MUHABBET

  “Muhabbet; sevgilinin dostlarını sevmeği ve düşmanlarına düşmanlık etmeği îcâb ettirir. Bu sevgi ve düşmanlık, sâdık olan muhiblerin elinde ve irâdesinde değildir. Çalışmadan, zahmet çekmeden kendiliğinden hasıl olur.

Dostun dostları ne kadar güzel görünürse, düşmanları da o kadar çirkin ve kötü görünür. Bu hal, dünyâ işlerinde de vardır.

Seviyorum diyen bir kimse, sevgilinin düşmanlarından kesilmedikçe (uzaklaşmadıkça) sözünün eri sayılmaz.

Buna münâfık denir.”

(Umdetü’l-makâmât, sf. 278.)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ne güzel *Günler*’di o günler. Buradan, yâni *Sarıyer*’den, her gün Efendi hazretleri ile, o vakitler oturduğumuz *Yer*’lere bakıyorum, o güzel *Gün*’leri hâtırlıyorum. 


O *Büyük*’lerin basdığı topraklara *Bakmak* bile, o Büyüklerden *İstifâde* etmeğe, *Feyz* almağa sebep olur kardeşim. Efendi hazretlerinin rûhâniyeti orada vardır. 


*Velîler*’in bulunduğu yerlerde, kıyâmete kadar *Rûhları*’nın irtibâtı vardır. Efendi hazretleri vefât edeli şimdi *Elli Sene*’yi geçdi. Altmış sene evvel, orada oturuyorlardı. 


*Basdığı* yerlerde, hattâ *Bakdığı* yerlerde, gözlerinin *Nûr*’u vardır şimdi onların. Kim *Severek* bakarsa, oradan *Feyz* alır efendim. 


Onların basdığı yerde *Feyz* vardır. *Söz*’lerinden olduğu gibi, *Hareket*’lerinden de *İstifâde* edilir o Büyüklerin. 


Efendi hazretleri, o zaman, yâni *Elli Sene* önce, *Sütlüce*’de, deniz kenarında otururken, görmüşlerdir bizim şu anda *Burada* oturacağımızı. 


Nasıl olur bu? Çünkü *Ruh*’lar için zaman yok ki. Rûh, *Zaman*’sızdır. Zaman, bu dünyâda var. Rûh âleminde zaman *Yok*’dur. 


Meselâ Peygamber Efendimiz, *Mîrac* gecesinde  hazret-i *Osmân*’ın koşa koşa *Cennet*’e girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân kaç *Bin* sene sonra Cennete gidecek. 


Ama Efendimiz, *Mîrâc*’da gördü Onun *Cennet*’e girdiğini. Onlar için zaman yok. Onun için efendim onlar, tâ o *Zaman*’dan, buraları görmüşlerdir. 


Eskiden dedelerimiz, her gün birkaç sâat *Mektûbât* okurlarmış. Büyüklerin *Sohbet*’i kalbi temizler. Eğer *Büyük*’lerin sohbeti ele geçmezse, o vakit *Rûh*’larından istifâde edilmeye çalışılır. 


Peki ne yapılır? Rûhlarından istifâde etmek için *Râbıta* yapılır. Ama râbıta *Zor*’dur, herkes yapamaz. Râbıta yapmayı beceremiyorsa, o zâtın *Kitap*’larını okur. 


Bu yolla, o *Zât*’ın rûhundan *İstifâde* eder. Yâni rûhâniyetinden *Feyz* alır. Feyz, *Nûr* demekdir. Böylece kalbi nurlanır, temizlenir ve parlar.

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh Hazretlerinin bir tefsîr dersinden

 Bir tefsîr dersinden:

"Allahu teâlâya hamd, seçtiği kullarına selâm olsun".

- Cenâb-ı Hak insanın kalbinde saklı olanlara muttali'dir. Bazen sâhibi olan kimse bile kalbinde saklı ve gizli bulunanlardan habersiz olur. Bazen melekler bile, bu gizliliğe vâkıf olamazlar. Ancak ilim sıfatıyla Cenâb-ı Hak bilir.

İnsanın bir zâhiri, bir bâtını vardır. Zâhir de iki kısımdır. Zâhirin zâhiri, zâhirin bâtını. Bâtının da zâhiri ve batını vardır. Bâtının bâtınından sonra ebtan gelir. Bunun da zâhiri ve bâtını vardır. Ebtandan sonra ebtan-ı butûn gelir. Bunun da zâhiri ve bâtını vardır. Ondan sonra fuâd gelir ki, nazargâh-ı ilâhîdir.

- Ehl-i Cennet ve Cehennem kimlerdir? Cennet ehli şol kimselerdir ki, kalb-i efidede [fuâdında] Allahu teâlânın rızasına uygun şeyleri sever, uygun olmayanları sevmez, isterse kendisi, fiil ve hareketlerinde bunun tersini yapmış olsun. Böyle olan kimselerin hesabını mahşer günü bizzât Allahu Teâlâ yapar. Diğer insanlarla o kimse arasında bir perde halk eder. Muhasebeden sonra meleklere cennete koymalarını emr eder. Melekler, yâ Rabbi, biz bu kulun hakkında cennet ehli olmağa lâyık güzel bir amel görmedik. Dünyadaki bütün ef'ali ve harekâtı da şer'-i şerife mugayır [aykırı] idi. Kendisine Cenneti ihsân etmeğe hikmet nedir? Diye arz ettiklerinde, Hak teâlâ: "Ey meleklerim! Gerçi dediğiniz doğrudur. Ve lâkin onun kalbinde benim muhabbetim takarrur etmişti [karar kılmıştı, yerleşmişti]. Beni sevdiği gibi, sevdiklerimi de sever, sevmediklerimi sevmezdi. Cennetimi bu sebeble ihsân ediyorum" cevabını verir.

Cehennem ehli ise, bunun aksi olup, kalb-i ef'idede hubb-i ilâhînin mugayırı olarak, bir galzat [katılık], bir keder [bulanıklık], bir buğz [kızgınlık] ve adâvet [düşmanlık] mevcûd olup, hatta görünüş bakımından şer'î amelleri yapmakla muttasıf olsa da, bidâyette [başlangıçta] kendisinin de varlığından haberi olmadığı bu galzat, keder, buğz ve adâvet, ölümüne yakın birdenbire zuhur ederek Allahu teâlânın beğendiği fiiller ve hareketlerden birinin aleyhinde bir buğz veya Hak teâlânın rızasına uygun olmayan fiil ve hareketlerinden birinde bir meyil ve muhabbet husûle gelir. Bu sûretle Allahu teâlânın fiil ve hükümleri hakkında kendisinden bir küfür sâdir olarak, ebediyen Cehennemlik olur.

Bununla beraber şerîatin zâhirî amellerini işlemek, insanın yüzünde ve görünüşünde bir nûranîlik husûle getirir. Devamıyla bu nûraniyet kalbe aks eder. Zâten mü'minin kalbi, buluğ zamanında tam nûrâniyet hâlinde iken, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkerden birinin terki, diğerinin işlenmesi ve bu hâlin devam etmesi ile nûraniyet, yavaş yavaş zulmâniyete kaymağa başlar. Eğer bu zulmâniyet amelle alakalı ise, daha sonra tevbe ve pişmânlıkla zâil olarak, aslî hâli olan nûraniyyete döner. Şayet bu zulmet îmana âid, ya'nî itikad edilmesi farz olan şeylerden birinde şek, şübhe,tereddüd ederek husûle gelmiş ve daha sonra bu kötü itikaddan dönülmüş olsa bile, kalbde bıraktığı zulumatın tamamen izâlesi güçtür.

Ancak bir iksirli nazara [teveccühe] bağlıdır. Zâten hikmet-i risâletten biri de budur ki, mü'minin kalbinde bir lînet [yumuşaklık] husûle gelerek hubb-i ilâhî [Allah sevgisi] zuhûr etmiş olsun.

İyi ve kötü ameller, tam açık olmayan delîllerdir. Sâhiblerinin Cennet veya Cehennem ehli olmalarına hüccet olamazlar. Bu keşf yoluyla da bilinemez.

Keşf üç kısımdır: Birincisi, yüzde onu yanlış, doksanı doğru olandır ki, keşfin en yüksek mertebesidir. Diğer kısımlar ise, yüzde ellisinin doğru, ellisinin yanlış olmasıyla, yüzde doksanının yanlış, yüzde onunun doğru olmasıdır ki, bu da keşfin en aşağı derecesidir.

Bu sûretle keşfin en yüksek mertebesi bile olsa, redde mahkûmdur.

Bilmek de üç kısımdır: Birincisi keşfe dayanan, ikincisi akla dayanan, üçüncüsü de ilme dayanandır. Keşfe dayanan makbûl ve muteber olmadığı gibi, akla dayanan bilmek de merduddur. Çünkü akılda bir kararda kalmaz.

Bilmenin makbûl ve mu'teber olanı ilme dayanan bilmektir. Bu ilim de ilm-i ilâhîdir. Ancak kendilerinde ihsân ve verâset yoluyla bu ilm-i ilâhî bulunan kimselerin ilimleri, makbûl ve mu'teberdir. Çünkü Hak sübhânehü ve teâlâ zâtıyla 'alîm'dir. Bütün mahlûkları var olmadan evvel, halk âlemi, emr âlemi, ceberût âlemi, lahut âlemi ve diğer âlemlerin yaratılmasından evvel, âlemlerin bu sûretle oluşunu bilmiş ve meleklerine de o sûretle tekvînleri [vâr etmeleri] hakkında emr-i ilâhîsini bildirmiştir.

Bu ilim sarîhdir. Bu âlem böyle zuhûr edecektir. İlm-i ilâhîde ebda' yoktur. Ezelî iradesi her şeye müreccehdir. İlm-i  ezelî, kudret-i ezelî, irâde-i ezelî nasıl sâdir olduysa, öylece zuhûr edecektir. Buraya duhûlde [girmede] kimsenin hakkı yoktur. "Yaptığından suâl olunmaz" âyet-i kerîmedir.

Allahu teâlânın ezelî ilmi, şekavetine hükm etmiş ise, namaz kılıyorsa, önce namazı bırakır, oruç tutarsa, bunu da terk eder. Nazarında, fiil ve hareketlerinde Allahu teâlanın rızasının veya rızasızlığının olup olmadığını idrâk ve anlamamağa başlar. Dinin büyükleri aklî ve naklî delillerle kendisini uyarmağa çalışsalar da, hurmet ve riâyet etmez. Ölümü geldiğinde de, şakî olarak, kâfir olarak, mürted olarak geberir gider.

Allahu teâlânın ezelî ilmi bir kimsenin seâdetine hükm etmiş ise, kalbinde bir intibah [uyanma] husûle gelir de, şer'-i şerîfin muvâfık gördüğünü sevmeğe, görmediğini sevmemeğe başlar. Kalbi Allahu teâlânın çok zikrine ülfet eder. Ef'âl ve harekâtında, dâima Allahu teâlânın rızasına uygun olup olmamağı düşünür. Zâten bu hal de aynı zikirdir. Sâîd [iyi] olanların en küçük alâmeti, her zaman, mekân ve işinde göz ucu yâra bakıyor ise, kendisinde hubb-i ilâhî mevcûddur. Aksi ise merdûd-i ilâhîdir.

Merdûd-i ilâhî olan kimselerin müstehak olacakları azâb, âhırete mahsûs ise de, diğer emsallerini uyanmağa da'vet yüzünden, dünyâda da bir azâba müstehak olur. Hastalık, elem, keder ve sâire gibi kendisine bir fitne ârız olur.

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin külliyatı, 2.cild, sahîfe: 274-275-276)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İster *Dünyâ*’da olsun, isterse *Âhiret*’de olsun, o *Büyük*’lere karşı *Kusûr* işliyenler, *Feyz* alamazlar kardeşim. 


Bilmemek *İki* türlüdür. Bir şeyin kendisinin *Harâm* olup olmadığını bilmemek, bir de, bir şeyin içinde *Harâm* bir şey olup olmadığını bilmemek. 


Alkollü *İçki*’nin harâm olup olmadığını bilmemek, *Özür* değildir, affedilmez. Ama bir şeyin aslı *Helâl* olup da, içine *Harâm* bir şey karışmış olduğunu bilmemek *Afv*’edilir.


*Namaz* kılabilmek, *İbâdet* yapabilmek, *Helâl* lokma yemeye bağlıdır. Lokması *Helâl* olmıyan, ibâdet edemez, *Sıkıntı* basar. 


*Harâm*’la beslenen vücut, câmiye girmek istemez. Girse bile *Kaçmak* için fırsat arar. *Maya*'sı bozuk dedikleri gibi, *Gıdâ*’sı bozukdur o kimsenin. 


Allahü teâlâ her bir *Zevk*’i ve her bir *Tad*’ı, hem *Helâl*’de, hem de *Harâm*'da yaratmış. Yâni helâlden yaratılmamış hiçbir zevk *Yok*’dur. 

● ● ● 

Peygamber aleyhisselâmın birçok *Mûcize*’leri vardı. Her bir mûcizesini çok *Kişi*’ler naklediyor,  bâzılarını ise bir *Ordu* haber veriyordu. 


Meselâ; parmakları arasından *Su* akması mûcizesi böyledir. Eshâb-ı kirâmın *Suları* bitmiş, hava da çok *Sıcak*. Efendimiz aleyhisselâm, *Eshab*’dan bir kap *Su* istiyor. 


Derhâl getiriyorlar. Efendimiz, o kapdaki *Su*’yun içine mübârek *Eli*’ni sokuyorlar. Eli *Su*’ya girince, kapdaki *Su* taşmağa başlıyor. 


*Kab*’ın dört bir yanından *Dere* gibi *Su* akıyor. Bütün ordu, kana kana *İçiyor*’lar ve kaplarını dolduruyorlar. Efendimiz; *Yeter mi?* buyuruyor. 


Eshâb-ı kirâm; *Yeter yâ Resûlallah!* diyorlar. Efendimiz elini *Su*’dan çıkarınca, su akması duruyor. Eğer elini suya sokmasaydı, *İp* gibi çok *Az* su akacakdı. 


*Su*’yun içinde tutduğu için, *Kab*’ın her tarafından bol bol sular *Akdı*. O su nereden geldi? Mübârek *Parmak*’larının  arasından çıkıp akdı.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ *Kerem* sâhibidir. Kerem sâhibi, *Kerem*’inden dönmez. Yeter ki, *Kul*’ları azmasın. Kulları *Ahd*’i bozmadıkça, Allahü teâlâ *Ni’met*’ini eksiltmez. 


Nitekim kendisi; *Şükr ederseniz, ni’metlerimi artdırırım!* buyuruyor. Bir *Şükr-ü Hâlî* var, bir de *Şükr-ü Kâlî* var. 


Şükr-ü Kâlî, *Söz* ile şükretmekdir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Allahümme mâ emsâ* duâsını okuyan, o günün *Şükr*’ünü yapmış olur! buyuruyor. 


*Şükr-ü Hâlî* ise, bir *Ni’met* ne için verilmişse, o ni’meti, *Onun* için kullanmakdır. *Göz* ne için verilmişse, *Ora*’ya bakmak gibi. 


Allahın *Dîni*’ni yaymak ni’metınin devâm etmesi için, bu ni’mete *Şükr*’etmek lâzım. *Ni’met*’e şükretmek nasıl olur? O ni’meti *Yeri*’nde kullanmakla olur. 


*Yeri*’nde kullanmanın birinci şartı da, *Fitne*’den sakınacağız. Fitne demek, müslümâna *Zarar* gelmesi demekdir. *Fitne*’ye sebep de, müslümânların birbirlerine olan *Sevgi*’lerinin azalmasıdır. 


Öyleyse, *Fitne* çıkmaması için, birbirimizi *Çok* seveceğiz. Ayrıca *Sevgi*’mizi de onlara bildireceğiz. Peygamber Efendimiz buyuruyor bunu. Yâni *Hadîs-i şerîf*. 


Resûlullah Efendimiz buyuruyor ki: *Men ehabbe ehâhü, fel yuhbir iyyâhu*. Ne demek bu? Yâni bir kimse, bir din kardeşini *Seviyor*’sa, sevdiğini ona *Bildir*’sin. 


Ona sevdiğini bildirmek, *Seni Seviyorum* demekle olmaz. *Sevgi*’nin şartlarını yerine getirmek lâzım. Meselâ biri, bir din kardeşimizin *Aleyh*’inde konuşursa ne yapacağız? 


O kimseye; *Sus!.. Din kardeşimin aleyhinde konuşma!* diyeceğiz. Onu susturacağız, Mü’min kardeşimizi bir *Müşkilât*’da görünce, hemen *İmdâd*’ına koşacağız, arkasından *Duâ* edeceğiz. 


Bakın, ben namazda duâ ederken ne dedim? Siz de duydunuz. *Hizmetlerimize iştirak eden din kardeşlerimize* diye, sizlere duâ etdim. Beş vakit namazda ben size *Duâ* ediyorum kardeşim.


Neden? *Sizleri Seviyor*’um da onun için. Hadîs-i şerîfde öyle buyuruluyor. Bir kimse, bir din kardeşini seviyorsa, sevdiğini ona bildirsin. 


Ama bu, *Lâf*’la olmaz ki. *Ben seni seviyorum* demek kâfi değil. *Sevgi*’sini ona bildirsin demek, *Sevgi*’nin *Şart*’larını yerine getirsin demekdir.

Yâdigâr mektûblar 51.mektûb

 Kuleli'den Mehmed Batır Gürgezeroğlu'na Arabî harflerle yazılmıştır.

Kıymetli kardeşim Mehmed Efendi (Batır)

Güzel harfler ile yazmış olduğunuz tebriğinize teşekkür ederim. Ben de sizin kandil-i şerîfinizi tebrîk eder sizin ve bütün arkadaşlarımızın mübârek Ramezân-ı şerîf ayını elemsiz, kedersiz idrak etmenize duâlar ederim. Cenâb-ı Hak hepimizi bu bereketli günlerin ve gecelerin feyz ve ni'metlerine kavuşdursun ve insan ve cin şeytanlar şerrinden muhafaza buyursun.

Diş diplerinde hâsıl olan beyaz ve sarı cisimler kefeki'dir. Bunların altına su girmezse gusl kabûl olmaz. Bunları ayna karşısında kürdanla temizlemeli ve misvak kullanınca bir daha hâsıl olmaz. Dişlerin sarı, siyah renk olması kefeki değildir. Bu renklerin gusle zararı yokdur. Cism halinde olunca mâni' olur. Temizlemek için çok uğraşmamalı, mümkün olduğu kadar temizlemelidir. Bir diş tabîbine temizletmek daha iyi olur. Daha önceki nemâzları kazâya lüzum yokdur. Vesveseye lüzum yokdur.

1- Hacda 13'ncü vâcib, tavâfdan sonra iki rek'at nemâzdır.

2- Başkasına veled-i zinâ diyene [şer'î devlette] 80 sopa had vurulur. Kendisine derse cevâbını kitâblarda bulamadım, bilmiyorum.

3- Kağıd para da [necâset bulaşmak ve temizlenmek bakımından] bez gibidir.

4- [Müezzin] kendi tesbihini yüksek sesle söylerse dâhil olur, ilân için ayrıca söylerse [tesbih mikdarına dahil] olmaz.

Kunutu bilmeyen, Rabbenâ âtina fiddünyâ haseneten sonuna kadar okursa vâcib ifa edilir. Veya üç kere Allahümmağfir lî demek de olur.

[ Bir şeyi unutmamak için] Parmağa ip bağlamak memnu' değildir.

Tabîb-i müslime mürâceat lâzımdır.

[Radyo ve televizyon] Alıp satmak ve ta'mir etmek uygun değildir.

[Mushafdan başka içinde] Âyet-i kerîme bulunan kitâblar abdestsiz tutulur; fakat yere konmaz.

[Mü'minin] Sıfatı, harâmlardan ictinâb, ibâdetle iştiğal,Mevlâ-yı teâlâya itâ'atdir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu zamanda, *Dünyâ*’nın bu kadar *Kötü*’lüğünü görünce, onu sevmemek daha *Kolay*. Hattâ biraz *Îmân*’ı olan bile dünyâyı sevemez, biraz *Akl*’ı olan bile sevemez. 


Bir büyük *Evliyâ zât*’dan *Feyz* alan kimse, hiç *Dünyâ*’yı sevebilir mi? Herkes kendine baksın. *Büyük*’lerden istifâde edip edemediğini *Buna* göre anlasın. 


Büyüklerin *Sohbet*’ine kavuşan, *Seâdet*’e kavuşur. Ya *Sevgi*’sine kavuşan ne olur? Peki, o *Büyük*’lere kavuşamazsak ne yapacağız? 


O zaman *Vâris*’lerinden *İstifâde* edeceğiz. Vârisleri de yoksa, *Köle*’lerinden, o da yoksa *Kitap*’larından istifâde edeceğiz. 


Onların *Basdığı* yerlerde, hattâ *Bakdığı* yerlerde bile, gözlerinin *Nûr*’u vardır şimdi. Kim *Severek* bakarsa, oradan *Feyz* alır efendim. 


*Sözleri*’nden olduğu gibi, *Hareket*’lerinden de istifâde edilir. Ama *Sevmek* şartıyle. Ne demek sevmek? Yâni Onun *Yolu*’nda olmak, Onun sevdiklerini *Sevmek* demekdir. 


*El mer’u mea men ehabbe*. Bu, büyük bir *Müjde*’dir bize. Hadîs-i şerîfdir. Yâni herkes, dünyâda *Kimi* seviyorsa, âhiretde *Onun* yanında olacak. 


İnşallah *Biz* de âhiretde, o *Büyük*’lerin yanında olacağız efendim. Bırakmazlar inşallah. Çünkü *Kerîm*, kereminden vazgeçmez. 


Bir talebede *İki* husûsiyyet olması lâzımdır. Birincisi, *Edeb* ve *Saygı*’dır. İkincisi, dünyâlık olarak eline ne kadar *Servet* ve *Şöhret* geçerse geçsin, *Tevâzû* sâhibi olmasıdır. 

● ● ● 

*Cumâ* günleri, mevtâların *Ruh*’ları, tanıdıklarına, evlâtlarına gelir ve bir *Hediye* beklerler. Bir *Yâsin-i şerîf* okusa da, *Sevâb*’ını bana hediye etse! diye beklerler.


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri buyuruyorlar ki: *Dindâr* bir arkadaşla berâber olmak, *Evliyâ* kabirlerine gitmekden daha *Fazîlet*’lidir. Neden? *Görüşüyor*’sun çünkü. 


Bu dînin aslı, bizzât *Görmek*’dir, bizzât *Görüşmek*’dir, *Sohbet*’inde bulunmakdır. *Eshâb-ı kirâm*’ın derecesine hiç kimsenin ulaşamamasının *Sebeb*’i de, işte budur. 


Çünkü *Onlar*, Resûlullah Efendimizle *Bizzât* görüşüyorlardı, konuşuyorlardı, *Sohbet*’ini dinliyorlardı. Bütün *Üstün*’lükler, büyüklerin *Sohbet*’inde mevcûddur kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Dîn*’ini bilmiyen, *Ona* göre yaşamıyan bir kimse, dünyâ işlerinde *Muvaffak* olamaz. Dünyâda muvaffak olsa bile, mutlaka sonu *Hüsrân*’la biter. 


Ya *Hanım*’ından, ya *Çocuğu*’ndan, ya da *Kendi*’nden, kesinlikle *Râhat* edemez. Çünkü hadîs-i şerîf var, *Dünyâda râhatlık yokdur!* diye. 


Mü’mine râhatsızlık, *İbâdet* gibi gelir. Kâfire râhatlık, *Felâket*’dir. Birine *Sevap*, diğerine *Azap* var. Ne tâlihsiz insanlar ki, hem dünyâda, hem de âhiretde *Azap* görecekler. 


Dünyâya *Gönül* bağlamamalı. Yolcu, yolu *Tâmir *etmekle uğraşmaz. Meselâ *Hacca* giden bir kişi, orada; şu *Ev*’i, şu *Apartman*’ı alayım! diye düşünmez. Çünkü bir müddet sonra *Geri* dönecek. 


Dünyâ hayâtı da böyle. İnsan vücûdu çok büyük bir varlık. Darwin bile; *Gözün yapısını düşündükçe hayretimden tepem atacak gibi oluyor!* demişdir. 


İnsanın *Vücûdu* bile böyle olursa, ya *Rûh*’u? Rûh, bir anda *Şark*’dan *Garb*’a gider. 


Allahü teâlâ *Cevher*’i, *Elmas*’ı çöplüğe koymaz. Eğer *Kalb*’iniz, Rabbimiz tarafından sevilmeseydi, seçilmeseydi, bu *Büyük*’leri tanımak, size *Nasîb* olmazdı. 


Kalplerin zindeliği, *Zikr-i ilâhî* ile olur. Ben çok yoruluyorum, ama *Kalb*’imiz zinde elhamdülillah. İmâm-ı Rabbânî hazretleri *Mektûbât*’da buyuruyor ki: *Seâdet*’lerin başı, bir *Büyük* tanımakdır. 


Allahü teâlânın *Sevdiği* kullarını sevince, onlardan *Feyz* alınır, *İstifâde* edilir. Onlardan feyz alındığı nasıl belli olur? Onun bir *Alâmet*’i var. O da *Dünyâ*’yı sevmemekdir. 


Dünyâyı *Sevmemek*, eskiden daha *Zor*’du. Çünkü eskiden dünyâda da biraz *Nûr* vardı. Yâni sevilecek bir *Tarafı* vardı. Ama şimdi hiç kalmadı.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, bizi *Seçdi*. Biz seçildik kardeşim. Biz seçemeyiz, O bizi *Seçdi* ve bu *Îmân*’ı bize nasîb etdi. Bize düşen, sâdece bunu *Korumak*’dır. Çünkü düşmanı çok. 


Ayrıca, *Elli lira*’nın düşmanıyla, bir *Pırlanta*’nın düşmanı bir olur mu? Bu düşman, çok *Kuvvetli*. Onun için *İmâm-ı Rabbânî* hazretleri buyuruyorlar ki: 


Sen, o *Îmân* cevherini tek başına koruyamazsın. O *Pırlanta*’yı korumanın bir *Yol*’u var. O da, onu koruyabilen *Kimse*’lerle berâber olmaktır. *Onlar*’la berâber olursan, *Sen* de korunursun. 

● ● ● 

İnsanlığa *Hizmet*, cemiyete *Hizmet*, islâmiyeti *Anlatmak*’la mümkündür kardeşim. İslâmiyeti anlatmak da *İlim*’le mümkündür. *İlim*’siz islâmiyet olmaz. 


Bu zamanda cihâd, *Yazı* ile olur, *Kalem*’le olur. O kalemi iyi yerde kullanan, *Mücâhid* olur, kötü yerde kullanan da *Mülhid* olur kardeşim, Allah korusun. 


Ne *Ni’met* yâ Rabbî, ne *Seâdet*. Allahü teâlâ gözümüzü açdı. O *Büyük*’leri gösterdi, tanıtdı, sevdirdi. Rabbimize sonsuz *Hamd* olsun ki o *Büyük*'leri hem *Gördük*, hem *Tanıdık* hem de *Sevdik*. 


Yalnız *Görmek* kâfi değil, asıl büyük seâdet, *Tanımak* ve *Sevmek*’dir. Bu da Rabbimizin *İhsân*’ı kardeşim. O *Tanıt*’masaydı, biz tanıyamazdık. O *Sevdir*’meseydi, biz sevemezdik. 


*Müjde*’ler olsun bu büyük *Ni’met*’e kavuşanlara. 1400 seneden beri, *Hak* ile *Bâtıl* çatışması var. Bu çatışma, *Âdem* aleyhisselâmdan beri var, *Kıyâmet*’e kadar da devâm eder. 


*Bid’at*’ler var, sahte *Şeyh*’ler, sahte *Mürşid*’ler var. Bunlar *Âhiret* adamı değil, *Dünyâ* adamı kardeşim. Gençlerin *Îmân*’larını çalıyorlar. 


Daha evvel de *Vardı*, her zaman *Var*. Onların tuzağına düşmemek kadar büyük *Seâdet* yok kardeşim, *Altıyüz* senede kurulan *İslâm* ahlâkı, *Altmış* senede bitdi. 


Niye? Çünkü nefs *Kâfir*, onun için *Küfr* çabuk yayılır. *Ahlâk*’sızlık, *Îmân*’sızlık çabuk yayılıyor. Çünkü insanın içindeki *Nefs*, fırsatını bulunca hemen döner. Onu zapdetmek çok *Zor*’dur.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm vefât edince, ortalık karışdı. Ensâr ve muhâcirîn; *İki tarafdan da birer halîfe seçilsin!* dediler. 


Hazret-i Ömer kılıcı çekip; *Ebû Bekr halîfedir, bî’at etmiyeni keserim!* dedi. Bu konu âcil olduğu için hemen *Seçim* işi yapıldı. 


Eğer gecikdirilseydi, iki *Halîfe* olacak ve Eshâb-ı kirâm *İki*’ye bölünecekdi. 


Halîfe seçimi sırasında, *Hazret-i Alî* radıyallahü anh *Defin* işi ile meşgûl oluyordu. Onun için önceden *Kendi*’sini çağırmadılar. 


Ama işi bitince, O da gelip hazret-i Ebû Bekre *Bî’at* etdi. Hazret-i Alî’nin *Üzüntü*’sü, halîfe olmak için değil, önceden çağırılmadığı içindi. 


Ama çağırılmayışının da *Sebeb*’i vardı. Çünkü o vakit, *Ehl-i beyt*’in yanındaydı. Onları *Tesellî* ediyordu. 

● ● ● 

Biz hepimiz çok *Şanslı*'yız kardeşim. Çok *Bahtiyâr*’ız. Niçin? Çünkü *Sâhip*’siz değiliz. Bir sâhibimiz var. 


*Yâsin-i şerîf*’de geçiyor bu. Meâlen; *Onunla, biz onları tutduk!* buyuruyor. 


Yâni Allahü teâlâ, *Has* kullarının, *Sevgili* kullarının boynuna, mânevî bir *Tasma* atar. Yâni ona *Sâhip* çıkar. Kendine bağlar. 


Bu *Bağ* varken, o kimse *Râhat*’dır, *Mutlu*’dur, *Huzûr*’ludur. Bu, onun için bir *Seâdet*’dir. Çünkü içi *Râhat*’dır. 


Ama *Nefs*, devâmlı sûretle o *Tasma*’yı çıkarmasını ister. *Bir an evvel at şunu!* der. Devâmlı bunu söyler. Niçin? 


Çünkü o *Bağ* varken yanaşamıyor ona. *Vesvese* veremiyor. *Zarar* yapamıyor, *Yol*’dan çıkaramıyor. Çünkü o, *Rabbi*’ne bağlı. O bağı çıkarırsa, hemen gidip *Musallat* olacak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki*:


Cenâb-ı Hak, bu *Sonsuz* olan *Ateş*’i söndürecek bir *Şey* yaratmış. Yâni bunun bir *İlâc*’ı var. Sonsuz ateşi söndüren bu ilâç nedir? 


*Lâ ilâhe İllallah Muhammedün resûlullah* kelâmıdır. Bu kelâmı, inanarak *Bir* defâ söyliyen için, o sonsuz *Ateş*, sonsuz olarak *Söner* efendim. 


Kalpdeki *Kir*’leri temizlemek için de ilâç; *Estağfirullah min külli mâ kerihallah* kelâmıdır. 


Bunları, hem *Kalb*’en, yâni inanarak, hem de *Fiil*’en, yâni ağızla söylemek lâzım kardeşim. 


Velhâsıl Cenâb-ı Hak, insanlar için iki *İlâç* yaratmış. Biri, *Kelime-i tevhîd*, diğeri de *İstiğfâr*. Bunlara, baha biçilmez efendim. 

● ● ●

Hedefi, maksadı *Allah*’ın rızâsı olmıyan kimse, Cehennem ve kabir *Azâb*’ından kurtulamaz. *Bid'at* çıkartan kimse de *Cehennem*’de yanacakdır. 


*Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Kim bu duâyı okursa, yerde ve gökde, ona aslâ bir *Zarar* gelmez. 


*Bismillâhillezî*, bu, öyle bir Besmeledir ki, *Lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Gökde ve yerde, hiçbir şey o kula zarar veremez. 

● ● ● 

Bizim *Kitap*’larımızı alıp da okuyana, Allahü teâlâ *Îmân* nasîb eder. Hattâ *Seâdet-i Ebediyye* kitâbının evlerde bulunması bile, *Feyz* almaya sebep olur efendim. 


Yâni bizim *Kitap*’lar, birer *Mücevher* kardeşim. Çünkü kendimden bir şey yazmadım. Falanca kitapda *Şöyle*, filanca kitapda *Böyle* bildiriyor, diye yazdım. 


Velhâsıl bizim *Kitap*’lar, hep *İslâm Âlim*’lerinin yazılarıdır. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgi*’lerdir.


İşte bizim kitaplar, hep o *Büyük*’lerin yazıları olduğu için, bütün dünyâ *Hayrân* kalıyor. Elhamdülillah, bunlar hep *Efendi* hazretlerinin *Bereket*’i.


Onun *Himmet*’i kardeşim. Bizimle alâkası yok. *Abdülhakîm* Efendi hazretlerini görmeseydik, bu kitapların *İsmi*’ni bile işitmezdik, değil basdırmak.