Kimlerin duası kabul olur

Ferâidü’l-fevâîd fî beyâni’l-akâid kitabında duâsı kabul olunanlar bahsinde aşağıdaki şekilde yazar:


Adil padişahlar,

Mazlum olan kimseler (facir veya kâfir olsa da),

Salihler,

Müsafirler (Seferde olanlar),

İftar vaktinde oruçlunun duası,

Anasına ve babasına azar ve eziyet eylemeyen kimse,

Babanın oğluna duası (bedduası da),

Henüz tevbe eylemiş yahud henüz müslüman olmuş kimse,

Bir müslümanın diğer bir müslümanın haberi yok iken gıyabında duası,

Bir kimseye ihsanda bulunanın, hususen üstadların (hocalarının) duası ve bedduası,

Hasta olanın.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan çok *(Bozuk)* olabilir, *(Patavat)* sız olabilir, *(Pervâ)* sız ve *(Edeb)* siz olabilir, şu veyâ bu olabilir. 


Ama, bu *(Büyük)* lerin yolundaysa, *(Yol)* çok sağlam ve çok kıymetli olduğu için, o kişi yine *(Makbûl)* dür, *(Azîz)* dir ve *(Kıymet)* lidir. 


Bu, *(Kendi)* sinden dolayı değil, bu *(Yol)* un özelliğinden dolayıdır. 


Çünkü büyüklerimiz; *(Yâ Rabbî, bu yola mensûb olanlar, eninde sonunda senin rızâna kavuşsunlar)* diye duâ etmişlerdir. 


Bu *(Yol)* öyle bir yoldur ki, bu büyüklere *(Zerre)* kadar muhabbeti olan, mutlaka *(Rızâ-ı ilâhî)* ye kavuşur. 


Hasbel kader *(Bozuk)* bir insansa, dünyâda kavuşamazsa, *(Ölür)* ken kavuşur. Ölürken kavuşamazsa, *(Kabir)* de kavuşur. Kabirde kavuşamazsa, *(Mahşer)* de kavuşur. 


Mahşerde kavuşamazsa, *(Cennet)* de kavuşur. Velhâsıl eninde sonunda muhakkak *(Kavuşur)*. Çünkü bu *(Yol)*, mutlaka kavuşdurucudur. 


Efendim, bugün bir *(Mürşid-i kâmil)* görmiyen, hattâ onun bir *(Talebe)* sini görmiyen kimse, denizin ortasında yüzen bir *(Tahta)* parçasına benzer. 


Tahta, bir batar, bir çıkar. Sonra tekrar batar ve sürüklenir. Velhâsıl her an *(Tehlike)* dedir. Ama bir *(Mürşid-i kâmil)* gören, yâhut Onun bir *(Talebe)* esini gören, hattâ Onun *(Kitâbı)* nı okuyan, böyle değildir.


O, denizin ortasındaki bir *(Kaya)* gibidir, veyâ bir *(Ada)* gibidir, yerinden oynamaz, hiç kıpırdamaz. Her *(Tehlike)* den emîndir, ona bir şey olmaz.

● ● ●

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *(Dünyâ ni'metlerinin en hayrlısı, sâliha bir kadındır.)* Böyle kadına mâlik olan bir erkek, çok *(Mes'ûd)* ve *(Bahtiyâr)* bir erkekdir. 


Cenâb-ı Hak hepimize, *(Dünyâ)* ve *(Âhiret)* seâdetini nasîb etsin. Dünyâ ve âhiret *(Seâdeti)* ancak müslümânlara mahsûsdur. 


*(Müslümân)* olmak için de, müslümânlığı okuyup öğrenmek lâzımdır. *(Bilme)* den müslümânlık olmaz. İnsan, *(Ben müslimânım)* demekle, müslümân olmaz.

EL-BASÎR Celle Celâluhu

 EL-BASÎR Celle Celâluhu 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz, çok *(Şanslı)* yız kardeşim, çok *(Bahtiyâr)* ız. Herşeyin doğrusunu Efendi hazretlerinden öğrendik. Bu öğrendiklerimizi de *(Kitap)* lara yazıp, bütün *(Dünyâ)* ya gönderiyoruz elhamdülillah. 


*(Âhir)* zamandayız kardeşim. Bu zamanda, sabahleyin evinden *(Mü’min)* olarak çıkan bir kimse, akşama *(Kâfir)* olarak evine dönüyor mâzallah. 


Akşam, *(Mü’min)* olarak yatacak, sabahleyin *(Kâfir)* olarak kalkacak yatağından. Ne *(Fenâ)* şey. Bunu, hadîs-i şerîf bildiriyor kardeşim. 


Onun için bu zamanda en zor şey, *(Îmân)* ını muhâfaza etmekdir, îmânını *(Korumak)* dır. Niçin *(Zor)* dur bu? Çünkü îmânın *(Düşmanı)* çok. 


Bakın, *(İbâdet)* in düşmanı demiyorum. İbâdeti kolay bir şekilde yaparsın. Ama *(Îmân)* gitdikden sonra herşey *(Biter)*, Allah korusun. 


*(Îmân)* ın düşmanı çok, en başta kendi *(Nefs)* imiz, o da içimizde. *(Hubbüd dünyâ re’sü külli hatîetin)*. Ne demek bu? 


*(Hubbüd dünyâ)*, dünyâ sevgisi. *(Re’sü)*, başıdır. *(Külli hatîetin)*, bütün günahların. *(Kül)* kelimesi, tek başına kullanılırsa, her *(Cins)* mânâsına gelir. 


Burada tek başına kullanılmışdır. Bunun mânâsı, her cins *(Günâh)* dan demek. Yâni *(Zinâ)* dan, Adam *(Öldürmek)* den, velhâsıl her cins *(Günâh)* dan daha büyük *(Suç)* dur. 


Nedir o? *(Dünyâ sevgisi)*. Hadîs-i şerîfde Efendimiz aleyhisselâm;  *(Ed dünyâ cîfetün tâlibühâ kilâbün)* buyuruyor. 


Ne demek bu? Yâni dünyâ, *(Çöplük)* dür, bildiğimiz çöplük. Tâlipleri ise *(Köpek)* lerdir. Eşeler dururlar. 


Sonra bir hadîs-i şerîfde de Peygamber aleyhisselâm; *(Dünyâ mel’ûndur, dünyâda Allah için olmıyan her şey de mel’ûndur)*, buyuruyor. Bu da hadîs-i şerîf efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz her *(Namaz)* dan sonra, onbir *(İhlâs)* okuyoruz. Siz de okuyun kardeşim. Vaktiniz *(Müsâit)* se, her namazdan sonra okumalı. 


Vaktiniz *(Yoksa)*, hiç olmazsa günde bir *(Vakit)* okuyun, meselâ *(Sabah)* namâzından sonra. 


Bir mü’min *(Sağlam)* sa, ayaklarını başkasına yıkatması *(Haram)* dır, kendisi yıkayacak. Ancak iki kişi müstesnâ. *(Hoca)* sı ve *(Baba)* sı, bunların ayakları yıkanır. 


Mehmet Mâsum hazretleri de *(Abdest)* alırken talebesi *(Su)* dökerdi, fakat *(Ayak)* larını ona yıkatmazdı. 


Bir gün, tam yüzünü yıkarken, talebenin elinden *(Testi)* yi kapdığı gibi, olanca hızıyla karşıki duvara *(Çarpıyor)* Mübârek. 


*(Testi)* paramparça oluyor, *(Çocuk)* hiçbir şey anlamıyor. İki ay sonra, bir *(Talebe)* si, elinde o kırılan *(Testi)* nin parçalarıyla geliyor. 


Ve diyor ki: Ben, falan gün, bir *(Orman)* ın içinden geçmek zorunda kaldım. Bir *(Arslan)* tam üzerime atlarken; *(Yetiş yâ hocam!)* dedim. 


O anda bir *(Testi)* hızla gelip, arslanın *(Beyni)* ne çarpıp parçalandı. O *(Parça)* ları toplayıp getirdim. Böyle diyor talebesi. 

● ● ●

Efendimiz aleyhisselâm, bir gün eshâb-ı kirâma buyurdular ki: 


Siz, *(Emr)* olunan şeylerin onda *(Dokuzu)* nu yapar, *(Biri)* ni terketseniz, *(Helâk)* olursunuz. Âhir zamanda gelecek ümmetimse, sâdece onda *(Biri)* ni yapsalar, *(Kurtulur)* lar buyurdu. 


İşte, o onda bir, *(Îmân)* dır efendim, *(Doğru)* îmân, yâni *(Ehl-i sünnet)* îtikâdı. 


Niçin böyledir? Çünkü *(Âhir)* zamanda *(Doğru)* yu bilen kalmıyacak. İnsanlar doğruyu *(Kime)* sorsunlar? *(Kim)* den öğrensinler? Doğruyu bilen yok ki.

NAMÂZIN HİKMETLERİ (Namâz ve Sağlığımız)

Müslüman, namâzı Allahü teâlânın emri olduğu için kılar. Rabbimizin emirlerinde birçok hikmet, fâide vardır. Yasaklarında da birçok zararların olduğu muhakkakdır. 


Bu fâide ve zararların bir kısmı bugün tıp mütehassıslarınca tesbît edilmiş durumdadır. İslâmiyyetin sağlığa verdiği önemi, hiçbir din ve düşünce vermemişdir. 


Dînimiz, ibâdetlerin en üstünü olan namâzı, ömrümüzün sonuna kadar kılmayı emr etmişdir. Namâz kılan, sağlık için olan fâidelerine de elbette kavuşur. Namâzın sağlık yönünden sağladığı fâidelerden ba’zıları şunlardır:


1-Namâzda yapılan hareketler yavaş olduğundan kalbi yormaz ve günün muhtelif sâatlerinde olduğu için insanı devâmlı dinç tutar.


2-Günde başını seksen def’a yere koyan bir kimsenin beynine ritmik olarak fazla kan ulaşır. Bu yüzden beyin hücreleri iyice beslendiğinden hâfıza ve şahsiyet bozukluklarına, namâz kılanlarda çok daha az rastlanır. 


Bu insanlar dahâ sağlıklı bir ömür geçirirler. Bugün tıpta “demans senil” denilen bunama hastalığına uğramazlar.


3-Namâz kılanların gözleri, muntazam olarak eğilip-doğrulmakdan ötürü dahâ kuvvetli kan deverânına mâlik olur.


Bu sebeble göz içi tansiyonunda artma olmaz ve gözün ön kısmındaki sıvının devâmlı değişmesi temîn edilmiş olur. Gözü “katarakt” veyâ “karasu” hastalığından korur.


4-Namâz kılmakdaki izometrik hareketler, midedeki gıdaların iyi karışmasına, safranın kolay akmasına ve dolayısıyla safra kesesinde birikinti yapmamasına, pankreasdaki enzimlerin kolay boşalmasına yardımcı olacağı gibi, kabızlığın giderilmesinde de rolü büyükdür. 


Böbreğin ve idrar yollarının iyice çalkalanmasından, böbrekde taş teşekkülünün önlenmesine ve mesanenin boşalmasına da yardımcı olmakdadır.


5-Beş vakt kılınan namâzdaki ritmik hareketler, günlük hayatda çalışdırılamıyan adale ve eklemleri çalışdırarak, artroz ve kireçlenme gibi eklem hastalıklarını ve adale tutulmalarını önler.


6-Vücûd sağlığı için temizlik muhakkak lâzımdır. Abdest ve gusl, hem maddi, hem de ma’nevî bir temizlikdir. İşte namâz, temizliğin tâ kendisidir. 


Zîrâ hem bedenî, hem de rûhî temizlik olmadan namâz olmaz. Abdest ve gusl bedenî temizliği sağlar. İbâdet görevini yerine getiren bir kimse, rûhen dinlenmiş, temizlenmiş olur.


7-Koruyucu hekimlikde, muayyen zamanlarda yapılan beden hareketleri çok mühimdir. Namâz vakitleri, kan dolaşımını tâzelemek ve teneffüsü canlandırmak için en uygun vaktlerdir.


8-Uykuyu tanzim eden önemli unsur namâzdır. Hattâ vücûdda biriken statik (durgun) elektriklenme, secde yapmakla topraklama yapılmış olur. Böylece vücûd tekrâr zindeliğe kavuşur.


Namâzın bu fâidelerine kavuşmak için, namâzı vaktinde kılmakla birlikde, temizliğe, çok yememeğe ve yenilen gıdâların temiz, halâl olmasına da dikkat edilmesi de lâzımdır.


Kimseye bâkî değildir, Mülk-i dünyâ sîmü zer,


Bir harâb olmuş kalbi, ta’mîr etmekdir hüner.

(Namaz Kitabı shf 142)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu dünyâda, en çok düşmanı olan kimdir, biliyor musunuz? *(Allahü teâlâ)* dır celle celâlüh. Sonra nedir? *(Kur’ân-ı kerîm)* dir. 


*(Kâfir)* ler, Peygamber aleyhisselâmın hiç *(Yalan)* söylemediğini iyi biliyorlardı. Bunu *(İnkâr)* etmiyorlardı. Hattâ Ona, *(Muhammed-ül emîn)* derlerdi. 


*(Emîn)*, güvenilir demek. Hiç yalan söylemez demek. Onların asıl düşmanlığı, *(Kur’ân-ı kerîme)* idi, dolayısıyla *(Allahü teâlâ)* ya karşı idi. 

● ● ● 

Dünyâda en *(Zor)* iş, karar vermekdir. *(Evet)* mi diyecek, yoksa *(Hayır)* mı? 


Yanlışa *(Doğru)* derseniz, yanarsınız. Doğruya *(Yanlış)* dediyseniz, yine yanarsınız. Bu, bir *(Evet)* ve *(Hayır)* meselesidir. 


Hazret-i Ömer *(Hayır)* deseydi, Ebû Cehil’den daha *(Tehlike)* li olurdu. Ebû Cehil *(Peki)* deseydi, hazret-i Ömerden daha *(Üstün)* olurdu. 


Ben Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden tek bir *(Şey)* öğrendim kardeşim, o da bana yetdi. Nedir o? *(Hak)* nedir? *(Bâtıl)* nedir? 


Hangisi *(Doğru)*, hangisi *(Yanlış)*. Sonra, kim *(Sevilir)*, kim *(Sevilmez)*. Bunu öğrendim, bu da bana yetdi. 

● ● ●

Bir mü’min, *(Emr-i mâruf)* yapmanın, yâni islâmiyeti *(Yayma)* nın, insanlara bir dînî *(Kitap)* vermenin kıymetini bir anlasa, bu *(Ateş)* kalbini bir sarsa, onu *(Zincire)* de vursanız, durduramazsınız. 


Muhakkak bir *(Şey)* ler yapar. Bu, elinde değildir çünkü. Eshâb-ı kirâm, daha müslümân olur olmaz *(Emr-i mârufa)* başladılar. Hattâ *(Can)* larını, *(Mal)* larını, her *(Şey)* lerini bu yolda *(Fedâ)* etdiler. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdular ki: Bir mü’minin giydiği elbisesi *(Helâl)* olsa, sâdece bir düğmesinin ipliği *(Haram)* olsa, o elbiseyle kıldığı namaz *(Kabûl)* olmaz. Borç ödenir, ama *(Sevap)* alamaz.

ES-SEMİ' Celle Celâluhu

ES-SEMİ' Celle Celâluhu 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, *(Derd-ü belâ)* yı ve *(Hastalığı)* sevdiği kullarına verir kardeşim. Hazret-i Alî radıyallahü anh ne buyurmuş? *(El mü’minü beleviyyûn)*. Ne demek bu?


Yâni mü’min, *(Belâ)* dan ve *(Üzüntü)* den kurtulamaz. Çünkü mü’min olmanın alâmeti, *(Keder)* li olmakdır, *(Üzüntü)* lü olmakdır. El mü’minü beleviyyûn, bu demek. 


Peygamber aleyhisselâm, birgün Eshâb-ı kirâmla bir yere gidiyorlardı. *(Hava)* da çok *(Sıcak)* dı, *(Güneş)* heryeri kavuruyordu. 


Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamber aleyhisselâmın mübârek başının üzerine bir *(Örtü)* koymak istedi, hani *(Güneş)* den korumak için. 


Ama Efendimiz aleyhisselâm bunu *(Kabûl)* etmediler. Niçin kabul etmediyer? *(Farklı)* muâmele olmasın diye. 

● ● ● 

*(Sevme)* nin üç alâmeti vardır. Birincisi, sevdiğini kim seviyorsa, onu da *(Sever)*. Kim sevmiyorsa, onu da *(Sevmez)*. Bu, sevenin elinde değildir. Kendiliğinden olur. 


İkincisi; insan, sevdiğine *(İtâat)* eder. İtâat varsa, *(Seviyor)* demekdir. Yoksa, *(Sevmiyor)* dur. Bu da, insanın elinde değildir. 


*(Sevgi)* nin üçüncü alâmeti de, hep *(Sevgili)* den bahsetmek ister. Bu da sevenin elinde değildir. 


İki mü’min, *(Sevgi)* le, *(Muhabbet)* le bir araya gelseler, muhakkak birinden diğerine *(Feyz)* akar. Hiç bir şey konuşmasalar bile.


Sâdece birbirlerinin yüzüne *(Sevgi)* ile baksalar, *(Kalp)* leri arasında bir hareket başlar. Hangisinin *(İhlâsı)* daha çoksa, onun kalbinden öbürünün kalbine *(Feyz)* akar. 


Feyz, *(Nûr)* demekdir. Bu, onların ellerinde değildir. Haberleri olmadan bu münâsebet kurulur. *(Sahâbî)* ler, henüz ilk sohbetde *(Müctehid)* olurlardı. 


Yâni dereceleri, bütün *(Evliyâ)* ların üstünde olurdu. Çünkü onların nefsleri *(Îmân)* ederdi.

Yâdigâr mektûblar 55.mektûb

 Bu üç mektûb Kuleli'den Hulki Demiray'a Arabî harflerle yazılmıştır.

23 Cemâzi'l-Âhire 1378 [3.1.1959]

Ve aleyküm selâm kıymetli Hulki [Demiray]

Mübârek yazılarla tezyîn edilmiş olan temiz mektûbunuzu tekrar tekrar okudum. Cenâb-ı Hakka nihâyetsiz şükrler olsun ki küfr zulmeti, irtidâd sizin lâtîf rûhunuza ızdırâb vermekdedir. Letâfet ne kadar artarsa ızdırâb ve teessür de o derece ziyâde olur. Çalışınız, Cenâb-ı Hak çalışana elbette in'âm eder. Siz isteyiniz. O elbette matlûbunuza îsâl eder [kavuşturur]. Tâlib olduğunuz cevherler, çok kıymetlidir. Elimize giren çok az olsa da pek çok ve pek kârlı demekdir. Gayret ediniz, kazancınız az olsa da kıymeti pek fazladır. Ya kazancı çok olanlara ne diyelim?

Eski dersleri tekrar edip unutmamak da büyük ni'metdir. Cenâb-ı Hak sizi ve arkadaşlarınızdan sizin gibi olanların hepsine bütün iyilikleri bütün kemâlâtı nasîb eylesin. Onun ihsânı sonsuz, rahmeti nihâyetsizdir. O kadar verir ki, akl hayret eder. Karanlık ormanlarda âb-ı hayât akıtır; küfr ve ma'sıyet içinde evliyâ yetişdirir. Yâ Rabbi, Sen bizi nefislerimize mağlub etme, onun hîlelerine aldanmakdan bizleri koru. O senin düşmanındır ve bizim düşmanımızdır. Bir dakikalık zevki için bizi helâke, bir sâniyelik lezzeti için sonsuz felâkete sürükleyen azılı ve gaddar bir düşmandır. Bizleri doğru yoldan ayırma! Kalblerimizi sevdiklerinin sevgisi ile doldur!

Bütün arkadaşlara tekrar selâm ve duâlar ederim. Hepinizin duâlarınızı beklerim.

Deniz hayvanlarından yalnız balık cinsinden olanları yemek helâl olup, başka cinsleri yemek helâl değildir, ya'nî harâmdır. Köpek balığı, yılan balığı, yunus balığı, velhâsıl her balık helâldir. Midye, istakoz ve sâir şeyleri yemek harâmdır. Câiz değildir. Bütün [Hanefî] fıkh kitâbları câiz değildir, helâl değildir diye yazmakdadır. Mekrûh diye yazan yokdur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem pazarda yengeç satan birini men' buyurdu, sattırmadı.

[Kâdızâde] Âmentü Şerhi'nde 14'ncü sahîfede diyor ki, cism iki kısmdır. Cism-i latîf, cism-i kesîf. Cism-i kesîfde rûh yok ise büyür, üremez ise cimâd denir. Dağlar, taşlar, yerler, gökler, yıldızlar, sular cimâddır. Büyür, ürer ise nebât denir. Demek ki nebâtât rûhsuzdur, cansızdır. Büyümesi, üremesi, hareketi tabî'at kanunlarına bağlı olup irâdesizdir. Tav'an değil tab'an'dır [İsteyerek değil, tabiî olaraktır].  Cism-i kesif rûhlu ise hayvandır. Hayvan ve insan rûhludur, canlıdır. Bunlar ma'lûmât-ı şer'î değil; hikemî, ya'nî tecrübîdir. Bunları kabûl ve red, şerî'ati kabûl ve red olmaz. Hepinize ve doğru yolda gidenlerin hepsine selâmetler, selâmlar olsun.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *(Nefs)*, insanın içindedir ve bu hizmetlere *(Mâni)* olmak ister kardeşim. *(Li külli şey’in mâni’ûn, lil ilmü mevâni’ûn)*. Ne demek bu? 

 

Yâni her şeyin bir *(Mâni)* si vardır, ama *(İlm)* in mânileri *(Çok)* dur. İlimden maksat, islâmiyeti öğrenmekdir veyâ öğretmekdir. Yâni *(Emr-i mâruf)* dur. 


İşte *(Kitap)* dağıtmak, en iyi *(Emr-i mâruf)* yapma şeklidir. Bunu da *(Sizler)* yapıyorsunuz. Bu da bizi çok sevindiriyor kardeşim. 


Bir mü’minin, bütün *(Duâ)* larının kabûl olması, onun *(Evliyâ)* olduğunu göstermez. Peki, evliyâ olmanın alâmeti nedir? Evliyâ olmanın *(Alâmeti)*, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına *(Uymak)* dır. 


Efendi hazretlerine gelmişler; (Efendim, ümmet-i Muhammede duâ edin!) demişler. Ne buyurmuş Efendi? *(Bana ümmet-i Muhammedi gösterin, duâ edeyim!)* buyurmuş Mübârek. 


*(Kalp)*, yâni *(Gönül)*, bu kâinâtda Allahü teâlâya en *(Yakın)* olan şeydir. Kimin kalbi? Her insanın. Herkesin kalbi, Allahü teâlâya en *(Yakın)* dır. 


Ona, Mektûbâtda *(Cârullah)* deniyor. Yâni Allahın komşusu. Mektûbâtda geçiyor bu. Öyleyse *(Mü’min)* olsun, *(Kâfir)* olsun, hiç kimsenin kalbini kırmıyacağız kardeşim. 


Bu büyükler, kendilerini, hocalarının yanında, *(Arslan)* ın ağzındaki *(Yem)* gibi, hattâ karnındaki yem olarak görürler, öyle çok korkarlar. 


Niçin korkarlar? *(Üzerim)* diye, *(İncitirim)* diye. Çünkü hocalarının *(Büyük)* lüğünü biliyorlar, onu iyi *(Tanıyor)* lar. Kur’ân-ı kerîmde geçiyor zâten. 


*(İçinizde, Allahü teâlâdan en çok korkanlar, Onu en çok tanıyanlardır)* buyuruluyor. Kimdir bunlar? Büyük âlimler ve yüksek evliyâlardır.