Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki*:


Bizim *Gazete* yi tenkîd edenler, *Banka* reklâmı veyâ *Spor* sayfası gibi şeyleri ileri sürüyorlar. Hâlbuki biz, gazetemiz için; *Bu, bir fıkh kitâbıdır*, demiyoruz ki. 


Biz eğer; *Bu, bir fıkh kitâbıdır*, deseydik, haklı olurlardı. Ama biz; *Bu, gazete* dir, diyoruz. Gazete böyle olur. Reklâm için de; *Bu iyi* dir, demiyoruz ki.


Reklâm sâhibinin kendi *Sözü* nü neşrediyoruz. Herkes de bilir ki, reklâmdaki sözler, *Gazete* nin değil, *Reklâm* sâhibinin sözüdür. 

● ● ● 

Efendi Hazretleri pek kimseyle konuşmazdı, hep bana anlatırdı Mübârek. *İkimiz böyle başbaşa, çok hoş olur*, buyururdu. *Kunût* duâsını, vapurda bana öğretdi meselâ. 


Mübârek anlatır, anlatır, ben de *Yazar* dım. Evde birkaç tâne *Defter* im var böyle. Hep Efendi’nin buyurduklarını yazmışım. Elhamdülillah. Ne büyük *Ni’met* kardeşim. 


Ne büyük seâdet. Bir evliyâ yı *Tanımak*, onları *Sevmek*, en büyük dünyâ seâdeti. Elhamdülillah, o büyükleri hepimiz *Seviyoruz* kardeşim. 


*Görmek* şart değil ki. Onlar, dünyânın bir ucunda olsalar da, yine *Haberdâr* olurlar. Maksat, hakîkî *Îmâna* kavuşmakdır. 


Rabbimize ne kadar *Şükr* etsek azdır kardeşim. Bütün dünyâ keşmekeş içinde, karmakarışık. Rabbimiz bize *Îmânı* ihsân etdiği gibi, *İbâdet etmeyi* de nasîb etdi. 


İbâdetlerin en kıymetlisi nedir? *Namaz* dır. Namaz kılmak niçin kıymetli? Çünkü namaz, her gün bize *Allahı* hâtırlatıyor, kalbimize getiriyor. 


Allahü teâlâyı hâtırlamak, *Zikr* dir işte. Zikr, *Hâtırlamak* demekdir. Allahü teâlâyı zikretmeye sebep oluyor beş vakit namaz. Hem *Beş* kerre hâtırlatmıyor ki, daha *Çok* hâtırlatıyor. 


Nitekim âlimler buyuruyor ki: *Beş vakit namâzını kılan bir kimse, 24 saat devamlı Allahü teâlâyı zikretmiş olur*. Neden? 


Çünkü o kimse, yatarken; *Yâ Rabbî, sabah namâzına kalkmak niyetiyle yatıyorum*, der ve saatini kurar. 


Sonra, *Öğlen yaklaşıyor, kalkıp abdest alayım*, der. İkindiye yine öyle. Yâni düşüncesi hep namazla ilgili olduğu için, bu düşünceleri, *Namaz kılmak* kabûl edilir.


Yâni devâmlı *Zikr* kabûl edilir, devâmlı Allahü teâlâyı hâtırlamak ve anmak kabûl edilir. Zikr de *Anmak*, yâni *Hâtırlamak* dır zâten.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Feyz* in kaynağı *Kalp* dir kardeşim, feyz, kalpden kalbe intikal eder. Konuşmakla değil, *Sevgi* ile *Muhabbet* ile akar. Meselâ şimdi burada *Sohbet* var.


Niçin? Çünkü *Sevgi* ile, *Muhabbet* le bir arada oturuyorruz. İşte *Sohbet* budur. Onun için, buraya *Rahmet* yağıyor kardeşim, *Kalp* den *Kalbe* akıyor. 


*İki* tâne, *Üç* tâne müslümân bir araya gelse, muhakkak kalpden kalbe *Feyz* akar. Bu akımı durduramazsınız, kendiliğinden akar.


Sizin haberiniz bile olmaz kardeşim. Habersiz akar. Ne zamana kadar? *Kalp* ler aynı *Seviye* ye gelinceye kadar. 


Ehl-i sünnet *Âlimleri* ne inanmamak, onları beğenmemek, bu âlimlere *Hakâret* etmek, *Küfr* alâmetidir. Küfre sebep olan şeyleri okuyun. 


Bizim İslâm Ahlâkı kitâbında yazıyor. *Âlimlere hakâret etmek veyâ onları beğenmemek, küfr alâmetidir!* diyor. 


Velhâsıl *Kur’ân-ı kerîme*, Ehl-i sünnet *Âlimleri* nin verdiği mânâlara göre, *İlmihâl* kitaplarına göre, doğru *Tefsîr* kitaplarına göre inanacağız. Uydurma kitaplara göre olmaz. 


Sûre-i Nisâ, 135. ci âyetinde meâlen; *Ey îmân edenler, îmân ediniz!* buyuruldu. Yâni âyet-i kerîmede; Ey zâhiren, görünüşte îmân edenler, hakîkî *Îmâna* kavuşun! buyuruluyor. 


Yâni bu; *Ey îmânın sûretini edinenler, ibâdet yaparak, îmânın kendisine kavuşunuz!* demekdir. Ne güzel yâ Rabbî! Kur’ân-ı kerîmin mânâsı budur işte. 


Maksadımız, kalp gözünün açılması, kalbin temizlenmesi. Bâzıları; *Benim kalbim temizdir, sen kalbe bak, namâza lüzûm yok*, diyorlar.


Hâlbuki kalbin *Temiz* olması, *İbâdet* yapanlarda olur. İbâdet yapmıyanın kalbi temiz olmaz ki. Kendilerini aldatıyorlar. Hem *Kendi* lerini, hem de *Etrâfında* kileri aldatıyorlar. 


İmâm-ı Rabbânî’nin *Mektûbât* kitâbının 97.ci mektûbu çok mühim. Bir *Hazîne* yâni. Bu mevzûyu *Îzah* ediyor. Bu mektup, zındıklara *Cevap* veriyor. 


İbâdet yapmadan önce olan *Îmân*, îmânın kendisi değil, *Görünüşü* dür. İşte bizim îmânımız öyle, görünüşte îmân. 


Hakîkî *Îmân*, ibâdet yapdıkdan sonra *Hâsıl* oluyor. Kur’ân-ı kerîm bunu haber veriyor. İşte *İbâdet* etmek, hakîkî *Îmâna* kavuşmak için lâzım kardeşim.

Tek mezhepte birleşmek

Sual: Bütün mezhepleri kaldırıp, tek bir mezhepte birleşmek mümkün değil midir?

Cevap: Allahü teâlâ, Müslümanların imanda birleşmelerini, Eshâb-ı kiram gibi inanmalarını emrediyor. Eshâb-ı kiramın imanlarını öğrenip, kitaplarına yazanlara, Ehl-i sünnet denir. Bütün Müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmeleri lâzımdır. Sonradan çıkan selefiyye ve mezhepsizlik inanışlarının bozuk olduğunu bilmek lâzımdır.

İnanışları birbirine uymayan ve Eshâb-ı kiramın inanışlarına hiç benzemeyen kimselerin birleşmeleri, kardeş olmaları düşünülemez. Müslümanları aldatmak için, kendi felâket yollarına sürüklemek için, kardeşlik maskesi altında bölücülük yapıyorlar.

Bütün Müslümanların tek ve doğru olan Ehl-i sünnet inanışında birleşerek Allahü teâlânın emrine uymaları, bu ortak inanışın hâsıl edeceği rahmet-i ilâhiyyeye, kardeşliğe, sevişmeye kavuşmaları lâzımdır.

Eshâb-ı kiramın hepsi öldükten sonra, yeni Müslüman olanlardan bir kısmının imanları bozuldu. Eshâb-ı kiramın doğru imanından ayrıldılar. Dalâlet fırkaları meydana geldi. Bu bozuk fırkalara, Bid'at fırkaları veya Mezhepsiz denir. Bunlar, manaları açıkça anlaşılamayan nassları tevil ederek yanıldıkları için kâfir değildirler. Fakat, İslamiyete zararları, kâfirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler, harp ettiler. Çok Müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar.

Mezhepsiz bid'at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır. Dört mezhep, birbirlerinin doğru yolda olduklarını söyler ve birbirlerini severler. Mezhepsiz fırkalar ise, Müslümanları parçalamaktadırlar. Bugün, dört mezhepten başka Ehl-i sünnet yoktur. Bu dört mezhebin birleştirilemeyeceğini, bir mezhep hâline getirilemeyeceğini, İslam âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheplerin birleştirilmesini değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, İslam dinini kolaylaştırıyor. Âl-i İmrân sûresinde, yüzüncü âyetinde mealen;

(Ey iman edenler! Allahın dinine sarılınız. Birbirinizden ayrılmayınız!) buyurulmuştur. Tefsir sahipleri, meselâ Ebüssü'ûd efendi, burada;

“Ehl-i kitabın yaptıkları gibi, parçalanıp doğru imandan ayrılmayın! Cahiliye zamanında birbirleriniz ile dövüştüğünüz gibi bölünmeyiniz!” dediler.

Doğru imanda birleşmemiz, fırkalara bölünmememiz emir olundu. Doğru yolun, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği iman olduğunu, Peygamber efendimiz haber verdi.

O hâlde, bütün Müslümanların, ehl-i sünnet olmaları, ehl-i sünnet mezhebinde birleşerek, kardeş olmaları, sevişmeleri lâzımdır. Müslümanların bu birliğinden ayrılan, bu âyet-i kerimeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, kardeşler olduğumuzu bilip sevişirsek, dünyanın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyada rahata, huzura, ahirette de sonsuz saadete kavuşuruz.

Ehl-i sünnetin amelde dört mezhebe ayrılmalarını dinimiz emretmekte, bu ayrılığın rahmet ve merhamet neticesi olduğunu bildirmektedir. Amelde mezheplerin bir adet olmayıp, dört olmasının, lüzumlu, faydalı olduğu, akıl ile de kolay anlaşılmaktadır. İnsanların yaratılışları birbirlerine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşayanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutuplara yakın yerlerde yaşayanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Dağda yaşayanlara, bir mezhep kolay iken, denizcilere, bu mezhep güç oluyor. Bir hastaya bir mezhep kolay iken, başka hastalık için, başka mezhep kolay oluyor. Tarlada çalışanlarla, fabrikada, askerlikte çalışanlar için de, bu farklılık görülmektedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklit ediyor veya bu mezhebe tamamen intikal ediyor.

Mezhepsizlik, dalâlet yoludur

 Sual: Bir müctehide, bir mezhebe tâbi olmadan, herhangi bir kimse doğru yolu bulamaz mı?

Cevap: Ehl-i sünnet itikadına uymayan inanışa, Mezhepsizlik denir. Mezhepsiz olan da, ya sapık veya kâfir olur. Mezhepsiz, eğer Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan bir şeye inanmamış veya şüphe etmiş ise, küfür olur. Açık olarak bildirilmemiş şüpheli olan delilleri tevil ederek yanlış mana vermiş ise, bid'at olur.

Edille-i şer'ıyye yani İslamiyetin kaynağı dörttür. Bunlardan yalnız ikisini söylemek mezhepsizlik olur. Dört mezhepten birini taklit eden kimse, Kur’ân-ı kerime ve hadîs-i şeriflere uymuş olur. Dört mezhepten birini taklit etmeyen kimse, Ehl-i sünnet olamaz. Buna Mezhepsiz ve Zındık denir. Mezhepsiz kimse, ya yetmişiki bozuk fırkadan birindedir, yahut kâfir olmuştur. Böyle olduğu, Bahr’de, Hindiyye’de, Tahtâvînin Zebâyıh kısmında ve İbn-i Abidin’in Bâgîler kısmında yazılıdır. Şüpheli âyetleri ve hadisleri yanlış tevil ederek itikadı bozulan yetmişiki fırkaya Bid'at veya Dalâlet fırkaları yahut Mezhepsiz denir. Bunlar da Müslümandır. Fakat sapık yoldadırlar.

Dört mezhebin kolaylıklarını toplayan kimse, dört mezhepten hiçbirine uymamış, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur ve böylece mezhepsiz olur. Görülüyor ki, dört mezhepten hiçbirine uymayan kimse, mezhepsizdir. Dört mezhebi telfîk eden, yani dört mezhebi karıştıran, mezhepsizdir. Dört mezhepten yalnız birini taklit ediyor ise de, bir inanışı, Ehl-i sünnet itikadına uymuyor ise, bu kimse de mezhepsizdir. Bu üç kimse, Ehl-i sünnet değildir, bid'at sâhibidirler, dalâlet yolunu taklit etmektedirler.

İngilizlerin İslamiyeti yok etme savaşında, vatanına, milletine dinine hizmet etmek isteyen Müslümanları aldatmak için kullandıkları en tesirli silâhları, İslamiyeti asra uydurmak, modernleştirmek, İslamiyetin aslını ortaya çıkarmak propagandaları içinde, dinsizliği yerleştirmek idi. Büyük İslâm âlimi, Şeyh-ül-islâm Mustafa Sabri efendi bunu çok iyi anlayanlardandı. Onun için;

“Mezhepsizlik dinsizliğe kurulan bir köprüdür” buyurarak, İslâm düşmanlarının arzularını, gayelerinin ne olduğunu çok iyi anlatıyordu.

Mezhep imamına uymak

Sual: Bir mezhep imamına mı uymalı, yoksa Kur’ân-ı kerime mi uymalıdır?

Cevap: Mezhep imamı demek, Peygamber efendimizin Kur’ân-ı kerimden çıkardığı manaları, bilgileri, Eshâb-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir. Resûlullah efendimizin, Kur’ân-ı kerimin hepsini Eshâbına tefsir ettiğini, Hadîka, dil afetlerini anlatırken yazmaktadır. Resûlullah efendimizin Kur’ân-ı kerime verdiği manaları, açıklamalarını anlamak isteyen, bir mezhep imamının kitaplarını okur, bunlara uyar. Bu kitapları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhepten olur. Bu ise, Resûlullah efendimize ve Kur’ân-ı kerime uymak demektir.

Eshâb-ı kiramın mezhebi ne idi ?

 Sual: İlk Müslümanlar olan eshâb-ı kiram zamanında mezhep diye bir şey var mıydı?

Cevap: Eshâb-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyet bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde, tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullah efendimizin mübarek cemâlini görmekle ve kalblere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Her birinin mezhebi vardı. Mezhepleri az veya çok farklı idi. Eshâb-ı kiram, Resûlullah efendimizden işittiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymaya, yani dört mezhepten birinde olmalarına lüzum yoktu. Onların her biri bütün bilgileri asıl kaynağından alıyordu. Birbirlerine sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezhep imamlarından daha çok âlim ve daha yüksek müctehid idiler. Mezhep sâhibi idiler.

Tâbi'înin ve Tebe'i tâbi'înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kiramın mezheplerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhepleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları, Eshâb-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için, dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymayan işlerini de, zaruret olunca, birbirlerini taklit ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheplerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, Allahü teâlâ tarafından Müslümanlara rahmet olduğunu, Peygamber efendimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezhep arasındaki ufak tefek başkalıklar, Müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, vücut yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde, her şey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhepler hâsıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, her Müslümanın tek bir nizam, tek bir emir altında yaşamaları lâzım olurdu. Müslümanların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.

Kaynak: Tam İlmihal Se`âdet-i Ebediyye

Mezhep nedir ?

Sual: Mezhep kelime olarak ne anlama gelmektedir ve mezhepler olması gerekli mi idi?

Cevap: Mezhep, kelime olarak, gitmek, takip etmek, gidilen yol anlamındadır. Mutlak müctehid denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, Müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dini delillerden yani Kur'ân-ı kerimden, hadîs-i şeriflerden ve icma'dan hüküm çıkarma usulleri ve çıkarıp bildirdikleri hükümlerin hepsine Mezhep denir.

Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde açıkça bildirilmemiş bir şeye inanmayı dinimiz emretmemiştir. Fen bilgilerinin çoğu böyledir. Bunlardan akla uygun olanlara inanılır. Açıkça emir veya yasak edilmemiş işler ise, böyle değildir. Böyle işleri yapıp yapmamakta, açıkça bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü teâlâ, derin âlimlere emir etmektedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere Müctehid denir. Bu benzetme işine, İctihad denir. Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin Mezhebi denir. Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine Mezhep denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imamın mezhebi kitaplara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur.

Eshâb-ı kiramın mezhebi

Sual: İlk Müslümanlar olan eshâb-ı kiram zamanında mezhep diye bir şey var mıydı?

Cevap: Eshâb-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyet bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde, tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullah efendimizin mübarek cemâlini görmekle ve kalblere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Her birinin mezhebi vardı. Mezhepleri az veya çok farklı idi. Eshâb-ı kiram, Resûlullah efendimizden işittiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymaya, yani dört mezhepten birinde olmalarına lüzum yoktu. Onların her biri bütün bilgileri asıl kaynağından alıyordu. Birbirlerine sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezhep imamlarından daha çok âlim ve daha yüksek müctehid idiler. Mezhep sâhibi idiler.

Tâbi'înin ve Tebe'i tâbi'înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kiramın mezheplerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhepleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları, Eshâb-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için, dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymayan işlerini de, zaruret olunca, birbirlerini taklit ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheplerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, Allahü teâlâ tarafından Müslümanlara rahmet olduğunu, Peygamber efendimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezhep arasındaki ufak tefek başkalıklar, Müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, vücut yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde, her şey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhepler hâsıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, her Müslümanın tek bir nizam, tek bir emir altında yaşamaları lâzım olurdu. Müslümanların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.

Kaynak: Tam İlmihal Se`âdet-i Ebediyye

İctihâd ne demekdir? Müctehid kime denir?

  Seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” (Eshâb-ı Kirâm) kitâbında buyuruyor ki, (İctihâd, insan gücünün yetdiği kadar, ya’nî cehd ile zahmet çekerek çalışmak demekdir. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh ve açık bildirilmemiş bulunan ahkâmı ve mes’eleleri, açık ve geniş anlatılmış mes’elelere benzeterek, meydâna çıkarmağa uğraşmakdır. Bunu ancak Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Onun Eshâbının hepsi ve diğer müslimânlardan ictihâd makâmına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara, (Müctehid) denir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, ictihâd etmeği emr ediyor. O hâlde, ma’nâları açıkça anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin derinliklerinde bulunan ahkâm-ı islâmiyyeyi ve mesâil-i dîniyyeyi, mefhûm ile ve delâlet ile anlıyabilen büyüklere, ya’nî mutlak müctehidlere, ictihâd etmek farzdır. Müctehid olmak için, arabî yüksek ilmleri temâmen bilip, Kur’ân-ı kerîmi ezber bilmek, her âyet-i kerîmenin ma’nây-ı murâdîsini, ma’nây-ı işârîsini ve ma’nây-ı zımnî ve iltizâmîsini bilmek ve âyet-i kerîmelerin geldikleri zemânları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini, küllî ve cüz’î olduklarını, nâsih veyâ mensûh olduklarını, mukayyed veyâ mutlak olduklarını ve kırâet-i seb’a ve aşereden ve kırâet-i şâzzeden nasıl çıkarıldıklarını bilmek,Kütüb-i sittedeki ve diğer hadîs kitâblarındaki, yüzbinlerce hadîsi ezberden bilmek ve her hadîsin ne zemân ve ne için îrâd buyurulduğunu ve ma’nâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veyâ sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak’a ve hâdiseler üzerine buyurulduğunu ve kimler tarafından nakl ve rivâyet olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve ne ahlâkda olduklarını bilmek, fıkh ilminin üsûl ve kâ’idelerini tanımak, oniki ilmi ve Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin işâretlerini, rumûzlarını ve açık ve kapalı ma’nâlarını kavramak ve bu ma’nâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmân sâhibi olmak ve itmînân ile dolu, nûrlu ve sâf bir kalbe ve vicdâna mâlik olmak lâzımdır. İctihâd ve tefsîr hakkında, fârisî (Redd-i Vehhâbî) kitâbında uzun bilgi vardır. (Redd-i Vehhâbî) kitâbı, 1264 h. de Delhîde ve 1415 de İstanbulda tab’ edilmişdir.

Bütün bu üstünlükler, ancak Eshâb-ı kirâmda ve sonra, ikiyüz sene içinde yetişen, ba’zı büyüklerde bulunabildi. Dahâ sonraları, fikrler, re’yler dağılıp, bid’atler çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu şartları hâiz kimse, ya’nî mutlak müctehid olarak meşhûr olan görülmedi). Hicretden dörtyüz sene sonra, müctehide ihtiyâc da kalmadı. Çünki, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayât şekllerinde ve fen vâsıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni hâdiselere nasıl tatbîk edileceklerini, tefsîr ve fıkh kitâblarında bildirirler.

Kaynak: Tam İlmihal Se`âdet-i Ebediyye

Onlar da sizinle berâber yanacakdır

 Hak teâlâdan başka, herneye tâbi' olur, herneye tapınır, Onun yerine, herneyi sever ve hakîkî hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle berâber yanacakdır. 


Es-seyyid Abdülhakîm Arvasi 

(Rahmetullahi aleyh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sâlihler* nerede, sâlihlerin *Sohbet* ini nasıl bulacağız? Bu, ele geçmez oldu. O hâlde onların *Kitap* larını okuyacağız kardeşim. Kitaplarını okumak da, onların *Sohbeti* sayılır. 


Büyükler, hep *Mektûbât* okumuşlardır. Mektûbâtı okuyan, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerinin *Sohbet* inde bulunmuş demekdir. 


Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde ne buyuruyor: *Yâ eyyühellezîne âmenû*. Ey îmân eden kullarım! *Âminû*, îmân ediniz. Ey îmân eden kullarım, îmân ediniz! 


Bu ne demek? Yâni, *Ey* zâhiren, kısaca *Îmân* eden kullarım, çok ibâdet yaparak *Hakîkî* îmân ediniz. *Îmân* ın hakîkatine kavuşunuz.


Yâni gerçek *Îmân* edin, sâdece *Lâf* da kalmasın îmânınız. Demek ki, hakîkî îmâna kavuşmak nasıl olurmuş? İbâdet yaparak. İbâdet yapmanın *Sebebi* buymuş. 


Allahü teâlâ, niçin bize *Sıcak* yatakdan kalkıp, *Soğuk* su ile abdest almayı, uykudan kalkıp *Namaz* kılmayı, İbâdet yapmayı emrediyor? Geçek *Îmâna* kavuşmamız için. 


Yâni *Kalp Gözü* nün açılması için, Kalbin temizlenmesi lâzım. Kalbimizi nasıl temizliyeceğiz? Onu nasıl açacağız? O kalbin *Pencere* si nasıl açılır? *İbâdet* yapmakla. 


Pekii ibâdet nedir? İbâdet, Allahü teâlânın emirlerini *Îhlâs* ile yapmakdır, ihlâsla. Öyle yatıp kalkmakla *Namaz* olmaz ki. *İhlâs* lâzım. İhlâs nedir? Allah emretdiği için yapmakdır.


Allah rızâsı için yapmak lâzım. Namâzın kabûl olması için üç *Şart* var. Birincisi, *Namaz* nasıl kılınır? her şeyden evvel *Bunu* öğreneceğiz. 


Namâzın *Farz* larını, *Vâcib* lerini, *Sünnet* lerini, *Şart* larını bilmiyenin namâzı, *Namaz* olmaz ki. Birinci şart öğrenmekdir, bilmekdir. Yâni, *İlim* lâzım. 


İkinci şart nedir? *Amel*, yâni bildiğine göre, öğrendiğine göre *Yapmak*. Bildiğine göre *Namaz* kılmak, bildiğine göre *İbâdet* yapmak. 


Biliyor, ama bildiğine göre *Yapmıyor*. O, kendi havasında. O bilgiler *Arka* da kalmış. Olmaz öyle. Bildiğine göre yapacak. Üçüncüsü ne? *İhlâs*. 


İhlâs nedir? *Allah* için yapmak. Ancak Allahü teâlâ için ibâdet yapılır. O emretdiği için *Namaz* kılınır. O emretdiği için *Oruç* tutulur. Velhâsıl üç *Şey* çok mühim kardeşim. *İlim, Amel* ve *İhlâs*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri merdiven çıkarken, hep; *Yâ Allah! yâ Allah!* derdi. Efendi hazretlerini görmeden evvel, ben Askerî Lisede talebeydim. Nerede bir apartman görsem; 


*Âh, benim de böyle bir apartmanım olsa!* derdim. Bir otomobil görsem, *Âh, benim de şöyle bir otomobilim olsa!* diye kalbimden geçerdi. Bu şeyleri isterdim.


Ama Efendi hazretlerini *Gördük* den ve *Sohbet* inde bulundukdan sonra, bunların hepsi gitti. Hâtırıma bile gelmiyor. Bu *Büyük* ler, dünyâyı işte böyle unutduruyorlar insana. 


Elhamdülillah. Şimdi vapurları görüyorum, otomobilleri görüyorum, apartmanları görüyorum. Bunlar *Rüyâ* gibi geliyor bana, *Hayâl* geliyor onlar şimdi. *Efendi* nin himmeti işte. *Himmet* denir buna.

● ● ● 

Asr-ı seâdette, *Fakîr* bir kadıncağız, *Kızını* evlendirecek, ama parası yok. Gidiyor, Resûlullah Efendimizden *Yardım* istiyor. Peygamber Efendimizin de o esnâda hiçbir şeysi yok. 


Ama yine de onu boş göndermiyor. Ufak bir şişe içine, mübârek *Ter* inden bir parça koyup veriyor ve *Bunu kızına götür. Esans olarak kullansın!* buyuruyor. 


O kızcağız, parmağını o *Şişe* nin ağzına koyar, üstüne başına *Sürer* miş. Artık nereye gitse, o yerler, hattâ geçdiği sokaklar *Mis* gibi kokarmış. 


Resûlullah Efendimizin *Koku* su. Velhâsıl büyüklerin *Fiil* leri ve *Amel* leri ni’met olduğu gibi, *Koku* ları dahî ni’metdir. 

● ● ● 

*Şevâhidün Nübüvve* kitâbı var, biz onu hülâsa etdik. Beş altı sahîfe *Hülâsa* sını çıkardık. Herkes gezip dolaşırken, biz böyle *Şey* lerle uğraşırdık kardeşim. 


Efendi hazretlerine bunu anlatınca; *Biraz oku!* buyurdular. Sonuna kadar okudum. Bir yerinde yanlış buldular. Kitapda, *Kırk yaşında peygamber oldu*, diye yazıyordu. 


Ben de öyle yazmışım. Efendi hazretleri; *Öyle yazma* buyurdu. *Kırk yaşında Peygamberliği kendisine bildirildi* diye yaz. Çünkü O, çok eskiden de Peygamberdi, buyurdular. 

● ● ● 

Bizim kitaplarımızın gitdiği yerlerden çok güzel mektûblar alıyoruz: *Talebelerimizle toplanıp, İhlâs’ın mensûblarına duâ ediyoruz*, diyorlar. 


Başka yerden gelen mektupda da; *Büyük fedâkârlık, maddî ve mânevî fedâkârlık yapıyorsunuz*, diyorlar. Biz de seviniyoruz kardeşim.