Rum Kayseri’nin kızı

 Allahü ehad ver-resulü Ahmed


İbrahim Havvas hazretleri anlatır:

Bir sene hacca gitmeye niyet ettim. Bu niyetle yola çıktım. Maksadım Kâbe-i şerif tarafına gitmek olduğu halde, istemeyerek ters yöne gidiyordum. Allahü teâlânın iradesi beni batı tarafına çekiyordu. En sonunda İstanbul’a gitmeye karar verdim. Şehre girdim. Yüksek bir köşk gördüm. Kapı önünde bir kısım insanlar, bir araya toplanmışlardı. Yaklaştım ve (Niçin toplandınız?) diye sordum. (Rum Kayseri’nin kızı delirdi. Çare bulmak için doktorları toplandı) dediler.


Bunda bir hikmet olsa gerektir, dedim ve içeri girdim. Orada Kayser’in kızını parlak ay gibi gördüm. Bana bakıp dedi ki:

- Hoş geldin, ey İbrahim Havvas!

- Beni nereden tanıyorsunuz?

- Canımı, Cânâna teslim etmek istedim ve Hak teâlâdan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyaz ettim. Rüyamda buyuruldu ki: “Yarın İbrahim Havvas sana gelecek!”

- Hastalığınız nedir?

- Bir gece dışarı çıkıp ibret nazarıyla gökyüzüne baktım. Kendimden geçtim. “Allahü ehad ver-resulü Ahmed” kelimesi dilime, manası kalbime geldi. Bu kelimeyi dilimden düşürmez oldum. Bu sebepten hâlime delilik alameti, bana da deli dediler. [Bu sözlerin manası, “Allah birdir ve Peygamberi Ahmed (yani Muhammed aleyhisselam)‘dır].

- Bizim diyara gelmek ister misin?

- Sizin diyarda ne var?

- Mekke, Medine ve Beytül-mukaddes (Mescid-i Aksa) oradadır.

- Sağ tarafına bak!


Baktım bir düzlükte Mekke, Medine ve Beytül-mukaddes karşımda duruyor gördüm. Az sonra dedi ki:

- Vakit yaklaştı. İstek ve arzu haddi aştı.


Kelime-i şehadet getirip ruhunu teslim etti.

Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çalışmak bir *Ni’met* dir kardeşim. Babam öldüğünde, ben 18 yaşında ve *Lise son* sınıfdaydım. Üç kız kardeşim vardı. Bir de annem vardı. *Sedat* küçüktü o zaman. 


Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bana sordular: *Senin annen, kardeşlerin ne yapıyor?* dediler. 


Ben de; Efendim, kız kardeşlerim ücretle *Nakış* işliyorlar. Her gün, sabahdan akşama kadar göz nûru döküyorlar. Çok zahmet çekiyorlar, zorlanıyorlar, dedim. 


Efendi hazretleri, beni dinleyince; *Hiç zor gelmesin. Meşgûliyet ni’metdir. Meşgûliyet olmazsa şeytân musallat olur. Onların dinleri için, dünyâları için, bu iş çok iyi*, buyurdu. 

********

İstanbuldan Ankaraya, bana mektup yazardı *Efendi* hazretleri. Bir mektûbunda; *Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak*, diye yazmış. 


Ben bunu okuyunca, içimden; *Allah Allah! Efendi hazretleri benimle şaka mı yapıyor acabâ? Din bilgisi nerdeee, ben nerde?* dedim. 


Ama dediği çıkdı. Şimdi hakîkaten soruyorlar. Hem de bütün dünyâ soruyor. Efendi nin kerâmeti bunlar işte. 


Bana, *Arabî* öğretdi, *Fârisî* öğretdi. Gençler gelirlerdi Efendi hazretlerine, elini öpüp bahçeye çıkarlar, bahçede birbirleriyle oyun oynarlardı, latîfe yaparlardı. Öyle geçerdi zamanları. 


Ama ben gitdim mi, *Efendi* nin yanından hiç ayrılmazdım. Bâzen *Sabah* namâzında giderdim, *Yatsı* ya kadar hiç yanından ayrılmazdım efendim. 

********

Bizim *Herkese Lâzım Olan Îmân* kitâbımız var ya, orada Efendimiz aleyhisselâmın fazîletleri diye bir başlık var. Orada şöyle yazıyor: 


*Namazlardan sonra, 11 ihlâs-ı şerîf okuyan, Cennete istediği kapıdan girsin*, diyor Peygamber Efendimiz. Ama, mü’min olanlar tabii, mü’min olmak şart. 


Kul hakkı olmamak da şart. Bunu, *Eshâb-ı kirâm* için söylüyor Peygamber Efendimiz, bizim için değil ki. *Îmânı* olacak, *Kul hakkı* olmıyacak, namazları *Kazâya* kalmıyacak. 


Onlar için bu, yâni *Eshâb-ı kirâm* için. Eğer biz de onlar gibi olursak, onlara benzersek, biz de dâhil oluruz o zümreye. *Zümre-i fâizîn*; yâni âhirette Cehennemden kurtulan zümre. Kurtulan cemâate inşallah biz de dâhil oluruz kardeşim.

Mevlânâ Celaleddin-i Rumi Hazretleri'nin vefatı

Mevlânâ Celaleddin-i Rumi Hazretleri'nin vefatı -17 Aralık 1273-


Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, büyük bir velî idi. Onun; Müslümanların haricindekileri de kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir. Hazreti Mevlânâ’yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek çok yanlıştır. O, tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatleri bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır.

“Şeb-i Arûs=düğün gecesi”

Mevlânâ ölüme, “Şeb-i Arûs=düğün gecesi” adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket değildir. Tekrar Allah’a dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesîlesidir...

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin son hastalığında, yanına hocası Sadreddîn-i Konevî ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler. Ziyâret esnâsında Mevlânâ’ya;

-Allahü teâlâ âcil şifâlar versin. İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ siz, âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur, dediler.

Mevlânâ hazretleri ise onlara;

-Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve âfiyetler ihsân eylesin. Artık bizim işimiz bitmiştir. Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış bir gömlek kaldı. Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar. Artık bana duâ ediniz, buyurdu.

Dostları, talebeleri;

-Cenâze namazınızı kim kıldırsın? diye sordular. Ona da;

-Hocam Sadreddîn Konevî hazretleri kıldırsın, buyurdular.

“Artık gitmek zamânıdır”

Hüsâmeddîn Çelebi anlatır:

-Mevlânâ hazretlerinin son günüydü. Bir delikanlının, hocam Mevlânâ’nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm. Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıyı karşılayarak, bana; “Döşeği kaldırın” buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü hocam hasta idi. O yiğidin yanına varıp; “Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından kalkarak sizi karşıladı?” diye sordum. O da; “Ben Azrâil’im. Rabbimizin emrini yerine getirmek, Mevlânâ’yı öbür âleme dâvet etmek için geldim” dedi. Mevlânâ da; “Rabbimiz, beni kendi hazretine dâvet ediyor. Artık gitmek zamânıdır. Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!” deyip Kelime-i şehâdet getirdi


Cemâzil-âhır’in beşine rastlıyan Pazar günü ikindi vaktinde fânî hayâta gözlerini yumdu.”


Mevlânâ vefât edince, İmâm İhtiyârüddîn gasl eyledi. Gasl ânında gördüklerini şöyle anlatır: “Mevlânâ’nın mübârek cesedini yıkamağa başladım. Üzerime öyle bir ayrılık acısı çöktü ki, ağlamaktan kendimi alamadım. Yıkamak şöyle dursun, zerre kadar hareket etmeye kadir olamadım. Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım. Yardımcılarım hiç ses çıkarmıyor, bana mâni olmuyorlardı. Bir ara dayanamadım, vücûduna sarılarak ağlamak istedim. O anda Mevlânâ’nın eli bileğimi sıkıca tuttu. Korkumdan aklım başımdan gitti. Bayılmışım. Kulağıma uğultu hâlinde, sahibini göremediğim sesler geliyordu. Diyordu ki: “Nûr, nûra karıştı. Âşık, Ma’şûka kavuştu. Bunda endişe edecek birşey yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için, hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar. Mü’minler ölmezler, belki fânî âlemden, sonsuz âleme nakil olunurlar.” Bu sözler beni kendime getirdi.”


Mevlânâ’nın vefâtında, uzaktan ve yakından o kadar çok insan geldi ki, köylerden, yakın şehirlerden, kadın-erkek, büyük-küçük, müslim, gayr-i müslim, yahûdiler ve hıristiyanlar, muhtelif mezheblere mensûp bütün halk mahşeri bir kalabalık hâlinde Konya’ya toplandılar. Cenâze için, herkes kendi dîninin icâblarını yapmak üzere hazır oldular. Herkes kendi inancında cenâzeye nasıl hizmet etmek lâzımsa onu yapmaya çalışıyorlardı. Mevlânâ’nın kitaplarını, güzel sesli kimselere yüksek sesle okutup ağlaşıyorlardı. Başlarına toprak saçıp, göğüslerini yumrukluyorlar, elbiselerini yırtarak cenâzenin etrâfında dolanıyorlardı. Bunların bu hâlleri müslümanları çok rahatsız ettiğinden, müslümanlar onları men etmeye, oradan göndermeye uğraşıyorlardı. Fakat buna bir türlü engel olamıyorlardı. Nihâyet Mu’înüddîn Pervane onların ileri gelen kimselerine, “Mevlânâ; müslüman, ilim ve irfan sahibi bir kimse idi. Sizin, böyle bir kimseye hizmet etmek için yaptığınız bu uygunsuz hareketlerin sebebi nedir? Lüzumsuz yere halkı izdihama sokmanızın hikmeti nedir? Böyle bir kimseyle sizin uzaktan ve yakından ne münâsebetiniz vardır?” dedi. Onlar da; “O, bizim Peygamberlerimizin güzel huylarını, üstün sıfatlarını üzerinde taşıyan büyük bir güneş idi. Bütün âlem onun ışığı ile aydınlanıyordu. O, her düşküne, her çaresize yardımcı oluyordu. Hâl böyle olunca, hangi kimse o güneşi istemez?” dediler. Sözü bir başka papaz alarak; “Mevlânâ dünyâda bir ekmek gibi idi. Ekmekten vazgeçen, onu sevmiyen kimse görülmüş müdür? İşte bunun gibi biz de Mevlânâ’dan vazgeçemeyiz. Biz, onun hasret acısına sabredemeyiz” dedi. Onların bu cevapları karşısında herkesi kendi hâline bıraktılar. Mevlânâ hazretlerinin tabutunu götürmek için bütün halk hücum ediyordu. Bu sebeble çiğnenenlerin ayak altında kalanların haddi hesabı yoktu. Mahşerî bir kalabalık tabutu elden ele almaya çalışıyorlardı. Bu izdihamdan tabut parçalandı, yerine yenisini getirdiler. Yine parçalandı, yenisini getirdiler. Bu şekilde altı defa tabut değiştirdiler. Nihâyet musalla taşına kondu.


Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: “Sadreddîn-i Konevî hazretleri, talebesi Mevlânâ’nın cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ona birden bire bir hıçkırık gelip kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelip namazı kıldırdı. Mevlânâ’nın vefâtına çok üzülmüştü. Talebelerinin ileri gelenlerinden ba’zıları; “Efendim! Namaz kıldıracağınız zaman, üzerinizde hiç görmediğimiz bir hâl vardı. Acaba hikmeti nedir?” dediler. Bunun üzerine; “Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda meleklerin saf saf dizilip, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) arkasında cenâze namazını kılmakta olduklarını gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mavi elbiseler giyinmiş ağlıyorlardı” buyurdu.


“Helâl kazanıp helâldan yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) uydurmalıdır.”


“Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennete girer.”


“Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır.”


“Nefsi mağlup etmek için, onu rahatsız etmelidir, istediği şeyi vermemelidir. En te’sîrlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır.”


“Az konuşmalıdır. Altı yerde dünyâ kelâmı ile meşgûl olmak uygun değildir. Bu konuşma yerleri: Mescidler, ilim meclisleri, ölü yanı, kabristanlar, ezân okunurken ve Kur’ân-ı kerîm okunurkendir.”


“Gurûrlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz, Peygamberimiz hep riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yememiştir.”ve bu fânî hayâta gözlerini yumdu...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Büyüklerden biri; *Herkes âhirinden, sonundan korkuyor, îmânlı mı gideceğim, îmânsız mı? diye. Ben ise Ezel'den korkuyorum*, buyurmuş. Yâni kazâ ve kaderden korkuyorum demek istemiş. 


O kadar ni’met içindeyiz ki kardeşim, elhamdülillah. Hele bu büyüklere olan *Muhabbet*, en büyük *Ni’met* dir. Evvelâ onları tanımak, sonra sevmek ve tâbi olmak. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri* ile görüşmeğe, *Bir gün* için, hattâ *Bir sâat* için Ankara’dan gelirdim. Bir sâat sonra geri giderdim, trenle. Mevsim *Kış*. En çok Eskişehir *Soğuk* olurdu. 


Bir keresinde yine Ankaradan gelirken, trende hiç *Yer* bulamadım. Kompartımanlarda yer yok. Kompartımanların önünde *Koridor* var, daracık bir yer. Orada da köylüler yatakları istiflemiş, yığmışlar, yatıyorlar. 


Aralarından atlıya atlıya geçiliyor. Orda da yer yok. Yâni oturacak, çömelecek kadar bir *Yer* bulamadım. Hattâ ayakda duracak bir yer bile *Yok* du. 


Mecbûren iki vagonu birbirine bağlıyan o körüklü yerde *Ayakda* geldim. Bir ayağımı bir vagona basdım, ikinci ayağımı öbür vagona basdım. Öylece geldim. 


*Dondum, dondum!* Ama tren Eskişehire varıp da, oradan *İstanbula* doğru hareket etdi mi, bana ferahlık gelirdi. *Oohh, Efendiye yaklaşıyoruz*, diye sevinirdim. 


Tren İstanbula doğru ilerlerken *Neş’e* içinde olurdum, *Sevinç* ten bayılırdım, *Efendi* ye yaklaşıyoruz, diye. Trenden inerdim, doooğru *Vapura*, oradan *Köprü* ye, köprüden de *Eyüb*’e. 


Vapurdan iner, Eyüp’deki o yokuşu *Zevk* le çıkardım. Yorulurdum tabii. Huzûruna girince, beni yanına oturturdu Mübârek. *Ne var ne yok, nerden geliyorsun?* derdi. Ben de anlatırdım, o soğukları filân.

********

İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Bin sene uğraşsam, dünyâyı kalbime getiremem*, buyuruyor. Bu, hiçbir iş yapmıyacak demek değildir. Zîra *Kalp* başkadır, *Akıl* başkadır. 


Dünyâ işleri *Akıl* ile olur. İster matematik öğretmeni olsun, hesap yapsın, ister diş tabîbi olsun. *Kalp* ise, Allah sevgisi ile doludur, dünyâ ona zarar vermez. 


Efendi hazretlerine ilk gittiğimde, oda hayli kalabalıkdı efendim. İçeriye girmeye utandım, kapının dışında edeble oturdum. *Efendi* hazretleri beni görmüş.


Oturduğu yerden, *Küçük Efendi, içeri gel, benim yanımda otur!* diye seslendi. Beni, dizinin dibine oturttu efendim. O büyüklerin dizinin dibine oturmak çok *Kıymetli* dir.

Seyyîd Ahmed Rıfâî hazretlerinin merhameti

Seyyîd Ahmed Rıfâî hazretleri evliyânın büyüklerinden ve “Vilâyet-i Uzmâ” sahibi, “Dörtler” diye isimlendirilen kutublardan biridir. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) soyundan olup, seyyiddir... CÜZZAMLI KÖPEĞİ TEDAVİ ETTİ

Bir köpek cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Hiç kimse köpeği bu iğrenç hâlinden dolayı kapısına koymadı. Bu şekilde kapılardan kovula kovula, Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin kapısına geldi. Ahmed Rıfâî hazretleri onu alıp, şehir dışına götürdü ve orada tedaviye başladı. Bu köpek kırk günde sıhhate kavuştu. O da güzelce yıkayıp tekrar şehre getirdi. Kendisine, “Efendim! Bu köpeğe çok ilgi gösterdiniz. Acaba hikmeti nedir?” diye sordular. Onlara “Kıyamet günü Rabbimin bana, ‘Bu köpeğe niçin acımadın? Onu uğrattığım bu belâdan niçin kurtarmadın? Aynı belâya seni de düşürmem ihtimâlini niçin düşünmedin?’ diye sormasından korktum. Ey insanlar! Kalblerinizi Allahü teâlânın yarattıklarına karşı merhamet hissiyle doldurunuz. Cenâb-ı Hakkın sizi de aynı derde müptelâ kılmasından korkunuz” buyurdular.

Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri bir gün, abdest alırken elini uzatmış bir hâlde bir müddet bekledi. Bu sırada, talebelerinden hizmetini gören Ya’kûb oraya geldi. Hocasının elini uzatmış hâlde bekler görünce, tutup o elini öptü. O zaman Ya’kûb’a, “Ey Ya’kûb! Zavallı hayvanı niçin rahatsız ettin” buyurdu. Bu sözden bir şey anlamayan Ya’kûb, “Efendim, anlayamadım, acaba zavallı hayvandan neyi kastediyorsunuz?” diye sorunca, “Rızkını elimden yemekte olan sineği kaçırdın” buyurarak, hayvanlara olan merhametini izah etmek istediler...


“BU DÜNYA FÂNÎDİR...”

Fıkıh âlimlerinden Yûsuf Ebû Zekeriyâ hazretleri anlatır:

Seyyid Rıfâî hazretleri, binlerce kişiye camide nasîhat ediyordu. Cemâat arasında bulunan âlimler, kendisine pek çetin suâller sordular. Seyyid hazretleri her sorunun cevâbını ânında en ince teferruatına kadar açıklıyordu. Dayanamadım, suâl soranlara, “Yeter artık. Ne kadar sorarsanız sorunuz, hepsine cevap verileceğini anladınız” dedim. Bu sözüm üzerine mübarek “Ey Ebû Zekeriyyâ! Dünyâ fânîdir. Bırakınız ben hayatta iken sorsunlar” buyurdular. “Bu dünyâ fânîdir” sözü o kadar tesir etti ki, cemâatten beş kişi orada vefât etti. İbâdetlerini tam yapmayan binlerce kimse de tövbe edip doğru yola geldi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Tüccardan biri, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü işitmiş. Kendi kendine; *Bu zât, Allahın sevgili kulu, Velî, kerâmetler sâhibi, acabâ nasıl bir adam?* diye merak etmiş. 


Gitmiş Bağdat’a, sormuş, bulunduğu yeri öğrenmiş. Ziyâretine gidip elini öpmüş, huzûrunda oturmuş. Bir de bakmış ki, üzerinde gâyet kıymetli bir *Elbise*, omuzunda çok kıymetli bir *Acem şalı* var. Kaç bin liralık kıymetinde. 


Kendi kendine düşünmüş. Demiş ki: Ben o kadar zengin tüccar olduğum hâlde, böyle kıymetli *Elbise* alamıyorum, giyemiyorum, hele böyle güzel bir *Şal* hiç kullanamıyorum, param yetişmiyor. 


Buna, *Allah adamı* diyorlar. Allah adamı böyle mi olur? Benim giyemediğim elbiseyi giyiyor. Bu Allah adamı dedikleri, tam Dünyâ adamı. Dünyâ adamına Allah adamı diyorlar. 


O böyle düşünürken, bir dilenci odaya giriyor. *Allah rızâsı için bir şey veren yok mu?* diye dolaşıyor. Herkes cüzdanını çıkarıyor. Fakîre vermek için *Bozuk para* arıyor. 


*Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerine sıra geliyor. Fakîr, Allah rızâsı için bir şey verir misin? diyor. Mübârek zât ona; *Şu sırtımdaki şalı al*, diyor. Fakîr de çekip alıyor, sonra çıkıp gidiyor. 


Ama tüccarın aklı da onunla berâber gidiyor. İçinden; *Vây canına, kaç bin akçelik şalı nasıl verdi?* diyor. Aklı ermiyor bu işe. 


Biraz sonra bir zengin geliyor. Elinde bir paket. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin huzûruna geliyor. Elini öperken; *Efendim, bu paketdekini âcizâne size hediye getirdim. Allah rızâsı için kabûl ediniz*, diyor. 


Mübârek zât; *Aç bakalım, nedir o?* buyuruyor. Açıyor, bir de ne görsün. Biraz evvel bir fakire verdiği o kıymetli *Acem Şalı*. Zengin diyor ki: 


Efendim, Fakîrin biri bunu satılığa çıkartmış satıyordu. Bakdım, çok hoşuma gitdi, çok kıymetli, bunu zât-ı âlinize lâyık gördüm, satın aldım. Allah rızâsı için kabûl edin, diyor. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de; *Pekâlâ, omuzuma koy!* buyuruyor. Sonra dönüyor o tüccara, buyuruyor ki; 


Biz dünyâ malını kullanırız, ama *Allah rızâsı için al* diyen olursa, alıyoruz. *Allah rızâsı için ver* diyen olursa veriyoruz. İstiyene *Al* diyoruz, getirene *Koy* diyoruz. 


Öyle deyince, tüccar kalkıyor, *Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerinin ayaklarına kapanıyor. Ve talebesi olmakla şerefleniyor.

Evliyanın kerameti haktır

Evliyanın kerameti, nice kimselerin gafletten uyanmasına, hidayete kavuşmasına vesile olmuştur. Evliyanın kerametlerini anlatan çok kitap yazılmıştır. Hilye-tül-Evliya, Reşehat, Tezkiret-ül Evliya ve Cami’u keramat-il-Evliya bunlardan birkaçıdır.


Evliya olmayan keramet göremez ve kerameti gizlemek farzdır demek ne kadar cahilce bir sözdür. Birkaç örnek verelim:


1- Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar getirdi. (Neml 40)


Hazret-i Süleyman’ın veziri peygamber olmadığı halde, evliya olduğu için bu kerameti göstermiştir. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu evliya zatın haram işlediği söylenir. Haram işleyen kimse nasıl evliya olur ki?


2- Hazret-i Meryem’e her zaman taze meyve ve yiyecek verilirdi. (Al-i İmran 37)


Hazret-i Meryem kış aylarında yaz meyveleri, yaz aylarında kış meyveleri geldiğini niye gizlemedi ki? (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Meryem’i haram işlemekle suçlamış oluruz.


3- Musa aleyhisselamla giden gencin sepetindeki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf 86)


(Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu genç evliyayı haram işlemekle suçlamış oluruz.


4- Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzereyken, bu hali görüp, kumandana, (Yâ Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da dağa yanaştı ve zafere kavuştu. (Cami-ul-keramat, Kısas-ı enbiya, Şevahid, İrşad-üt-talibin)


Hazret-i Ömer bunu herkesin içinde söyledi. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Ömer’i haram işlemekle suçlamış oluruz.


Evliya kerametini gizler, göstermek istemez; ama ihtiyaç duyulunca gösterir. Zaten Evliya durup dururken keramet göstermez. Bir ihtiyaç hissederse, o zaman elinde olmayarak da görülebilir.

İşte dünya bu!

Kalbi Rabbinden gafil olanların akıbeti!..


Bir adam İsa aleyhisselam ile arkadaşlık yapmak ister. Büyük nebi kırmaz, birlikte yola çıkarlar... Bir müddet yürüdükten sonra su başında dururlar...


Bütün kötülüklerin başı, kalbin Rabbinden gafil olmasıdır. Ahiret günü haramın azabı olduğu gibi, helâlin de hesabı vardır. İmam-ı Gazâli (rahmetullahi aleyh) İhya-ül Ulum kitabında bu hususta şu ibretlik kıssayı nakleder:


Bir adam İsa aleyhisselam ile arkadaşlık yapmak ister. Büyük nebi kırmaz, birlikte yola çıkarlar... Bir miktar yürüdükten sonra su başında dururlar. Yanlarında üç ekmek vardır. Ekmeğin ikisini yerler. İsa aleyhisselam gidip su içer, döndüğünde üçüncü ekmeği göremeyince sorar:


-Ekmeğe ne oldu?


-Bilmiyorum, cevabını alır...


Hazret-i İsa arkadaşı ile yola devam eder. Hayli acıkırlar. İki geyik yavrusuna rastlarlar. İsa aleyhisselam yavrulardan birini çağırır, koşa koşa gelir. Keser, pişirir ve yerler. Sonra "Allahın izni ile kalk" der. Geyik yavrusu dirilip annesinin yanına gider. İsa aleyhisselam arkadaşına dönüp yine sorar:


-Sana bu mucizeyi gösteren Allahın adına yemin veriyorum! Söyle o ekmeği kim aldı?


-Bilmiyorum.


Yola devam eder, bir nehirle karşılaşırlar. Köprü yok, sandal yok. Karşıya geçmeleri lâzım. İsa aleyhisselam adamın elini tutar, burula burula akan coşkun suların üstünde yürürler. Tekrar sorar:


-Bana bu mucizeyi veren Allahü teala aşkına söyle ekmek ne oldu?


-Bilmem, haberim olsa söylerim.


Nihayet ovaya inerler. İsa aleyhisselam bir miktar toprak yığar ve dua eder. Küçük tepecik çil çil altın hâline döner. Bunu üçe taksim eder. "Biri benim" buyurur, "biri senin, üçüncü de kayıp ekmeği yiyenin!" Hemen itiraf eder;


-O ekmeği ben yemiştim!..


İsa aleyhisselam;


-Al üçü de senin olsun, deyip ayrılır. Adam altınları nasıl taşıyacağını düşünürken iki harami gelir:


-Bizi de ortak et, eğer eceline susamadınsa...


-Zaten üç parça, gelin paylaşalım.


Altınları koyacak torba ve yiyecek alsın diye haramilerden birini kasabaya gönderirler. Onun da dünya sevgisi ağır basar, "dur şunları zehirleyeyim" der, "altınların hepsi bana kalsın."


Bekleyenler de ihanet içindedirler. "Var mısın onu öldürelim" derler, "üçe değil ikiye bölmek varken..."


Nitekim yemeklerle çuvallarla gelen arkadaşlarına saldırır, acımadan katlederler. Sonra oturup yemeği yerler.


Zehir kanlarına işler, peş peşe toprağa düşerler...


İsa aleyhisselam dönüşte bakar ki altınlar olduğu gibi ortada durmakta ve başında üç ceset yatmakta. İbretle bakar ve şöyle buyururlar: "İşte dünya!"


Evet, işte dünya bu!..

İZ BIRAKANLAR : PROF. DR. ORHAN KARMIŞ

Orhan Karmış 1937 Bursa doğumlu... 1966 Ankara İlahiyat Fakültesi’den mezun... İhtisasını Bağdat Üniversitesi’nde (1969), doktorasını Ankara İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı (1975). Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde dekanlık yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın isteği üzerine Almanya’daki Türk çocuklarının dinî eğitim ve öğretim müfredatını hazırladı. Uzun yıllar hem Türkiye Gazetesi’nde köşe yazdı, hem de TGRT ekranlarında ilmi, ahlakî konuları anlattı. Lisana çok hakimdi. Fransızca, İngilizce, Arabî, Farisî bilirdi. Başta Tatarca olmak üzere Türk lehçelerine hakimdi. Türkçe’yi berrak konuşur, bir kullandığı kelimeyi bir daha asla kullanmazdı. O muhteşem tefsir programları unutulmadı, sesi hâlâ kulaklarımızda.

Anneciği bir Kur’an-ı kerim âşığı... Elifbayı onun eteği dibinde öğreniyor, ağzı süt kokarken hafız oluyor. Yetim kaldığında daha 13 yaşında... Başında iki abla, bir kız kardeş, bir ana! İmam Hatip okuluna gidiyor ve rahat bitiriyor... Ama o yıllarda İmam Hatip mezunlarını İlahiyata almıyorlar (garabete bak). Bursa Erkek Lisesi’nin (ki zor bir lisedir) imtihanlarına giriyor, bir defada hepsini veriyor. İlahiyat Fakültesinden mezun olduktan sonra bir süre Bursa Alacahırka Mescidinde imamlık yapıyor…


Orhan Karmış Hoca’yı en iyi kim anlatır? Elbette oğlu Mustafa! Sağ olsun kırmıyor, hatıralarını bizimle paylaşıyor.

*

GÖNLÜNE GÖRE...

Vefat edince donduk kaldık. Rahmetli babam vasiyetini yazmış olmalıydı. Binlerce kitabı var, şimdi kim bilir hangisinin arasında? İlk önce lügati açtık. Çünkü o daima elinin altında. Umduğumuz gibi çıktı, vasiyet orada! Sadece iki satır yazmış: Besmele... Hamdele... İstek tek cümle:

“Naaşım Halid bin Zeyd hazretlerinin yakınına defnedile!”

Ağabeyim Mücahit ile o kadar şaşkınız ki birbirimize soruyoruz.

“Halid bin Zeyd kimdi?”

Neden sonra uyandık, tabii yaaa... Eyyûb Sultan! Tam da o gün Üzeyir Garih öldürülmüş, defin kesin yasak. Mezarlıklar Müdürü usulen soruyor “merhumun adı?”

- Orhan Karmış

- Nee! Hocam rahmet-i rahmana mı kavuştu? İnna lillah.. Söyleyin ne emriniz var?

İşler tıkır tıkır... Kıl çekiyoruz tereyağından...

Üç ay sonra annem vefat etti. Onu da yanına defnettik, bıraktık mı baş başa...

 “Abim ve ben babamızın duasını ayan beyan hissediyoruz. İnanıyor musun bize yol gösteriyor hâlâ. Sahip çıkıyor. Geçen rüyamda kabrini ziyaret ediyormuşum... Bir asansörle iniyorum toprak altına. Aaa babam karşımda... Nasıl neşeli, nasıl ferah. ‘Görüyorsun ya oğlum’ diyor, ‘çok rahatım.’ Doğrusu imreniyorum ona...

- Niye diye sormayacak mısın?

- Niye baba?

- Çünkü bir vakit bile borcum yok! Aman namazlarını aksatma!.. Sıçrıyorum, müezzinler minarede, İstanbul yeni bir güne uyanıyor...


HERKESE HER KESİME

Orhan Karmış Hoca halk adamıydı, düğünlere de cenazelere de katılır, sevinci de, hüznü de paylaşırdı. Okuduğu aşr-ı şeriflerle yüreğimizin pasını siler, duygulu dualarıyla ağlatırdı.

Bir gün Bolu dağında mola vermiştik. Bir Kuveytli koştu geldi eline kapandı. “Sırf sizin için uydu anten kurdum. Kıraatınız harika. Arap olmalısınız mutlaka... “

Bir general hanımı aradı yine. “İslamiyet ne muhteşemmiş meğer, siz şimdiye kadar neredeydiniz hocam?”

“Orhan Karmış Sizlerle” adlı bir program yapmıştık. Seviyeli münazaralar.... Bülent Ecevit tam dört kere aramıştı mesela. Demirel, Erbakan, rahmetli Türkeş ve rahmetli Özal’ın istişâre ettiklerini biliyorum. Her dönem “mebusluk” teklifleri gelir. Amerika, Arap ülkelerindeki üniversiteler servet döker ayağına... Yok! Parayla pulla, makamla işi olmaz.

O, Efendimize (Sallallahü aleyhi ve sellem) âşıktı. Gözlerini de Server-i âlem gibi kapadı... Tam 63 yaşında...


BÜYÜKLE BÜYÜK ÇOCUKLA ÇOCUK!

Bizim hayatımızda Ankara yıllarının yeri ayrıdır. Seyyid Emin Garbi Arvas gibi dostumuz vardı zira... “Emin Amcaya gideceğiz” dendi mi Mücahit abimle giyinir, kapıya çıkardık anında. Mübareğin evinden çay (tabii ki kaçak) eksik olmaz... Gülsüm Teyze kekler kurabiyeler hazırlar, bizi hoşça tutar. Meğer Emin Amcanın boyu 170 filanmış. Biz onu dağ gibi sanırdık, devler tıfıl kalır yanında... Tertemiz bir yüz, şık elbiseler ve çok güzel kokar. Eline sarılırız miss. Babamla bir araya geldiler mi girift mevzulara dalar, bambaşka âlemlere yelken açarlar. Menkıbeler, kıssalar... Küçükler de hisse kapar. Babam kimseye mesafe koymaz, gençle genç, çocukla çocuk olur, bir ortak payda bulur mutlaka. 

Almanya’da Türk çocukları için bir program hazırlanıyor. Sonders Inst... Burada kabul görmek kolay değil. Babam Fransızca, İngilizce, Arabi, Farisi bilirdi. Başta Tatarca olmak üzere Türk lehçelerine hakimdi. Almanya’ya gittiğinde yaşı 52’ydi, oturup Almanca öğrendi.

Batılılar çocuklara her şeyi resimle anlatıyorlar. Konu İslam tarihi. Peygamber efendimizi resimlemeye kalkıyorlar. Babam onları, niye olmayacağına ikna ediyor. “Tamam” diyorlar, “sen yaz, biz imzalayalım.”

Aradan yıllar geçti, bi vesile ile Almanya’ya gittik. Enstitü ayaklandı, elini öpen öpene. Müdür kapıda karşıladı, kollarını kocaman kocaman açmış. Adam ağlamaklı “Vay Herr Karmış vayyy!..”

İrfan Özfatura

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıymetsiz Yazılar* kitâbını akşamları okuyoruz kardeşim. *F* harfinde birinci kelime *Fâsık*. Fâsık, farzları yapmıyan, harâm işliyen kimseye denir. 


*Fâsıkın ve bid’at sâhibinin dâvetine gitmemeli, yemeğini yememelidir!* diye akşam okudum. 


*Celâleddîn-i Rûmî* hazretleri bile *Mesnevî* sine başlarken, daha ilk satırında; *Benim kitâbım düdük gibidir*, diyor. 


Düdükden çıkan ses kimin sesidir? Düdüğü kim çalıyorsa onun sesidir. *Beni de kim söyletiyorsa, Onun sözüdür* bunlar, diyor. 

********

Namaz kılmıyanın duâsı kabûl olmaz. Onun için sebebe yapışmayı emrediyor cenâb-ı Hak. *El kâsibü habîbullah*. hadîs-i şerîf bu. *Kâsib*, kesbeden, çalışan, sebebe yapışan demekdir. 


Dertlerden, belâlardan ve sihirden korunmak için, *Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihî şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves semî’ül alîm* okumalı. Bunu okuyana sihir te’sîr etmez. 


Meselâ, bana sihir te’sîr etmez. Niçin? Çünkü ben her gün *Kul eûzüleri*, bir de bu *Duâyı* okuyorum. Büyüklerimiz diyorlar ki: *Bunları okuyana sihir te’sîr etmez!* 


Onun için *Sihir yapmışlar* diye hiç üzülmeyin. Asıl mühim olan, bunu okuyana sihir te’sîr etmez ve her türlü belâlardan o gün Allahü teâlâ muhâfaza eder. 


O hâlde, *Ben büyü yaparım, şöyle yaparım! Böyle yaparım!* diyenlere hiç aldanmayın, ehemmiyyet vermeyin kardeşim. 


*Bunu okuyana, sihr te’sîr etmez*, diye kim yazıyor? *İslâm âlimleri*. Şaka değil. Onun bunun sözü değil. 


*Sihir nasıl yapılır?* diye, biri, büyü kitâbı basdırmış. Onun için herkes büyücü oldu şimdi. 


Herkes, birinden intikam almak için; *Ben ona bir büyü yapdırayım da görsün!* diyor. Hâlbuki yukardaki duâyı okuyana büyü te’sîr etmez ki. Allahü teâlâ kullarını hiç sâhipsiz bırakır mı?