İRTİDÂD

Buyurdular ki;

“Ahlâm-ı kat’iyye-i ilâhiyyeyi inkâr ve tereddüt ve istihzâ (alay etmek) ve suhriyye (maskaralık etmek) ve beğenmemek ve ibâda (kullara, insanlara) evfâk ve erfâk (uygun) olduğuna inanmamak ve zamanların tebeddül etmesiyle (zamanın değişmesiyle)  tebeddül etmesine (değiştiğine) kâni’ (kanaat getirmek, inanmak) dahî irtidâddır (küfürdür).”

(Son Halkalar I, sf 385-386)

...

*İrtidâd: dinden çıkmak, mürted olmak

Borcunu vaktinde vermemek (uzatmak) zulümdür

Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) Hazretleri buyurdular:

“Deynin (borcun) eceli, yâni vakti hulûl ettikten sonra (borcun ödeme vakti geldiğinde) medyûn (borçlu) muktedir olduğu halde (imkânı varken) deyni vermemesi bir zulümdür. Hadîs-i şerîfde;

“Borcunu vaktinde vermemek (uzatmak) zulümdür”

vârid olmuştur. Edâsına muktedir olan kimsenin deynin ecelinin hulûlünde (borcunu ödeme zamanında) vermemesi, uzatmadır, tehirdir. Bu ise zulümdür ve habs de zulmün cezasıdır.

Deyn, yani borç vermek bir emr-i ilâhîdir.

“İyilik ve takvâ üzere yardımlaşın”

(Mâide, 2)

 Allahu teâlâ, muhtaçlara borç, karz-ı hasenle (bir menfaat karşılığı olmadan verilen borç) muâmelede bulunmayı emr ediyor. Muhtaçlara vermemek, emr-i ilâhiye adem-i imtisâldir (yok saymaktır). Fâize, ribâya mecbûr etmek ve bin-netice (sonuç olarak) zarar vermek demektir.

Karz-ı hasenle verilmezse, fâizle muâmeleye mecbûr olur, yani ribâya teşvîk ve tergîb olur.”

(Son Halkalar I, sf 383)

...

Cenâb-ı Hakk’ı (celle şânuhu) rüyada görmek

Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) Hazretleri buyurdular:

“Cenâb-ı Hakk’ı (celle şânuhu) rüyada görmek, kü ulemâ-i îzâm -sıradan hocalar değil- arasında ihtilâflıdır. Mümkün mü değil mi, vâki mi değil mi, doğru mu değil mi, diye ihtilâf etmişlerdir ve inde’t-tahkîk, şer’-i şerîf-i Ahmedî’nin (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) tecvîz buyurdukları sûrette (câizdir, buyurdukları gibi) câiz ve mümkün ve vâki’ ve bunun ekseriyâ ta’biri, gören ve görülen tâlib-i ilmler ve sâlik-i tarîklerin ileride âlim olmasıyla ta’bir olunur. Fakirler zengin olur, hastalar şifa bulur. Zât-ı zülcelâle (celle celâlühü) aid olan şeyler gayr-i mütenâhîdir (sonu yoktur). Bunun ta’biri de gayr-i mütenâhîdir (ta’biri bitmez).”

(Son Halkalar I, sf 391)

Yâdigâr mektûblar 3.Mektûb

Salı 

Selâmün aleyküm aziz Enver 

Kıymetli mektubunuzu alalı çok zaman oldu. Cevâbı te'hir ettiğimden özür dilerim. Muhtelif yerlerden mektûb geliyor. Hemen her gün cevap yazmakla meşgul oluyorum. Nazım geçen zatların cevabını sonraya bırakıyorum. Diğer taraftan size mektup yazmağa yüzümde yok. Sizi orada fazla yoruyoruz. Derslerinize mani olduk diye müteessir oluyorum. Cenâb-ı Hak yardımcınız olsun. Din ve dünya nimetlerini size artdırsın.

Oradan ayrılırken Seâdet-i Ebediyye'nin üçüncü kısmını matbaaya vermişdim. Ve birinci formanın birinci tashihini yurtdaki arkadaşlarla yapmışdık. Müteâkib tashihleri yapınız diye Şâdi [Güngör], Hüseyn Atila [Şener], Hüseyn Boğ ve Salâhaddin'e [Aydın] istirham etmiştim. İki forma basılınca hemen posta ile bana gönderiniz; hem görür, okur; hem de kitap sonundaki hata cetvelini ve fihristini hazırlarım demiştim. Bugüne kadar hiç forma göndermediler. Ve bir mektublarını da almadığım için, hem kitabın basılması inkıtâ'a mı uğradı diye üzülüyorum, hem de o kardeşlerimize bir musibet mi arıza oldu diye üzülüyorum, merak ediyorum.

Kitâb basılır ise, basılan formalardan hemen birer adet lütfen gönderirsiniz. Ve müteâkib basılacaklardan da basıldıkça ikişer forma gönderirsiniz. Zaten ikişer ikişer bastırmak tadır. Kitabın tashihleri onlara eziyet veriyorsa, derslerine mâni' oluyorsa, bildirsinler de tedbir alalım. Kitâb basılmıyor ise, sebebini yazsınlar da onun da çaresini arayalım. Onlardan şimdiye kadar hiç haber almamak beni fazla üzdü. İnşaallah endişe edecek bir hâl yokdur. Dinsiz ve geçimsiz arkadaşlar ile münakaşa etmesinler. Fitne, fesâd uyandırmamak için çok sabırlı ve mülayim olsunlar.

Bâyezid Câmi-i Şerifi'nin avlusunda tramvay caddesine çıkan kapıdan çıkarken sağ tarafta bir tesbihci var. Oğlunu Kuleli'ye yazdırmıştım. Onda 10 lira kitap param var. O para ile Seâdet-i Ebediyye alıp satsın, kendisine rica ediyorum. Arada sırada kontrol ediniz bakalım satıyor mu? Sizi yine yoracağım için afvınızı dilerim.

[Abdülhakîm Efendi'nin ehibbâsından] Sâlim [Saruhan] Bey'e ve Mehmet [İnce] Bey'e selâm ederim, din ve dünya seâdetinize âcizâne duâ eder, duâlarınızı istirhâm eylerim. Arkadaşların cümlesine selam ederim efendim.

Hilmi

Kabir ehlinden istifâde!

Abdülhakîm-i Siyalkûtî hazretleri, Hindistan velîlerinden ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimidir. 1657 (H.1067) senesinde Hindistan’ın Siyalkût şehrinde vefât etti... Bu mübarek zat, İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile Mevlânâ Kemâleddîn-i Kişmîrî’nin derslerinde bulundu. Fıkıh, kelâm ve daha birçok naklî ilimlerde yüksek derecelere kavuştu... 

“BU SEVGİLİ KULUNUN HATIRINA”

Abdülhakîm-i Siyalkûtî hazretleri, vefatından kısa bir zaman önce kabir ziyâreti hakkında bir soru sorulunca buyurdu ki:

“Çok kimse kabir ehlinden istifâde edildiğine inanmıyor. ‘Ölü yardım yapamaz’ diyenlerin, ne demek istediklerini anlayamıyorum. Duâ eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duâsının kabûl olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vâsıta yapmaktadır. ‘Yâ Rabbî! Kendisine bol bol ihsânda bulunduğun bu sevgili kulunun hâtırı ve hürmeti için bana da ver’ demektedir. Yâhut, Allahü teâlânın çok sevdiğine inandığı bir kuluna seslenerek; ‘Ey Allahın velîsi, bana şefâat et! Benim için duâ et! Allahü teâlânın dileğimi ihsân etmesi için vâsıta ol’ demektedir. Dileği veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü teâlâdır. Velî, yalnız vesîledir, sebeptir. O da fânîdir, hiçbir şey yapamaz. Tasarrufa gücü, kuvveti yoktur. Böyle söylemek, böyle inanmak şirk olsaydı, Allah’tan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de duâ istemek, bir şey istemek yasak olurdu. Diriden duâ istemek, bir şey istemek dînimizde yasak edilmemiştir. Hattâ müstehâb olduğu bildirilmiştir. Her zaman yapılmıştır. Buna inanmayanlar, öldükten sonra kerâmet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini isbât etmeleri lâzımdır... 

Bir kimse, kerâmete hiç inanmıyor ise, hiç ehemmiyeti yoktur. Sözlerini isbât edemez. Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve asırlarca görülen, bilinen olaylar, onu haksız çıkarmaktadır...


“ÂRİFLERE DİL UZATILMAZ!”

Evet bir câhil, bir ahmak, dileğini Allahü teâlânın kudretinden beklemeyip, velî yaratır, yapar derse, bu düşünce ile ondan isterse, bunu elbet yasak etmeli, cezâ da vermelidir. Fakat bunu ileri sürerek, İslâm âlimlerine, âriflere dil uzatılmaz. Çünkü, Resûlullah efendimiz kabir ziyâret ederken, mevtâya selâm verirdi. Mevtâdan bir şey istemeyi hiç yasak etmedi. Ziyâret edenin ve ziyâret olunanın hâllerine göre, kimine duâ edilir, kiminden yardım istenir. Peygamberlerin kabirde diri olduklarını her Müslüman bilir ve inanır.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Asıl *Hayât*, öldükden sonra başlıyor kardeşim. Öldükden sonra, *Sonsuz* bir hayât başlıyor. Bunda, aslâ *Şek* ve *Şüphe* yokdur. 


Zâten zerre kadar şüphesi olan, müslümânlıkdan çıkar, Allah korusun. Çünkü bu, *Mutlak* dır. Yâni *Muhakkak* dır.


Eğer insan, asıl hayâtın *Âhiret* te olduğuna, öldükden sonra dirileceğine, hesâba çekileceğine, trilyonda bir *Şüphe* si olsa, bu îmân *Yok* demekdir. 


Çünkü îmân, bir *Bütün* dür, bölünmez, parçalanmaz. Îmân, *Şüphe* götürmez, îmânda şüphe olmaz. Mü’min böyle olmalıdır. Mü'minin îmânı, *Taş* gibi olmalı.


Allahü teâlâ, bâzı kullarına *Hâdî* ismiyle tecellî etmiş, Hidâyet nasîb etmiş, bunları kendi hizmetinde kullanıyor. 


Ötekilere de *Mudil* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar, *Dalâlet* dedirler, bunun için *Yıkıcı* dırlar, *Bölücü* dürler. El-hamdülillah, Rabbimiz bize doğru yolu nasîb etmiş. 


Elhamdülillah, Rabbimiz bizi *Mes’ûd* ve *Bahtiyâr* kullarından eylemiş. Allahü teâlâ; *Şükrederseniz, ni’metlerimi artdırırım!* buyuruyor. 


Şükretmek de iki türlüdür. Bir, *Şükr-ü hâlî* var, bir de, *Şükr-ü kâlî* var. Bunlardan Şükr-ü kâlî, *Söz* ile şükretmekdir. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Allahümme mâ emsâ duâsını okuyan, o günün şükrünü yapmış olur!* buyuruyor. 


*Şükr-ü hâlî* ise, ni’met ne için verilmişse, onun için kullanmakdır. Meselâ *Göz* ne için verilmişse, oraya bakmak, harama bakmamak gibi. 


Mubâhlar, iyi niyetle işlenirse *Sevap* olur, kötü niyetle işlenirse *Günâh* olur. Ama harâmlar böyle değildir, iyi *Niyet* le haram işlenemez. 


Allahü teâlâ, dünyâya *Kıymet* verseydi, düşmanı olan kâfirlere bir yudum *Su* vermezdi. Dünyâ sevgisi, en büyük *Günâh* lardandır. 


Dünyâ sevgisini kalpden çıkarmanın en kolay yolu, *Sohbet-i sâlihîn* dir. Bir kapda *Su* olsa, bunu çıkarırsak o kaba ne girer? *Hava* girer. 


Havayı o kaba *Sokmak* için uğraşmaya lüzûm var mı? Hayır. *Kendisi* girer. Kalpden de *Dünyâ sevgisi* ni çıkarınca, yerine *Allah Sevgisi* kendiliğindan girer. 


Çünkü onun yeri, orasıdır. Şimdi insanlar, tam tersine, kalplerindeki *Allah sevgisi* ni çıkarıp, onun yerine, kendine düşman olan *Dünyâ Sevgisi* ni koyuyorlar.

Yâdigâr mektûblar 15.mektûb

 25 Şehr-i Ramezânü'l-Mübârek 1372 [8.6.1953]

Ve aleykümselam kıymetli kardeşim Saim bey

28 Şa'bânü'l-Muazzam tarihli mektubunuzu bir hafta evvel aldım. Elime geç vâsıl olması,hayretimi mu'cib oldu. Mektubunuzun kırâeti,sürur ve sevinci hâiz oldu. İslamiyyetin gurbet [garîblik] peydâ eylediği bu zeman da, sizin böyle kıymetli sualler ile meşgul olmanıza çok memnun oldum. Bütün dünyanın küfr ve irtidâd içinde yuvarlandığı bu devirde Cenâb-ı Hakkınn size ikram eylediği kuvvetli imana, dindarlığa ne kadar şükr etseniz, bu büyük ni'metin kadrini ve şükrünü ödeyemezsiniz. Cenabı Hak böyle dindarlığı, ancak, bu zemânda çok az kimselere veriyor ve çok sevdiği bahtiyar kullarına ihsan ediyor. Sizin de bu bahtiyar kullardan biri olduğunuz, bu mektubunuzdan anlaşılmaktadır. Cenab-ı Hakka çok şükr ediniz.Şükr edince bu ni'met daha ziyade artar.

Kardeşim, size Receb-i Şerif ayında mufassal mektup yazmıştım. Bunu aldığınız anlaşılıyor. Mektubunuza cevap olmak ve Berat kandili'nizi tebrik etmek üzere, mübarek Şa'bân ayında da bir kart göndermiştim. Bunu almadığınız anlaşılıyor. Yeni adresinizi bildirdiğinize çok teşekkür ederim. Bayram tebrikini eski adresinize gönderecektim. Artık Eskişehir'e gönderirim.

Kardeşim, mektubunuzda üç dâne sualin cevapları şunlardır:

1- İnsanı arı ve diğer haşerat sokarsa, oruç bozulmaz. Orucu bozan şeyler gıda veya deva veya keyf maddelerini ağızdan veya  [ön ve arkadan lavman] suretiyle veya cildden yaraya koymak veya iğne ile şırınga etmek sureti ile oruç bozulur. Eğer bunları kasden yaparsa, hem kaza ve hem keffaret lazım gelir. Eğer bir özr ile veya cebr ile veya hatâ ile yaparsa, yalnız kaza lazımdır.Keffaret lazım gelmez. Eğer bunları sehven yaparsa, ya'ni unutarak, nisyan suretiyle yaparsa, orucu bozulmaz.

İnsanı arı sokunca,oruç bozulmadığı gibi,arı insanın ağzından midesine gitse, yine bozulmaz. Zirâ gıdâ,deva veya keyf maddesi olmayan şeyleri kasden yise, oruç bozulur ve yalnız kaza lâzım gelir. Kasden değil de gayri ihtiyari vücuda dahil olsalar, oruç bozulmaz. Arının kendisi veya sokması, gıda ve deva ve keyf maddesi olmadığı gibi, gayri ihtiyari soktuğu için oruç bozulmaz.

2-İkinci cevap câizdir. Ya'ni arıların, komşunun çiçeklerinden müsâadesiz bal özü almasıyla yaptığı balı yemek ve satmak, bize caizdir. Zira bal özü mal değildir. Cins ve mikdarı itibarıyla şer'an ve örfen mal değildir. Eğer komşu, bu bal özlerinin kendisinden veya icar suretiyle menfaatlerinden istifade etseydi caiz olmazdı. Halbuki şer'an ve örfen böyle bir istifadesi yoktur. Ya'nî kıymeti yoktur. O halde bunu almak gasb olmaz ve sirkat [hırsızlık] olmaz.

3- Kur'ân-ı kerîmde arıdan ve baldan bahs eden müstakil sure vardır. Ondördüncü cüz'de (Sûre-i Nahl) ya'nî arı suresi vardır. Büyük bir surenin ismi arı suresidir. Maahâzâ [bununla beraber] bu surenin ortalarında arıdan ve baldan bir kaç ayet bahs buyuruluyor ise de, bu kadarcık bahs de büyük bir şerefdir. Mevâhib-i Ledünniyye kitabında diyor ki (ikinci cild, sahife 194 ve 196):

Peygamberimiz karın sancılarına bal tavsiye buyururdu ve Ve Cenâb-ı hak Kur'ân-ı kerîmde , Sûre-i Nahlde bal hakkında (fihi şifâün linnâsi) [Onda insanlar için şifa vardır] demiştir, buyururdu. Bir hadîs-i şerîfde (hastalarınızı bal ile ve Kur'an-ı Kerim ile tedavi eliniz) buyurmuştur. Diğer bir hadis-i şerîfde (bir kimse hasta olsa, zevcesinin mehr parasından bir parça hediyye istesin. Zevcesinin verdiği hediyye para ile bir mikdar bal alıp, yağmur suyu ile karıştırıp içsin, faide bulur) buyururdu. [Çünki en helal para, mehr parasıdır.] Bal hakkında daha birçok hadisi şerifler vardır.

İmâm-ı Muhammed Gazali hazretleri Kimyâ-i Seâdet kitabında buyuruyor ki: Arılara dikkat ediniz, evlerini nasıl muntazam altı köşe yapıyorlar. Eğer dört köşe yapsalardı, kendileri yuvarlak oldukları için, evlerine girince, köşeleri boş kalırdı. Evlerini de eğer yuvarlak yapsalardı, bu evler bir araya gelince, bu def'a evler aralarında boş mahaller kalıp zayi olurdu. Şekiller arasında, yuvarlağa en yakın olan, altı köşedir ve altı köşeli evler birleşince, aralarında lüzumsuz boşluk kalmaz. Cenabı Hak, lûtf ve inayeti ile bu küçük hayvana bile böyle inayet buyurarak bu şekli ilham etmiştir. Diğer hayvanlardaki inayetleri de düşün de, rabbimizin merhamet ve lütfunun sonsuzluğunu anla.

Mektubuma burada nihayet verir, gözlerinden öper, sıhhat ve selametinize acizane dualar ederim. Ve bu mübarek günlerde kıymetli dualarınızı beklerim. Küçüklerde hürmetle ellerinizden öperler. Beybabam Ziyâ Bey'e de mektubunuzu bildirdim. Çok selam söylediler. Sa'di Bey'e de [Karadeniz Ereğli'sinde arıcı Sadi Anıl] selam yazmanızı rica ederim kardeşim.

Kardeşiniz Hüseyn Hilmi Işık

Bilirsem îmân eder misin?

İslamın ilk günleriydi...

Sevgili Peygamberimiz, birkaç eshâbıyla bir yerde oturuyordu.

Az sonra oraya bir köylü geldi.

Elinde bir torba vardı.

O torbayı Peygamber Efendimize gösterip; "Yâ Muhammed! Bil bakalım, şu torbanın içinde ne var?" diye sordu.

Efendimiz buyurdular ki:

"Bilirsem îmân eder misin?”

"Ederim" dedi.

Efendimiz sevinip;

"Sen bugün bir güvercinle iki yavrusunu gördün. Yavruları torbaya atıp giderken anneleri geldi ve kendini onların üstüne attı. Sen, onu da alıp torbaya koydun" buyurdular.

Köylü çok şaşırdı!

Ve o torbayı açtı.

Evet, bir anne kuş, iki yavrusuna kanat germiş duruyordu o torbanın içinde.

Köylü, bunu görüp insafa geldi.

Kalbi yumuşadı.

Şehâdeti söyledi.

Ve Müslüman oldu.

Efendimiz sevindiler.

Ve Eshâba dönerek;

"Bakın bu anne kuş, yavrularına ne çok merhametli. İşte bir kul da günah işleyip tövbe edince, Rabbimizin ona şefkati, şu güvercinin yavrularına olan şefkatinden daha çoktur" buyurdular.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Öldükden sonra, bu dünyâda işitdiklerimizin, duyduklarımızın *Hakîkat* olduğunu göreceğiz kardeşim. Büyükler buyuruyorlar ki: *Ölmeden önce ölün!* 


Ne demek bu? Yâni ölmeden evvel, bunların *Hakîkat* olduğuna inanın, hattâ *Yakîn* elde edin. İnandıklarınıza, *Görmüş* gibi inanın. Yakîn elde etmek, budur işte. 


Hazret-i Alî ne buyurmuş: *Ben ölsem, âhirete gitsem, Cenneti ve Cehennemi görsem, îmânımda bir artma olmaz!* Peki neden? 


Çünkü onlar, dünyâda iken *Âhireti* görürler efendim. Meselâ dünyâda iken *Cenneti* görürler, *Cehennemi* görürler. 


Aynı şekilde henüz dünyâda iken *Mîzânı* görürler, *Sırat köprüsü* nü görürler. Görmüş gibi diyoruz ya, işte onlar görürler. 

● ● ● 

*Cehenneme gitmek* den kurtulmanın tek *Çâresi* vardır, o da kurtulanlarla *Berâber* olmakdır. Biz, kendi başımıza kurtulamayız kardeşim. 


Genç *Kardeş* lerimize, bizden duyduklarınızı anlatın. Onlar da sizden duyduklarını *Başka* larına anlatırlar. 


Nasıl ki, siz şimdi bize; *Sizin sâyenizde!* diyorsunuz. Gün gelir, onlar da yârın size; *Sizin sâyenizde!* derler. 

● ● ● 

Duyuyorum da, *Âbiler* den bâzıları, ailelerine, hanımlarına *Sert* söylüyormuş. Nasıl sert söyliyebilir? Aklım almıyor. Onu üzerseniz *Hasta* olur, siz *Sıkıntı* çekersiniz. 


Aklı olan öyle mi yapar? *Amân, amân!* Ailelerinize çok dikkat edin kardeşim. Onları üzmeyin, bilâkis onların *Gönlünü* alın. Evinizin içinde *Râhat* olsun, *Huzûr* olsun. 


Sizin için söylüyorum kardeşim. Dünyânız ve âhiretiniz için söylüyorum. *Sabırlı* olun. Peygamber Efendimiz tekrar tekrar buyuruyor ki: 


*Güzel huylu olunuz, ailelerinize hakâret etmeyiniz, ailelerinizle iyi geçininiz. Ailesine karşı en iyi muâmele edeniniz benim!*


Böyle buyuruyor Peygamber Efendimiz. Onun için, çok *Dikkat* edin kardeşim. 


Elhamdülillah, biz *Dedikodu* etmeyiz, buna tenezzül etmeyiz. *Harâma* yanaşmayız, mü’minlere *Duâ* ederiz. Hattâ bütün insanların hidâyeti için duâ ederiz. Allahü teâlâ, duâ edenleri *Sever*.


Rabb-i teâlânın sıfatları çok. Bâzı kullarına *Hâdî* ismiyle tecellî etmiş, bâzı kullarına da *Mudil* ismiyle tecellî etmiş. Cenâb-ı Hakkın *Ef’âli* nden suâl olunmaz. 


Şuna inanırız ki, Cenâb-ı Hak *Hakîm* dir, yâni hikmet sâhibidir. Cenâb-ı Hakkın her fi’ilinde *Hikmet* vardır. 


Nitekim kendisi; *Ben mahlûklarımı abes olarak yaratmadım. Boş, fâidesiz, lüzûmsuz olarak yaratmadım!* buyuruyor.

İlyâs ve Elyesa aleyhisselâm

  İlyâs aleyhisselâm, İsrâiloğullarını Allahü teâlâya imâna ve ibâdete çağırdı. Onu dinlemediler, hattâ memleketlerinden kovdular. Ba’l adındaki puta tapmaya ısrarla devâm ettiler. Allahü teâlâ onlar üzerine belâ ve musibet gönderdi. Çeşitli sıkıntılarla cezâlandırıldılar. Yiyecek bulamaz oldular. Sonunda İlyâs aleyhisselâmı bulup, nasihatini dinlediler. İmân ettikleri için, üzerlerinden belâlar ve musibetler kaldırıldı... KÜFÜRDE ISRAR ETTİLER!..

Bir müddet sonra, tekrar dinden dönüp puta tapmaya ve çeşitli günahları işlemeye başladılar. Küfürde ısrâr edip, imân etmeye bir türlü yanaşmadılar...

İlyâs aleyhisselâm, Allahü teâlânın izniyle Ba’lbek’te yaşayan bu kabile arasından ayrılıp gitti. Başka beldelerde yaşayanları, Allahü teâlâya imân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Bu dâvetleri sırasında uğradığı bir belde halkı tarafından çok sevilip, orada kalması istendi. Bunun üzerine bir müddet kaldı. Bu sırada ihtiyar bir kadının evinde misâfir olmuştu. Bu kadın Elyesa aleyhisselâmın annesiydi. Elyesa aleyhisselâm, o sırada genç olup hastaydı. Ona duâ etti, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. İlyâs aleyhisselâmdan sonra Elyesa aleyhisselâm, Allahü teâlâ tarafından peygamber olarak görevlendirildi... 

Elyesa aleyhisselâm, İsrâiloğullarının ıslâhı için uğraştı, tebliğ vazifesi yaptı. Azgınlık ve taşkınlıklarını günden güne arttıran bu kavim, Allahü teâlânın kendilerine gönderdiği kitâbın gösterdiği yoldan ayrıldı... Allahü teâla üzerlerine Asûr devletini musallat kıldı. Esir olup zelil ve perişan bir hayat sürmeye başladılar... 


“BU İŞE BEN KEFİLİM!..”

Elyesâ aleyhisselâmın eceli gelip vefâtı yaklaşınca Allahü teâlâ rûhunu kabz edeceğini vahiyle bildirdi ve “Mülkünü, İsrâiloğullarından gece sabaha kadar ibâdet eden, namaz kılan, gündüzleri oruç tutan ve insanlar arasında kızmadan hüküm edecek birine ver” buyurdu. 

Hazreti Elyesâ da, kendisine verilen emri İsrâiloğulları’na bildirdi. Aralarından bir genç kalkıp: “Bu işe ben kefil olurum, üzerime alırım” dedi. Hazreti Elyesâ, o gence; “Bu kavmin içinde senden daha büyükleri var, sen otur” dedi. Sonra ikinci defâ aynı teklifi yaptı. O genç, yine “Kefil olurum” dedi. Üçüncü defâ aynı teklif tekrarlanınca cevap veren, yine o genç oldu. Bunun üzerine Elyesâ aleyhisselâm, onu, yerine halife bıraktı. Bu genç, Bişr idi. Bu sebeple o gence “Zülkifl” lakâbı verildi...

FELSEFE

 Efendi Hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh) buyurdular:

“Mukaddemât-ı mevhûme (vesveseye giriş), mevhûmât-ı mütehayyile (hayalleri gerçek zannetmek) ve müzharefe ve mugâlâtadan (demâgoji) ibârettir. Bu da İslâmiyette yoktur. Fakat, ümem-i sâlife ve akvâm-ı sâbıkada (eski milletlerde) yetişmiş olan hükemâ (felsefecilerin) bu nev’i ulûmu, zekâvetleri ile (zekâları ile) teemmül ve tefekkür ettikleri mesâili (düşündükleri meseleleri) harc edip doğruluk süsü vererek benimsemeleri ve böylece kabul ettirmeleridir.”

(Son Halkalar I, sf 378)

...