nasıl olurdu? Tırnağın devamlı büyüdüğü gibi, dişlerimiz de büyüseydi ne olurdu? Dişlerimiz kemikle beraber olsaydı, çürüyünce nasıl çekilecekti? Saç uzadığı halde, kaşın ve kirpiğin uzamadığını düşünmeli. İnsan kavak gibi büyüyüp gitseydi, ne olurdu? Bitkilerin, meyvelerin yaratılışını, yıldızların, gezegenlerin bir ahenk içinde oluşunu düşünmeli. Bunları ne kadar mükemmel yarattığı için Allahü teâlâya hamd etmeli! Böylece insanın imanı da kuvvetlenir. Fakat devamlı bunlarla uğraşıp da kendine gereken fıkıh bilgisini ihmal etmek ise çok tehlikelidir.


Tefekkür, dört türlü olur:

1- Allahü teâlânın mahlûklarındaki güzellik ve faydaları düşünmek, Ona inanıp Onu sevmeye sebep olur.


2- Onun vaat ettiği sevapları düşünmek, ibadet yapmaya sebep olur.


3- Onun bildirdiği azapları düşünmek, Ondan korkmaya, kötülük etmemeye, günahtan kaçmaya sebep olur.


4- Onun nimetlerine, ihsanlarına karşılık, nefsine uyarak günah işlediğini, gaflet içinde yaşadığını düşünmek, Allah’tan utanmaya sebep olur. Allahü teâlâ, yerlerde ve göklerde bulunan mahlûkları düşünerek ibret alanları sever.


Hazret-i Musa’nın ümmetinden biri, 30 sene ibadet eder, bir bulut kendisini gölgeler. Bir gün bulut gelmez, güneşte kalır. Annesi, (Bir günah işlemişsindir) der. Çocuk, (Hayır, günah işlemedim) der. Annesi, (Göklere, çiçeklere bakıp da Yaratanın azametini düşünmediysen, bundan büyük hata olur mu?) der.

Eshâb-ı kirâm arasında vâkı' olan münâkaşa ve hadiseler

 HÜLÂSA VE LÂHIKA

       [Özet ve Ek]

Resûlullah'ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) yolunda canını fedâ, mal ve menâlini bezl ile yardımcı olan bil-umum Eshâb-ı kirâmın (rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) isimlerini ta'zîm ve hurmetle yâd etmek [saygıyla anmak] üzerimize vâcibdir. Ayrıca şanlarına yakışmayan ve yaraşmayan sözleri konuşmak ve dile almak, asla câiz değildir. Buna cür'et edenler sapıktır ve vebâldedir.

Peygamberi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) sevenlere, Eshabını da sevmek vâcibdir. Zirâ Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever, onları sevmeyip, onlara düşmanlık edenler, bana düşman olduğu için düşmanlık eder. Onları inciten, beni incitmiş olur, bu sûretle bana ezâ ve cefâ edip, hâtırımı kıran da, muhakkak Allahu teâlâyı incitmiş olur. Hiç şübhe yoktur ki, Hak teâlâyı inciten, onun azabına ve kahrına giriftâr olur [tutulur]" buyurdular.

Ve yine buyurdular: "Hak celle ve alâ Bir kuluna hayır murâd ederse dâimâ Eshâbımın sevgisini kalbine indirir ve can-ü gönülden Eshâbımı sever".

Hal böyle olunca, Resûlullahın eshabı arasında meydana gelen münazaa ve münâkaşaları başkanlık sevgisi ve nefislerinin hevâ ve heveslerine bağlayıp onlara dil uzatan ve böyle itikad edenin bu hali, o bedbahtın nifâk ve şakî olduğuna alâmettir.

Zirâ Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün eshabının nefisleri tertemiz olup, sohbet ile müşerref ve o sohbetin bereketleriyle nefsin istekleri, taassub [inad], başkanlık sevdası ve dünya makamları arzusu gibi şâibelerden münezzeh ve mutahhar [beri ve temiz], hırs, kin, garaz ve sâir nefsin rezîl ahlâkından müberra' olmuşlardır.

İz'an ve insâf lâzımdır ki, bir kimse bu ümmetin evliyâsından birinin sohbetine yetişip birkaç gün sohbetinde bulunarak, o sohbet sebebiyle ahlâk-ı hamîde ve faziletlerinden istifâze ve istifâde edenlere yedi iklimde beha [değer] biçilmezken, nasıl olur da Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân), Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) büyük muhabbetleri sebebi ile, onun uğrunda can, mal, mülk, evlâd, ezvâc, peder, vâlide [baba, ana] ve vatanlarını terk ve fedâ edip, uzun zaman sohbetlerinde bulunarak her bakımdan feyz ve ilme kavuşarak ahlâk-ı peygamberî ile ahlâklanıp, ahlâk-ı rezîleden temizlenmiş ve nefisleri tezkiyeye ve itminana kavuşmuş iken, kendi aralarında meydana gelen müşâ-cere ve münâkaşalara, bir takım maksadlı kimselerin, kendi nefislerine benzeterek söyledikleri ve yazdıkları gibi, çirkin ve yakışıksız ifâdeler kullanılsın, Hâşâ sümme hâşâ!

Peygamberin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Eshabı hakkında böyle şeyler tasavvur etmek [hatırına getirmek] asla ve kat'a [kesinlikle] câiz değildir.

Bu kötü düşünceliler, bilmezler mi ki, Eshâb-ı kirâma buğz edenler, doğrudan doğruya Server-i Âlem'e (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buğz ve adâvet [düşmanlık] etmiş oluyorlar. Ve onlara noksanlık isnâd etmek Fahr-i Âlem'e (sallallahü aleyhi ve sellem) noksanlık isnâd edilmiş olur.

Bunun içindir ki, din büyükleri: "Sahabeye ta'zîm ve tevkîr etmeyen [saygı göstermeyen] Resûlullah'a îman etmemiş olur" demişlerdir.

Cemel [deve] ve Sıffîn hâdiseleri, ta'n ve teşnî [dil uzatma ve ağzını bozma] sebebi değildir. Her iki tarafta bulunanların cümlesi mazûr ve belki mecûrdurlar [sevaba kavuşmuşlardır]. Zirâ hadîs-i şerîfde vârid olduğuna göre, ictihâdında hatâ eden müctehide bir ve isâbet edene iki sevab vardır.

Şübhe yoktur ki, o büyükler arasında vâkı' olan münâkaşa ve hadiseler dünyevî emel ve ihtiraslar sebebiyle olmayıp, sırf ictihâda binâen meydana gelmiştir. İmam Kurtubî'nin Tezkiresinin Muhtasarının yüzyirmi üçüncü sahîfesinde İmam Şa'rânî diyor ki:

Muâviye ve Alî'nin (radıyallahü anhüma) savaşları, ictihadlarının birbirine muhalif olmasından doğan dînî bir mes'ele idi. Dünyevî değildi ki, mezmûm [çirkin, ayıblı] olsun. Belki dinî olduğundan memdûh ve makbûl idi.

İmam Kurtubî ve Abdülvehhâb Şa'rânî ki -bu dînin büyüklerindendir- yine aynı sahîfede bildiriyorlar: Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz buyurmuşlardır ki: " Benden sonra Eshabım arasında fitne çıkacak, kıtal ve muhârebe olacaktır. Benimle olan sohbetlerinden dolayı Cenâb-ı Hak onları afv ve mağfiret eder. Onlardan sonra müslüman iki fırka arasında, bunların muharebeleri gibi, vâkı' olacak fitnede iki taraftan hiç kimse ma'zûr değildir". Zirâ onlarda sohbet yoktur. Ya'nî Sahabe değillerdir. Zirâ insan sevdiği ile haşr olur.

Eshâb-ı kirâmın hepsi esasen Server-i Âlem'i (sallallahü aleyhi ve sellem) severdi. Yine bu sahîfede yazılı olan bir hadîs-i şerîf gösteriyor ki, sahabenin aralarındaki muharebelerde öldüren de, ölen de Cennetliktir.

Sahabe-i kirâm efendilerimizin cümlesi büyük müctehidlerdir. Bir müctehid, her ne kadar, kendinden yüksek bir başka müctehidin, ictihâdına uymayan ictihadda bulunsa da, yine de kendi ictihâdı ile amel etmesi, üzerine farzdır. Bir başkasını taklîd etmesi ve ona uyması câiz değildir.

İmam-ı A'zamın şâkirdleri [talebesi] olan İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ve kezâ İmam Şâfi'nin tilmizinden olan Ebû Sevr ve Müznî'nin, üstâdlarının reyine muhâlif ne kadar [çok] ictihâdları vardır.

Onların haram dediğine halâl ve halâl dediğine haram demişlerdir. Ve bunlara, günah işlediler ve hata ettiler denilmez ve diyen de yoktur. Zirâ ihtilâfları ictihâdla alâkalıdır ve kendileri müctehiddir. Netice-i kelâm:

İmam Ali'nin (radıyallahü anh) Mu'âviye ve Amr İbni As'dan (radıyallahü anhümâ) efdal [daha üstün] ve a'lem [daha bilgili] olup, onlardan üstün olduğunu gösteren daha birçok fazîlet ve kemaller ile mütehalli [süslenmiş, bezenmiş] bulunması ve ictihaddaki isâbet ve kudret derecesi, düşünce ve tefekküründeki metanet ve sağlamlığı hususuna müncer olur ki, buna da biz, evet, doğrudur, deriz. Lâkin onlar da sahabe idi ve bu yüzden hepsi müctehid idiler. İmam Ali'nin (radıyallahü anh) doğru görüşünü ve hakka isâbet eden ictihâdını taklîd eylemeleri câiz değildi. Belki kendi rey ve ictihadlarının muktezâsıyla [gereği ile] amel etmeleri lâzım ve vâcib idi.

Burada hatıra bir düşünce gelebilir: Cemel ve Sıffîn vak'alarında İmam Alî (kerremallahü vecheh) ile beraber Muhacir ve Ensâr'dan pek çok Sahabe-i kirâm da var idi ki, bunlar da Hazreti Ali'nin (radıyallahü anh) re'yi hilâfına ictihâd etmeyip, ona mutî ve münkad olup, müctehid oldukları halde imama ittiba'ı [hazreti Ali'ye uyumayı] vacîb bildiler. Bu da gösteriyor ki, muhaliflerin ittiba' etmemeleri, her ne kadar ictihâd sebebi ile olsa da, yine İmam Ali'ye (radıyallahü anh) uymaları vâcib idi.

Cevâb olarak deriz ki, İmam Alîye (kerremallahü vecheh) muvâfakat edip ittiba' edenler, taklîdle muvâfakat etmeyip, ictihâdlarının, uyuşmasından dolayı imama tâbi' olmuşlardır. Çünkü onların ictihadları İmam Ali'ye (radıyallahü anh) ittibaı vâcib göstermiş olduğundan, bu ictihadları da imamın ictihadına uygun olmuştur. Bunun içindir ki, Eshâb-ı kirâmın büyükleri ictihadları icâbı, hakkı tahsîl maksadıyla [doğruyu bulmak için] niza' ve cidaller [münâkaşalar ve muhârebeler] yaparak bunca kan döktüler.

Hasıl-ı kelâm o vakit Eshâb-ı kirâm efendilerimiz üç bölük oldular. Bir kısmı hakkı, İmam Ali (radıyallahü anh) tarafında görüp ona ittibâ'ı vâcib bildiler. Bir kısmı da Muâviye (radıyallahü anh) tarafını haklı görüp ona muvafakat edip İmam Ali'ye (radıyallahü anh) muhalefette bulundular. Üçüncü kısım her iki tarafın reyine itibâr göstermeyip, tarafsız kalmışlar, sükûnet ve selâmeti tercih etmişlerdir.

Bu üç bölüğünde hareketleri isabet ve hak olup, ma'fû ve mecrûrlardır. [Afv edilmiş ve sevaba kavuşmuştur].

Burada bir sual hatıra gelebilir: Bu takrîr ve beyandan anlaşıldığına göre, İmam Ali (radıyallahü anh) ile harb edenlerin hareketleri hak ise, bu meşhûr olana aykırıdır. Zirâ hak İmam Ali'nin (kerremallahü vecheh) tarafında olup, berikiler ma'fû ve belki de me'cûr olmakla beraber muhtîdirler [hatalıdırlar]. İslâm kitablarının çoğunda da böyle değil midir? 

Cevab olarak deriz ki, İmam Şâfiî ve Ömer İbni Abdülazîz gibi din büyükleri Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbından hiç birine hatalı demeği câiz görmediler. Yine büyükler buyurmuşlardır: " Büyüklere hatâ nisbet etmek hatadır". Ve haklarında red veya kabûl, haklı veya haksız gibi sözlerle dilini uzatarak ağzını açmak büyük küstahlıktır.

Cenâb-ı Hakkın bizlere fermanı şu yoldadır ki, onların kanlarını hedere ve akıtmağa ellerimizi bulaştırmak nasıl ki en şeni' [alçakça işlenmiş] bir cinâyet ise, Eshâb-ı kirâma haklı-haksız isnadlarla dillerimizi bulaştırmak da asla ve kat'a câiz değildir. En doğru yolda işte budur. Delilleri tedkîk ve iyice anlayan, vak'aları inceden inceye araştırdıktan sonra, hakîkatte hak İmam Alî (kerremallahü vecheh) iledir ve muhalifleri hatâdadır, demeleri ve hükm etmeleri şu şekilde takyîd olunur ki, eğer İmam Ali'nin (radıyallahü anh) muhalifleri ahval ve vaziyeti enine boyuna ve derinlemesine mulâhaza edip düşünseler, meseleyi esaslı münâzaralarla müzâkere [etüt] etmiş olsalardı, itikadlarıından dönmeleri mümkündü. Nitekim Cemel vak'asında, Zübeyr (radıyallahü anh) sonraları, esas mes'eleyi dikkatle teftîş ve tefehhus eyleyip [iyice inceleyip araştırınca] işin hakîkatini etraflıca mülahaza eyledi ve müşâcere ve münâzaadan pişman oldu, vaz geçti. İşte hakîkat itikad ve hüküm budur. Yoksa İmam Alî (radıyallahü anh) ve beraberinde bulunanlar hak üzere ve muhâribleri olan Âişe-i Sıddîka (radıyallahü anhâ) ve ona uyanlar batıl işle meşgul oldular demek ve onlara hatâ isnâd etmek asla câiz olamaz.

Hulâsa-i kelâm bu mes'ele şerîatte fer'-i [itikadla alâkalı olmayan] fıkhî bir mes'eledir ve ictihadlardaki ihtilâflardan ibârettir.

Her ne kadar bu zamanda kalbleri bâtınî [iç] hastalıkları ile hasta bir çok kimse, Muâviye ve Amr bin Âs (radıyallahü anhümâ) haklarında uzun dillilik ederek hürmetsizlikte bulunsalar da, meselenin hakîkati, yukarıda açıkladığımız ve anlattığımızdan öte bir şey değildir.

Bu şekilde olan kimseler anlamaz ve düşünmezler mi ki, Sahabe-i kirâmdan birini incitmek ve kusur isnâdıyla haklarında lâyık olmayan sözler söylemek, bizzât Server-i Âlem'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ezâ ve kusur isnâd etmektir. Allahu teâla bizi böylelerinin şerlerinden korusun. 

Şifâ-ı Şerîf'de Mâlik bin Enes'den naklen buyuruluyor ki: Muâviye ve Amr İbni Âs'a (radıyallahü anhümâ) kâfir veya dalâlet ehli diyen, yahud söven veya teşni' [ağır sözlerle] dil uzatan kimse, ne demişse, o odur ve söyledikleri aynen kendisine döner. Bu habis [çirkin] sözler insanların yanında söylenirse, söyleyeni şiddetle cezâlandırmak lâzımdır.

Allahu teâlâdan din, dünyâ ve âhırette afiyet ister ve Ondan kerîm olan Peygamberinin hurmetine, haklarında: "Onları seven mümin ve müttaki, onları sevmeyen münâfık ve şakîdir [kâfir veya facirdir]" buyurulan Eshâbının muhabbetini kalbimize doldurmasını dileriz. Âmin.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 552-...-557]