Yâdigâr mektûblar 56.mektûb

 Ve aleykümselâm kıymetli Hulki [Demiray]

Güzel yazılarınızı okudum. Çok istifâde etdim. Nasıl güzel olmasın ki hem zâhiri güzel, hem bâtını, ma'nâsı da rûha güzel geliyor. Mektûblarımdan istifâde ediyormuşsunuz. Burada da sizin yazılarınızdan istifâde ediyoruz. Mektûbunuzu saklamak, her zemân okumak ve okutmak isterdim. Fakat hüsn-i zan ederek yazdığınız satırlar buna mâni' oluyor.

Duâlarınıza çok teşekkür ederim. Ali İhsân'ın [Göksaltık] arkadaşlarını ilme, fazîlete teşvik etmesi, onun îmânının çokluğuna, ibâdullaha olan şefkatine alâmetdir, çok iyidir. Fakat zarûretler icâbı buna imkân olamıyor. Cenâb-ı Hak niyyetinin ve ona ni'metinin mükâfâtını elbette ihsân eder. Ali İhsân'a kimse kırılmaz. O, ancak sevilir. Ne yapalım sohbet herkese nasîb olmuyor. Binde bir kimse o ni'metle şereflenir. O halde hâlimize çok şükr edelim.

Mektûba verdiğiniz adrese çok memnûn oldum. Diğer arkadaşlar da öyle adres vermeli, müslimânlar uyanık olmalıdır. Siyâsî görüşlü olmak [ilm-i siyâsete, insanların ve zamanın hallerine dikkat etmek, fitneye sebep olmamak] lâzımdır.

1- Kâfirlerin işi demek kâfirlik işi, ibâdetleri ve dine bağlı hareketleri demekdir. İslâmiyyetin beğendiği şeyleri kâfirler yapsa da beğenmek, yapmak lâzımdır. Bir malı güzel yapmış demek küfr olmaz. Halbuki bir müslimân bir harâm işlese, bu harâma güzel diyenler kâfir olur.

2- Özürleri aynı olanlar birbirlerine imâm olabilir. Dişleri [ndeki dolgu veya kaplama] sebebiyle Şâfi'î mezhebini taklîd edenler birbirlerine imâm olabilir. Fakat dişleri özürsüz bir imâm intihâb etmek efdaldir.

3- ilimleri unutmak, tereddüd gelmek, kalb kararmasından olduğu gibi; bu zemânda muhîtin zulmetinin kalbe aks etmesinden de olur. Sâlih insanların yazıları, sözleri, muhatabın ihlâsı nisbetinde unutulmaz.

4- Tekbîr getirirken niyyet etmiş bulunmak şartdır, demek istiyor. Ya'nî tekbîrden sonra niyyet olmaz. Tekbîrden biraz evvel de niyyet edilebilir. Fakat tekbîr getirirken niyyet etmek daha iyi olur. Tekbîr ile niyyet arasında başka hareket yapmamalıdır. Tekbîr getirirken niyyet etmeli; biraz evvel etmiş ise Cenâb-ı Hakdan gâfil olmamalıdır.

5- Eshâb-ı Kirâm 4'ncü sahîfesindeki satırlar Mir'at-i  Kâinât'dan alındı. O zemân bütün âlimler böyle biliyordu. Fakat İmâm-ı Rabbânî (radıyallahü anh) Eshâb-ı kirâmın kemâlâtını herkesden iyi anlayıp, meleklerden yüksek olduklarını bildirdi. Keşki Eshâb-ı Kiram kitâbına böyle yazsaydık iyi olurdu.

Tevbe eden, seher vakti ağlayan günâhkârlar makbûldür. Günâh işlememek için nemâzı iyi öğrenmelidir. Nemâz günâhdan korur. Bütün arkadaşlara selâm ve duâlar ederim efendim.

Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçedir (70. mektûb)

  Şeyh Bedreddin Serhendî hazretlerinin oğlu Molla Muhammed Efdal'e. Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçedir hadîs-i şerîfi hakkında ve Müceddidi Elfi Sanı hazretlerinin şereflendirdiği müjdenin beyânı hakkındadır:

Bismillahil-azim ve musalliyen alâ Resûlihil -kerîm ve âlihi ecmain.

Hadîs-i şerîfte geldi ki:

"Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçedir."

Bahçe olan kabir, kabrin bulunduğu yerle Cennet arasındaki perdenin ve mesafenin kalkması ve bu iki yer arasında hiçbir perde ve engel kalmaması demektir. Sanki kabrin bulunduğu yerin cennetle fenâ ve bekâya kavuşmasıdır. Anlayın.

Resûl-i ekremin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem):

"Kabrim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir" hadîs-i şerîfinin ma'nâsı da budur. Bilmek lâzımdır ki, böyle bahçe ehass-ı havas [seçilmişlerin seçilmişlerine] mahsûstur. Her mümine müyesser değildir. Demek isteriz ki, müminlerin kabri safa ve nûrâniyetli olur, o kabre Cennetten bir şua gelmesine istidad kazanır ve ayna gibi parlak olur.

Şurasını da açıklayalım ki, bizim Hazreti Îşânımız Müceddid-i elfi sânî, din ve dünyanın Serverine (aleyhi efdalüs-salavât ve ekmel-üt-tehıyyât) son derece tâbi'olmakla, müjdelendiler ki, O Hazretin kabrinin bulunduğu ravda [bahçe] ve o ravda-ı mukaddesin eski sahası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir. 

Buyurdular: Bana müjde verildi ki, o tebşîr edilen bahçenin [kabrin] toprağından bir kimsenin kabrine bir avuç toprak atarlarsa, büyük ümiddir. Yâ oraya defn olunan nasıldır.

Elhamdü lillahi rabbil-âlemin ves-salâtü ves-selâmü alâ resûlihi Muhammedin ve âlihi ecmaîn. 

(Mektûbât-ı Ma'sûmiyye, 1.cild, 70.mektûb, sf: 217-218)

Mütercim: (Süleyman Kuku rahmetullahi aleyh)

Efendi hazretlerinin vefâtlarına yakın söylediği söz

 Efendi hazretlerinin, vefâtlarına yakın günlerde söyledikleri şu ma'nidâr söz, kıyâmete kadar kulaklarda çınlayacak!

"Hâkezâ, yemûtûnes -sâlihûn. Yemûtüne fil mezâbili ve ye'kûlûnel kilâbü luhûmehüm".

"Sâlihler böylece ölürler. Hem de çöplüklerde ölürler ve etlerini köpekler yer".

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild,sf:416)

Türkiye harab oldu

 Bitlis hacılarından biri anlattı: "Bir gün Kâbe-i muazzama hareminde, Bitlis delîli ile yedi sekiz kişiden ibâret mahzûn [gayet üzüntülü] bir cemâate rast geldik. Bu cemâat da orada vazîfeli delillerden idiler. Bizim oraların ya'nî Bitlis delîli, o üzgün cemaatten, sebeb-i hüzünlerini sordu. İçlerinden biri: "Türkiye harab oldu" dedi. Ben de, vatanım olan Türkiye'nin, Allah korusun, bir istilâya uğradığı veya bir harbe girdiği korkusundan heyecanlanıp, o zata: "sebebi nedir, ne oldu?" dedim. Cevabında: "İstanbul'da Seyyîd Abdülhakîm (kuddise sirruh) isminde bir mürşid-i kâmil-i mükemmil var idi. Bu günlerde âhırete intikal etti, dedi. Efendim, siz onu tanıyor musunuz? Dedim. Cevâbında " Allahu ekber! Türkler hâric onu bütün dünya tanıyor" dedi.

Hacı, delîl vâsıtasıyla: "Bu zat nasıl birisidir", diye sorunca: "Allah bilir,kıyâmete kadar, hazreti Mehdî dışında öyle bir zat bir daha dünyaya gelmez", dedi. "Siz onu gördünüz mü?" dedi. Maalesef görmedim, cevabını verdi.

Nitekim Yemen cinlerinden bir cemâatin gelip, Efendi hazretlerine: " Bunlar senin kıymetini bilmiyor, sizi Yemen'e götürelim" deyip, sabaha kadar yalvardıklarını daha önce arz etmiştik.

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı,2.cild,sf: 416)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Siz o kadar mümtaz ve seçilmiş insanlarsınız ki kardeşim, Allahü teâlâ size bu kalbi nasîb etmiş. Öyle bir kalb ki, *(Elmas)* hiç kalır yanında. Çok kıymetli olan bu elmas, hepinizin kalbinde var. Daha ne istiyorsunuz? 


Bu ni’met verilmişse, her şey verilmiş demekdir. Allahü teâlâ, bu dîne hizmet edenleri, sâdece ibâdetle meşgûl olan, harâmdan sakınan âbidlerden daha çok seviyor. 


Bu gençler, islâmın yayılmasına hizmet edecek, bizim de mezarda, rûhumuz şâd olacak inşallah. 


Efendim, bu dünyâda, hem dünyâ seâdetine, hem de âhiret seâdetine kavuşmak, iki şeye bağlıdır. Bu iki şeyi yapan, râhat eder. Bundan daha sağlam bir *(sigorta)* yok efendim. 


Birincisi, Peygamber aleyhisselâmın izinde yürümekdir. Onun bildirdiği, Onun teblîğ etdiği dîne tâbi olmakdır. Tabii bunun için de, bu dîni öğrenmek lâzımdır. 


Peygamber aleyhisselâmın buyurdukları, anlatdıkları dîni, yine Onun *(vârisleri)* nden birinin ağzından, yâhut kaleminden, kitâbından öğrenmek şansı, pek az bulunan, çok büyük bir ni’metdir. 


Bunu öğrenmek imkânını Allah birine vermişse, ne büyük seâdetdir. İşte siz, bu şansa sâhipsiniz kardeşim. 


Allahü teâlâ, bütün Peygamberleri, bir maksatla, yâni *(Kullarımı ateşden kurtarın)* diye göndermişdir. İşte buna *(Cihâd)* denir. Cihâd demek, Onun kullarına dînini anlatmakdır.


Onları dâvet etmekdir. Siz bu vazîfeyi yapdığınız için, Peygamberlik vazîfesine tâlipsiniz kardeşim. Onun için, sizin yeriniz, başımızın üstüdür. 


Cennetin en yüksek derecesi *(Şehîd)* lere mi verilir? Hayır. İslâmiyeti yayanlara verilir. Zâten şehîdler de, islâmiyeti yaymak için şehîd oluyorlar. 


İslâmiyeti yayanlara, Cennetde en yüksek derece var. Peygamber Efendimize sormuşlar (İnsanların en kıymetlisi kimdir?) diye. 


Efendimiz, bu suâle şöyle cevap vermiş. *(İnsanların en iyisi, dînini öğrenen ve öğrendiğini başkalarına öğretendir)* buyurmuş.

Cebrâil Aleyhisselâm

 Melekler görülebilir. Fakat asıl şekilleriyle değil, başka bir şekilde. Cebrâil aleyhisselâmı asıl şekliyle yalnız Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) görmüştür. Diğer peygamberler görmediler. Cebrâillik şekli başkadır. Diğer peygamberler melek şeklinde gördüler. 

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî)

 

Karz-ı hasen [Kârsız borç]

 - Karz-ı hasen [kârsız borç] îmân kefâleti dolayısıyla kefâlet-i ilâhiyye ile verildiğinden, sadakadan efdaldir.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

İlk yaratılan şey

 -Evvel halk edilen Nûr-i Muhammedî (sallallahü aleyhi ve sellem), sonra mâ-i gayr-i mütearif [bilinmeyen su], sonra Arş, sonra Kalem. Nûr-i Muhammedî (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Âdem aleyhisselâmın alnında, Ebû Bekr'in (radıyallahü anh) nûru bir parmağında, İmam Ömer'in (radıyallahü anh) nûru bir parmağında, İmam Osman'ın (radıyallahü teâlâ anh) nûru bir parmağında, İmam Alî'nin (radıyallahü teâlâ anh) nûru bir parmağında, enbiyâ ve evliyânın rûhları Âdem aleyhisselâmın vücûdunun her yerinde idi. 

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Diğer tarîkatlerde kalbin zikretmesi için, senelerce, bâzen 40 sene çile çekilirdi. Nakşibendî yolunda ise, *(mürşid-i kâmil)* in acıyarak bir bakışı yeter. 


Şâh-ı Nakşîbend hazretleri öyle duâ etmiş. Allahü teâlâdan en kısa ve mutlaka kavuşduran bir yol istemiş mübârek. 


Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine; Bu dereceye nasıl kavuşdun? demişler. Cevâbında; Evliyâyı çok sevmekle)buyurmuş. 


Bu kitaplar, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarıdır kardeşim. Benim burada, bir kelimem dahî yokdur. Onlardan naklediyorum, onlardan tercüme ediyorum. Bunlar, birer miknâtısdır. 


Miknâtıs ne kadar çok yayılırsa, cevherler o kadar çok yapışır. Yoksa bu kitapları herkes okuyacak, herkes istifâde edecek diye beklemeyin efendim, yırtanlar da olacakdır. 


Kur’ân-ı kerîmi de yırtdılar. Ama unutmayın ki, bu kitapları yayanlar, bu kitapları dağıtanlar, Peygamberlik vazîfesini yapıyorlar. Çünkü onlar, Peygamber Efendimizin *(vârisleri)* dir. 


Hiçbir zaman *(mûris)*, vârisini yarı yolda bırakmaz efendim. Bu kitapları satarken, bu hizmetleri yaparken çok sıkıntı çekdik, çok çile çekdik. Evimizden yurdumuzdan ayrı kaldık. 


Ama unutmayın ki, bu bizim çekdiğimiz sıkıntılar, *(Eshâb-ı kirâm)* ın çekdiği sıkıntılar yanında, deryâda bir damla gibidir. Çünkü onlar, yurtlarından kovuldular. 


Bu gün, Allahü teâlânın dînine hizmet edecek kişiler yetişiyor elhamdülillah. Bu kişileri Allahü teâlâ yetişdiriyor. Allahü teâlâ; *(Bu dîni ben muhâfaza ederim)* buyuruyor. 


Muhâfaza etmek için de sebebini yaratıyor. Bu sebep de, işte bu *(mücâhidler)* dir, yâni dînin yayılmasına hizmet edenlerdir. Bir kişi daha yanmasın diye uğraşanlardır, yâni *(sizler)* siniz. 


Kardeşim, sizin yeriniz yerde oturmak değildir. Sizin yeriniz, başımızın üstündedir. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâma nasîb etdiği *(Îmânı)* size nasîb etmiş. 


Eshâb-ı kirâma ihsânda bulunduğu, nasîb etdiği îmânı size vermiş. Eğer sizin kalbiniz bu îmâna lâyık olmasaydı, Allah vermezdi efendim. 


Siz, o kadar mümtaz ve seçilmiş insanlarsınız ki, Allahü teâlâ size bu kalbi nasîb etmiş. Öyle bir kalb ki, *(Elmas)* hiç kalır yanında. Çok kıymetli olan bu elmas, hepinizin kalbinde var kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyâ-yı kirâmdan Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerine sormuşlar, demişler ki: (Yâ imâm! Allahü teâlâ İsteyin vereyim, buyuruyor ama istiyoruz, vermiyor.) 


Büyük Velî, onlara cevâben; *(İstemesini bilmiyorsunuz. Allahü teâlâ duâyı kabul eder, ama hangi ağızdan çıkan duâyı kabûl eder?)* buyurdu. 


Dînini yaymak hizmetinde kullanıyor bizleri Allahü teâlâ. Çok büyük ni’mete mazhar olmuşuz kardeşim. Elham-dülillah, çok şükür Allahımıza. 


Bu ni’met, bütün dünyâ ve âhiret ni’metlerinden daha üstündür. Çünkü peygamberlik vazîfesidir bu. Peygamberlerin *(vârisleri)* dir bu hizmeti yapanlar. 


Bir yere kıymet veren, o yerin sâhipleridir, orada bulunanlardır. Onun için, bu ni’meti bize ihsân eden Rabbimize hamdolsun kardeşim. Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah.


Bu büyük ni’metin karşısında dünyâ zevkleri, dünyâ malları ne kalır ki? Hiç. Onun için bu dünyânın hayrına ve şerrine, varlığına ve yokluğuna hiç üzülmemelidir, olsa da olur, olmasa da. 


Allahü teâlâya kavuşmak, dört kademede olur kardeşim. Bunlar, *(arkadaş)* da fânî olmak, *(hoca)* da fânî olmak, *(Peygamberimiz)* de fânî olmak ve *(Allahü teâlâ)* da fânî olmak. 


Bunların içinde en zor olanı, arkadaşda fânî olmakdır. Çünkü efendim, arkadaşda fânî olmanın binlerce engeli vardır. 


Nefs engeli, menfaat engeli, şeytan engeli vardır. Eğer bunlar aşılırsa, hocada fânî olmak kolay olur. Hele hele Peygamber Efendimizde fânî olmak, çok daha kolay olur. 


Bundan sonra, insan zâten *(Fenâ fillah)* olur, yâni Allah’da fânî olur. Peki efendim, fenâ ve bekâ ne demekdir? 


*(Fenâ fillah)* demek, ben Rabbimi canımdan, malımdan, ailemden, çoluğumdan, çocuğumdan, velhâsıl her şeyimden daha çok severim, demekdir. 


*(Bekâ billah)*, Rabbim beni çok seviyor demekdir. Yâni sen, Allahü teâlâyı seveceksin, sonra da Allahü teâlâ seni çok sevecek. Ona fenâfillah ve bekâbillah derler. İşte *(tasavvuf)* budur. 


Âhirete aklı ermiyenlere, akıllı denmez. Eğer kelime-i şehâdet, kelime-i tevhîd getirmiyorsa, buna akıllı denmez efendim.

Sıra gelmedi

 "Biz Sultan Aziz'in ahını çekiyoruz. Sultan Hamid'in ahına daha sıra gelmedi. Biz bu hanedana yapılan zulme kayıtsızlığımızın cezasını çekiyoruz."

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)