Haddini aşma

"Haddini aşan şey zıddına döner..!"
(Seyyid Abdülhakim Arvasi)kuddise sirruh

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Bid’at* fırkalarına *Kâfir* demiyeceğiz. Fakat bid’at ehli kimselerin islâma zararı, kâfirlerden daha çokdur. 


Kitaplı *Kâfir* lerle konuşmak, arkadaşlık etmek ve kızlarını almak *Câiz* olduğu hâlde, *Bid’at* sâhipleriyle bunlar *Câiz* değildir. 


Çünkü onlarla konuşmağa sebep olur. Bid’at fırkalarına kâfir diyen âlimler oldu. Fakat hiçbir *Müctehid* kâfir demedi. Biri deseydi, ona uyulurdu. 


Şimdi herkes, sarığı, sakalı, cübbesi olanı *Âlim* zannediyor. İşte böyle *Zâhire* aldananlara, biz hiç karışmayız, ne yazarlarsa yazsınlar, ne derlerse desinler. 


Rabbimize şükürler olsun ki, bizlere doğru yolu gösterdi. *Elhamdülillâhi alâ dîn-il İslâm*. Peygamber aleyhisselâmın duâsı bu. 


*Elhamdülillâhi*; Rabbimize şükürler olsun ki: *Alâ dîn-il İslâm*; Bize İslâm dînini nasîb etdi. Bu, ne büyük ni’met. 


*Ve alâ tevfîk-ıl îmân*. Allahü teâlâ bize doğru olan îmânı nasîb etdi. *Ve alâ hidâyetirrahmân*; bize hidâyet nasîb etdi. 


Yoksa, biz de başkaları gibi, öyle kelleye kulağa baksaydık, kim bilir *Kimler* in peşine takılacak, *Felâkete* sürüklenecekdik. Amân yâ Rabbî, dünyâ karmakarışık. 


*Norveç*’den gelen bir mektûbun içinde, matbaada basılmış yazılar var. Bir mecmûada *İbn-i Teymiyye* yi, birinde de *Seyyid Kutbu* methediyor, hem de sahîfelerle. 


*Habeşistân* dan bir *Âlim* de bunlara cevap veriyor, *Ehl-i sünneti* müdâfaa ediyor. Şimdi Norveçdeki mi haklı, yoksa Habeşistândaki mi haklı? 


*Habeşistânda* ki haklı tabii. Yâni *Ehl-i sünnet* haklı. Şimdi biz Norveçe birkaç tâne *Kitap* gönderdik. Bütün kitaplarımız her tarafa yayılıyor elhamdülillah. 


İşte dünyâ böyle kardeşim. *Hak* ile *Bâtıl* dâima mücâdele ediyor. Fakat Kur’ân-ı kerîmde cenâb-ı Hak; *Hak kazanır, gâlib gelir, bâtıl kaçar!* buyuruyor

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birgün *Hayri Paşa* nın kabrini ziyârete gitdim. Selâm verip, *Fâtiha* okudum. Başındaki kitâbedeki yazı da *Benim yazım* dır. Hayri Paşa, emekli tümgeneral idi. 


Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Personel Dâire Başkanı idi. Bütün personel *Ta’yîn* leri, bunun elindeydi. Ben kendisini görmemiştim, tanımıyordum.


Birgün Efendi hazretleri bana; *Hilmi, Ankara’ya gitmeden önce bana uğra!* buyurdu. Gideceğim gün Efendi hazretlerine uğradım. Bana, ağzı açık bir *Zarf* verdiler. 


Zarfın ağzının *Açık* olmasından anladım ki, okumama izin veriyorlar ve verilen vazîfe *Benim* le alâkalı. Zarfı açdım. Mektûbda; *Hayri, Hilmi ne derse yap!* yazıyordu. 


Kara Kuvvetlerine gitdim. Kapıda nöbetçi subayı bir üsteğmen vardı. *Ben Hayri Paşayı görmeye geldim*, dedim. Üsteğmen, Paşanın yâveri olan binbaşıya arzetdi. 


Binbaşı bana; *Hayrola, bir arzûnuz mu var?* diye sordu. Ben de; *Paşama bir zarf getirdim*, dedim. Zarfı alıp içeri girdi. 


Binbaşı içeri girdikden biraz sonra, *Kapılar* heyecanlı heyecanlı açıldı. *Paşa* önde, *Maiyyeti* arkasında, dışarıya çıkdılar. 


Beni görünce; *Hilmi sen misin?* dedi. Evet dememe fırsat kalmadan, elimden tutup, beni makâmına götürdü. 


Oradakiler hep şaşırdılar. İçeride bir *Yarbay* vardı. O da ayağa kalkdı. Bana, *Hürmet* li bir şekilde bakdı. Ne diyeceğini merak ediyordum. 


Nihâyet saygı ile; *Siz öyle bir yerden yazı getirdiniz ki, arzû ve isteklerinizin yerine gelmemesi mümkün değil*, dedi. 


Bu sözünden anladım ki, o *Yarbay* da Efendi hazretlerini tanıyor ve seviyor. *Hayri Paşa*, Efendi hazretlerini işte böyle çok severdi. *İlmihâl* de, onun münâcâtını yazdık.

İnsanoğlunun iki zaafı vardır

İnsanoğlunun iki önemli zaafı vardır.

Sevdiğinde kusur, sevmediğinde meziyet görmez!

İmam-ı Gazalî (rahmetullahi aleyh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim kitaplarla yapılan bu hizmetlerden hâsıl olan *Sevâba* bütün arkadaşlar *Ortak* dır. Rabbimiz çok merhametli kardeşim. 


Afvı, merhameti *Sonsuz*. Sonu yok. *Dert* de Allahdan, *Şifâ* da Allahdan gelir. Terâvih namâzında okuyoruz ya dört rekât arasında; 


*Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed. Bi adedi külli dâin ve devâin*, okuyoruz. 


*Bi adedi külli dâin*, yâni bütün hastalıklar adedince. *Ve devâin* ve bütün devâlar, şifâlar adedince selâm olsun. 


Hem hastalıklar, hem de şifâlar adedince Peygamber Efendimize *Selâm* olsun, diyoruz.


*İstiğfâr* okuyunca da, *Şifâ* hâsıl olur. Dertlerin, elemlerin gitmesine sebep olur. Sağlam insanları da dertlerden, elemlerden *Muhâfaza* eder. 


Hepimiz istiğfâr okuyacağız kardeşim. İstiğfâr, *Kötülük* lerden, *İftirâ* dan, *Fitne* den, *Fesat* dan ve her türlü *Şer* den Allahın izniyle korur.


Muhâfaza eder ve bunlara mübtelâ olanları da halâs eder. Okuduğumuz istiğfârın içinde ne var? *Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez zâlimîn!* 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir mektupda buyuruyor ki: Yeryüzündeki sözlerin, lâfların en kıymetlisi budur. En fazîletli zikr, *Lâ ilâhe illâllah* demekdir. İşte istiğfârın içinde bu var. 


*Efdâl-i zikr* budur. Ne demek *Efdâl?* Allahü teâlânın çok sevdiği demek. Sevâbı çok olan şeye *Efdâl* denir. Çok kolay, ama bilmek lâzım. Okumak, öğrenmek lâzım. 


Peygamber Efendimiz ne buyuruyor: *İnnellâhe lâ yenzuru ilâ süveriküm ve siyâbiküm velâkin yenzuru ilâ kulûbiküm ve niyyâtiküm*.  


Ne demek bu? *İnnellâhe lâ yenzuru ilâ süveriküm ve siyâbiküm* Yâni Allahü teâlâ, sizin şeklinize, elbisenize, sakalınıza, sarığınıza, cübbenize bakmaz. 


*Ve lâkin*, ve lâkin neye bakar? *Yenzuru ilâ kulûbiküm ve niyyâtiküm*. Kalplerinize ve niyetlerinize bakar. Efendimiz aleyhisselâm böyle buyuruyor.

Yalan söylemek

Yalan söylemek büyük günahtır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:

(Yalan söyleyenler, iftira edenler, ancak Allahü teâlânın âyetlerine inanmayanlardır. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir.) [Nahl 105]


Yalan, günahların en çirkini, ayıpların en fenası, kalbleri karartan bütün kötülüklerin başıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:


(Yalan, nifak kapılarından biridir.) [İbni Adiy]


(Mümin, her hataya düşebilir, ama hainlik yapamaz ve yalan söyleyemez.) [Bezzar]


(Doğru olun, doğruluk iyiliğe, iyilik ise, Cennete çeker. Yalandan sakının, yalan fücura, fücur ise Cehenneme götürür.) [Buhari]


(Sözle çıkarılan fitne, kılıçla çıkarılan fitne gibidir. Yalan söylemek, iftira etmek ile çıkarılan fitne, kılıçla çıkarılan fitneden de kötüdür.) [İbni Mace]


(Pazarcıların çoğu facirdir! Çok yemin ederek günaha girerler ve yalan söyleyerek alışveriş yaparlar.) [Hakim]


(Aldatan Cehennemdedir.) [Taberani]


(Yalan yere yemin büyük günahtır.) [Buharî]


(Danışana, yalan söyleyen kimse, ona hıyanet etmiş olur.) [İbni Cerir]


(En büyük günah, yalan yere yemin etmektir.) [Buharî]


Peygamber efendimiz, yalan söyleyenin ağzının bir taraftan kulağına kadar demir çengelle yırtılacağını, diğer tarafa geçildiğinde, önceki yırtılan tarafın iyi olacağını, sonra iyi olan tarafın tekrar yırtılarak bu şekilde Kıyamete kadar, kabrinde azabın devam edeceğini bildirmiştir. (Buharî)

MEKTÛBÂT-I ŞERİFİN GÜCÜ (imamı Rabbani hazretleri)

Emekli albay,

Fahreddin Tacar abi anlatıyor;

1960 yılında Erzurum Kandilli de 2000 rakımlı Haydariye geçidinde vazife yapıyordum. Burada Latîf isminde bir astsubay vardı. Makinistti. Yakışıklı idi.

Herkes Latîf ağabey derdi. 350 astsubay vardı. Bunların gazinosunun başında hep bu idi. Geceleri kadın falan getiriyordu. Mesai bitmeden az evvel masayı kurarlardı. Subaylarla beraber içerlerdi. Sabah gelirdim ki, binbaşı Sıdkı ve üsteğmen Mehmed de berâber hâlâ içiyorlar.

Ben onu görünce yolumu değiştiriyordum. Bu ise bütün nöbetlerini benimle yazdırıyordu. Zeki Celep geldi. Iğdır'a tayin olunmuştu. Cumartesi günü Lala-pâşa câmii’nde oturup sohbet ettik. Sabah namazını kılıp yattık.

Üç tane Se’âdet-i Ebediyye getirmişti. İkisini bana verdi. Bunlardan birisini ben okuyor, diğerini sırayla uygun kimselere ödünç veriyordum.

🌷Latîf bir gün geldi. “Arkadaşlara verdiğin kitaptan bana da versen” dedi.

"Olur olur” dedim. İçimden de “Herkes istifade etse, sen istifade edemezsin” diyordum.

Sonra ısrar etti, verdim. Bir hafta sonra kitabı istedim,

"Komutanım veremem” dedi. Aradan birkaç gün geçti.

Yûsüf astsubay dedi ki, “Latîf hasta, herkes, komutan bile ziyaret etti, bir siz kaldınız, siz de ziyaret etseniz” dedi.

Ben de: “Sen onun nasıl bir insan olduğunu biliyorsun, ona nasıl gidilir?” dedim.

O da: “Latîf namaz kılıyor” dedi.

"Güldürme beni” dedim. Israr etti:

"Bizzat gördüm” dedi.

"O zaman gitmemiz vacip oldu” dedim.

Kapıyı vurdum, açılmadı. İtince açıldı. Baktım namaz kılıyor. Hem de tam tekmil. Bekledim, selâm verdi. Bana sarıldı ve ağlamaya başladı.

İçeri davet etti.

“Sizden aldığım kitap var ya, onu okudukça yazarını, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini karşımda görmeye başladım” dedi.

Ben hâlâ inanamıyordum. Erbaa'da iken Kerîm hocada Mektûbât’ın taş basmasını görmüştüm.

Ankara’da cumartesi pazarları uğradığım Hâcıbayram'da, kitapçı Hâcı Muhsin efendiye sordum.

"Bir cezâ hâkiminde var” dedi.

Gittim, pahalı bir fiyata aldım. Kenarında İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin şemâili yazıyordu.

Latife dedim ki,

“Gördüğün zât nasıl biriydi?”

O da tarîf etti, aynen şemâildeki tarîfe uyuyordu.

"Namazı nasıl kılıyorsun?” diye sordum.

"Namaz kılarken İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görüyorum, onun gibi kılıyorum, abdesti de onun aldığı gibi alıyorum.

Hatta Erzincan’a rektifiye için giderken yol buz idi. Hissediyordum ki arabayı da O kullanıyordu. Gidip gelirken o yollarda üşüttüm” dedi.

Sonra: “Bu garnizonda kim ne yapıyorsa bana gösteriliyor. Bunu savcılığa haber vereyim mi?” diye sordu.

Ben de, “İmâm-ı Rabbânî hazretlerine sor” dedim.

Sonra da, “Ben bir Ankara kızıyla evlendim. Şimdi aileme namaz kıl diyorum, kılmıyor. Başını ört diyorum, örtmüyor. Boşanmak istiyorum” dedi.

Ben de: “Büyüklerimiz müsaade etmiyor” dedim.

Sonradan bir gün bana geldi: “Bu gece zelzele oldu, biz kendimizi dışarı attık. Dışarısı çok soğuktu.

🌹Fakat dışarıda bir anormallik yoktu. İçeri girip yattık. Yine zelzele oldu. Kapıda Fâtıma validemizi gördüm. Hanımı ikaz etmiş. Hanım örtündü” dedi.

💚Hocamıza geldiğimde eczaneye uğradım ve hâdiseyi arz ettim.  “Bunu arkadaslara anlatın, Mektûbât'ın gücünü görsünler” buyurdular.

YOLDAKİ BİD’ATLER

Hazret-i Şeyh’in (kaddesallahu teâlâ sirreh) mahdûm-ı kerîmi ve halîfe-i şerîflerinden [Allâme] sıfatlı Seyyîd Muhammed Emîn Efendi (Rahmetullahi teâlâ aleyh)   Nakşibendî yoluna dair yazdıkları [İstikâmet] risâlesinde buyuruyorlar ki;

“Yazıklar olsun ki, şu bir nefis cevher (çok kıymetli) olan Nakşibendî âlî tarîkatının bir takım hasılatsız ve sermâyesiz olan mensubları; şeyh yolda yürürken, karşısında defler çalıp, yahud yüksek sesle gazel ve ilâhîler okuyup, bir taraftan şerîatin hilâfına, bir taraftan da gerçekten tarîkata aykırı iş yapıyorlar... 

Sâir tarîklerde böyle meşru olmayan şeyleri işlemede, kendi şeyhlerini öne sürüp [biz onlara uyuyoruz, onları taklîd etmek bize gerektir] gibi sözler söyleyip bir mazeret ileri sürmek oluyorsa da, bu işlerin meşru’ olmamasıyla beraber Nakşîbendî meşâyih-i kirâmı da bu gibi şeyleri şiddetle men’ ve nehy ettikleri halde, böyle zâtların mensûbu olanlar da şu fiillerin işlenmesinde asla özür ve behâne etmede tutunacakları hiçbir delîl ve dal yoktur.”

(Son Halkalar I,  sf.157-158)

SEYYİD AHMET ARVASİ'DEN OKUNMASI GEREKEN BİR MAKALE

Belirtelim ki, İmam-ı Âzamların, İmam-ı Malîklerin, İmam-ı Şafiîlerin, İmam-ı Hanbellerin, İmam-ı Mâtüridilerin, İmam-ı Eş'ârîlerin, İmam-ı Gazalîlerin ve İmam-ı Rabbanîlerin yerine, İbni teymiyyeleri, Şeyh Abdulvahhabları, Cemaleddin-i Efganileri, Muhammed Abduhları, Seyyid Kutupları, Mevdudileri ve Şeriatileri, Ayetullahları...  oturtmaya çalışanlar, asla İslâm'a hizmet etmemektedirler...Bilhassa Türk Gençliğinin  bu konuda çok hassas olması gerekir.


 Bin yıldan beri İslâm ile şereflenen aziz Türk Milleti, her türlü sapık yoldan ve koldan uzak durarak İslâm'ın anacaddesinde yürümüş, ''sünnetten'' ve ''cemaatten'' asla ayrılmamıştır.Karahanlı'nın, Selçuklu'nun ve Osmanlı'nın çizgisi hep bu olmuştur.Bugün de Türkoğlu, bu çizgide yürümek, kendi kafasını ve vicdanını, sapık cereyanlara kapamak zorundadır.

Emperyalizm ''din'', ''mezhep'' ve ''tarikat''  kılığında ülkesine sızmasına izin vermemelidir.


 Türkoğlu unutmamalıdır ki, en az bin yıldan beri müslümandır, Ashab-ı Kiram'dan sonra, İslâm'a en çok hizmet eden kavim olmak şerefini taşımaktadır.Miladi 11.asırda Tuğrul Gazi ile birlikte ''Sultan ül-müslimin'' ünvanını kazanmış ve Yavuz Sultan Selim Han'dan itibaren de tam dörtyüz yıl ''Şanlı Peygamberin Kutlu Vekili'' olmakla bereketlenmiştir.Bütün bunların yanında,

İslâm dünyası'na binlerce ilim adamı, fikir ve sanat adamı hediye etmiş yüce bir milletdir.Dünyanın en büyük kültür ve medeniyetine sahip olan bu millet, aynı zamanda, zengin ve tarihi kitapları ile de göz kamaştırıcıdır.


 Asırlarca dünyaya müslümanlığı öğreten Türk Milleti, yine aynı imkânlara sahiptir.Bazıları, Türk Milletine, yeni ihtida etmiş bir cemiyet gözü ile bakıyor galiba... Ne idüğü belirsiz kimselerin kitaplarını Türk'ün eline tutuşturmak isteyen çevrelere, aziz Türk Gençliği, İslâmın ne olduğunu öğretecektir inşallah. Evet bekliyoruz.

Şeyh Seyyid Taha Nehri Hz. Dergâh-ı Şerifi yıkılmadan önce

 

Hakkari-Nehri'de Şeyh Seyyid Taha Nehri Hz. Dergâh-ı Şerifi yıkılmadan önce. 1926'da devlet top ateşi ile yıktı. Seyyid Taha'nın torunu Seyyid Abdulkâdir'in Diyarbekir'de idâmından sonra Nehri muhasara edilip topçu birliğinin top atışları ile Dergâh yıkılıp harap duruma getirildi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Müslümânlar *İki* çeşiddir: Birincisi, mallarıyla ve canlarıyla islâmiyetin yayılmasına çalışırlar ki, bunlar *Mücâhid* lerdir. 


İkincisi, *Kâid* lerdir. Yâni evlerinde oturan, namâza câmiye giden, ibâdetini tam yapanlardır. Bunlar da *Kıymetli* dir. Fakat bunlara *Bir* derece, mücâhidlere *Bin* derece vardır.


*Allah rızâsı* için ibâdet etmek lâzım. *İnnemel a'mâlü binniyyât* buyuruyor Peygamber Efendimiz. Yâni, bütün ameller niyet ile *Sahîh* olur. Niyet de, *Kalp* de olur. 


İbâdetlerin Allah rızâsı için olması, yâni *Hâlis* olması lâzım. Hâlis demek, ibâdetin *Allah rızâsı* için olması demekdir. Bir amel, *Allah* rızâsı için oldu mu, *Hâlis* olur. 


İbâdetlerin *Makbûl* olması için, hem *Sahîh* olması, yâni şartlarına uygun olması, hem de *Hâlis* olması, yâni Allah için yapılması lâzım. 


Meselâ namaz kılıyoruz, abdest almak *Sahîh* olacak. Doğru dürüst abdest alanın namâzı da *Sahîh* olur. Abdesti bozuk olanın, namâzı da *Bozuk* olur. 


İbâdetlerin *Farz* larını öğreneceğiz kardeşim. Ve onlara uygun yapacağız. Bir de *İhlâs* var tabii. Niyet ve ihlâs. Yâni Allah için yapacağız, o da *İhlâs* dır işte. 


Demek ki, ibâdeti hem şartlarına uygun yapacağız *Sahîh* olsun diye, hem de Allah için apacağız, *Makbûl* olsun diye. Sahîh olur, ama *Makbûl* olmaz. Neden? 


Çünkü *Niyet* bozuk. Yâni *İhlâs* yok. Bu, çok mühim kardeşim. Seksen senelik bir *Papaz* ın, bir *Kâfir* in, bir *Tövbe* etmesiyle bütün günâhları *Afv* oluyor. 


*Îmâna* gelmesi, bir *Kelime-i tevhîd* söylemesi, bütün günâhlarının yok olmasına sebep oluyor. Allahü teâlânın *Merhameti* nin çokluğu buradan anlaşılıyor işte. 


Seksen sene, kilisede *Papaz* lık yapmış, *Kâfir* lere kâfirliği öğretmiş, islâm düşmanlığını öğretmiş. Çünkü *Papaz*, islâm düşmanı demek. 


Öyle olduğu hâlde, kalbinden bir *Kelime-i tevhîd* söylüyor. Allahü teâlâ, bütün günâhlarını affediyor. *Kelime-i tevhîd* in kıymeti de buradan anlaşılıyor işte.