Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan, dünyâda *Kimi* severse, âhiretde *Onun* yanında olacak. Biz de, o *Büyük* leri seviyoruz elhamdülillah. Bu *Sevgi* yi de bize veren, gene onlar. 


*Sevgi*, yukarıdan aşağıya gelir çünkü. Onlar kendilerini *Sevdir* di. Biz *Sevme* yi bilemezdik ki. Zâten ilk gördüğümde *Talebe* idim. 


Abdülhakîm Efendi hazretlerini *Tanımak*, Allahü teâlânın bana en büyük *Lütfu* olmuşdur. 


O'nun yanında *Dünyâ* yı unuturduk. Ömrümün en *Zevkli* dakîkaları, Onunla berâber olduğum zamanlardır. Bana çok *Müjde* ler verdi. 


Meselâ evleneceğim zaman, Efendi hazretlerine; *Ben evlenmek istiyorum*, dedim. Efendi hazretleri de; *Kiminle evleneceksin?* buyurdu. 


Ben de, *Siz kimi emrederseniz, onunla*, dedim. Efendi hazretleri sevindi. *Öyleyse sen Ziyâ Beyin kızıyla evlen!* buyurdu. Bu, benim için bir *Müjde* oldu. 


Efendi hazretlerinin Ziyâ beye, husûsî *Sevgisi* vardı. Hattâ bir gün ellerini kaldırdı ve; 


Yâ Rabbî, *Ziyâ* kulunun bana yapdıklarına, bir *Karşılık* da bulunamıyorum. Onun *Mükâfât* ını, sen sonsuz *Rahmet* hazînelerinden ver. Onu, *Sana* havâle etdim! diye duâ etdi. 


Biz evlendikden sonra, Efendi hazretlerini ziyârete gittik. Efendi hazretleri bizim hanıma; *Hilmi’den memnûn musun?* diye sordu. 


Bizim hanım da; *Evet memnunum*, deyince Efendi hazretleri; *Sen benim hem kızımsın, hem de gelinimsin!* buyurdu. 


Bu da, benim için çok büyük bir *Müjde* oldu. *Sen benim gelinimsin* ne demek? Yâni, *Hilmi, benim oğlumdur!* demek. Ben bu müjdeyi aldım, elhamdülillah. 


Bunlar yâdigâr *Haber* ler kardeşim. Bunları kitaplar yazmaz, kimseler bilmez. Elhamdülillah, çok büyük *Müjde* ler aldım Efendi’den.

Yâdigâr mektûblar 23.mektûb

 8 Cemâzi'l-Evvel 1376 [11.10.1956]

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Sâim Bey

Bugün Salı olup, şu mektûbumu yazıyorum. Kıymetli mektûbunuzu aldım. Sıhhat ve selâmetinize memnûn oldum. Biz, Ağustosun dördüncü günü Bursa'ya gittik. 15 Ağustosda avdet ettik. Sizinle arada mülâkat nasîb değil imiş.

Seâdet-i Ebediyye'nin ikinci kısmı Receb-i şerîfde belki çıkacakdır. Çıkınca haber veririm. Sizde bulunan Hüccet-ül İslâm kitâbını, Muzaffer [Özak] Bey yeni basdırdı. Ben tashîh etdim ve tenbîh diyerek birçok ilâveler yapdım. İlâveler elli sahîfe kadar oldu. Âdeta yeni bir Seâdet-i Ebediyye risâlesi gibi oldu. Ben hiç basdırmadım. Yalnız Muzaffer satıyor. Üç liradır. Eskişehir'deki müslimân bir kitâbcıya söyleyiniz. Muzafferden hem Seâdet-i Ebediyye risâlesi istesin, hem de Hüccetü'l-İslâm istesin, orada müslimânlara satsın. Hem para kazanır, hem de sevâb kazanır. Siz de alınız ve müslimânlara tavsiye ediniz. Alsınlar. Çok kıymetli kitâb oldu.

Baldan uşr farzdır. İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe buyuruyor ki, mikdârı ne kadar olursa olsun, uşrunu vermek lâzımdır. Kaç kilo alınırsa, alınca onda birini müslimân fakirlere, ya'nî nisâba mâlik olmayan müslimânlara vermek farzdır. Uşrunu vermeden yemek harâmdır. Uşrunu vermeden yenirse, tazmin etmek, ya'nî bedelini sadaka vermek lâzımdır.

Arıların başka yerlerden topladığı ballar günâh değildir. Zirâ topladıkları şey mal ve mülk değildir. Az bir şeydir.Şerî'at buna müsaade etmişdir.

Din ve dünyâ seâdetinize ve selâmetinize duâlar eder,duâ buyurmanızı dilerim efendim.

Hüseyn Hilmi Işık

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ermeniler çok müslümân kesmişler o devirde. Efendi hazretlerinin oğlu *Mekkî Efendi* şöyle anlatırdı: 


Van’dan *Hicret* ederken, gencecik *Kadın* lar, kucaklarında *Bebek* leri, hızlı ve hiç durmadan yürürlerdi. Durmak, dinlenmek yok. Çünkü arkadan *Ermeni* ler kovalıyor. 


Bir müddet sonra o kadınlar, *Çocuk* larını taşıyamaz hâle gelince, *Yavru* larını bir *Ağaç* altına bırakıp, *Yola* devâm ederlermiş. 


Çoğu kadınların *Elin* de, *Kucağı* nda ve *Karnı* nda yedi sekiz tâne *Çocuk* ları var. Üstelik *Eşyâ* ları da var. Yorulunca, eşyâları *Tek tek* atıyorlarmış. 


Çocukları da *Taşıyamaz* duruma gelince, arkadan gelen daha *Güçlü* birileri alsın diye, mecbûren bir *Ağacın* altına bırakırlarmış. Ne yapsınlar? Bırakmasalar, zâten *Kendi* leri de, *Çocuk* ları da *Ölecek*. 


Çünkü *Düşman* peşlerinde. İşte hep böyle *Ağaç* ların altında yatan, *Kundak* da veyâ bir iki yaşlarında *Bebek* ler ve *Çocuk* lar görürdük, diye anlatırdı Mekkî Efendi. 

● ● ● 

Ben Efendi hazretlerinin yanında, yeni *Sırmalı* subay elbiselerimle otururken, *Şâkir Efendi* kapıyı açıp içeriye girdi. 


Beni öyle görünce; *Ooo, Hilmi âbi sen subay mı oldun? Amân da subay elbisesi ne kadar yakışmış sana!* dedi. 


Sonra döndü Efendi hazretlerine; *Efendim baksanıza Hilmi âbiye, sırmalı yıldızları takmış, ne güzel de yakışmış değil mi efendim?* dedi. Efendi hiç cevap vermedi. 


O tekrar; *Efendim bir kerre baksanıza Hilmi âbiye, ne olmuş?* dedi. Bu sefer Efendi ona döndü; 


*Sen Hilmi’nin yıldızlarını yeni mi görüyorsun? Hilmi yıldızlarını üç sene evvel takdı!* dedi. 


Hakîkaten, ben Efendi hazretlerini, *Üç sene* evvel, onsekiz yaşımda iken *Görmüş* düm. Amân ne hoşuma gitdi. 


Demek ki, Efendi hazretlerini görmek; *Hakîkî Yıldızı* takmakmış. Yâni, *Kabûl* edilmekmiş. Bu, benim için en büyük bir *Müjde* oldu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben 1932 de *Eczâcı subayı* çıkdım. *Yıldız* ları takdım, *Sırmalı* elbise giydim ve doğruca *Efendi* hazretlerine gitdim. Yanına oturdum. Hiç sesini çıkarmadı Mübârek. 


Efendi hazretlerine hizmet eden *Şâkir Efendi* vardı sâdece. Şâkir Efendi kimdir, biliyor musunuz? Anlatayım. Efendi hazretleri *Van* dan İstanbul’a *Hicret* ederken çok *Sıkıntı* çekmişler. 


1919 da, birinci *Cihân* harbinin sonlarında, *Ermeni* ler çok müslümânları kesmişler. *Rus* lardan aldıkları *Silâh* larla müslümân köylerini basmışlar. 


İşte o zaman Efendi hazretleri, *Yüzelli* kişilik kafilesini alarak *Hicret* için yola çıkıyor. 


Evvelâ *Irak*’a, sonra *Musul*’a, Musul’dan *Adana* ya. Adana’dan *Eskişehir*’e. Eskişehir’den de *İstanbul*’a geliyor Mübârek. 


İstanbul’a gelene kadar *Otuz* kişi kalmışlar, *Yüzyirmi* kişi yolda *Telef* olmuş. *Yaya* olarak, aç susuz, *Para* yok. 


Ne *Sıkıntı* lar çekmişler. Efendi hazretleri İstanbul’a gelirken *Eskişehir* de kalmış. Bizim Abdülhakîm *Asker* deyken, ben *Eskişehir*’e gitdim. 


Orada bir *Câmi* ye girdim. *Kurşunlu* câmiine. Yaşlı birine sordum. *Abdülhakîm Efendi hazretleri bu câmiye de geldi mi?* dedim. 


O da; Evet, bu *Câmi* de kaldı. İşte şu *Oda* larda kalıyorlardı. Hattâ, oğlu *Enver* vardı. Burada vefât etdi. Cenâzeyi kaldıracak *Para* ları da *Yok* du. 


Sabahleyin *Cemâat* gelsin de, *Cenâze* yi kaldırsın diye sabaha kadar *Oğlu* nun başında bekledi. Çok *Sıkıntı* lar çekdi. Hiçbir baba, Onun yapdığını yapamaz, dedi. 

İstiğfar duası nedir?

"Estağfirullah el azîm el kerîm ellezî lâ ilâhe illâhû el hayyel kayyûme ve etûbu ileyh." Bu duâ istiğfar duasıdır.


İstiğfâr etmek, *Şifâ* dır. Bilhassa ramezân-ı şerîfde. Ramezân-ı şerîf, *İstiğfâr* ayıdır, *Tövbe* zamânıdır. Dünyâ ve âhiret zararlarına, mazarratlarına, *Şifâ* dır ve *İlâç* dır istiğfâr.


(Hüseyin Hilmi Işık rahmetullâhi aleyh)

Yâdigâr mektûblar 22.mektûb

7 Ramezânü'l-Mübârek 1375 [18.4.1956]
Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Sâim Bey
Müteâkib iki mektûbunuz vâsıl oldu. Temiz ve hâlis yazılarınızı okuyarak rûhum râhatladı. Kıymetli ve candan duâlarınıza çok memnûn oldum. Cenâb-ı Hak ve teâlâ size de dünyâ ve âhıret seâdetlerini ihsân buyursun ve bu mübârek Ramezân-ı şerîfin rahmetine, mağfiretine ve şefâatine sizi ve bizi ve cümle din kardeşlerimizi nâil eylesin.

Kardeşim, sizin o lâtif suallerinize hemen cevap bulup yazmak mümkin olmuyor. Eski ma'lûmât maalesef hâtırda kat'î olarak kalmıyor. Cevâb yazmak için muhtelif kitâblardan aramak ve okumak îcâb ediyor. Hele zekât mes'elesi çok teferruatlı ve nefse çok muhâlif ve sakîl [ağır] olduğundan, birçok kimseler kendilerine ve sual edenlere mülâyim gelecek şekilde anlatıyorlar.

Okuduklarıma ve anladığıma nazaran, zevc ve zevcenin şerî'atde malları ayrıdır. Müstakildir. Birbirlerinin mallarına müdâhale ve tecâvüz edemezler. Zekâtları da ayrı verirler. Hatta bazı kimseler zekâttan kaçmak için, bir sene temâm olması tekarrüb edince paralarını zevcelerine hediye ediyorlar ve zevcelerine yeni mal olduğundan zevceleri de bir sene kullanmak îcâb edeceğinden o sene zekâtdan kurtuluyorlar.

Velhâsıl zekâtları zevc ayrı, zevce ayrı verirler. Siz kendi paranızın zekâtını verirsiniz, zevceniz de bir sene temâm olunca, ayrıca zekâtını verir. Tabiî onun zekâtını siz hesab edip, o kadar altın alıp, onun nâmına vereceksiniz. Ramezân-ı şerîfde verilen zekâta yetmiş kat fazla sevâb verilir. Ve zekâtı vaktinden evvel vermek câizdir. Onun için refikanızın da zekâtını birkaç ay evvel, ya'nî bu Ramezânda verirseniz ve her sene Ramezân-ı şerîflerde berâber vermek hem kolay, hem de daha sevâb olur. Altınları dartarsınız, kırkda biri kadar çeyrek Türk altını alıp verirsiniz. Bir Türk çeyrek altını 1.75 gramdır.

İkinci suale gelince, bunu çok araşdırdım. Zekât vermek için, hem mal, hem de mülk olmak, ya'nî elinde ve selâhiyyetinde bulunmak lâzımdır. Rehin verilen malın zekâtı lâzım olmadığı gibi, mükâteb denilen [çalışıp efendisiyle bir meblağ ödeyince hürriyetini kazanmak üzere anlaşan kölenin] kölenin kazandığı mal, efendisinin olduğu halde, efendisinin eline geçmedikçe, efendisi zekât vermez. Köle de vermez.Zirâ mal efendinindir. Fakat efendinin eline geçmediği için, efendi de vermez. O halde tekâ'üd sandığında, şahsa âid olduğu söylenen paralar şahıslara geçince zekâtı verilmeğe başlanır. Ele geçmeden evvel zekâtı verilmez ve ele geçince geçmiş senelerinde zekâtı verilmez. Ele geçdikten bir sene sonra zekâtı verilmeğe başlanır.

Seyyidler hüsn-i hâtimeyle vefât ederler

 Ehl-i Beyt'i Rasûl'den olanlar, velev ki fâsık olsalar, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübârek rûhâniyyetleri bunlara da imdâdıyla yetişir. Böylece fâsık olanları da îmânlarında sâbit olurlar ve en güzel bir âkıbetle, hüsn-i hâtimeyle vefât ederler.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın âdet-i şerîfi şöyledir: Bir kul, herhangi bir şekilde, birinin *Duâsı* nı alırsa, Allahü teâlâ, o *Duâ* sebebiyle, onu *Sevdiği* birine, yâni bir *Mürşid-i kâmile* kavuşdurur. 


Yâhut böyle bir zâtın *Kitâbı* na kavuşur. Böylece hidâyete erer. Yâhut da kendisini, *Sebep* siz olarak seçer. 


Veyâ bir kul, *İhlâsla* elini açar da; *Yâ Rabbî, ben dînimi bilmiyorum, ama öğrenmek istiyorum, bana yardım et!* dese.


Böyle *Duâ* etse, yalvarsa, Allahü teâlâ, muhakkak onu *Hidâyete* erdirir. Çünkü vermek istemeseydi istek vermezdi. *Mektûbât* da öyle geçiyor. 


Allahü teâlâ ona *Hidâyet* etmeyi istemeseydi, ona bu *Duâ* yı etdirmezdi. 


*Yalova* da kahvaltı yapıyorduk. Bizimkilere dedim ki: Cenâb-ı Hak bize ne kadar bol *Ni’met* ler vermiş. Sabah namâzından sonra oturdum, *Kalb* imi düşündüm, *Göz* ümü düşündüm.


*Mîde* mi düşündüm, *Kulağı* mı düşündüm, her biri ne büyük bir ni’met. Bir de *Îmân* ni’meti var tabii. Bu kadar büyük *Ni’met* lere karşı, Allahü teâlâ kullarından ne *İstiyor* biliyor musunuz? 


Tek bir şey istiyor, *Tanınma* yı istiyor. Yâni, *Kullarım beni tanısın!* istiyor. Ben böyle deyince, kızım *Dilvin* dedi ki: 


Babacığım, *Allahı* tanımıyan mı var? Herkes tanıyor. Hattâ falan *Artist* bile, Eyüp Sultâna gidiyor, orada *Duâ* ediyor, yâni herkes *Allah* diyor, dedi. Ben de ona dedim ki: 


*Tanımak* demek, *İtâat* demekdir. İtâat etmiyen, *Tanımış* olmaz. İtâat da, *Haram* lardan sakınmakdır, beş vakit *Namâz* kılmakdır. Haramları işliyen ve namaz kılmıyan kimse, Allahı *Tanımıyor* demekdir, dedim. 

● ● ● 

Herkes âhiretde, *Pişmân* olacak kardeşim. Cehennemdekiler pişmân olacak ve; *Âh, bir kelime-i şahâdet getirseydik de, bin sene, onbin sene yanıp, sonunda kurtulsaydık!* diyecekler. 


Cennetdekiler de pişmân olacak ve *Âh, keşke biraz daha gayret gösterseydik de, şu yüksek makamlara da kavuşsaydık!* diyecekler. 


Ama hiç *Fayda* sı olmıyacak, çünkü *Fırsat* kaçdı, *İmtihan* bitdi. 


Öyleyse *Fırsatı* değerlendirelim, bu günlerin ehemmiyetini bilelim. *Sıhhat* de olmanın, *Hür* olmanın kıymetini bilelim. Çünkü çok *Kara günler* geçdi bu memleketin üzerinden, *Çoook!*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allah yolunda atılan adımlardan hiç endîşe duymayın kardeşim. Çünkü bu adımlar, Allah indinde *Makbûl* dür ve *Kıymetli* dir. 


Bu zamanda *Küfr* ve *Bid’at* her tarafı kaplamış, heryer felâket içinde. Küfr, *Sel* gibi akıyor. Her gün yüzlerce acâyip, bozuk, yamuk kitaplar çıkıyor. 


Dîni bozmak için *Yarış* var âdeta. *Televizyon*, hele *İnternet*, gençlerin îmânını çalmak için nice sinsi tuzaklar kuruyorlar. 


Ben, Efendi hazretlerine, altıncı cüzü okuyorum. *Sûre-i Mâide* var o cüzde. Efendim, Allahü teâlâ, *Âdem* aleyhisselâma emir verdi; *Hâbil* ve *Kâbil*, birer kurban kessinler! diye. 


*Hâbil*, hayvancılık yapıyordu. Sürüsünün en *İri* ve en *Gösteriş* li koçunu seçip, onu kurban etdi. Allahü teâlâ da, onun kurbânını *Kabûl* etdi. 


*Kâbil* ise, rençberlik yapıyordu. O da, buğdayların içinden, en *Âdi* ve en *Kıymet* siz olanından bir bağ başak getirdi. Allahü teâlâ onunkini *Kabûl* etmedi. 


O zamanki âdete göre, kabûl edilen kurban, gökden gelen bir *Ateş* le yanıyordu. Kabûl edildiği böylece anlaşılıyordu. *Hâbil* in kurbanı yandı. *Kâbil* inki ise yanmadı. 


Öyle olunca, *Kâbil* feryâd etdi; *Neden benim kurbanım kabûl olmadı?* diye. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde bildiriyor efendim. 


Allah celle celâlüh, kendi *Rızâsı* için yapılan hizmetleri ve ibâdetleri kabûl eder. Hâbil, *Allah için* kesti. Kâbilinse, Allah rızâsı *Aklına* bile gelmedi. Cenâb-ı Hak da onun verdiğini kabûl etmedi. 

● ● ● 

Şimdi affetmek zamânı kardeşim. *Güler* yüzlü, *Tatlı* dilli olmak ve *Acımak* zamânı. *Merhamet* zamânı şimdi. 


Çünkü insanlar, *Fevc Fevc* Cehenneme sürükleniyor, felâkete gidiyorlar. *Çok Kötü*, çoook. Enver âbinin çok gidecek yerleri var.


Tesâdüf oldu, *İyi* oldu, sizinle görüşdük kardeşim. Bana müsâde, Allahü teâlâ, daha çok bayramlara, *Sıhhat* ve *Âfiyet* le kavuşdursun inşallah.

Kur'ân-ı Kerîm Arabîden başka harf ile yazılmaz

"Kur'ân-ı kerîmi Arabîden başka harf ile yazmak ve başka dile terceme edip, Kur'ân-ı kerîm yerine bunu okumak, sözbirliği ile harâmdır. Selmân-ı Fârisî "radıyallahu teâlâ anh" Fâtihâyı Îranlılara fârisî harflerle yazmadı. Tercemesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin fârisî tefsirini yazdı. Arabîden başka harf ile yazmak ve böyle yazılmış Kur'ânı okumak haramdır. Kur'ânı kerîmi arabî harflerle, okunduğu gibi yazmak sûreti ile değiştirmek bile, söz birliği ile haramdır. Böyle yapmak, Selef-i sâlihînin, yani ilk yıllardaki müslümanların yaptıklarını beğenmemek, onları cahil bilmek olur. Mesela, Kur'ân-ı kerîmde (Ribû) yazılı ise de (Ribâ) okunur. Bunu okunduğu gibi (Ribâ) yazmak câiz değildir. Kur'ân-ı kerîmi böyle yazarken ve başka dile terceme ederken, Allah kelamının i'cazı bozulmakta, nazm-ı ilahî değişmektedir."

(İbn-i Hacer-i Mekkî "rahmetullahi teala aleyh", Fetâvâ-i Fıkhıyye, sh 37)

Benim ümmetimde bu kadar hakkım yok mudur

 Evâ'ilde ya'nî Asr-ı Se'âdet'den sonraki zemânlarda İmâm-i Hasen Efendimiz'in ve İmâm-i Hüseyn Efendimiz'in "radıyallâhü anhümâ" mübârek nesllerinden Mutayyir isminde bir zât vardı. Bu zât, vefât ettiğinde,insânlar o zemânın büyük âlimlerinden birine giderek "Müteveffâ,fâsık idi. Cenâze nemâzını kılalım mı?" diye sormuşlar. O âlim de "Böyle fâsıkın nemâzı kılınmaz!" diye cevâb vermiş. Bu âlim, o gece rü'yâsında Rasûlullâh Aleyhissalâtü Vesselâmı görmüş. Yanına gideceği esnâda Fâtımetü'z Zehrâ "radıyallâhü anhâ" ona yüzünü çevirmiş. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz de {Benim, ümmetimde bu kadar hakkım yok mudur ki, Mutayyir gibi bir evlâdımı bana bağışlamadılar ve kusuruna baktılar!} buyurmuş.

Fâsık dahî olsa, Sülâle-i Tâhire'ye ya'nî Rasûlullâh Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübârek soyundan olanlara muhabbet etmek lâzımdır.

... Bize lâyık olan, onları ancak Rasûlullâh Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübârek soyundan oldukları için sevmektir. Çünki bu sevgi, farzdır ve Allâhü Teâlâ'nın emri iktizâsındandır. Âsî, günâhkâr olanlarını da sevmek lâzımdır. 

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)