AKIL

 Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretleri, Rûh Risâlesi nâm çok kıymetli eserinde buyurdular:


Akl, çok şeyleri idrâkten âcizdir. Kur’ân-ı azîmü’ş-şânda vârid olmuştur;

“Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezdiniz” [Bakara, 216]

Bu da aklın za’fından, aczinden ileri gelir.

Vallahu a’lem bi’s-savâb ve ileyhi merce’u ve’l-me’âb

(Her şeyin doğrusunu en iyi bilen Allah’dır ve dönüş O’nadır.) 

(Son Halkalar I, sf 414-415)

MÜRŞÎD

 Efendi hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh), Keşkül nam kıymetli defterde buyurdular ki;

“Mürşîdden murad, şeyh-i kâmil-i fânîfillahtır. Nâkıs şeyhlerden tarîkat almak tâlib-i sâlike muzırdır (zarar vericidir) ve mehâlike (felâkete) sürükler.”

(Son Halkalar I, sf 425)

ŞERÎ’AT

 Efendi Hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh) buyurdular;

“Şerî’at, üç cüz’den ibârettir: bilmek, işlemek ve her ikisinde ihlâs ile muttasıf olmaktır. Dünyâ ve âhiret şerî’atte saklıdır. Kalanların hepsi şerî’atin gayrisidir, nefsin arzularındandır. Nefs, Cenâb-ı Hakl’ın düşmanıdır.  Allahu teâlânın rızası, nefsin beğenmedikleridir ve bu da şerî’atten inârettir.

Şer’in maklûbu (yersin okunuşu) Arş’dır. Zâhirde şer’den yüz çevirmek, Arş’fan yüz çevirmektir. 

Şer’in zâhiri fetvâdır, bâtını (iç yüzü) takvâdır.”

(Son Halkalar I, sf 440)

MUHABBETULLAH

”Allah’tan başkasından alâkasını kesmeyen bir insan, Hakk celle ve alânın muhabbetine kavuşamaz. Zîrâ, Cenâb-ı Hakk şerîk (ortak) istemez. İnfisâl (ayrılma) hâsıl olmayınca, ittisâl (kavuşma) hâsıl olmaz.”


Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî

“Kaddesallahu teâlâ sirreh”

TÂİFE-İ NAKŞİBENDİYYE

 “Kim bu tâife-i nakşibendiyyenin etrafında niyâz ve âdâb-ı temam ile dolaşırsa, seâdet sahibi olur.”


Şâh-ı Nakşibend Bahâeddîn-i Buhârî

“Kaddesallahu teâlâ sirreh”

KURTULUŞ

Her mükellefin birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdikleri üzere itikadını düzeltmesidir. Ahirette kurtuluş, bu büyüklerin bildirdiklerine inanmağa bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar (fırka-i nâciye), yalnız bunlar ve bunların yolunda gidenlerdir. 

-İmâm-ı Rabbânî-

“kaddesallahu teala sirreh”

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri tarafından talebesi Hüseyn Hilmi Işık efendiye yazılmış mektûblar

Bu mektûblar es-Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri tarafından talebesi fazîletli Hüseyn Hilmi Işık efendiye yazılmışdır.

Azîz Hilmî!
Mektûbunuzun delâlet etdiği âfiyetinize şükrânlarda bulundum. Bâhusûs Sedâda avâmil dersi (okutman) pek hoşuma gitdi. Demek ki şehrlerden uzak kalmanızın takdiri boş değildir. Her ikiniz de müstefid olursunuz. Evâil-i İslâmiyette kelimât-ı mukaddese paralara nakşolunmuş değildir.Zirâ âlet-i mübadele nükûd muhân olun üzerlerinde tasvir caizdir. Bu nukuş paralarda Ehl-i Sünnet olmayan bir takım hükümdarların zemânında olmuş, Fâtımîler gibi, Resûlîler gibi,mu'tezile ve sâir şeri'ate tabi' olmayıb İslâm nâmı altında olanlardır. Evâil-i İslâmiyye, Sahâbe, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn idiler. Firâk-ı dâllenin satvet-i zemânlarında avâmı kendi mezheblerine meylettirmek için isti'mâl olunan hilelerden biridir. Fukâhâ-yı izâm, muhterem addettikleri kelimeleri paralara değil, mezarda isti'mâlini tevcîz etmemişdir. İşte bu mezar taşları dahi öyledir. (ya'nî mezar taşlarına bile yazmaya izin vermemişdir). Mendillerde tesâvir câiz olduğu gibi, paralarda (da) câizdir. Zîrâ muhândırlar. Hakîrdirler, muhterem değildirler. Size ve vâlide ve kardeşlerinize selâmlar ve düâlar ederim. Ara-sıra mektûb yazınız. Ahvâlinizi mufassalan yazınız! Teftîşden sonraki ahvâlinizi serî'an bildiriniz! 19 Eski Mart.


Pekçok sevilen Hilmî Sedâd!
Sevimli mektûblarınızı aldık. Şâkir okudu. Senâ ve şükre bâis oldu. Avâmilin tercemesini güzel yapmış. Demek ki,anlamış.Hilmi istifâde eder. Sedâd istifâde eder. Avâmilin bir şerhi, bir de mu'rebi vardır. Bunları bir vâsıta ile gönderirim. Zâten nahv i"tibâriyle kâfi olur. Sonra kimyâ mühendisi olduğunuz gibi, bir de sarf ve nahv mühendisi olursunuz. Diğer mühendisler çoğaldıkça, kıymetden düşerler. Bu mühendislik haddi zâtında makbûl olduğu gibi, nâdir ve azalmış ve bitmiş olduğundan çok makbûl olur. Daymik orada bulunmanız, böyle devlet-i azîmeye nâil olmak için olmuş. Selâmlar ve düalar ederiz.


Hilmî!
Bu mektûbunuzdan çok memnûn ve mesrûr oldum. Hemen bu i'tikâdın kuvvetlenmesini arzu ederim. Hablar, ya'nî müshil habları bana çok yarıyor. Kolay ise bir mikdâr dahâ yapınız ve gönderiniz!
25 Rebiülevvel.


Aleyküm selâm!
Esnâ-i tilâvet-i Kur'ânda selâm sünnet değildir. Fekat selâm eden olur ise, reddi vâcibdir. Tilâvet esnâsında tilâveti keser. Selâm red eder. Sonra okumağa başlar. Zîrâ tilâvet sünnetdir. Redd-i selâm vâcibdir. Vâcib, sünnet için terk ve te'hir olunmaz. Evvelce gördüğün ve anladığın gibi oku! Zîrâ,bu hakdan murâd, hurmet demekdir.(Bi-hakk-ı Muhammed) "sallallahü aleyhi ve sellem" demek,bi-hurmet-i Muhammed demekdir. (Mevkûfât) sâhibi zan etmiş ki, hak kelimesi, bir hakk-ı şer'î veyâ hakk-ı aklîdir. Öyle murâd olunur ise, öyle olur.Minelkadîm bu düâ böyle okuna gelmişdir. Evet, Allahü teâlâya hiçbir sûretle, hiçbir şey, ne şer'an ve ne de aklen vâcib değildir. Burada hakdan murâd, bu murâd değildir. Belki mütercim yanlış anlamışdır. Azîzim! Senin hâlin gibi, herkes bu derdle derdli, bu hastalık ile hastadır. Böyle olmaz ise, başka sûretle rahatsızlık olur. Âdetullah böyle cârî olmuşdur. Arabî beyt: (Küllü men telka-hu yeşkü dehrehu. Yâ leyte şa'rî hâzihid-dünyâ limen?) (Ya'nî her kime rast gelirsen, hâlinden,zemânından şikâyet ediyor. Âh bilseydim,bu dünyâ kimin malıdır, demekdir. En iyisi yine sensin!)


Hilmî,
Mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatınıza şükür etdim. Din ve dünyânıza en ziyâde yarıyan ve din-i islâmda misli te'lif edilmiş olmıyan (Mektûbât) kitâbını okuyup ba'zısını anlamanın çok ziyâde bir fadl ve ihsân olduğunu bilmelisin!

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Duâ-i zahr-ül gayb icâbete makrûndur*. Ne demek bu? Yâni, insanın *Kendi* ne yapdığı duâ kabûl olmıyabilir. Fakat birinin arkasından, *Gıyâb* ında yapdığı *Duâ* kabûl olur. 


Onun için hepimiz birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. Ben, her *Namâz* ımda, hepinize duâ ediyorum. 


Efendi hazretleri de, en çok *Ziyâ Beye* duâ ederdi. Çünkü Onu çok *Sever* di. Ben şâhidim. Meselâ bir gün ellerini kaldırıp, şöyle duâ etti. 


Yâ Rabbî, *Ziyâ* kulunun bana yapdığı *İyilik* lere, bir karşılıkda bulunamıyorum. Onun *Mükâfât* ını, sen sonsuz *Rahmet* hazînelerinden ver. Onu, sana *Havâle* etdim! diye duâ etdi. 

● ● ● 

Hazret-i Ömer, mîzâcen *Sert* tabîatlı bir zât idi, hatır dinlemezdi. Meselâ *Bedr gazâsı* nda, kâfirlerden *Yetmiş* kişiyi esîr aldılar. Peygamber Efendimiz, Eshâba sordu: *Ne yapalım bu esîrleri?* dedi. 


Hazret-i Ömer; Yâ Resûlallah, onlar seni *Esîr* alsalardı, hemen öldürüp *Şehîd* ederlerdi. O hâlde bize emret, yetmişini de *Öldürelim*. Ebû Bekre söyle, *Oğlu* nu öldürsün. Alî’ye söyle, *Amcası* nı öldürsün, dedi. 


Hazret-i Alî’nin ve Efendimizin amcası *Hazret-i Abbâs* da esîrler arasında idi. Öyle deyince, Peygamber aleyhisselâmın mübârek *Yüzü* buruşdu, üzüldü, sıkıldı. 


Ve Hazret-i Ebû Bekre dönüp; *Yâ Ebâ Bekr, sen ne dersin bu hususda?* diye sordu. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömerin aksine *Yumuşak* tabîatlı idi. 


Efendimize cevaben; Yâ Resûlallah! Senin Eshâbın olan bizler *Fakîr* iz. Medîne ahâlîsinin ekserîsi  *Çoban*, yiyecek ekmek *Para* ları bile yok, dedi. Ve sözüne devamla; 


Bunlara söyliyelim, bize *Bin altın* vereni *Serbest* bırakalım. Çünkü bunların içinde hepimizin *Akrabâ* sı var. Onun için öldürmiyelim, *Para* alalım, o paraları eshâbına dağıt, eshâbın *Zengin* olsun, dedi. 


Bu cevap, Peygamber aleyhisselâmın *Hoşuna* gitdi. Esîrlerin her birinden *Bin Altın* istediler. Buna, *Esîrler* de sevindiler tabii, çünkü öldürülmiyeceklerdi. 


Hemen Mekke’deki akrabâlarına mektup gönderdiler ve; *Beni bırakmaları için (bin altın) gönderin!* dediler. Parası olan gönderdi, olmıyan da etrafdan topladı. 


*Bedir* de alınan *Esîrler* arasında bir de kim vardı? Peygamber aleyhisselâmın amcası *Abbâs*. İşte o, Resûlullah Efendimize; 


*Yâ Muhammed, benden (bin altın) istiyorsun. Utanmıyor musun? Beni Mekke sokaklarında el açıp dilencilik mi yapdırmak istiyorsun?* dedi. 


Bakın, *Peygamber* demiyor da, *Muhammed* diyor. Niçin böyle diyor? Çünkü Onun Peygamber olduğuna inanmıyor ki. 


Peygamber Efendimiz de, hazret-i Abbâsa cevâben buyurdu ki: Ey amca, sen *Beni* ve *Müslümân* ları öldürmek için, Mekke’den çıkacağın gece yarısı, *Hanımı* na dedin ki:


*Bak, şu çekmecede şu kadar (altın) var. Eğer sağ sâlim dönersem, bu altınları senden isterim. Eğer ölürsem, senin olsun!* 


Böyle demişdin ya, işte şimdi *Mektup* yaz hanımına, o altınlardan *Bin tâne* göndersin deyince, *Abbâs* ın ağzı açık kaldı. Peygamber aleyhisselâma dedi ki: 


Yâ Muhammed, sen *Bunu* nerden haber aldın? Ben bunu, gece yarısı söylerken kimse *Yokdu* yanımızda. Sen bunu nerden biliyorsun? dedi. 


Efendimiz aleyhisselâm da; *Bana, Rabbim haber verdi, Rabbim bana bildirdi!* dedi. 


Öyle deyince, *Abbâs* dondu kaldı ve hemen; *Ben inandım ki, sen Allahın Peygamberisin!* dedi ve müslümân oldu. 


Ama Peygamber Efendimiz, yine de Ona; *Bin altını vermezsen, seni salmam, geri göndermem!* dedi. Niçin böyle söyledi?


Çünkü bu sefer de, amcasına iltimas etdi demesinler diye, hazret-i Abbâsa; *Herkesden aldığımızı senden de isteriz!* buyurdu. 


Bedir esîrleri arasında bir de *Kim var?* Peygamber aleyhisselâmın *Dâmâdı*, yâni büyük kızı *Zeyneb* in efendisi var. 


*Zeyneb* Mekke’de kalmış, *Efendisi* de müslümânları öldürmek için *Bedir’e* gelmişdi. O da mektup yazıyor Mekke’ye. *Amân Zeyneb! bana (Bin altın) gönder ki beni salsınlar, bıraksınlar!* diyor. 


Hazret-i Zeyneb, *Beyi* ni serbest bıraksınlar diye, *Bin Altın* yerine, boynundaki *Altın Gerdanlığı* nı gönderiyor. Peygamber Efendimiz bir bakıyor ki, *Zeyneb* in gerdanlığı. 


Tanıyor hemen. Kaç sene evvel, kızı Zeyneb *Gelin* olurken, hanımı *Hatîce* vâlidemizin, kızının boynuna, *Kendi* eliyle takmış olduğu *Gerdanlık*. 


Peygamber Efendimiz onu görünce başlıyor ağlamaya. Çünkü *Hatîce* vâlidemizi çok severdi. Onun mübârek *Eliyle* takdığı gerdanlığı görünce, Peygamber Efendimiz ağlıyor. 


*Ey Eshâbım, bu gerdanlığı bana bağışlar mısınız? Evet sizin hakkınız, ama bunu tekrar kızıma hediye edelim diyorum, ne dersiniz?* diye soruyor.


Eshâb-ı kirâm; *Fedâ olsun yâ Resûlallah* diyorlar. Ve böylece Efendimiz, dâmâdını *Serbest* bırakıyor. Tam gideceği zaman, onu çağırıyor ve o gerdanlığı kendisine geri verip; 


*Bu gerdanlık, Hatîce vâlidenizin mübârek eliyle Zeyneb’e takdığı gerdanlıkdır. Bunu, tekrar kızıma geri götür!* diyor. O da alıyor gerdanlığı, *Zeynebe* geri götürüyor. 


Zeyneb onu görünce, çok duygulanıp başlıyor ağlamaya. Efendisiyle birlikde, ikisi de *Müslümân* oluyorlar. *Îmâna* geliyorlar. İşte bu, Peygamber aleyhisselâmın *Merhameti* sâyesinde oluyor kardeşim. 

● ● ● 

Bir hadîs-i kudsîde Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? *Âdi nefseke*; nefsinize düşman olun. Kim diyor bunu? Allahü teâlâ söylüyor. 


Ey insanlar, nefsinize düşman olun! buyuruyor. *Feinnehâ*; çünkü sizin o nefsiniz, *İntesabet*; benim karşıma dikilmişdir, *Li mu’âdâtî*; düşman olarak. 


Yâni, *Nefslerinize uymayın, çünkü sizin nefsiniz bana düşmandır!* buyuruyor Allahü teâlâ. Öyleyse nefsimize uymıyacağız, islâmiyete uyacağız kardeşim. 


Nefs, insana dâima *Zararlı* şeyleri emreder. Mahlûkların en ahmağı, insanın *Nefsi* dir. İşte nefs, dâima *Kötü* şeyleri ister. O hâlde *Ahmak* dır. 


Çile çekmeden hiç bir *Hizmet* yapılamaz. Bir dâvâ ne kadar *Çileli* ve ne kadar *Sıkıntılı* olursa, o kadar uzun *Ömürlü* olur. İslâmiyetin başlangıcında çekilen sıkıntılar belli. 


Nitekim Peygamber Efendimiz aleyhisselâm; *Gelmiş veyâ gelecek bütün insanların çekdiği çileden daha çoğunu ben çekdim!* buyuruyor.

Yâdigâr mektûblar 5.mektûb

 Çarşamba 

Selamün aleyküm kıymetli kardeşim Enver bey

Sizi yine rahatsız ediyorum. [Abdülhakîm] Efendim merhumun tanıdıklarını görünce, Seâdet-i Ebediyye'nin üçüncü kısmını söyleyiniz, alıp okusunlar.

Sizden istirhamım şudur ki; bir ay içinde Babıali'deki Eminönü vergi dairesine 200 lira yatırmak lazım. Mayısın onbeşinci gününden sonra fazla kalabalık olur. Hesâb yaparken 200 lira fazla yazıp, Altay bey'den geçen sene Mayıs veya eylül ayındaki âlât-ı sâbite vergi makbuzunu alıp, makbuzla beraber parayı o vergi dairesinde yine üst katta fakat merdivenlerden çıkınca soldaki odaya götürüp, yarısını yatıracağım deyiniz. Makbuzu alıp Altay Bey'e her iki makbuzu da verirsiniz.

Onbeş gün evvel Hüseyin Şener'e Seâdet-i Ebediyye'nin ikinci kısım ikinci baskı müsveddelerini gönderdim. Aldıklarını telgraf ile bildirdiler. Fakat neden basılmağa başlamadılar? Eski fiyata razıyım. Bozkurt Aziz Bey'e rica etsinler. Hemen basılmasını rica ettiğimi söylesinler. Sizlere zahmet oluyor.

Cenâb-ı Hak hepinize ecrini İhsan buyursun. Din ve dünya seadetinize dua eder, bütün kardeşlerime selam eylerim. Dualarınızı beklerim efendim.

Hüseyn Hilmi Işık

Yâdigâr mektûblar 4.mektûb

 Ve aleykümselam kıymetli kardeşim Enver bey

Sizlere mektup yazmağa yüzüm yok. Bizim için çok yoruluyorsunuz. Cenâb-ı Hak ecrin'i ihsan buyursun. Her haberden çok rü'yânıza sevindim. Mektubun sonunda, yarım satır idi. Fakat mektubun kalbi idi. İkimiz için de müjdedir.

Seâdet-i Ebediyye'nin basılmağa devam etmesi Cenâb-ı Hakkın lütfudur. Bu hayırlı işe sizin de hizmetiniz oldu. Fakat ben sizin yorulmanızı istemiyorum. Cengiz'e [Mehmed Yücel] Edirnekapı'daki evine yazdığım cevâbda, tashihleri Faruk'la [Koca] ikiniz yapınız dedim. Aziz Bey'i görür iseniz ona da bu ikisi yapacak, işi hafif olan bunlardır dersiniz. Efendim, düşündüm, Aziz bey, benle Ercan beyle münakaşa edip muğber olmuştur [kırılmıştır].Ercan Matbaası'nda basılması için ısrar etmeyi hatalı buldum. Bu sebepten Aziz Bey'in kalbini almak için ona mektup yazarak sizin tensib edeceğiniz matbaada basılsın dedim.

Eminönü vergi dairesinde, Hikmet Bey'in oturduğu odanın karşısındaki odada, 200 lira âlât-ı sâbite vergisini Mayıs nihayetine kadar yatırmaz isek bizden ceza alırlar. Bu verginin geçen seneki makbuzunu Altay bey'den alarak cümle hesabından 200 lira alarak oraya yatırmanızı size yazmıştım. Bunu yatırmadınız ise hemen yatırınız. Geç kalırsanız kalabalık olur. Tabela vergisinden haberim yok. Bayram usta hatırlarsa ne âlâ! Ne vergi isterler ise tabii vereceğiz.

Zahmetinize teşekkür ederim. Din ve dünya seâdetinize acizane dua eder, dualarınızı beklerim efendim.

Bayram günü İstanbul'dayım. Bayramda hiçbir gün hiçbir kimse eve, atölyeye misafir gelmesin. Bütün arkadaşlara söyleyiniz. Bu mes'ele mühimdir. Nâzikdir. Hepinize rica ederim. Arkadaşlara selam ederim.

Dört mezheb imâmı

 Dört mezheb imâmları, islâm dîninin temel direkleridir. Her birinin hâl tercemelerini ve üstünlüklerini bildirmek için, islâm âlimleri çeşidli kitâblar yazdılar. İstanbulda da neşr edilmiş olan arabî (El-minhat-ül-vehbiyye fî redd-il-vehhâbiyye) kitâbının (Eşedd-ül cihâd fî-ibtâl-i da’vel-ictihâd) kısmında ve (Hidâyet-ül-muvaffıkîn) ve (Sebîl-ün-necât) kitâblarında da yazılıdır. Gençlere yâdigâr olmak için (Eşedd-ül-cihâd) kitâbından bir mikdârı terceme ediyoruz:


1 — Ehl-i sünnetin dört mezheb imâmından birincisi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir “rahmetullahi aleyh”. 80 [m. 699] senesinde tevellüd ve 150 [m. 767] de Bağdâdda vefât etmişdir. Hanefî mezhebinin reîsidir. Osmânlılar, Hindistân müslimânları, Siberya ve Türkistân müslimânları, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmekdedirler. Hadîs-i şerîfde, (Ebû Hanîfe, ümmetimin ışığıdır) buyuruldu. İbâdetlerinin çokluğu, vera’ı, zühdü, cömerdliği, keskin görüşü, ince düşünüşü meşhûr olduğundan, ayrıca bildirmeğe lüzûm yokdur. Fıkh bilgilerinin dörtde üçü onundur. Dörtde birinde de, diğer mezheblerle ortakdır. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, (Müslimânların fıkh bilgilerinin kaynağı, Ebû Hanîfe ve talebeleridir. Fıkh öğrenmek istiyen, Ebû Hanîfeye ve Onun talebelerine gitsin! İmâm-ı Mâlike, Ebû Hanîfeyi gördün mü dediğimde: Evet Ebû Hanîfeyi öyle gördüm ki, şu direk altındandır dese, sözünü isbât eder.

Kimse karşılık veremez dedi). İnsanlar, fıkh bilgisine karşı uykuda idi. Hepsini Ebû Hanîfe uyandırdı. Zemânın âbidlerinden, zâhidlerinden olan Îsâ bin Mûsâ, Emîr-ül-mü’minîn Ebû Ca’fer Mensûrun yanında idi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe içeri geldi. Îsâ, Mensûra, bu zât, dünyâ çapında büyük âlimdir dedi. Mensûr, İmâma, ilmi nereden edindin dedi. Hazret-i Ömerin talebelerinden buyurdu. Mensûr da, doğrusu çok sağlam senedin var dedi.


İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, her gece nemâz kılardı. Kâ’bede uyurken, (Yâ Ebâ Hanîfe! Bana hizmetin hâlisdir. Beni iyi tanıdın. Bu ihlâsından ve ma’rifetinden dolayı seni ve kıyâmete kadar sana tâbi’ olanları mağfiret eyledim) sesini işiterek uyandı. Ebû Hanîfe için ve Onun mezhebinde olanlar için, bu ne büyük bir müjdedir! Onun güzel ahlâkı ve temiz sıfatları, ancak ârif olanda ve müctehid imâmlarda bulunabilir. Yetişdirdiği müctehid imâmlardan ve râsih âlimlerden Abdüllah ibni Mubârek ve imâm-ı Mâlik ve imâm-ı Mis’ar ve Ebû Yûsüf ve Muhammed Şeybânî ve imâm-ı Züfer, onun yüksek mertebesinin vesîkalarıdır. Tevâdu’ ve hayâsının çokluğundan, halkdan uzaklaşmak, bir köşeye çekilmek istediği hâlde, mezhebini yaymasını, rü’yâda Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” emr edince, fetvâ vermeğe başladı. Mezhebi her yere yayıldı. Tâbi’leri çoğaldı. Çekemiyenleri türedi ise de, hepsi rezîl ve perişân oldular. Âlimler, mezhebinin usûlünü, fürû’unu öğrenip, kitâblar meydâna getirdiler. Naklî ve aklî delîllerini inceleyenler ve anlıyabilenler, onun üstünlüğünü yazdılar. Ebülferec ibni Cevzî, kitâbında, İmâm-ı a’zamı küçültücü haberler nakl ediyor ise de, bunları İmâm-ı a’zamı küçültmek için değil, hasedcilerinin bulunduğunu bildirmek için yazmışdır. Aynı kitâbında, İmâm-ı a’zamı herkesden dahâ çok övmekdedir. Babası Sâbit, hazret-i Alînin yanına gelmişdi. İmâm hazretleri, ona ve çocuklarına hayr ve bereket ile düâ eylemişdi. Bu düâ, İmâm-ı a’zamda zâhir oldu. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik hazretlerinin ve başka Sahâbîlerin sohbetlerine kavuşarak, Tâbi’înden olmakla da şereflendi.


[İstanbulda neşr edilen arabî (Ulemâ-ül-müslimîn ve vehhâbiyyûn) kitâbının altmışikinci sahîfesinde, (Mîzân-ül kübrâ) kitâbının müellifi Abdülvehhâb-i Şa’rânî buyuruyor ki, (Edillet-il-mezâhib) ismindeki kitâbımı yazacağım zemân, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve talebelerinin ictihâdlarını çok inceledim. Herbirinin bir âyet-i kerîmeye, hadîs-i şerîfe veyâ Eshâb-ı kirâmdan gelen habere dayandığını gördüm.

İmâm-ı Mâlik ve imâm-ı Ahmed ve imâm-ı Şâfi’î gibi büyük müctehidler, İmâm-ı a’zamı çok övdüler. Başkalarının lehde ve aleyhde konuşmalarının hiç kıymeti yokdur. Çünki, Mâlikî ve Hanbelî ve Şâfi’î mezhebinde olanların, mezheblerinin İmâmının medh etdiklerini sevmeleri ve övmeleri lâzımdır. Sevmezlerse, kendi mezheblerine uymamış olurlar. Mezheb taklîd edenin, mezhebinin imâmına uyarak, İmâm-ı a’zamı medh etmesi vâcibdir. Birgün, İmâm-ı a’zamın hayâtını yazıyordum. Yanıma bir adam geldi. Bir yazı gösterdi. İmâm-ı a’zama dil uzatmakda idi. Bunu, İmâmın ictihâdlarını anlıyamıyan biri yazmış dedim. Bunları Fahreddîn-i Râzînin kitâbından aldığını söyledi. Fahreddîn-i Râzî, (vefâtı 606 [m. 1209]), imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin yanında bir talebe gibidir. Yâhud, bir sultân yanındaki köylü gibidir. Yâhud, güneşli havadaki, görünmiyen yıldız gibidir. Köylünün, delîlsiz olarak sultânı kötülemesi harâm olduğu gibi, bizim gibi mukallidlerin, te’vîl istemiyen açık bir nass olmaksızın, mezheb imâmının ictihâdına karşı çıkması, imâm için, derme çatma şeyler söylemesi de harâmdır dedim. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ictihâd ederek söylediği ahkâmdan birini anlıyamıyan bir mukallidin, bunun hilâfı zâhir olmadıkça bununla amel etmesi vâcibdir.


Ebû Mutî’ diyor ki, Küfe câmi’inde İmâm-ı a’zamın yanında idim. Süfyân-ı Sevrî ve imâm-ı Mükâtil ve Hammâd bin Seleme ve imâm-ı Ca’fer Sâdık ve başka âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în“ geldiler. Din işlerinde çok kıyâs yapdığını işitdik. Bu, senin için pek zararlı olur. Çünki, ilk kıyâs yapan İblîs idi dediler. İmâm-ı Ebû Hanîfe, sabâhdan Cum’a nemâzına kadar bunlara cevâb verdi. Mezhebini açıkladı. Önce Kur’ân-ı kerîmde arıyorum. Bulamazsam, hadîs-i şerîflerde arıyorum. Yine bulamazsam, Eshâb-ı kirâmın icmâ’larına bakıyorum. Burada da bulamazsam, ihtilâf etdiklerinden birini tercîh ediyorum. Bunu da bulamazsam, kıyâs yapıyorum dedi. Misâller gösterdi. Hepsi kalkıp, İmâmın elini öpdü. Sen âlimlerin efendisisin. Bizi afv et! Bilmeden seni üzdük dediler. Allahü teâlâ, beni de, sizi de afv buyursun dedi.


Ey kardeşim! İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye ve Onun mezhebini taklîd eden fıkh âlimlerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dil uzatmakdan kendini koru! Câhillerin sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce imâmın ahvâlini, zühdünü, vera’ını ve ibâdetlerdeki ihtiyâtını, titizliğini bilmiyen dinde reformculara uyarak, onun delîlleri za’îfdir dersen, kıyâmetde onlar gibi felâkete sürüklenirsin.

Sen de, benim gibi, Hanefî mezhebinin delîllerini incelersen, dört mezhebin de sahîh olduğunu anlarsın! Mezheblerin doğru olduğunu öğle güneşini görür gibi, açık olarak anlamak istersen, Ehlullah yoluna sarıl! Tesavvuf yolunda ilerliyerek, ilminin ve amelinin ihlâslı olmasına çalış! O zemân, islâmiyyet bilgilerinin kaynağını görürsün. Dört mezhebin de, fıkh bilgilerini bu kaynakdan alıp yaydıklarını, bu mezheblerin hiçbirinde, islâmiyyet dışında hiçbir hükm bulunmadığını anlarsın. Mezheb imâmlarına ve onları taklîd eden âlimlere karşı edebli, terbiyeli davrananlara müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları kullarına se’âdet yolunu göstermek için rehber, imâm eyledi. Onlar insanlara Allahü teâlânın büyük ihsânıdır. Cennete giden yolun öncüleridirler. Abdülvehhâb-ı Şa’rânînin (Mîzân-ül-kübrâ) kitâbının önsözünden terceme temâm oldu.


TENBÎH: Abdülvehhâb-i Şa’rânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” Şâfi’îdir. Fahreddîn-i Râzî de Şâfi’î mezhebindedir. İmâm-ı a’zama dil uzatdığı için kendi mezhebindeki Râzîyi nasıl aybladığı yukarıda görülmekdedir. Hanefîlerle Şâfi’îler döğüşerek islâmiyyetin gerilemesine sebeb oldular sözü ile müslimânları aldatmağa çalışan dinde reformcuların, yukarıdaki satırları iyi okuyarak, gafletden uyanmalarını dileriz.]


494 [m. 1101] de vefât etmiş olan Ebû Sa’d Muhammed Hârezmî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin kabri üzerine bir türbe ile yanında bir medrese yapdırdı. Kendisi, Sultân Melikşâh-i Selçûkînin vezîrlerinden olup, Merv şehrinde de büyük bir medrese yapdırmışdır.


2 — İmâm-ı Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Ebî Âmir Esbahî 90 [m. 708] senesinde, Medînede tevellüd ve 179 [m. 795] da, orada vefât etdi. Yetmiş imâm şehâdet etmedikçe fetvâ vermeğe başlamadım buyurdu. Hocalarımdan pek az kimse vardır ki, benden fetvâ almamış olsun derdi. İmâm-ı Yâfi’î buyuruyor ki, imâmın bu sözü öğünmek için değildir. Allahü teâlânın ni’metini bildirmek içindir. Zerkânî (Muvattâ) kitâbını şerh ederken diyor ki, (İmâm-ı Mâlik, meşhûr mezheb imâmıdır. Yükseklerin yükseğidir. Aklı kâmil, fadlı âşikârdır. Resûlullahın hadîs-i şerîflerinin vârisidir. Allahın kullarına, Onun dînini yaydı. Dokuzyüz âlimle sohbet ve istifâde etdi. Kendisi yüzbin hadîs yazdı. Onyedi yaşında ders vermeğe başladı. Dersinde bulunanlar, hocalarının derslerinde bulunanlardan çok idi. Hadîs ve fıkh öğrenmek için, kapısına toplanırlardı.

Kapıcı tutmak zorunda kaldı. Önce talebesine, sonra halkdan herkese izn verilir, içeri girerlerdi. Halâya üç günde bir giderdi. Halâda çok bulunmakdan hayâ ediyorum derdi. (Muvattâ) kitâbını yazınca, kendi ihlâsından şübhe etdi. Kitâbı suya koydu. Eğer ıslanırsa, bu kitâb bana lâzım değildir dedi. Hiçbir yeri ıslanmadı). Abdürrahmân bin Enes, hadîs ilminde, şimdi yeryüzünde Mâlikden dahâ emîn kimse yokdur. Ondan dahâ akllı bir şahs görmedim. Süfyân-ı Sevrî, hadîsde imâmdır. Fekat, sünnetde imâm değildir. Evzâ’î, sünnetde imâmdır. Fekat, hadîsde imâm değildir. İmâm-ı Mâlik, hadîsde de, sünnetde de imâmdır derdi. Yahyâ bin Sa’îd, imâm-ı Mâlik, Allahü teâlânın kullarına yeryüzünde huccetidir, derdi “rahime-hümallahü teâlâ”. İmâm-ı Şâfi’î, (hadîs okunan yerde, Mâlik, gökdeki yıldız gibidir. İlmi ezberlemekde, anlamakda ve korumakda, hiç kimse, Mâlik gibi olamadı. Allah ilminde bana Mâlik kadar kimse emîn değildir. Allahü teâlâ ile aramda huccet, imâm-ı Mâlikdir. Mâlik ile Süfyân bin Uyeyne olmasalardı, Hicâzda ilm kalmazdı) derdi. Abdüllah, babası Ahmed bin Hanbele sordu: Zehrînin talebeleri arasında en kuvvetli hangisidir? Mâlik, her ilmde dahâ kuvvetlidir buyurdu. İbni Veheb diyor ki, Mâlik ve Leys olmasalardı, hepimiz sapıtırdık. Evzâ’î, imâm-ı Mâlikin ismini işitince, o, âlimlerin âlimi, Medînenin en büyük âlimi ve Haremeynin müftîsidir derdi. Süfyân bin Uyeyne imâm-ı Mâlikin vefâtını işitince, yeryüzünde bir benzeri kalmadı. Dünyânın imâmı idi. Hicâzın âlimi idi. Zemânının hucceti idi. Ümmet-i Muhammedin güneşi idi. Onun yolunda bulunalım dedi. Ahmed ibni Hanbel, imâm-ı Mâlikin, Süfyân-ı Sevrîden, Leysden, Hammâddan ve Evzâ’îden üstün olduğunu söylerdi. Süfyân bin Uyeyne diyor ki, (İnsanlar sıkışacak, Medînedeki âlimden üstün birini bulamıyacaklar) hadîs-i şerîfi, imâm-ı Mâliki haber veriyor. İmâm-ı Mâlik diyor ki, her gece Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” görüyorum. Mus’ab diyor ki, babamdan işitdim: Mâlik ile Mescid-i Nebevîde idik. Biri gelip, Ebû Abdüllah Mâlik hanginizdir dedi. Gösterdik. Yanına gidip selâm verdi. Boynuna sarılıp, alnından öpdü. Rü’yâda Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gördüm. Mâliki çağır buyurdu. Sen geldin. Titriyordun. Râhat ol yâ Ebâ Abdüllah! Otur, göğsünü aç buyurdu. Açınca her yere güzel kokular yayıldı dedi. İmâm-ı Mâlik ağladı ve rü’yânın ta’bîri ilmdir dedi.


3 — İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, ismi Muhammed bin İdrîs bin Abbâs bin Osmân bin Şâfi’ olup, sekizinci babası Hâşim bin Muttalib bin Abd-i Menâfdır.

Resûlullahın dedelerinden olan Hâşim, bu Hâşimin amcasıdır. Beşinci babası Sâib, Bedr gazâsında düşman ordusunda idi. Sonra oğlu Şâfi’ ile Sahâbî oldular. Bunun için Şâfi’î denildi. Annesi, Hazret-i Hasen soyundan olup şerîfedir. İmâm-ı Şâfi’î, 150 [m. 767] senesinde Gazzede tevellüd ve 204 [m. 820] de Mısrda vefât etdi. İki yaşında iken Mekke-i mükerremeye götürülerek orada küçük iken Kur’ân-ı kerîmi ve on yaşında iken, imâm-ı Mâlikin (Muvattâ) hadîs kitâbını ezberledi. Onbeş yaşında, fetvâ vermeğe başladı. O sene, Medîne-i münevvereye giderek, imâm-ı Mâlikden ilm ve feyz aldı. 185 senesinde Bağdâda geldi. İki sene sonra, hac için Mekkeye ve 198 de Bağdâda, 199 da Mısra gelip yerleşdi. Vefâtından uzun zemân sonra Bağdâda götürülmek istendi. Kabri kazılırken misk kokusu yayıldı. Bulunanlar serhoş oldular. Kazmakdan vaz geçdiler. İlm, amel, zühd, ma’rifet, zekâ, hâfıza ve neseb bakımlarından zemânındaki imâmların en üstünü idi. Önce olanların çoğunun da üstünde idi. Mezhebi her yere yayıldı. Haremeyn ve Erd-ı Mukaddes [ya’nî Filistin] temâmen Şâfi’î oldu. (Kureyş âlimi yeryüzünü ilm ile doldurur) hadîs-i şerîfi, imâm-ı Şâfi’îde zuhûr eyledi. Abdüllah, babası Ahmed bin Hanbelin imâm-ı Şafi’îye çok düâ etdiğini görüp sebebini sordukda: Oğlum! İmâm-ı Şâfi’înin insanlar arasındaki yeri, gökdeki güneş gibidir. O, rûhların şifâsıdır dedi. O zemânki (Muvattâ) kitâbında önce dokuzbinbeşyüz hadîs vardı. Sonra kısaltıp şimdi elde bulunan yapıldı. Bunda binyediyüz kadar hadîs vardır. (Nâsır-üs-sünne) [dînin yardımcısı] lakabını aldı. Dört sene gibi kısa bir zemânda yeni bir mezheb getirmesi, bir hârika oldu. Hâl tercemesini ve üstünlüğünü bildiren kırkdan fazla kitâb yazılmışdır.


4 — İmâm-ı Ahmed bin Hanbel Şeybânî Merûzî, 164 [m. 780] senesinde Bağdâdda tevellüd ve 241 [m. 855] de orada vefât etdi. Hadîs ve fıkh ilmlerinde imâm idi. Sünnetin inceliklerinde ve hakîkatinde de mâhir idi. Zühd ve vera’ ile meşhûr idi. Hadîs-i şerîf toplamak için, Kûfeye, Basraya, Mekke-i mükerremeye, Medîne-i münevvereye, Yemene, Şâma ve Elcezîreye gitdi. İmâm-ı Şâfi’îden fıkh öğrendi. O da, bundan hadîs aldı. İbrâhîm-i Harbî diyor ki, Ahmed ibni Hanbeli gördüm. Allahü teâlâ her ilmi ona vermişdi. Kuteybe bin Sa’îd diyor ki, imâm-ı Ahmed; Sevrî ve Evzâ’î ve Mâlik ve Leys bin Sa’d zemânlarında bulunsaydı, hepsinden ileride olurdu. Bir milyon hadîs-i şerîf ezberledi. İmâm-ı Şâfi’î Mısrdan mektûb gönderdi. Okuyunca ağladı. Sebebi sorulunca rü’yâda Resûlullahı görmüş.

Ebû Abdüllah Ahmed bin Hanbele mektûb ile benden selâm yaz ve de ki, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğu kendisinden sorulacak. Cevâb vermesin buyurmuş, dedi. Cenâzesinde sekizyüzbin erkek ve altmışbin kadın bulundu. Vefât etdiği gün, yirmibin yehûdî ve nasrânî ve mecûsî müslimân oldu.


Ehl-i sünnetin bu dört imâmı, hadîs-i şerîf ile medh olunan, ikinci asrın en iyileridir. Dördü de, (İhsânda onlara (ya’nî Eshâb-ı kirâma) tâbi’ olanlardan Allahü teâlâ râzıdır) âyet-i kerîmesine dâhildir. Bir kimse, bu büyüklere tâbi’ olmayıp, zemânların en kötüsünde, câhil ve alçak insanlar arasında bulunan birisine uyarsa, bunun aklı olmadığı anlaşılır. Allahü teâlâ, (Ülül-emre itâ’at ediniz!) buyurdu. Ülül-emr, âlimlerdir. Yâhud âlimlerin fetvâlarını icrâ eden hükûmetlerdir. Her iki tefsîre göre, mezheb imâmlarına uymak vâcib olmakdadır. Fahreddîn-i Râzî kıyâsın delîl olduğunu ve mukallidin, âlimleri taklîd etmesinin vâcib olduğunu, bu âyet-i kerîmeden çıkarmışdır. Mutlak müctehid olmıyan âlimlerin de, âmî ve mukallid olduklarını, üsûl âlimleri sözbirliği ile bildirdiler. Müctehidlerin sözbirliği ile bildirdiklerinden ayrılmanın harâm olduğu, Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinden anlaşılmakdadır. (Eşedd-ül-cihâd)dan terceme temâm oldu.


(İcmâ’) ve (Kıyâs) hakkında (Hüsâmî)de geniş bilgi vardır. Hüsâmînin (El-müntehab fi-üsûl-il-mezheb) ismindeki bu kitâbı, (Hâmî) denilen ta’lîki ile birlikde, Pâkistânda yeniden basılmışdır. Üsûl âlimlerinden Muhammed bin Muhammed Hüsâmüddîn 644 [m. 1246] senesinde Fergânede vefât etmişdir. Otuzüçüncü maddenin sonuna bakınız!


44 — (Hadîkat-ün-nediyye)nin birinci bâbının üçüncü faslında, Abdülganî Nablüsî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki, âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ kullarına kolaylık gösterilmesini istiyor. Güçlük çekmelerini istemiyor) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ azîmetlerin yapılmasını sevdiği gibi, ruhsatların yapılmasını da sever) buyuruldu. Ya’nî, izn verdiği kolaylıkları yapmağı da sever. Bunu yanlış anlamamalıdır. İmâm-ı Münâvî, (el-Câmi’us sagîr) şerhinde (Mezheblerin kolaylıklarını toplayıp, bir kolaylıklar mezhebi yapmak câiz değildir. Böyle yapmak, islâmiyyetden ayrılmak olur) dedi. İbni Abdisselâm (İslâmiyyetden ayrılmıyacak şeklde toplamak câiz olur) dedi. İmâm-ı Sübkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (İhtiyâç ve zarûret olduğu zemân, kolayına gelen mezhebe geçmek câizdir. Fekat, zarûret olmadan geçmek câiz olmaz. Çünki, dînini kayırmak için değil, kendini kayırmak için olur.

Sıksık mezheb değişdirmek de câiz değildir) dedi. (Hülâsat-üt-tahkîk fî-beyân-i hükm-it-taklîd vet-telfîk) ismindeki kitâbda, mezheb taklîdi üzerinde geniş bilgi verdik. [Bu kitâb, 1974 de İstanbulda, arabî olarak ofset yolu ile neşr edilmişdir.]


Halâli harâm etmek ve harâmı halâl etmek için (Hîle-i şer’ıyye) yapmak, câiz değildir. Ya’nî, Allahü teâlânın sevdiği ruhsatlardan değildir. Böyle yapılan hîleye (Hîle-i bâtıla) denir. İbn-ül-izz, başka mezhebi taklîd etmeği anlatırken, (Mezheb imâmlarının sözlerini anlamayıp ve edille-i şer’ıyyeyi bilmeyip, hîle-i şer’ıyyeleri kendi arzûsuna vâsıta kılmakdan sakınmalıdır!) buyurmakdadır. Mukallidlerin, edille-i şer’ıyyeyi bilmedikleri meydândadır. Mezheb imâmlarından işitdikleri hîle sözünü de, keyflerine göre kullanmakdadırlar. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hîle-i şer’ıyye öğreten müftîlerin cezâlandırılmasını söylemişdir. [(Hîle-i şer’ıyye)nin ne demek olduğu (Fetâvel-Hindiyye)nin altıncı cüz’ünde ve (El-Besâir limünkiri-t-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir) kitâbında uzun yazılıdır.]


Allahü teâlânın sevdiği ruhsat, kendi emrlerini yaparken zarûret hâline düşenler için, bildirmiş olduğu kolaylıkları yapmakdır. Yoksa, emrleri yapmakdan kurtulmak ve aklına, görüşüne göre kolaylık aramak câiz değildir. Necmüddîn-i Gazzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hüsn-üt-tenebbüh) kitâbında, (Şeytân insana, Allahü teâlânın bildirdiği kolaylıkları yapdırmaz. Meselâ mest üzerine mesh etdirmez. Ayaklarını yıkatdırır. Ruhsat ile amel etmeli. Fekat, hiçbir zemân mezheblerin kolaylıklarını aramamalıdır. Çünki, mezheblerin kolaylıklarını toplamak harâmdır. Şeytân yoludur) diyor.


Selef-i sâlihînden çoğu, sıkıntılar çekdi. Ağır ibâdetler yapdı. Sen onlar gibi yapma! Sen, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan kolaylık yolunu tut! O büyüklere de dil uzatma! Onlar senden dahâ çok bilgili ve anlayışlı idi. Sen, onların bildiklerini bilmiyorsun. Bilmediğin, anlamadığın şeylere karışma ve bunlara uyma! Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladığına güvenip de, o büyüklere karşı gelmekden de kendini koru! Onlar, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri senden dahâ iyi anlamışlardı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânına, senden dahâ yakın oldukları için ve ma’rifet-ullah ile aklları aydınlanmış olduğu için ve sünnete çok sarılmış oldukları için ve ihlâsları, yakînleri, tevhîdleri ve zühdleri çok olduğu için senden ve senin gibilerden dahâ iyi biliyorlardı.

Ey zevallı din adamı! Gece gündüz, mi’denin ve nefsinin isteklerini düşünüyor, onların arkasında koşuyorsun. Bunlara kavuşabilmek için, biraz din bilgisi edinmişsin. Küçücük sermâyen ile kendini din adamı sanıyorsun. Selef-i sâlihîn ile “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” boy ölçüşmeğe kalkışıyorsun. Ömrlerini ilm öğrenmekle ve öğretmekle geçiren, sâlih amellerle kalblerini temizliyen, halâl lokma yimek ve harâmlardan kurtulmak için, şübhelilerden titizlikle sakınan, o din büyüklerine dil uzatma! Onlar senden çok yüksek idi. Senin bu hâlin, serçenin, yimekde, içmekde, doğan kuşu ile yarış etmesine benzemekdedir. O büyüklerin riyâzetleri, ibâdetleri, bütün sözleri ve ictihâdları, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun idi. Selef-i sâlihîn azîmet ile amel ederler. Müslimânlara da, ruhsat ile hareket etmeleri için fetvâ verirlerdi.


Mukallidin îmânı sahîhdir. Fekat, istidlâli terk etdiği için, âsî, fâsıkdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” böyle söyledi. Ya’nî, düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, öğrenerek îmân eden kimse, mü’mindir ve müslimândır. Evliyânın kerâmeti hakdır. Diri iken de, ölü iken de, kerâmetleri olabilir. Hazret-i Meryemin ve Eshâb-ı Kehfin ve Süleymân aleyhisselâmın vezîri olan Âsaf bin Berhiyânın kerâmetleri Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Kerâmet, Ehl-i sünnet âlimlerinde hâsıl olan, aklın ve fennin yapamıyacağı şeylerdir. Ehl-i sünnet olmıyanlarda kerâmet hâsıl olmadığı için, yetmişiki bid’at fırkasının hiçbiri, kerâmete inanmadı.


Müctehid, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden birini delîl olarak arayıp, seçerken yanılmaz. Bulduğu delîlden hükm çıkarırken yanılabilir. Bunun için, yanılmıyan müctehide on sevâb verilir. Yanılan müctehide bir sevâb verilir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anh”a Nass bulamadığı işler için, (Kendin hükm çıkar! Yanılmazsan on sevâb, yanılırsan bir sevâb kazanırsın) buyurdu. Bir sevâb, ictihâd için uğraşmasına karşılık değil, delîli bulmakda isâbet etdiği içindir. Delîli bulmakda da yanılırsa sevâb verilmez. Bundan çıkardığı hükme uyanlara azâb da yapılmaz. Allahü teâlâ katında hak birdir. Ya’nî, çeşidli olan ictihâdlardan yalnız biri doğrudur. Diğerleri yanlışdır. (Mu’tezile) fırkasındaki âlimlere göre müctehid hiç yanılmaz. Onlara göre, hak birden fazla olur. (Mirkât-ül-vüsûl) şerhi olan (Mir’ât-ül-usûl) kitâbında, ictihâd hakkında geniş bilgi vardır. Bu kitâbı ve şerhini de Molla Hüsrev yazmışdır.

Hadîs-i şerîfde, üçüncü asrdan sonra, yalan ve iftirânın çoğalacağı bildirildi. Bid’atler, dalâletler artacakdır. İ’tikâdda ve amelde, Selef-i sâlihînin yolundan ayrılanlar, sapanlar çoğalacakdır. Kitâba, Sünnete ve Selef-i sâlihînin icmâ’ına sarılan fıkh âlimleri ve tesavvuf yollarının sâlikleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kurtulacak, bunlardan ayrılanlar felâkete sürükleneceklerdir. Fıkh âlimleri ve tesavvuf yolunun mütehassısları kıyâmete kadar bulunacak. Fekat kimler olduğu kesin olarak bilinmiyecekdir. Ancak, müslimânların sözbirliği ile şehâdet etdikleri kimseler belli olacakdır.


Her müslimânın (İlmihâl) öğrenmesi farz-ı ayndır. Allahü teâlâ, (Bilenlerden sorup öğreniniz!) buyurdu. Bilmiyenlerin, âlimlerden ve bunların kitâblarından öğrenmeleri lâzım oldu. Bunun için, hadîs-i şerîfde, (İlm öğrenmek, erkeklere de kadınlara da farzdır) buyuruldu. Bu emrler, beden ile ve kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan bilgileri, (İlmihâl) kitâblarından öğrenmek lâzım olduğunu ve câhil din adamlarının, mezhebsizlerin [ve hele dinde reformcuların] sözlerine, kitâblarına aldanmamağı göstermekdedir.


Doğru yolun âlimleri sözbirliği ile bildirdiler ki, her müslimânın Ehl-i sünnet i’tikâdını kısa olarak ve günlük işlerindeki ve ibâdetlerdeki farzları ve harâmları iyice öğrenmeleri farz-ı ayndır. Bunları ilmihâl kitâblarından öğrenmezse, (Bid’at sâhibi), ya’nî mezhebsiz, sapık veyâ (Mülhid), ya’nî kâfir [Allahın düşmanı] olur. Bunların fazlasını ve arabî lisânının oniki âlet ilmini öğrenmek ve tefsîr ve hadîs-i şerîf ve fen ve tıb bilgilerini, hesâb, ya’nî matematik öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Bu farz-ı kifâyeyi, bir şehrde, bir kişi öğrenirse, bu şehrde bulunanların öğrenmeleri farz olmaz. Müstehab olur. Şehrde fıkh kitâblarının bulunması da, islâm âlimlerinin bulunması gibidir. Böyle şehrde, fıkh bilgilerinin fazlasını ve tefsîr ve hadîs öğrenmek hiç kimseye farz olmaz. Müstehab olur. Ahkâmın delîllerini bulup incelemek, hiçbir zemân, hiçbir kimseye farz değildir. Yalnız âlimlere her zemân, müstehabdır. Müstehab ilmleri öğrenmek, nâfile ibâdet yapmakdan dahâ sevâbdır. Hükûmet bulunmadığı zemânlarda, bunun vazîfesini âlimler yapar. İlmi ile amel eden âlimlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” emrlerine tâbi’ olmak vâcib olur. (Hadîka)dan terceme temâm oldu.

Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!

Din düşmanlarının, müslimânları aldatarak, islâmiyyeti içerden yıkmak için, din adamı şekline girmeleri, dahâ Eshâb-ı kirâm zemânında başladı. Din adamı kılığında çalışan bu islâm düşmanlarına (Zındık) veyâ (Dinde reformcu) ve (Fen Yobazı) denir.

Yetmişiki bid’at fırkasının hepsi Ehl-i sünnet değildir. Bunların en kötüsü, şî’îler ile vehhâbîlerdir. Bunlar, her asrda câhilleri aldatıp dinden çıkardılar ise de, islâmiyyete zarar yapamadılar. Çünki, her asrda çok sayıda fıkh âlimleri ve tesavvuf büyükleri vardı. Bu hakîkî din adamları, sözleri ile ve yazıları ile müslimânları uyarıyor, aldanmalarını önliyorlardı. Şimdi, din âlimi azaldığı için, din düşmanları meydânı boş buldular. Din adamı olarak ortaya çıkıp islâmiyyete saldırıyorlar. Müslimânların, bu sinsi düşmanları, tanıyabilmeleri için, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını bulup okumaları, bilmeleri lâzımdır. Dört mezhebin âlimleri, ehl-i sünnet âlimidir. Dördünün îmân bilgileri aynıdır. İbâdet bilgilerinde de farkları pek azdır. Bu farklar, Allahü teâlânın merhametinin netîcesidir. 

(Fâideli Bilgiler)