İngiltere'nin Sir ünvanı verdiği Pakistan'ın "Milli Şairi" (Muhammed İkbal)
İngiliz İmparatorluğunu dünyadaki en büyük Müslüman imparatorluk yapan şey,koruduğu müslümanların sayısının çokluğu değil,bu imparatorluğun sahip olduğu ruhtur.İngiliz İmparatorluğu'nun insanlığın siyasi evrimindeki uygarlaştırıcı bir faktör olarak kalıcılığı bizim en büyük çıkarlarımızdan biridir.Bu geniş imparatorluk bizim siyasi idealimizin bir yönünü yavaş yavaş harekete geçirdiği için bizim tam sempatimizi ve saygımızı hak ediyor.
(Sir Muhammed İkbal-İslam Düşüncesi,77-8)
Havâtır
Kulûb ve zamâire vârid olan
hitâbdan ibâretdir. İlkâ-i melek ile olur. Ba’zan ilkâ-i şeytân ile de
olur ve ba’zan ehâdîs-i nefsden ibâretdir.
Hakk
Sübhânehû ve Teâlâ kıbel-i celîlinden de olur. Melekden olana ilhâm,
nefs cihetinden olana hevâcis, şeytandan olana vesvâs, Hakk Sübhânehû ve
Teâlâ tarafından olana hâtır-ı Hakk ta’bîr olunur.
Bunların
cümlesi kelâm-ı nefs kabîlindendir. Kıbel-i melekden olanın sıdkına
alâmet, muvâfakat-i şerî’atdir. Zâhir şerî’atden şâhidi olmayan hâtır
bâtıldır denilmişdir. Cihet-i şeytandan olanın ekserîsi ma’âsîye
da’vetdir. Ba’zan zâhirinden tâ’at olarak gösterir ise hafî, hafî
mekâidinden olan bir isyâna da’vet eder.
Ekâbir
muhakkikîn-i sûfiyye, me’kel ve melbesi harâm olan sâlikin ilhâm ile
vesvâs beyyinini fark ve teşhîse kâdir olamayacağında müttefiklerdir.
Melek ilhâm ile vârid olan hâtıraya sâlik kâh muvâfık ve kâh muhâlif
olabilir. Kıbel-i İlâhiyye’den mülhem olan hâtıraya sâlikin cânibinden
muhâlefet, gayr-i mutasavverdir.
Arvâsîzâde Abdülhakîm (Üçışık)
Tasavvuf ve Terbiye
İslâm’da “sofî” kelimesinin menşei
etrafında mühim tartışmalar cereyan etmiştir. Bizi, bu tartışmalar pek
fazla ilgilendirmemektedir. Bu kelime, ister şanlı Peygamber’in ilk
meydana getirdiği terbiye, halkası olan “Ashab-ı Suffa”dan, ister yine
yüce Peygamber’in sünnetine uyarak “yün elbise” (sof) giyinenlerin
sıfatı olmaktan, ister arınmış, temizlenmiş kimseler mânâsına gelen
“saf”tan gelmiş olsun ne fark eder?
Bizim için mühim olan; yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de “mukarrebîn” ve “Allah’ın velî kulları” olarak öğülen bu ulvî kadronun (mutasavvıfların), Allah ve Resûlü’nün çizgisinde yürüyerek ve zerre taviz vermeden “sırat-ı mustakim” üzere yücelmenin ve yüceltmenin yollarını göstermiş olmalarıdır.
İslâm’da “medrese” ve “tekke”, birbirine zıt, iki müessese değil, aynı imanı, aynı aşkı, aynı ahlâk ve şuuru, farklı, metodlarla kitlelere mal etmeye çalışan ve birbirini tamamlayan İslâmî kaynaklardı. “Medresede”, kitap, ders, akıl, nakil, tecrübe, müşahede, ilim, tâlim ve terbiye vardı. Orada “müderrisler” bir ömür boyu, didinir, çalışır, çırpınır “ilim adamları” yetiştirirdi. Orada, akıl ve zekâ ile başarıya ulaşılır, dünya ve ahîretin “sırları” öğrenilirdi. Oysa “tekkede”, yol daha kısa idi. Orada akıldan çok gönül, ilimden çok aşk, dış dünyadan çok iç dünya, tecrübe ve müşahededen çok “mükaşefe” vardı. Orada “kiyl ü kal” (dedim-dedi) ile vakit kaybeden müderrisler değil, “aşk” ile “tevhidin sırlarını” çözen “mürşidler” vardı. Mevlâna Celâleddin-i Rumî, bir rubaisinde, bu konuda şöyle buyururlar: “Aşkın gönlüme dolalı beri, senin aşkından başka neyim varsa hep yandı/Aklı, dersi, kitabı hep rafa koydum.” (Bkz. Mevlâna, Rubailer, -M. N. Gençosman- Sf: 96, 495. Rubai).
Gerçekten de “mutasavvıfların” hayat ve menkıbelerini inceleyenler hayretle görmüşlerdir ki, onlar, hiçbir ilmin, fennin ve aklın ulaşamıyacağı “ötelerin ötesinden” sesler getirmektedirler. Evet, onların böyle birer “hayat hikâyesi” vardır.
Bu konuda büyük fikir adamımız Necip Fazıl Kısakürek, “Halkadan Pırıltılar” adlı muhteşem eserinin önsözünde şöyle yazar; “Bu hikâyeler, dünyada insanî ve beşerî kaç mevcut varsa ve bu mevcutların ne kadar idrak müessesesi kurulmuşsa, topyekün hepsinin birden olamadığı, varamadığı, eremedlğl; ne şiirin, ne tılısımın, ne ilmin, ne fennin, ne aklın ulaşabildiği noktada bağdaş kuranların hayatından pırıltılardır.” (Bkz. ag.e. Önsöz).
İslâm’ın büyük mütefekkiri, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazali Hazretleri, büyük bir ruhî bunalım içinde hakikati araştırırken, nihayet tasavvufun yüce kaynaklarını da kurcalamak ihtiyacını duyar. Bu maksatla Ebu Tâlib-I Mekkî Hazretlerinin “Kut-ül Kulûb” adlı kitabını, Hâris-I Muhasibî’nln kitaplarını, Cüneyd, Şiblî. Ebu Yezidî Bestamî ve diğer büyük mutasavvıfların sözlerinden meydana getirilmiş kitapları okur. Bu arada öğrenir ki, “Mutasavvıfların ilmi, netice itibarı ile nefse ait geçitleri atlatmaktan, onun kötü ahlâkiyle fena vasıflarından kendini uzaklaştırmaktan İbarettir. Bu suretle insan, kalbini, Allah’tan gayrı şeylerden boşaltır, onu Allah’ın zikri ile bezer.” (Bkz. İmam-ı Gazalî, El-Munkızu Min-Ad-Dalal,-Hilmi Güngör- 2. Baskı, 1960, Maarif Basımevi, Sf: 57).
İmam-I Gazali şöyle devam eder: “Şüphe götürmeyecek surette anladım ki, mutasavvıflar, Allah yolunu tutan kimselerdir. Onların gidişi, gidişlerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları, ahlâkların en temizidir… Onların dışlarındaki ve içlerindeki bütün hareketleri ve durgunlukları, hep nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır.” (Bkz. a.g,e., Sf: 63-64).
Evet, “şeriatın” büyük üstadı İmam-ı Gazali hazretleri “tasavvuf* konusunda böyle düşünür ve böyle yazar. Çünkü, bunların her ikisi de ayni hakikatin iki yüzü gibidir.
( Seyyid Ahmet Arvasi)
Bizim için mühim olan; yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de “mukarrebîn” ve “Allah’ın velî kulları” olarak öğülen bu ulvî kadronun (mutasavvıfların), Allah ve Resûlü’nün çizgisinde yürüyerek ve zerre taviz vermeden “sırat-ı mustakim” üzere yücelmenin ve yüceltmenin yollarını göstermiş olmalarıdır.
İslâm’da “medrese” ve “tekke”, birbirine zıt, iki müessese değil, aynı imanı, aynı aşkı, aynı ahlâk ve şuuru, farklı, metodlarla kitlelere mal etmeye çalışan ve birbirini tamamlayan İslâmî kaynaklardı. “Medresede”, kitap, ders, akıl, nakil, tecrübe, müşahede, ilim, tâlim ve terbiye vardı. Orada “müderrisler” bir ömür boyu, didinir, çalışır, çırpınır “ilim adamları” yetiştirirdi. Orada, akıl ve zekâ ile başarıya ulaşılır, dünya ve ahîretin “sırları” öğrenilirdi. Oysa “tekkede”, yol daha kısa idi. Orada akıldan çok gönül, ilimden çok aşk, dış dünyadan çok iç dünya, tecrübe ve müşahededen çok “mükaşefe” vardı. Orada “kiyl ü kal” (dedim-dedi) ile vakit kaybeden müderrisler değil, “aşk” ile “tevhidin sırlarını” çözen “mürşidler” vardı. Mevlâna Celâleddin-i Rumî, bir rubaisinde, bu konuda şöyle buyururlar: “Aşkın gönlüme dolalı beri, senin aşkından başka neyim varsa hep yandı/Aklı, dersi, kitabı hep rafa koydum.” (Bkz. Mevlâna, Rubailer, -M. N. Gençosman- Sf: 96, 495. Rubai).
Gerçekten de “mutasavvıfların” hayat ve menkıbelerini inceleyenler hayretle görmüşlerdir ki, onlar, hiçbir ilmin, fennin ve aklın ulaşamıyacağı “ötelerin ötesinden” sesler getirmektedirler. Evet, onların böyle birer “hayat hikâyesi” vardır.
Bu konuda büyük fikir adamımız Necip Fazıl Kısakürek, “Halkadan Pırıltılar” adlı muhteşem eserinin önsözünde şöyle yazar; “Bu hikâyeler, dünyada insanî ve beşerî kaç mevcut varsa ve bu mevcutların ne kadar idrak müessesesi kurulmuşsa, topyekün hepsinin birden olamadığı, varamadığı, eremedlğl; ne şiirin, ne tılısımın, ne ilmin, ne fennin, ne aklın ulaşabildiği noktada bağdaş kuranların hayatından pırıltılardır.” (Bkz. ag.e. Önsöz).
İslâm’ın büyük mütefekkiri, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazali Hazretleri, büyük bir ruhî bunalım içinde hakikati araştırırken, nihayet tasavvufun yüce kaynaklarını da kurcalamak ihtiyacını duyar. Bu maksatla Ebu Tâlib-I Mekkî Hazretlerinin “Kut-ül Kulûb” adlı kitabını, Hâris-I Muhasibî’nln kitaplarını, Cüneyd, Şiblî. Ebu Yezidî Bestamî ve diğer büyük mutasavvıfların sözlerinden meydana getirilmiş kitapları okur. Bu arada öğrenir ki, “Mutasavvıfların ilmi, netice itibarı ile nefse ait geçitleri atlatmaktan, onun kötü ahlâkiyle fena vasıflarından kendini uzaklaştırmaktan İbarettir. Bu suretle insan, kalbini, Allah’tan gayrı şeylerden boşaltır, onu Allah’ın zikri ile bezer.” (Bkz. İmam-ı Gazalî, El-Munkızu Min-Ad-Dalal,-Hilmi Güngör- 2. Baskı, 1960, Maarif Basımevi, Sf: 57).
İmam-I Gazali şöyle devam eder: “Şüphe götürmeyecek surette anladım ki, mutasavvıflar, Allah yolunu tutan kimselerdir. Onların gidişi, gidişlerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları, ahlâkların en temizidir… Onların dışlarındaki ve içlerindeki bütün hareketleri ve durgunlukları, hep nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır.” (Bkz. a.g,e., Sf: 63-64).
Evet, “şeriatın” büyük üstadı İmam-ı Gazali hazretleri “tasavvuf* konusunda böyle düşünür ve böyle yazar. Çünkü, bunların her ikisi de ayni hakikatin iki yüzü gibidir.
( Seyyid Ahmet Arvasi)
CENNET – CEHENNEM EHLİ
Cennet ve cehennem ehli kimlerdir? Cennet ehli
şunlardır ki, kalbinin en iç noktasında, Allahın razı olduğu şeyleri
sevmek keyfiyeti vardır. Hatta bu insan fiil ve hareket bakımından
düşüncesine aykırı işler yapsa bile…
Böyle kimselerin muhasebesini, Mahşer günü Allah görür ve öbür insanlar bu gibilerin arasına perde çeker. Muhasebeden sonra de meleklere bu kullarını cennete koymalarını emreder.
Melekler, Allaha:
–Yarabbi, derler; biz bu kullarında cennetlik olmaya layık, iyi bir iş göremedik. Dünyadaki bütün fiil ve hareketleri şeriate aykırıydı. Onlara cenneti ihsan etmendeki hikmet nedir?
Allah cevap verir:
–Meleklerim! Gerçi dedikleriniz doğrudur; lakin onların kalbinde benim sevgim yer tutmuştu. Beni sevdikleri gibi, sevdiklerimi de sever ve sevmediklerimi sevmezlerdi. Cennetimi bu yüzden ihsan ediyorum.
Cehennem ehli ise bunların aksidir. Kalblerinde İlahi sevginin zıddı bir kalabalık, bir kasvet, bir buğz ve adavet vardır. Hatta bunlar, zahirleri bakımından iyi işler ve şeriat ölçüleri çerçevesinde hareket etmiş olsalar bile… Başlangıçta böylelerinin kendilerince de bilinmeyen bir ruhi halleri, ölüm döşeğinde, son nefeslerini verecek zamandan biraz önce birdenbire zuhur eder; ve İlahi rızaya bağlı amellerden birinin aleyhinde veya Allahın buğuz ettiği işlerden birinin lehinde bir fikre, yani küfre yol açar ve sahibini ebediyyen cehennemlik kılar. (Demek ki, işin başı kalbde…)
Böyle olmakla beraber, Şeriatın zahirine bağlı amel, insanın dış görünüşünde ve yüzünde bir nuraniyet doğurur, bu nuraniyet zamanla kalbe akseder. Zaten müminin kalbinde nuraniyet büluğ zamanında kemal halindeyken, sonraları emirlerinin yapılmaması ve yasakların yapılması ve bu gidişin devam etmesi neticesinde nuraniyet yavaş yavaş kararmaya başlar. Eğer bu karanlık, amele ait işlerin bırakılması ve sadece günah fiillere dalınması neticesinde meydana gelmişse, tövbe ve istiğfar ile hemen kalkar ve asli nuraniyet hali avdet eder; fakat yine bu karanlık, iman, yani itikada aid herhangi bir farzdan şüphe ve onu inkara varan kalbi bir fiilden doğmuşsa, sonradan dönülmüş olsa bile kalbde bırakacağı zulmetin izale edilebilmesi (yok etmek, gidermek) pek güç olur ve ancak iksir kuvvetinde bir veli nazariyle kurtuluş gerçekleşebilir.
Zaten peygamberlik hikmetlerinden birisi de, mümin kablerinde bir yumuşaklık, yufkalık meydana getirerek ilahi sevgiye zemin açmaktır.
İyi ve kötü fiiller, emin olmayan delaletlerdendir. Sahiplerinin cennet veya cehennem ehli olmalarında <<huccet – senet>> teşkil edemezler… Bu nokta, keşif yoliyle de bilinemez.
Necip Fazılın, Esseyyid Abdulhakim Arvasi hazretlerinin kaleme aldığı Rabita-i Şerife kitabının, yeni iman gençliğinin anlaması için sadeleştirdiği kitaptan alıntıdır. Kitabın Parçalar adlı bölümünde ki bazı yazılardan başlıktan iktibas edilmiştir. (Parçalar, Efendi Hazretlerinin ders, takrir ve mektuplarından.)
Böyle kimselerin muhasebesini, Mahşer günü Allah görür ve öbür insanlar bu gibilerin arasına perde çeker. Muhasebeden sonra de meleklere bu kullarını cennete koymalarını emreder.
Melekler, Allaha:
–Yarabbi, derler; biz bu kullarında cennetlik olmaya layık, iyi bir iş göremedik. Dünyadaki bütün fiil ve hareketleri şeriate aykırıydı. Onlara cenneti ihsan etmendeki hikmet nedir?
Allah cevap verir:
–Meleklerim! Gerçi dedikleriniz doğrudur; lakin onların kalbinde benim sevgim yer tutmuştu. Beni sevdikleri gibi, sevdiklerimi de sever ve sevmediklerimi sevmezlerdi. Cennetimi bu yüzden ihsan ediyorum.
Cehennem ehli ise bunların aksidir. Kalblerinde İlahi sevginin zıddı bir kalabalık, bir kasvet, bir buğz ve adavet vardır. Hatta bunlar, zahirleri bakımından iyi işler ve şeriat ölçüleri çerçevesinde hareket etmiş olsalar bile… Başlangıçta böylelerinin kendilerince de bilinmeyen bir ruhi halleri, ölüm döşeğinde, son nefeslerini verecek zamandan biraz önce birdenbire zuhur eder; ve İlahi rızaya bağlı amellerden birinin aleyhinde veya Allahın buğuz ettiği işlerden birinin lehinde bir fikre, yani küfre yol açar ve sahibini ebediyyen cehennemlik kılar. (Demek ki, işin başı kalbde…)
Böyle olmakla beraber, Şeriatın zahirine bağlı amel, insanın dış görünüşünde ve yüzünde bir nuraniyet doğurur, bu nuraniyet zamanla kalbe akseder. Zaten müminin kalbinde nuraniyet büluğ zamanında kemal halindeyken, sonraları emirlerinin yapılmaması ve yasakların yapılması ve bu gidişin devam etmesi neticesinde nuraniyet yavaş yavaş kararmaya başlar. Eğer bu karanlık, amele ait işlerin bırakılması ve sadece günah fiillere dalınması neticesinde meydana gelmişse, tövbe ve istiğfar ile hemen kalkar ve asli nuraniyet hali avdet eder; fakat yine bu karanlık, iman, yani itikada aid herhangi bir farzdan şüphe ve onu inkara varan kalbi bir fiilden doğmuşsa, sonradan dönülmüş olsa bile kalbde bırakacağı zulmetin izale edilebilmesi (yok etmek, gidermek) pek güç olur ve ancak iksir kuvvetinde bir veli nazariyle kurtuluş gerçekleşebilir.
Zaten peygamberlik hikmetlerinden birisi de, mümin kablerinde bir yumuşaklık, yufkalık meydana getirerek ilahi sevgiye zemin açmaktır.
İyi ve kötü fiiller, emin olmayan delaletlerdendir. Sahiplerinin cennet veya cehennem ehli olmalarında <<huccet – senet>> teşkil edemezler… Bu nokta, keşif yoliyle de bilinemez.
Necip Fazılın, Esseyyid Abdulhakim Arvasi hazretlerinin kaleme aldığı Rabita-i Şerife kitabının, yeni iman gençliğinin anlaması için sadeleştirdiği kitaptan alıntıdır. Kitabın Parçalar adlı bölümünde ki bazı yazılardan başlıktan iktibas edilmiştir. (Parçalar, Efendi Hazretlerinin ders, takrir ve mektuplarından.)
Gavs-ı Hizaniden Hikmetler-20
Minah-115: Salike
urucun nihayetinde hasıl olan şuurdan dönme, şuurun yok olması manasına
değildir. Allah (Celle celaluhu)’a olan şuuru kalmakla beraber halk ile
olan şuura dönmesi demektir Nasil ki seyr-i sülukun başında o halk olan
şuur onda var idi. Yalnız şu varki gayri mütemekkin olan dönen bazen
Allah (c.c.)’a olan şuur ondan zail olur. Başkalarından medet diler.
Mütemekkin olan dönen devamlı her iki şuuru kuşatıp başkalarına himmet eder. Kimseden himmet istemez. Sofilerin ıstılahında ikinciye harabat şeyhi denilir. Manevi meyhane şeyhidir.
Birinci ise küp sahibidir. Ötekinden manevi aşk meyi alır. Küpünü doldurur. Millete dağıtır. Mütemekkin olana arşi denilir. Zira devamli alem-i emre vukufu vardır. Gayr-i mütemekkin ise böyle değildir.
Minah-116: Buyurdular: “Muhabbet menfaatın mıknatısıdır.” Mecliste bulunan bir fakir sordu:
-”Müridin muhabbeti ne fayda verir? Ancak şeyhin muhabbeti fayda vermez mi?” Buyurdu:
-”Kerem sahibi olan kişi, ondan dileneni sever. Efendide hizmetçisini sever.”
Minah-117: Mahbub olan şeyhin kemalat ve maneviyatının, muhib olan müride çekilmesinde, muhabbetin tesir ve şiddetini beyan hususunda Gavs (kuddise sirruhu): “Muhabbet bazen öyle halete ulaşırki, mahbubun suretini çekerek, muhibbe giydirir. Hatta, bazen mahbubun kabrini, mezar taşıyla beraber muhibbin kabrine yaklaştırır.” buyurup,sureten çekme ve gözüyle gördüğü kabir yaklaşmasını konu alan iki kıssa anlattılar.
Minah-118: “Bir şeyi sevmenin alameti, sevdiginin aleyhinde olana karşı koyup, ondan acizlik duymaktır.”
Minah-119: Kendisine inanılır bir kişi yemin ederek dediki: “Ben Gavs’ın (kuddise sirruhu)şöyle buyurduklarını duydum: (Korku kalb hastalıklarını tedavi eder.Muhabbet ise kalb hastalıklarının yanında küfrü de izale eder) deyip şu kıssayı naklettiler:Bu taifeden birine aşık olan bir yahudi kadını duyduğu muhabbet sayesinde hiç kimse ile karşılıklı konuşmadan müslüman oldu. Bu taifenin ahval ve niteliklerini kazandı.”
Minah-120: “Korkana verilir, seven ise kendisi çeker” sözünü Gavs (kuddise sirruhu.) sıksık söylerdi.
Mütemekkin olan dönen devamlı her iki şuuru kuşatıp başkalarına himmet eder. Kimseden himmet istemez. Sofilerin ıstılahında ikinciye harabat şeyhi denilir. Manevi meyhane şeyhidir.
Birinci ise küp sahibidir. Ötekinden manevi aşk meyi alır. Küpünü doldurur. Millete dağıtır. Mütemekkin olana arşi denilir. Zira devamli alem-i emre vukufu vardır. Gayr-i mütemekkin ise böyle değildir.
Minah-116: Buyurdular: “Muhabbet menfaatın mıknatısıdır.” Mecliste bulunan bir fakir sordu:
-”Müridin muhabbeti ne fayda verir? Ancak şeyhin muhabbeti fayda vermez mi?” Buyurdu:
-”Kerem sahibi olan kişi, ondan dileneni sever. Efendide hizmetçisini sever.”
Minah-117: Mahbub olan şeyhin kemalat ve maneviyatının, muhib olan müride çekilmesinde, muhabbetin tesir ve şiddetini beyan hususunda Gavs (kuddise sirruhu): “Muhabbet bazen öyle halete ulaşırki, mahbubun suretini çekerek, muhibbe giydirir. Hatta, bazen mahbubun kabrini, mezar taşıyla beraber muhibbin kabrine yaklaştırır.” buyurup,sureten çekme ve gözüyle gördüğü kabir yaklaşmasını konu alan iki kıssa anlattılar.
Minah-118: “Bir şeyi sevmenin alameti, sevdiginin aleyhinde olana karşı koyup, ondan acizlik duymaktır.”
Minah-119: Kendisine inanılır bir kişi yemin ederek dediki: “Ben Gavs’ın (kuddise sirruhu)şöyle buyurduklarını duydum: (Korku kalb hastalıklarını tedavi eder.Muhabbet ise kalb hastalıklarının yanında küfrü de izale eder) deyip şu kıssayı naklettiler:Bu taifeden birine aşık olan bir yahudi kadını duyduğu muhabbet sayesinde hiç kimse ile karşılıklı konuşmadan müslüman oldu. Bu taifenin ahval ve niteliklerini kazandı.”
Minah-120: “Korkana verilir, seven ise kendisi çeker” sözünü Gavs (kuddise sirruhu.) sıksık söylerdi.
Gavs-ı Hizaniden Hikmetler-19
Minah-107 : Gavs (kuddise sirruhu) Mevlana Cami (kuddise sirruhu)’nin şu beytini okudular:
Zahidler taat yüzünü
Mihrab köşesine çevirmişler.
Sonra buyurdular: “Bazı müridler için devamlı olmamak kaydıyla, şeyh rabıtada cennet ehli suretinde, tüysüz görülür. Yukarıdaki beytin ikinci mısrası buna işaret ediyor.”
Minah-108 : Başka şeyhlerin sohbetinde ve evliyanın türbesini ziyarette mürid rabıtalı olmaya çok dikkat etmelidir.” Gavs (kuddise sirruhu.) bunları söyledikten sonra mecliste bulunanlardan bir fakir sordu:
-”Peygamberlerin (aleyhisselam.) ziyaretinde de durum aynı mıdır?” Cevaben:
-”Evet” dediler. Fakir tekrar sordu:
-”Ravza-i mutahharada da öyle midir?” Gavs (kuddise sirruhu):
-”Evet” buyurdu.
Minah-109 : “Mürid enbiya (aleyhimusselam) ve evliya (kuddise sırruhum)’nin ziyaretinde gördüğü menfaati, şeyhinden veya onun aracılığıyla aldığına inanmalıdır. Oralarda müride onların sureti zahir olacak olsa, o bunu şeyhinin letaiflerinin bir sureti olduğuna itikat etmelidir.”
Minah-110 : Yüce mecliste bir gün Gavs (kuddise sirruhu)’asoruldu: “Rabıtanın tesiri ne zaman kesilir.”
Buyurdu: “Müridin makamı, şeyhinin makamını geçtiği zaman rabıtanın tesiri kalmaz. Fakat ölüme kadar ne bulsa şeyhinin bereketiyledir.
Vefa kanunu odur ki, şeyhinden yükseğe çıksa dahi onu terk etmek güzel görülmez. Bazı meşayihin ben şeyhimi geçtim sözü hiç de hoş değildir.”
Minah-111 :: “Salikin’ şüphe ve tıkanmaları şeyhin vasıtasıyla çözülür.
Mürid ancak kemale erdikten sonra Allahü Teala ona bir sebeb gönderir.
Şeyhinin makamının üstüne çıkmayan bir müride her zaman rabıta fayda verir.”
Minah-112:
Gavs (kuddise sirruhu.) bir gün muhabbet ehli olanların üzerine sohbet edip onları övdüler. Sonra cezbe ehlinden bahsettiler ve buyurdular:
-”Şeriata uyan istikamet ehlinin değeri, ancak ahirette belli olur. Bunlarda manevi bir hal (aşk, vecd) olmasa dahi. zararı yoktur.”
Minah-113:
Sadatın sohbetinde, gözü kapatmanın üstünlüğünü belirtip, teşvik için buyurdular:
-”Doğan kuşu gözünü kapatmadan avcilik yapamaz.”
Sonra şu beyti okudular:
“Gel çünkü gözümüz senin evindir.”
Minah-114:
Şeyh-ül Meşayih Mevlana Halid (kuddise sirruhu)’in icazet kitabında, Nakşi’den olduğu gibi, diğer dört tarikattan da (Kadiri, Sühreverdi, Çeşti, Kübrevi) şeyhi Abdullab Dehlevi (kuddise sirruhu.)’den icazetli olduğu yazılı. Bunun zahirinden anlaşıldığı gibi, şeyh bu tarikattan dilediği herhangi birine göre, müridini terbiye edebilir mi? diye Gavs’a soruldu.
Şöyle cevap verdi: “Bundan maksat o tarikatlardaki, mûridleri de tasarruf icazetidir. Onların usulüne göre hiçbir tarikatın usulü ile terbiye ettiği işitilmemiştir. Terbiye edemez de. Çünki diğer tarikatların bazı usulleri Nakşibendi tarikatında bid’at kabul edilir. Bid’at yapanlar ise tarikattan çıkmış sayılırlar. Bid’at yapmak, bid’at olan usullere razı olmak, bidati ilk defa icat etmek gibidir.”
Zahidler taat yüzünü
Mihrab köşesine çevirmişler.
Sonra buyurdular: “Bazı müridler için devamlı olmamak kaydıyla, şeyh rabıtada cennet ehli suretinde, tüysüz görülür. Yukarıdaki beytin ikinci mısrası buna işaret ediyor.”
Minah-108 : Başka şeyhlerin sohbetinde ve evliyanın türbesini ziyarette mürid rabıtalı olmaya çok dikkat etmelidir.” Gavs (kuddise sirruhu.) bunları söyledikten sonra mecliste bulunanlardan bir fakir sordu:
-”Peygamberlerin (aleyhisselam.) ziyaretinde de durum aynı mıdır?” Cevaben:
-”Evet” dediler. Fakir tekrar sordu:
-”Ravza-i mutahharada da öyle midir?” Gavs (kuddise sirruhu):
-”Evet” buyurdu.
Minah-109 : “Mürid enbiya (aleyhimusselam) ve evliya (kuddise sırruhum)’nin ziyaretinde gördüğü menfaati, şeyhinden veya onun aracılığıyla aldığına inanmalıdır. Oralarda müride onların sureti zahir olacak olsa, o bunu şeyhinin letaiflerinin bir sureti olduğuna itikat etmelidir.”
Minah-110 : Yüce mecliste bir gün Gavs (kuddise sirruhu)’asoruldu: “Rabıtanın tesiri ne zaman kesilir.”
Buyurdu: “Müridin makamı, şeyhinin makamını geçtiği zaman rabıtanın tesiri kalmaz. Fakat ölüme kadar ne bulsa şeyhinin bereketiyledir.
Vefa kanunu odur ki, şeyhinden yükseğe çıksa dahi onu terk etmek güzel görülmez. Bazı meşayihin ben şeyhimi geçtim sözü hiç de hoş değildir.”
Minah-111 :: “Salikin’ şüphe ve tıkanmaları şeyhin vasıtasıyla çözülür.
Mürid ancak kemale erdikten sonra Allahü Teala ona bir sebeb gönderir.
Şeyhinin makamının üstüne çıkmayan bir müride her zaman rabıta fayda verir.”
Minah-112:
Gavs (kuddise sirruhu.) bir gün muhabbet ehli olanların üzerine sohbet edip onları övdüler. Sonra cezbe ehlinden bahsettiler ve buyurdular:
-”Şeriata uyan istikamet ehlinin değeri, ancak ahirette belli olur. Bunlarda manevi bir hal (aşk, vecd) olmasa dahi. zararı yoktur.”
Minah-113:
Sadatın sohbetinde, gözü kapatmanın üstünlüğünü belirtip, teşvik için buyurdular:
-”Doğan kuşu gözünü kapatmadan avcilik yapamaz.”
Sonra şu beyti okudular:
“Gel çünkü gözümüz senin evindir.”
Minah-114:
Şeyh-ül Meşayih Mevlana Halid (kuddise sirruhu)’in icazet kitabında, Nakşi’den olduğu gibi, diğer dört tarikattan da (Kadiri, Sühreverdi, Çeşti, Kübrevi) şeyhi Abdullab Dehlevi (kuddise sirruhu.)’den icazetli olduğu yazılı. Bunun zahirinden anlaşıldığı gibi, şeyh bu tarikattan dilediği herhangi birine göre, müridini terbiye edebilir mi? diye Gavs’a soruldu.
Şöyle cevap verdi: “Bundan maksat o tarikatlardaki, mûridleri de tasarruf icazetidir. Onların usulüne göre hiçbir tarikatın usulü ile terbiye ettiği işitilmemiştir. Terbiye edemez de. Çünki diğer tarikatların bazı usulleri Nakşibendi tarikatında bid’at kabul edilir. Bid’at yapanlar ise tarikattan çıkmış sayılırlar. Bid’at yapmak, bid’at olan usullere razı olmak, bidati ilk defa icat etmek gibidir.”
Gavs-ı Hizaniden Hikmetler-18
Minah-103 : Yüce meclisde
mürşidlerin müridlerine karşı emir ve tavsiyelerinin konu edildiği bir
sohbette Gavs (kuddise sirruhu) buyurdular: “Mürid şeyhinin kendisine
lisanen tebliğini beklemeden onun işaretlerinden pay çıkarıp amel
etmelidir.Çünki mürşidinin işaretlerinden anlamayan müride, şeyhin sözlü
olarak hitabı, Allah korusun mürşidin yüz çevirmesinin alametidir.
Mürşidin müride son ikazı gibidir. Bir meşayıh ihlas sahibi müridlerine
hiçbir zaman sözle emretmez.Bizim silsilemizde adab budur.”
Gavs (kuddise sirruhu); önceden muhlis, sonrada şiddetli münkir olan birisi hariç sözle emretmezdi.O münkir hakkında da Gavs (k.s.): “Eğer o kişi, benim emirlerime uysaydı, kalbi bu kadar vesvese ve havatıra mübtela olmazdı.” buyurdu.
Gavs (kuddise sirruhu) Şeyhi Seyyid Taha (kuddise sirruhu)’nın kendisine şöyle dediğini anlattı: “Mahlukata önce işaretle emret. Bu fayda vermezse o zaman açıkça sözle emret. Bu yol da fayda vermezse ondan yüz çevir. Sen birisinden yüz çevirdiğin vakit bütün silsile ve Hz. peygamber (aleyhisselam) ondan yüz çevirir.”
Minah-104 : Gavs (kuddise sirruhu) aşağıda minahı anlatmakla, zannediyorum Allah (celle celaluhu)’a giden yolu bulmak isteyenin dikkat etmesi gereken unsurları dile getirdiler.Allah (celle celaluhu)’a giden yolda mürid, şeyhinin maddi ve manevi kemal sıfatlarına sahip olduğuna manevi doktorlukta, tarikat bilgisinde ve hidayet yolunda, rehberlikte mahir olduğuna inanması gerektiğini belirttiler. Bu minah başlamadan az evvel, Gavs (kuddise sirruhu) bir müridine hitab ederken tebbesüm etti. O fakir de tebessüm etti. Mürid; özür beyan mahiyetinde “Estağfirullah” deyip“Güldüren de ağlatanda (Allah (celle celaluhu)’dır.”[1] ayetini kalben okudu.
Bunun üzerine Gavs (kuddise sirruhu) mürid ile mürşid arasındaki bu ve benzeri hareketlerin aşağıda anlatılan ölçüde olmasıyla edep dışı olmaktan kurtulacağını beyan etti. Sonra sohbete başladı:
“Üstadın talebesinden her yönden üstün olması gerekmez.Süleyman (aleyhisselam) babasının yerine halife seçilmezden önce Beni İsrail alimleri büyük kardeşini halife seçmek istediler.Sonra imtihan etmeye karar verdiler. Süleyman (aleyhisselam)’ın kardeşinin cevap veremediği sorulara, tebessüm ederek cevap vermesini alimler tavsiye etmeyip durumu babalarına anlattılar. Babaları Süleyman (aleyhisselam)’ı çağırıp büyüklerin huzurunda gülmesini sordu.
Süleyman (aleyhisselam.) “Onlar bana soruları sordukça bir karınca bana cevapları söylüyordu. Onun için tebessüm ettim.” buyurdu. Gavs (kuddise sirruhu) bu kıssayı anlattıktan sonra buyurdu: “Maksad hasıl olsun da, üstad bir karınca olsun farketmez.” sohbetin devamında;
Mevlana Halid-i Bagdadi (kuddise sirruhu)’nin: “Beni Seyyid Taha ve Seyyid Abdullah’dan üstün görmeyin” dediğini,Mevlana Halid-i Bağdadi (kuddise sirruhu)’nin ashabı da: “Nasıl olur? Siz onların üstadısınız” demesi üzerine; Mevlana Halid (kuddise sirruhu)’in: “Onlarla ben, şehzadeler ile lala gibiyiz. Lala öğretip, terbiye ettiği halde, şehzadeler üstündür.” dediğini nakletti.
Minah-105 : “İnsanların en hayırlısı insanlara en fazla fayda verendir.”[2] hadisi şerifini açıklarken şöyle buyurdu: “Hadisten murad “insanların hayırlısıdır” yoksa “en hayırlı insan” değildir. Aksi halde arif olmayan fakat insanlara faydası dokunan her kişinin ‘insanların en hayırlısı” kapsamına girmesi gerekecekti. Bu da arif olmayanların ariflerden daha hayırlı olmasını gerektirecekti. Bu şekilde iste düşünmek uygun değildir. Sonra şöyle devam etti: “Şüphesiz arif olan kimsenin fayda vermemesi düşünülemez”.dedi.
Minah-106 : Yüksek mecliste bazı zamanlar, Gavs, (kuddise sirruhu) uzun müddet susarlardı. Bir gün büyüklerin haline vakıf olmayan zahir alimlerden birisi sohbet taleb etti. Gavs (kuddise sirruhu) buyurdu:
-”Sükuttan faydalanamayan sözden de istifade edemez.”
[1] Necm Suresi 43.ayet
[2] Ebu Ya’la el-Müsned 6/65 Heysemi, Mecma’z Zevaid 8/191 Süyuti, Camiu’s-Sagir 4044
Gavs (kuddise sirruhu); önceden muhlis, sonrada şiddetli münkir olan birisi hariç sözle emretmezdi.O münkir hakkında da Gavs (k.s.): “Eğer o kişi, benim emirlerime uysaydı, kalbi bu kadar vesvese ve havatıra mübtela olmazdı.” buyurdu.
Gavs (kuddise sirruhu) Şeyhi Seyyid Taha (kuddise sirruhu)’nın kendisine şöyle dediğini anlattı: “Mahlukata önce işaretle emret. Bu fayda vermezse o zaman açıkça sözle emret. Bu yol da fayda vermezse ondan yüz çevir. Sen birisinden yüz çevirdiğin vakit bütün silsile ve Hz. peygamber (aleyhisselam) ondan yüz çevirir.”
Minah-104 : Gavs (kuddise sirruhu) aşağıda minahı anlatmakla, zannediyorum Allah (celle celaluhu)’a giden yolu bulmak isteyenin dikkat etmesi gereken unsurları dile getirdiler.Allah (celle celaluhu)’a giden yolda mürid, şeyhinin maddi ve manevi kemal sıfatlarına sahip olduğuna manevi doktorlukta, tarikat bilgisinde ve hidayet yolunda, rehberlikte mahir olduğuna inanması gerektiğini belirttiler. Bu minah başlamadan az evvel, Gavs (kuddise sirruhu) bir müridine hitab ederken tebbesüm etti. O fakir de tebessüm etti. Mürid; özür beyan mahiyetinde “Estağfirullah” deyip“Güldüren de ağlatanda (Allah (celle celaluhu)’dır.”[1] ayetini kalben okudu.
Bunun üzerine Gavs (kuddise sirruhu) mürid ile mürşid arasındaki bu ve benzeri hareketlerin aşağıda anlatılan ölçüde olmasıyla edep dışı olmaktan kurtulacağını beyan etti. Sonra sohbete başladı:
“Üstadın talebesinden her yönden üstün olması gerekmez.Süleyman (aleyhisselam) babasının yerine halife seçilmezden önce Beni İsrail alimleri büyük kardeşini halife seçmek istediler.Sonra imtihan etmeye karar verdiler. Süleyman (aleyhisselam)’ın kardeşinin cevap veremediği sorulara, tebessüm ederek cevap vermesini alimler tavsiye etmeyip durumu babalarına anlattılar. Babaları Süleyman (aleyhisselam)’ı çağırıp büyüklerin huzurunda gülmesini sordu.
Süleyman (aleyhisselam.) “Onlar bana soruları sordukça bir karınca bana cevapları söylüyordu. Onun için tebessüm ettim.” buyurdu. Gavs (kuddise sirruhu) bu kıssayı anlattıktan sonra buyurdu: “Maksad hasıl olsun da, üstad bir karınca olsun farketmez.” sohbetin devamında;
Mevlana Halid-i Bagdadi (kuddise sirruhu)’nin: “Beni Seyyid Taha ve Seyyid Abdullah’dan üstün görmeyin” dediğini,Mevlana Halid-i Bağdadi (kuddise sirruhu)’nin ashabı da: “Nasıl olur? Siz onların üstadısınız” demesi üzerine; Mevlana Halid (kuddise sirruhu)’in: “Onlarla ben, şehzadeler ile lala gibiyiz. Lala öğretip, terbiye ettiği halde, şehzadeler üstündür.” dediğini nakletti.
Minah-105 : “İnsanların en hayırlısı insanlara en fazla fayda verendir.”[2] hadisi şerifini açıklarken şöyle buyurdu: “Hadisten murad “insanların hayırlısıdır” yoksa “en hayırlı insan” değildir. Aksi halde arif olmayan fakat insanlara faydası dokunan her kişinin ‘insanların en hayırlısı” kapsamına girmesi gerekecekti. Bu da arif olmayanların ariflerden daha hayırlı olmasını gerektirecekti. Bu şekilde iste düşünmek uygun değildir. Sonra şöyle devam etti: “Şüphesiz arif olan kimsenin fayda vermemesi düşünülemez”.dedi.
Minah-106 : Yüksek mecliste bazı zamanlar, Gavs, (kuddise sirruhu) uzun müddet susarlardı. Bir gün büyüklerin haline vakıf olmayan zahir alimlerden birisi sohbet taleb etti. Gavs (kuddise sirruhu) buyurdu:
-”Sükuttan faydalanamayan sözden de istifade edemez.”
[1] Necm Suresi 43.ayet
[2] Ebu Ya’la el-Müsned 6/65 Heysemi, Mecma’z Zevaid 8/191 Süyuti, Camiu’s-Sagir 4044
Gavs-ı Hizaniden Hikmetler-17
Minah-93 : Gavs (kuddise sirruhu) üzülerek: “Kimse şeyhimin sözlerini nakletmedi ve toplamadı.”
Minah-94 : Gavs (kuddise sirruhu) şeyhim Seyyid Taha:
“Aç arslanın elindeki tavşanın korkması gibi benden kork.Çünkü ben de şeyhimden (Mevlana Halid-i Bağdadi (kuddise sirruhu) öyle korkuyordum.”dedi. Bana bu emri tekrar söylediğinde:
“Aşırı korku sevgiyi azaltır” dedim.
Oda buyurdu ki “İmam-ı Rabbani’nin şeyhi Hoca Bakibillah’da (kuddise sirruhu) öyle demiştir.”
Minah-95 : “Herbir velinin bir kusuru olur. Bu kusuru onlara münkir olanlar görür. Muhlis olanlar görmez. Bu kusur da hakiki bir kusur değil, görünüşte bir kusurdur.”
Minah-96 : “Münkirin varlığı tarikatın, doğru olduğunun delilidir. Münkirler tarikatın devamını sağlarlar.Bir şeyhi hiç kimse inkar etmeden umumun yönelmesi hiç kimseye fayda vermez.”
Minah-97 : “Kutbun duası ile kazayı mübrem (değişmeyen kaza) olmayan hadiseler değişir. Ancak kutupluğun evladına geçmesi yolundaki duası kabul olmaz.”
Minah-98 : “Kutub olan şeyh, müride ne verirse o,müride mülk olur.Bu durum verildiği an belli olmasa dahi sonradan ortaya çıkar.Kutub olmayan şeyhin verdiği, mülk değil gelip geçici bir haldir.”
Minah-99 : “Bu silsilede şeyhlik kendisinden evladına geçmesi çok az sadata nasib olmuştur. Bu yüksek silsilede İmam-ı Rabbani (k.s.)’den oğlu Muhammed Masum (kuddise sirruhu)’a, ondan da oğlu Şeyh Seyfüddin (kuddise sirruh)’a nasib olmuştur.”
Minah-100 : “Nasıl ki bir baba evladının kendisinden yüksek dereceli olmasını isterse, manevi baba da, manevi evladının kendisinden yüksek olmasını ister.”
Minah-101 : “Gavs (kuddise sirruhu) buyurdu: “Birine mensub olmaktan maksad, manevi intisabtır. Yani onun yolundan gitmektir. Yalnız sureten ona ait olmağa itibar edilmez.” Devamla:
“Doğrusu sana dil uzatıp (nesli kesik diyenin; kendi nesli kesiktir.) ayetini buna delil getirdi. “Yani Peygamber’e (aleyhisselam) dil uzatanların nesli kesildi.Evladları kendi yollarından gitmeyip, müslüman oldular. Peygamberimiz (aleyhisselam) yolundan giderek onun manevi evladı oldular.” diye açıkladı.
Minah-102 : Mensubiyette muteber olan ancak manevi mensubiyettir. Manevi bağlılıktır.Cenab-ı Allah (celle celaluhu) ayet-i kerimesinde buyuruyor:
“İnna a’tayna kelkevser”.Kevserden murad, vahdet-i şuhudtur.Gavs (kuddise sirruhu) vahdet-i şuhudu manevi evlada tevil edip şöyle buyurdular: “Cenabı-ı Hakk (celle celaluhu) burada irşad makamı olan vahdet-i şuhudu manevi evlat yerine tabir etmiştir.”
Minah-94 : Gavs (kuddise sirruhu) şeyhim Seyyid Taha:
“Aç arslanın elindeki tavşanın korkması gibi benden kork.Çünkü ben de şeyhimden (Mevlana Halid-i Bağdadi (kuddise sirruhu) öyle korkuyordum.”dedi. Bana bu emri tekrar söylediğinde:
“Aşırı korku sevgiyi azaltır” dedim.
Oda buyurdu ki “İmam-ı Rabbani’nin şeyhi Hoca Bakibillah’da (kuddise sirruhu) öyle demiştir.”
Minah-95 : “Herbir velinin bir kusuru olur. Bu kusuru onlara münkir olanlar görür. Muhlis olanlar görmez. Bu kusur da hakiki bir kusur değil, görünüşte bir kusurdur.”
Minah-96 : “Münkirin varlığı tarikatın, doğru olduğunun delilidir. Münkirler tarikatın devamını sağlarlar.Bir şeyhi hiç kimse inkar etmeden umumun yönelmesi hiç kimseye fayda vermez.”
Minah-97 : “Kutbun duası ile kazayı mübrem (değişmeyen kaza) olmayan hadiseler değişir. Ancak kutupluğun evladına geçmesi yolundaki duası kabul olmaz.”
Minah-98 : “Kutub olan şeyh, müride ne verirse o,müride mülk olur.Bu durum verildiği an belli olmasa dahi sonradan ortaya çıkar.Kutub olmayan şeyhin verdiği, mülk değil gelip geçici bir haldir.”
Minah-99 : “Bu silsilede şeyhlik kendisinden evladına geçmesi çok az sadata nasib olmuştur. Bu yüksek silsilede İmam-ı Rabbani (k.s.)’den oğlu Muhammed Masum (kuddise sirruhu)’a, ondan da oğlu Şeyh Seyfüddin (kuddise sirruh)’a nasib olmuştur.”
Minah-100 : “Nasıl ki bir baba evladının kendisinden yüksek dereceli olmasını isterse, manevi baba da, manevi evladının kendisinden yüksek olmasını ister.”
Minah-101 : “Gavs (kuddise sirruhu) buyurdu: “Birine mensub olmaktan maksad, manevi intisabtır. Yani onun yolundan gitmektir. Yalnız sureten ona ait olmağa itibar edilmez.” Devamla:
“Doğrusu sana dil uzatıp (nesli kesik diyenin; kendi nesli kesiktir.) ayetini buna delil getirdi. “Yani Peygamber’e (aleyhisselam) dil uzatanların nesli kesildi.Evladları kendi yollarından gitmeyip, müslüman oldular. Peygamberimiz (aleyhisselam) yolundan giderek onun manevi evladı oldular.” diye açıkladı.
Minah-102 : Mensubiyette muteber olan ancak manevi mensubiyettir. Manevi bağlılıktır.Cenab-ı Allah (celle celaluhu) ayet-i kerimesinde buyuruyor:
“İnna a’tayna kelkevser”.Kevserden murad, vahdet-i şuhudtur.Gavs (kuddise sirruhu) vahdet-i şuhudu manevi evlada tevil edip şöyle buyurdular: “Cenabı-ı Hakk (celle celaluhu) burada irşad makamı olan vahdet-i şuhudu manevi evlat yerine tabir etmiştir.”
Gavs-ı Hizaniden Hikmetler-16
Minah-84 : Gavs (kuddise
sirruhu) '' Şeyhinin hallerinden bir hal, şer-i şerifin zahirine
muhalif olduğunda mürid bu hususta şeriata uyar.Şeyhini taklit etmez.Ama
bu hali dolayısıyla şeyhini inkara yönelmez.O hali ona
bırakır.''dediler. Sadat-ı Kiramın da şu sözlerini naklettiler.'' Temkin
sahibini taklit eden, zındık olur.Meşayihlerin bazı
halleri olur ki şeriatın zahirine zıt görünür.Ama onların halis
müridleri, bu hali taklit etmezler ve onları inkara kalkışmazlar."
Minah-85 : " Mürid şeyhini tedrici olarak, yavaş yavaş tanır.''
Minah-86 : “Seyr-ü sülukunu tamamalayıp, bekaya dönenin tanınması gayet zordur.”
Minah-87 : “Dönüşün başlangıcında şevk kaybolur. Hatta dönen bayan, nisbetin kendisinden alındığını zanneder. Son haline vakıf olur.”
Minah-88 : “Başkalarinin kalbindeki sirlara muttala olan, izinsiz olarak onun üzerinde konuşamaz.”
Minah-89 : “Bu tarikata mensup olan kişi bir kelime dahi olsa açıkca zikir yapamaz. Bu yolun büyükleri olan geçmiş sadat-ı kiramlar açık zikir yapanları tard ederlerdi.
Ey Mürid ;
Alçak bir sesle çağır
Çünkü dost sana yakındır.
Minah-90 : “Gavs (kuddise sirruhu), şeyhinin (Seyyid Taha kuddise sirruhu) bazı halifelerinin açık zikirle meşgul olduklarından tarikattan çıktıklarına ve onların, yalnız açık zikri bırakmakla tarikata dönmüş sayılmayacağına tarikat meşayihinden birinden tarikat tazelemelerinin gerektiğine hükmederdi.”
Minah-91 : “Fena makamından bekaya dönen bazen sekre düşmeye (kuvvetli bir füyuzatla kendinden geçme) meyilli olmaktan tamamen uzak değildir.”
Gavs (kuddise sirruhu) bu mübarek kelamları sarfettikleri mecliste, yüce kapılarının hizmetçileri olan bir mürid şunları söyledi.'' Bu makamlardan ancak tamamıyla ve hakkıyla dönen (sekre düşmeyen) Hz. Peygamber (aleyhisselam) Efendimizdir. Gavs (kuddise sirruhu) müridin bu sözlerini beğenerek “Doğru söyledin." buyurdu.
Minah-92 : “Şeyhim Seyyid Taha (kuddise sirruhu)’nın bazı büyük sofilerine sordum:
“Şeyh neden tarikat hakkında konuşmuyor.”
Cevaben:
“Fena makamından bekaya döndüğü ve Peygamber Efendimiz (aleyhisselam)’in meşrebinde bulunduğu için” buyruldu.
Gavs (kuddise sirruhu)’a soruldu: “Şeyh hiç mi konuşmazdı.”Cevaben:
“Konuşması vardı. Ancak benim sorum kitap yazıp yazmama hususundaydı.” sonra da “O bana öyle dedi” buyurdu.
Minah-85 : " Mürid şeyhini tedrici olarak, yavaş yavaş tanır.''
Minah-86 : “Seyr-ü sülukunu tamamalayıp, bekaya dönenin tanınması gayet zordur.”
Minah-87 : “Dönüşün başlangıcında şevk kaybolur. Hatta dönen bayan, nisbetin kendisinden alındığını zanneder. Son haline vakıf olur.”
Minah-88 : “Başkalarinin kalbindeki sirlara muttala olan, izinsiz olarak onun üzerinde konuşamaz.”
Minah-89 : “Bu tarikata mensup olan kişi bir kelime dahi olsa açıkca zikir yapamaz. Bu yolun büyükleri olan geçmiş sadat-ı kiramlar açık zikir yapanları tard ederlerdi.
Ey Mürid ;
Alçak bir sesle çağır
Çünkü dost sana yakındır.
Minah-90 : “Gavs (kuddise sirruhu), şeyhinin (Seyyid Taha kuddise sirruhu) bazı halifelerinin açık zikirle meşgul olduklarından tarikattan çıktıklarına ve onların, yalnız açık zikri bırakmakla tarikata dönmüş sayılmayacağına tarikat meşayihinden birinden tarikat tazelemelerinin gerektiğine hükmederdi.”
Minah-91 : “Fena makamından bekaya dönen bazen sekre düşmeye (kuvvetli bir füyuzatla kendinden geçme) meyilli olmaktan tamamen uzak değildir.”
Gavs (kuddise sirruhu) bu mübarek kelamları sarfettikleri mecliste, yüce kapılarının hizmetçileri olan bir mürid şunları söyledi.'' Bu makamlardan ancak tamamıyla ve hakkıyla dönen (sekre düşmeyen) Hz. Peygamber (aleyhisselam) Efendimizdir. Gavs (kuddise sirruhu) müridin bu sözlerini beğenerek “Doğru söyledin." buyurdu.
Minah-92 : “Şeyhim Seyyid Taha (kuddise sirruhu)’nın bazı büyük sofilerine sordum:
“Şeyh neden tarikat hakkında konuşmuyor.”
Cevaben:
“Fena makamından bekaya döndüğü ve Peygamber Efendimiz (aleyhisselam)’in meşrebinde bulunduğu için” buyruldu.
Gavs (kuddise sirruhu)’a soruldu: “Şeyh hiç mi konuşmazdı.”Cevaben:
“Konuşması vardı. Ancak benim sorum kitap yazıp yazmama hususundaydı.” sonra da “O bana öyle dedi” buyurdu.
Gavs-ı Hizaniden Hikmetler-15
Minah-81 : Gavs’a (kuddise
sirruh) soruldu : " Bir müridin, şeyhini inkar eden, bir zahir hocası
var. Mürid ona sılayı rahimi (gidip gelmeyi) kessinmi?''Cevaben :
"Alakasını kessin''deyip akli ve nakli deliller gösterdiler.Nakli
deliller diğer meşayihlere hatta, sahabelere kadar ulaştı.Bunlardan
anlaşıldı ki şeyhleri inkar eden hak sahiblerini, babaları da olsa
müridler terketmelidir. Çünki şeyhler hakkın (Allah) (celle celaluhu)'ın
naibi olduğundan onların hakkı bütün hakların önünde ve üstündedir.Müridlik
iradeyi, şeyhin iradesine tabi kılmakla olur. Muhabbet ve buğz da
iradenin bir şubesi olduğundan mürid, muhabbet ve nefretini, şeyhin
muhabbet ve buğzuna mutlak ve istisnasız olarak bağlamadıkça şeyhin
hakkı eda edilmez..
Minah-82 : "Şii olan seyyidler hakkında ne emir ederseniz ?'' diye Gavs’a (kuddise sirruh) soruldu. ''Şiilik ve ehli bid'at olma vasfına buğz edilir.Lakin zatına edilmez. Münkir seyyide de aynı muamele edilir.''
Minah-83 : Ehl-i kalbin birbirini inkarı inkar değildir. Herbirinin kendi mesleği üzerine gayreti, daha zakin ve faydalı kabul ettiği yoluna takviye için bir uğraşmadır.
Bu uğraşmalar şeyhler arasında olduğunda mürid onlara buğz etmeyecektir. Bu sohbetten sonra bir fakir Nefahat'te yazılı olan Şeyh-ül İslam Herevi'nin Şeyhi Huseyri ile uğraşan İbn-i Semnun'e karşı geldiğini söyledi.
Gavs (kuddise sirruh). ''Eğer eski ise mürid hiç bir şeye karışmaz. Diğer evliyayı sevdiği gibi o uğraşanı da sever.
Eğer bu uğraşma müridin zamanında ise, şeyhine gayret için ona karşı gelir. Onunla alakasını keser. Fakat bununla onu inkar etmeyip, ona eziyet vermemelidir.
Fakir dedi:" Yani sahabelerden birbiriyle uğraşanın hicreti (birbirleriyle konuşmaması) gibi.''
Gavs: ''Evet'' dedi. Sonra sahabe-i kiramın kendi aralarında geçen bazı durumlarını dile getirdi. Fazilet sahibi olanın fazlının kabul edildiğini, herkesin fikrini açık olarak söylemesinden sonra hakkın ortaya çıktığında ona tabi olduklarını beyan etti.
Amr bin As'ın (radıyallahu anh), Ammar (radıyallahu anh)'ın katilini cehennemle müjdelemesini, Hz. Muaviye (radıyallahu anh)'nin Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin hususi bir ilmi olduğunu söylemesini ve Zübeyr (radıyallahu anh) ile Talha (radıyallahu anh)'ın hak onlara açıklanınca savaştan vazgeçtiklerini ve diğer sahabi kıssalarını anlattı.
( Muaviye (radıyallahu anh) Hz Ali (radıyallahu anh)'i imtihan niyeti ile bir şahıs göndererek kendi vefat haberini yolluyor. Hz Ali (radıyallahu anh) bu sırra vakıf olarak H.z Muaviye (radıyallahu anh)'nin ölmediğini söylüyor. Bu hadise üzerine Hz Muaviye (radıyallahu anh) gerçekten Hz Ali (radıyallahu anh)'nin kendine has ilmi olduğuna şahadet ediyor.)
Minah-82 : "Şii olan seyyidler hakkında ne emir ederseniz ?'' diye Gavs’a (kuddise sirruh) soruldu. ''Şiilik ve ehli bid'at olma vasfına buğz edilir.Lakin zatına edilmez. Münkir seyyide de aynı muamele edilir.''
Minah-83 : Ehl-i kalbin birbirini inkarı inkar değildir. Herbirinin kendi mesleği üzerine gayreti, daha zakin ve faydalı kabul ettiği yoluna takviye için bir uğraşmadır.
Bu uğraşmalar şeyhler arasında olduğunda mürid onlara buğz etmeyecektir. Bu sohbetten sonra bir fakir Nefahat'te yazılı olan Şeyh-ül İslam Herevi'nin Şeyhi Huseyri ile uğraşan İbn-i Semnun'e karşı geldiğini söyledi.
Gavs (kuddise sirruh). ''Eğer eski ise mürid hiç bir şeye karışmaz. Diğer evliyayı sevdiği gibi o uğraşanı da sever.
Eğer bu uğraşma müridin zamanında ise, şeyhine gayret için ona karşı gelir. Onunla alakasını keser. Fakat bununla onu inkar etmeyip, ona eziyet vermemelidir.
Fakir dedi:" Yani sahabelerden birbiriyle uğraşanın hicreti (birbirleriyle konuşmaması) gibi.''
Gavs: ''Evet'' dedi. Sonra sahabe-i kiramın kendi aralarında geçen bazı durumlarını dile getirdi. Fazilet sahibi olanın fazlının kabul edildiğini, herkesin fikrini açık olarak söylemesinden sonra hakkın ortaya çıktığında ona tabi olduklarını beyan etti.
Amr bin As'ın (radıyallahu anh), Ammar (radıyallahu anh)'ın katilini cehennemle müjdelemesini, Hz. Muaviye (radıyallahu anh)'nin Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin hususi bir ilmi olduğunu söylemesini ve Zübeyr (radıyallahu anh) ile Talha (radıyallahu anh)'ın hak onlara açıklanınca savaştan vazgeçtiklerini ve diğer sahabi kıssalarını anlattı.
( Muaviye (radıyallahu anh) Hz Ali (radıyallahu anh)'i imtihan niyeti ile bir şahıs göndererek kendi vefat haberini yolluyor. Hz Ali (radıyallahu anh) bu sırra vakıf olarak H.z Muaviye (radıyallahu anh)'nin ölmediğini söylüyor. Bu hadise üzerine Hz Muaviye (radıyallahu anh) gerçekten Hz Ali (radıyallahu anh)'nin kendine has ilmi olduğuna şahadet ediyor.)
Gavs-ı Hizaniden Hikmetler-14
Minah-77 : Gavs (k.s)
H.z'nin yüksek meclislerinde, siyah sarık sarmanın sünnetteki yeri bahsi
geçti. Mecliste bulunan alimlerden birisi,Gavs (kuddise sirruh) Hz.'
ne, Mecazül Aşıkın'deki siyah sarıklı şeyh ile emirin hikayesini
anlattı. Emir şeyhe niçin siyah sarık sardığını sorar.
Şeyh cevaben ''Öldürülen nefsime matem tuttuğum için ''der. Emir tekrar sorar . "Eğer nefsin ölüme layık ise bu matem niçin ?
Yok eğer layık değilse niçin öldürdün ?'' Bu kıssayı dinledikten sonra Gavs (kuddise sirruh) Hz . buyurdu :
" O emir muhlis değildi.'' Alim olan sofi "o emiri şeyhe ihlasla bağlı olanlardan olduğu söyleniyor.'' dedi.
Gavs (kuddise sirruh) buyurdu : '' Şeyhine niçin diyen kurtulamaz." Alim sofi sordu : '' Müridin, şeyhinin bilmediği bir halini öğrenmek için sormasının zararı varmıdır.?'' Gavs (kuddise sirruh) ; Zararlı olduğuna işaret ederek :
'' Hususen bu gibi sormak daha zararlıdır.
'' Alim sofi dedi : Ben düşünüyordum ki şeyh ben cihattayım. Hz. Peygamber (aleyhisselam) Mekke'nin fethinde siyah sarık sarıyorum deseydi o zaman, emir ona bir şey diyemezdi. ''
Gavs (kuddise sirruh) Hz .bu sözden de hoşnut olmamış gibi sustu.
Minah-78 : Yüce Mecliste Gavs (k kuddise sirruh.s) Hz.' den soruldu : ''Mürid ve şeyh arasındaki manevi nikah, ilk defa müridin isteğiylemi hasıl olur ?
Buyurdular : '' Önce müridin isteğiyle hasıl olur. Eğer şeyhin isteğiyle hasıl olsaydı, Ebu Talip ve benzerleri, iman ederlerdi.''
Minah-79 : Gavs (kuddise sirruh) Hz.tarikatın münkiri ile tarikata bid'at katanın zararını aynı kabul ederdi. Onların arasında bulunmayın derdi.
Bu hususuta kendi nefsinden örnek verdiler : " Tarikata ilk girdiğim zaman bir münkire misafir olmuştum. Ondan bir kaç gün sonrada sohbetinde bulunduğum şeyhin halifesiyle beraber itikafta kaldım. O zikr-i cehri yapıyordu. Ben o münkirin misafirliğinde gördüğüm zararı, bunun arkadaşlığında da gördüm.''Minah-80 : Bu tarikatın bazı meşayihinden güvenilir bir şahsın rivayetiyle şöyle nakletti : '' Ben tarikatın münkiri bir alime misafir oldum. O alimden gördüğüm zararı, hıristiyan kilisesinden görmedim.''
( Hıristiyan kilisesi apaçık düşman olduğundan ondan korunmak mümkündür. Münkir ise dost kisvesinde bir düşman olduğundan müridin kalbine versvese getirerek ihlasını sarsabilir. Mürid islamiyet yönünden değil tarikat yönünden zarara uğrar. 132. Hikmete bakınız).
Şeyh cevaben ''Öldürülen nefsime matem tuttuğum için ''der. Emir tekrar sorar . "Eğer nefsin ölüme layık ise bu matem niçin ?
Yok eğer layık değilse niçin öldürdün ?'' Bu kıssayı dinledikten sonra Gavs (kuddise sirruh) Hz . buyurdu :
" O emir muhlis değildi.'' Alim olan sofi "o emiri şeyhe ihlasla bağlı olanlardan olduğu söyleniyor.'' dedi.
Gavs (kuddise sirruh) buyurdu : '' Şeyhine niçin diyen kurtulamaz." Alim sofi sordu : '' Müridin, şeyhinin bilmediği bir halini öğrenmek için sormasının zararı varmıdır.?'' Gavs (kuddise sirruh) ; Zararlı olduğuna işaret ederek :
'' Hususen bu gibi sormak daha zararlıdır.
'' Alim sofi dedi : Ben düşünüyordum ki şeyh ben cihattayım. Hz. Peygamber (aleyhisselam) Mekke'nin fethinde siyah sarık sarıyorum deseydi o zaman, emir ona bir şey diyemezdi. ''
Gavs (kuddise sirruh) Hz .bu sözden de hoşnut olmamış gibi sustu.
Minah-78 : Yüce Mecliste Gavs (k kuddise sirruh.s) Hz.' den soruldu : ''Mürid ve şeyh arasındaki manevi nikah, ilk defa müridin isteğiylemi hasıl olur ?
Buyurdular : '' Önce müridin isteğiyle hasıl olur. Eğer şeyhin isteğiyle hasıl olsaydı, Ebu Talip ve benzerleri, iman ederlerdi.''
Minah-79 : Gavs (kuddise sirruh) Hz.tarikatın münkiri ile tarikata bid'at katanın zararını aynı kabul ederdi. Onların arasında bulunmayın derdi.
Bu hususuta kendi nefsinden örnek verdiler : " Tarikata ilk girdiğim zaman bir münkire misafir olmuştum. Ondan bir kaç gün sonrada sohbetinde bulunduğum şeyhin halifesiyle beraber itikafta kaldım. O zikr-i cehri yapıyordu. Ben o münkirin misafirliğinde gördüğüm zararı, bunun arkadaşlığında da gördüm.''Minah-80 : Bu tarikatın bazı meşayihinden güvenilir bir şahsın rivayetiyle şöyle nakletti : '' Ben tarikatın münkiri bir alime misafir oldum. O alimden gördüğüm zararı, hıristiyan kilisesinden görmedim.''
( Hıristiyan kilisesi apaçık düşman olduğundan ondan korunmak mümkündür. Münkir ise dost kisvesinde bir düşman olduğundan müridin kalbine versvese getirerek ihlasını sarsabilir. Mürid islamiyet yönünden değil tarikat yönünden zarara uğrar. 132. Hikmete bakınız).
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)