Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Allah, İnsan ve Nemâz

 Bismillâhirrahmânirrahîm. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil’aliyyil’azîm. Herşeyi yaratan ve varlıkda durduran bir Allah vardır. Allah yok denirse, hiçbir şey var olamaz. [980.ci sahîfede (Hava) kelimesine bakınız!] Her insanın hayâtı üç zemâna ayrılır. Dünyâ, kabr ve âhıret hayâtı. Âhıret hayâtı Cennet ve Cehennem olarak ikidir. Allahın sevdikleri, Cennetde ni’metler içinde sonsuz yaşayacak, sevmedikleri ise, Cehennemde sonsuz yanacakdır. Allahü teâlâ, kendisinin var olduğuna inananları ve dünyâda her an Onu düşünenleri ve emrlerini yapanları sever. Her gün beş vakt nemâz kılan, Onu hiç unutmaz. Nemâz, insanı bu se’âdete kavuşdurur. Nemâz kılmıyan ve bunları kazâ etmiyen Cehennemde yanacakdır. 

Yüzüğünde ne yazılıydı, bilsen Süleymânın: 

Sakın aldanma, yokdur vefâsı dünyânın! 

Mes’ûd, o kimsedir ki, bütün kazandığını,

Bırakıp, sevindirmeye düşmânın.


(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 713)

BİR İHTİYÂR MÜSLİMÂNIN MÜNÂCÂTI

 Yâ Rabbî! Senin lutf ve kerem ve inâyetinle, büyük sıkıntılar görmeden, uzun bir ömür yaşadım. Bu hayâtın içinde, sana karşı, pekçok günâh işledim. İrâde-i cüz’iyyemi, senin râzı olmadığın şeylere sarf etdim. Artık sana rücû’ etmek zemânım pek yakın. 

Bundan sonraki, dünyâ ve âhıret hayâtımın safhaları şu olacak: Dünyâ elemleri, sekerât-ül-mevt, kabr hayâtı, haşr âlemi, mükâfât ve mücâzât ihtimâlleri... Büyük günâhlarımla, bu tehlükeli geçidlerden, nasıl geçeceğimi bilmiyorum. Afvına kavuşamazsam, hâlim ne olacak? İstigfâr ve düâlarım, kabûle lâyık olacak mı bilmiyorum. Senin afv ve magfiret sıfatın, tek ümmîdim! Senden başka kime sığınabilirim? Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Kitâbında bildirdiğin gibi inanıyorum. Kitâbına ve Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” inanıyorum. Hudûdsuz büyüklüğünü anlatan kâinâtı, gözlerimle görüyorum. Azametini, bana ihsân etdiğin aklımla, anlıyorum. Günâhlarımın, afv ve magfiret deryân içinde, bir damla bile olmadığını da, biliyorum. İşlediğim günâhlardan pişmânlık duyuyorum. Pişmânlık duygularımı eksiltme! Bu duygularımı, elem derecesine çıkart yâ Rabbî! Yâ Rabbî! Sen afv etmeği seviyorsun. Beni de, afv etdiğin kulların içine al! Sen Gafûrürrahîmsin yâ Rabbî! 

Emekli tümgeneral 

Hayri Aytepe 

[Hayri Aytepe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1387 [m. 1967] yılı Eylülün ikinci Cumartesi günü vefât etmişdir. Edirnekapı kabristânındadır].

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 713)

TOPLULUK İÇİNDE, YOLDA, BİR KIZIN HAREKET TARZI (Davranışı) NASIL OLMALI?

 Yapmacıksız olarak mütevâzi’, iddi’âsız ve terbiyeli bir tavr, genç kıza en yakışan bir davranışdır. Bir genç kızın etrâfındaki insanları hiçe sayan saygısız ve küstah davranışları terbiyesizlik alâmetidir. İyi ahlâklı ve normal bir kız, bir erkeğe dikkatle ve alâka ile bakmaz. Mecbûriyyet yoksa ve mümkin ise, bakmamak en sâlim bir hareketdir. Bunu da, sun’î olarak değil, tabî’î olarak yapmalıdır. Bir kızın genç bir erkeğin yüzüne pervâsızca bakması, küstah ve mütecâviz erkeklere, bu tip kızlara musallat olmak için, cesâret verir. Kızın, bir erkeğe ümmîd verecek tarzda davranışı, o kıza felâket getirebilir. İnsânların, yüzlerindeki değişiklik kadar huy ve ahlâkları da değişikdir. Güzel ve iyi yüzlü insan, mutlaka iyi ahlâklı insan demek değildir. Alâka toplamak ister gibi, değişik bir edâ ve hoppa bir tavır ile yürümek iyi bir intibâ’ bırakmaz. Böyleleri, alay mevzû’u ve gülünç olur. Bir kızın giyinişi, yürüyüşü ve hareket tarzları, onun dînî inanışı, ahlâkı ve karakteri hakkında, bir fikr verebilir.

Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 712-713)

BİR GENÇ KIZIN GİYİNİŞİ NASIL OLMALI?

 — BİR GENÇ KIZIN GİYİNİŞİ NASIL OLMALI?: Genç kız, fazla göze çarpmıyacak tarzda temiz ve ciddî bir kıyâfetde görünmelidir. Kendini beğendirmek için, fazla süslenmek, ahlâk hakkında şübhe uyandırır. Erkeklere kendini beğendirmek için, kızın ba’zı uzvlarını, göğsünü veyâ bacaklarını teşhîr etmesi, düşük bir ahlâkın belirtisidir. Kendisinin ve âilesinin şeref ve haysiyyetini düşünen bir kızın, ciddî giyinmesi şartdır. Bir kızın göğsünü mümkin mertebe belirsiz bir hâlde gösterecek tarzda giyinmesi, elbisesinin ve etekliğinin pileli olması, onun bir ciddî ev kızı olduğuna delîl sayılır. Müslimân kızı nasıl giyinmelidir? Bunun cevâbı,Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye'nin birinci kısm, ellisekizinci maddedesinde yazılıdır.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 712)

ORUCUN FAZÎLETLERİ

ORUCUN FAZÎLETLERİ: Allahü teâlâ senede bir ay (Ramezân-ı şerîf ayında) gündüzleri oruc tutmayı emr etmişdir. Allahü teâlâ, bu emri sebebsiz vermemişdir. Oruc, insanlara hem maddî, hem de ma’nevî fâideler sağlar. Bütün bir sene, çeşidli yemekleri eritmek için, yorulan insan mi’desi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. (İftârda çok yimemek şartıyla). Bu maddî fâidesidir. Ma’nevî fâidesi de şudur: Oruc tutan bir insan, aç kalmış bir insanın çekdiği ızdırâbı, bizzat his ederek fakîr insanlara yardım etmek ihtiyâcını duyar. Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. Birbirlerine yardım eden insan topluluğu arasında ise çekişmeler olmaz.

Bundan başka, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için gündüzleri bir ay oruc tutan bir müslimân, Allahü teâlânın emrlerini yapmak i’tiyâdını da kazanır. Böylelikle, Allahü teâlânın başka emrlerini yapmağa da isti’dâd peydâ eder.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 708-709)

NEMÂZIN FAZÎLETLERİ

 NEMÂZIN FAZÎLETLERİ: Nemâzın maddî ve ma’nevî pek çok fâidesi vardır. Maddî fâideleri şunlardır: Hergün beş def’a abdest alan müslimân, temiz bir insan demekdir. Hergün, kırk def’a (kırk rek’at) Allahü teâlânın emri ile eğilerek secdeye kapanarak, ayağa kalkan bir insan, vücûdunun her uzvunu hareket etdiren bir idmâncı demekdir. 

Temiz ve hareketli bir insan ömrünün her yaşında sıhhatini muhâfaza edebilir. Dikkat edilirse, ömrü boyunca nemâz kılanların büyük bir ekseriyeti sağlam insanlardır.

Nemâzın ma’nevî fâidesine gelince: Hergün beş def’a nemâz kılmak, ya’nî beş def’a Allahü teâlânın huzûruna çıkmak, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamak demekdir. Allahü teâlâya inanan, Ondan korkan insan, Onun emrlerinin dışına çıkmış ise, nemâz sâatlarında hatâsını anlar. O hatâyı tekrâr etmekden kaçınır, kendini islâh etmek yolunu arar ve bulur. Kendini islâh etmek belki ilk zemânlarda kolay olmaz. Fekat, nemâza devâm etdikce, Allahü teâlânın emrlerini yapar ve yasaklarından kaçınır. Böylelikle kâmil bir insan, sâlih bir müslimân olmak yoluna girer. Nemâz, insanları doğru yola götürmek için en güzel bir vâsıtadır. 

Nemâz, her müslimânı kusûrsuz bir insan hâline getirir. Böyle insanların meydâna getirdiği topluluk da, ne mutlu bir topluluk olur. Nemâz müslimânlığın temel taşıdır. Temelsiz bir binâ sağlam olmadığı gibi, nemâzsız müslimânlık da günün birinde yıkılmağa mahkûmdur.

Nemâz, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamağa sebebdir, demişdik. Nemâzı terk etmek, Allahü teâlâyı unutmağa sebeb olur. Allahü teâlâ, kendisini unutanları afv etmiyor. Kendisini unutanlara Bekara sûresinin yedinci âyetinde, meâlen (onların kalblerini mühürledik) buyurdu. Bu hâle gelmekden Allahü teâlâ, cümlemizi korusun! Âmîn.

(Nemâz, işlerimizi, kazancımızı aksatıyor. Bilhassa öğle ve ikindi nemâzlarında abdest almak ve nemâz kılmak zordur) diyenler var. Bunların bu sözleri yersizdir. Çünki, bütün medenî memleketlerde ve her iş yerinde öğle zemânında en az bir sâat, yemek zemânı ayrılmışdır. Bu zemânda abdest almak ve nemâz kılmak için, onbeş dakîka kâfîdir. İkindi zemânında ise, öğle abdesti ile, beş veyâ on dakîka içinde nemâzını kılmak mümkindir.

Nemâz, dünyâ ve âhıret se’âdetlerinin kapısını açan bir anahtardır. Bu anahtarı ele geçirmek, herkesin elindedir. Nihâyet, Allahü teâlâya inanan ve tenbel olmayan bir müslimân, bu anahtarı, elde edebilir. Bu bir irâde ve azm işidir. Nemâzını kılan kimse, Allahü teâlâya samimiyyetle inandığının kuvvetli bir delîlini de göstermiş olmakdadır.

Gösteriş için nemâz kılmak riyâkârlıkdır. Böyle nemâz kabûl edilmez. Zemânımızda gösteriş için nemâz kılan, hemen hemen kalmamış gibidir. Aksine, nemâz kıldığını saklayanlar çokdur. Çünki, zemânımızda, nemâz kılanları, gerici, yobaz, mürteci’, eski kafalı gibi tahkîr edici ve küçültücü sıfatlarla alaya almak ve onları horlamak gibi hâller almış yürümüşdür. Bunların şerrinden korunmak için, nemâz kılmağı, bu gibilerden saklamak câizdir. Nemâz kılmanın zevkine eren bir müslimân, artık onu bırakamaz.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 708)

KADERE, HAYR VE ŞERRE İNANMAK

 KADERE, HAYR VE ŞERRE İNANMAK: Îmânın şartlarından biri de kadere ve hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmakdır. Kaderin ma’nâsını türkcede (alın yazısı) diye ifâde ediyoruz. Allahü teâlâ, her kulunun başından geçecek herşeyi evvelden bilir. Kaderi değişdirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse gene Allahü teâlâ değişdirir. Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır.

Hayr ve şer Allahü teâlâdan gelir. Çünki, küllî irâde Allahü teâlâdadır. Allahü teâlâ, kullarına da cüz’î irâde vermişdir. İşte, bu cüz’î irâdeyi Allahü teâlânın emr etdiği yolda kullananlar, mükâfâtlanırlar. Fenâ yollarda kullananlar da, cezâlandırılır. İnsanları Cennete veyâ Cehenneme götüren, işte bu cüz’î irâdedir. Bir müslimânın içki içmesi, cüz’î irâdesini Allahü teâlânın emrine muhâlif olarak kullanmasıdır. Başka bir müslimânın içki içmemesi cüz’î irâdenin Allahü teâlânın emrine göre kullanılması demekdir. Bunun gibi bir insanın cüz’î irâdesini iyi veyâ kötü istikâmetde kullanması kendi elindedir.

Kulun, cüz’î irâdesini kötü istikâmetde kullanması ile, Allahü teâlâ, o kula, şer getirir. O hâlde şerri hâzırlayan gene kuldur. Allahü teâlâ, zâlim değildir. Bil’akis Allahü teâlânın merhameti, bir annenin evlâdına olan merhametinden çok üstündür. Bununla berâber, sebebini bilmediğimiz şerrin hikmetini ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlânın her irâdesinin ve her tecellîsinin sebebini ve hikmetini anlamak, kullar için çok zemân mümkin olmaz.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:707-708)

ÂHIRETE İNANMAK

 — ÂHIRETE İNANMAK: Îmânın şartlarından birisidir. Öldükden sonra, tekrâr dirileceğimize inanmıyan îmânsız olur, kâfir olur. Âhırete böyle giderse, ebedî olarak Cehennem azâbına mahkûm olur. Bugünki insanların çoğunun buna inanmayan bir görünüşleri var. Bunlar, hayâtı yalnız dünyâda râhat etmek ve iyi yaşamakdan ibâret sanıyor. Gâye, sanki dünyâda eğlenmek, gezmek, râhat etmek, zengin olmakdan ibâretdir. Bu insanlar, öldükden sonra, tekrâr dirileceklerine ve hesâba çekileceklerine inanmıyor görünüyor. İnsanlar, bu derece hissizlik içinde yaşayamaz. Bu kadar kaydsızlığın ma’nâsı, bu olsa gerekdir. Öldükden ve toprak ve toz hâline geldikden sonra, tekrâr dirilmenin mümkin olmadığını söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunu söyleyenler şübhesiz îmânsız, dinsiz, zevallı insanlardır. Tekrâr dirilmek mümkin değildir diyenlere verilecek mantıkî cevâblar vardır. Allahü teâlânın azameti, bir insânı hiç yokdan (bir damla sudan) yaratmağa muktedir de, ikinci def’a yaratmağa muktedir değil midir? Gözümüzün görebildiği âlemlerin ve dünyâdaki muhteşem eserlerin yaratıcısı, bir insanı tekrâr diriltmekden nasıl âciz olabilir? Ağaç, kışın yapraklarını döker. Kuru dallar ile cansız zannedilir. Bunlar, behâr gelince tekrâr canlanmıyor mu? 

Büyük mevlânâ Celâleddîn “kuddise sirruh”, (Toprağa ekilen hangi tohm toprağın yüzüne canlı olarak çıkmamışdır?) diyerek, toprağa gömülen insânların tekrâr canlanacaklarına işâret etmişdir. Bu mevzû’da hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” atfedilen aşağıdaki mantıkî muhâkeme ne kadar güzeldir. Ahmed, âhırete inanmışdır. Ahmedin arkadaşı Kaya, tekrâr dirileceğine inanmıyor. Ahmed, Kayayı iknâ’ için, çok uğraşıyor. Muvaffak olamıyor. 

Nihâyet Ahmed, Kayaya şunları söyliyor:

(Ben âhırete inanarak Allahü teâlânın bütün emrlerini yapıyorum. Allahü teâlânın emrlerini yapmak için, belki senden biraz fazla yoruluyorum, zahmet çekiyorum. Nemâz kılıyorum, oruc tutuyorum. Sen bunları yapmıyorsun. İkimiz de ihtiyârladık ve ikimiz de öldük. Dahâ mezâra girer girmez, âhıret var mı, yok mu, belli olacakdır. Eğer âhıret varsa, ben kazandım. Orada i’tibârım ve râhatım yerinde demekdir. Eğer âhıret yoksa, ben hiçbir şey gaybetmem, dünyâdaki yorgunluğumla kalırım. Sana gelince: Eğer âhıret yoksa, ne kârdasın, ne ziyândasın. Ammâ, âhıret var olduğuna göre, mahvoldun demekdir. Artık Allahü teâlânın bitmiyen, ebedî azâbı senin yakanı bırakmıyacakdır. Bu mantıkî muhâkemeye göre, hangimizin yolu doğru yoldur. Bunu senin anlayışına bırakıyorum). Bu muhâkeme tarzındaki mantıkın kuvveti karşısında, söylenecek tek söz yokdur. Şunu da işâret edelim ki, âhırete şübhe ile inanmak iyi bir inanış değildir. Tam ve şübhesiz inanmak lâzımdır.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:707)

PEYGAMBERLER

 PEYGAMBERLER: Allahü teâlâ, emrlerini ve yasaklarını insanlara Peygamberler “aleyhimüsselâm” vâsıtası ile bildirmişdir. Peygamberler de “aleyhimüsselâm” insandır. Fekat, Allahü teâlânın bilgili, ahlâklı ve kusûrsuz yaratdığı büyük insanlardır. Peygamberler ma’nen Allahü teâlâya yakın insanlar olduğu için, onların fikrlerine ve kalblerine bizimkilerden farklı ve dahâ geniş bilgiler ve ilhâmlar verilmişdir.

 Müslimân âlimlerinin bildirdiklerine göre, dünyânın yaratılışından bizim Peygamberimize “aleyhisselâm” kadar yüzyirmidört binden ziyâde Peygamber “aleyhimüsselâm” gelip geçmişdir. Bizim Peygamberimiz “aleyhisselâm” en son ve en büyük Peygamberdir. Bizim Peygamberimizden “aleyhisselâm” sonra artık dünyâya Peygamber gelmiyecekdir. Peygamberimiz “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın en çok sevdiği kuludur. Allahü teâlâ, Peygamberimize“aleyhisselâm”, (Sen olmasaydın, bu âlemi [dünyâyı ve semâları] yaratmazdım!) buyurmuşdur. 

Peygamberimiz “aleyhisselâm”, Mekke-i mükerremede dünyâya gelmişdir. Bir üniversitede okumamışdır. Tahsîlleri yokdur. Ümmîdir. Fekat, dünyâdaki bütün insanların en akllısı, en bilgilisi, en hayrlısıdır. Çünki, Allahü teâlâ, Onu asrlarca artık Peygambersiz kalacak olan dünyânın son ışığı olarak yaratmışdır. Bu ışık, kıyâmete kadar nûrunu devâm etdirecekdir. Peygamberimize ve bütün Peygamberlere “aleyhimüsselâm” inanmak, îmânın şartlarındandır. Peygamberimize “aleyhisselâm” inanmıyan müslimân sayılmaz. Müslimân olmıyan da, ateşde ebedî yanacakdır. Bunu Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ, bizlere bildiriyor.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf: 706-707)

ALLAHÜ TEÂLÂNIN KİTÂBI (KANÛNU)

 ALLAHÜ TEÂLÂNIN KİTÂBI (KANÛNU): Allahü teâlânın kitâbına (Kur’ân-ı kerîme) inanmak, îmânın şartlarındandır. Bir âyetinden bile şübhe etmek, câiz değildir. Şübhe edenler, Allahü teâlâyı seven, doğru din adamlarının (islâm âlimlerinin) kitâblarını okuyarak, şübhesini gidermelidir.

Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, emrlerini ve yasaklarını dünyâda işitmeyen insan kalmasın diye, yalnız Peygamber göndermemiş, ayrıca Kitâbını (kanûnunu) da göndermişdir. Müslimânların kitâbı Kur’ân-ı kerîmdir. Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimizden “aleyhisselâm” evvel dünyâya gelen milletlere, Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitâblardaki emrleri ve hükmleri de içinde topladığı için, bütün insanlara hitâb eden bir kitâbdır. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîm bugünkü dünyâda mevcûd, hıristiyan, yehûdî, mecûsî, vesâire gibi çeşidli dinlere sapmış insanlara da, doğru yolu gösteren bir kitâbdır.

Kur’ân-ı kerîme inanmayan müslimân sayılmaz. Müslimân olmayan da Allahü teâlânın ateşinden kurtulamıyacakdır. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize “aleyhisselâm” bildirilmişdir.

Peygamberimize “aleyhisselâm” bu sözler, vahy yoluyla ya’nî, meleklerin büyüklerinden Cebrâîl “aleyhisselâm” vâsıtası ile bildirilmişdir. Cebrâîl “aleyhisselâm” insan şekline girerek bunları Peygamberimize “aleyhisselâm” okumuş ve ezberletmişdir. Peygamberimize “aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîm parça parça (kısm kısm) gelmişdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın emrlerini alır almaz, hem kendileri ezberler, hem de kendi yakınlarına ezberletirdi. Vahy kâtiblerine de yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur’ân-ı kerîm meydâna gelmişdir. Dünyânın her tarafındaki bütün Kur’ân-ı kerîmler birbirlerinin aynıdır. Bir kelime, hattâ bir harf bile değişik değildir. Hâlbuki hıristiyanların ellerindeki İncîller birbirlerini tutmuyor ve birbirlerine benzemiyor.

Kur’ân-ı kerîmin her âyetine (her cümlesine) inanmak şartdır. İçinden birisine inanmamak, insanın îmânını giderir. Îmânsız insanın âhıreti husrândır. Allahü teâlânın emrleri münâkaşa edilemez. Herkesin kendi anlayışına göre ma’nâ vermesi veyâ işine geldiği şeklde anlaması câiz değildir. Kur’ân-ı kerîmi en iyi anlayan yalnız Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”dir. 

Peygamberimiz “aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîmin, bizim anlamadığımız taraflarını hadîs-i şerîfleri ile açıklamışdır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmişlerdir.

Kur’ân-ı kerîmde pek çok âyetlerin çok geniş ma’nâları vardır. Onun için Kur’ân-ı kerîmi kelime kelime terceme etmekle tam ma’nâsı ifâde edilemez. Ancak, her âyetin salâhiyyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile ma’nâsını öğrenmek mümkindir.

Kur’ân-ı kerîmi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sözleridir diyenler vardır. Bunu söyleyenler, hiç şübhesiz îmânsızdır, kâfirdir.

Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” âyet âyet gelmeğe başladığı zemân, o zemânın en meşhûr arab şâirleri ve edîbleri bir âyetinin benzerini söylemekden âciz kaldıklarını ifâde etmişlerdir. Bu bakımdan da Kur’ân-ı kerîme bir mu’cize denmekdedir. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın insanlara en büyük ni’metidir. Çünki Kur’ân-ı kerîm, dünyâ ve âhıretde insanları se’âdete götürecek yolları açıklamışdır. Bu yolda gidenlere ne mutlu!..


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:705-706)

ALLAHÜ TEÂLÂDAN KORKMAK ve ALLAHÜ TEÂLÂYI SEVMEK

 ALLAHÜ TEÂLÂDAN KORKMAK ve ALLAHÜ TEÂLÂYI SEVMEK:

Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, ibâdetlerin en makbûlüdür. Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, bir bilgi işi olmakla berâber, aynı zemânda, bir çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla bunları elde edemiyor.

Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve haşyet verir. Bunu herkese nasîb etmiyor. Nasîb etdiği kulunu seviyor demekdir. Çok kimse, uzun gayret, telkînler, çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.

Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pekçok sebeb vardır:

Allahü teâlâdan korkmak için sebebler:

Dünyâda insanın başına gelen felâketleri düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak, vücûdün bir parçasından mahrûm olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakîr olmak, akldan mahrûm olmak, çoluk ve çocuğunun başına felâketler gelmek, yangınlar, zelzele.... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veyâ doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından insanlara takdîr edilen felâketler, elemler, Allahü teâlâdan gelmekdedir.

Dünyâdaki elemler nihâyet geçicidir. Âhıretdeki ise, ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen bir azâbdır. Yâhud, îmânla âhırete intikâl etmiş günâhkâr bir müslimân ise, Allahü teâlânın irâde etdiği kadar, azâb görecekdir. Âhıret azâbı, kabre girildiği ândan i’tibâren başlıyacakdır. Bütün bunlar Allahü teâlâdan korkmak için, yeter derecede sebebler değil midir?

Allahü teâlâyı sevmek için de, sebebler pek çokdur: Evvelâ, müslimân olarak dünyâya gelmek. Ya’nî, bir müslimân ananın ve bir müslimân babanın evlâdı olarak dünyâya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya şükr ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebebdir. Meselâ, hıristiyan ana-babadan dünyâya gelmiş olsaydık, artık müslimânlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor veyâ imkânsız olurdu. Hıristiyan topluluğu içinde yaşar ve âhırete îmânsız olarak giderdik. Zemânımızda müslimân olarak doğmak da, kâfî değildir. Müslimânlığı sevmiş, elinden geldiği kadar müslimânlık yolunda yürümeğe gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir tâli’dir. İsmi Ahmed veyâ Hadîce olup da, müslimânlık îcâblarını yapmayan, hattâ müslimânlığı hor gören, nice sözde müslimânlar var. Akl ve iz’ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük ni’metlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir devletin ferdi olarak yaşamak, sıhhatde olmak, fakîr olmamak vesâire gibi binlerce ni’met hep Allahü teâlânın lutf ve ihsânıdır. Bu saydığımız ni’metlerden mahrûm olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslimânın bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâyı nasıl sevip, şükretmemiz lâzım geldiği kolayca anlaşılır.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:705)

ALLAHÜ TEÂLÂNIN VARLIĞINI İSBÂT

 ALLAHÜ TEÂLÂNIN VARLIĞINI İSBÂT: Allahü teâlânın zâtını görmüyoruz. Fekat, Allahü teâlânın eserlerini, yaratdıklarını, her zemân, her yerde görüyoruz. Güneş, ay, yıldızlar, denizler, dağlar, taşlar, insanlar, hayvanlar, ağaçlar, gece ve gündüz, yaz, kış, ..... ne görebiliyorsak, bütün bunların yaratıcısı hiç şübhesiz, Allahü teâlâdır. Çünki, Allahü teâlâdan başka, bir varlık, meselâ insanların en akllıları bir araya gelseler, bu muazzam eserlerden en küçüğünü, meselâ, bir karıncayı yaratabilirler mi? Bir Pastör, hiç yokdan bir mikrop yaratabilir mi? Bir Edison, güneş ışığına mu’âdil bir ışık îcâd edebilir mi? Bir Galile, dünyânın dönüşündeki intizâmı değişdirebilir mi? İnsanları göklerde ve deniz altında dolaşdıran, radyoları bulan bir insanın beynini yaratan kimdir? Bütün bu azametli varlığı yaratanı inkâr etmek için, insanın yâ ahmak olması, yâ koyu câhil olması veyâ kör bir inâdın kurbânı olması lâzımdır. Bu eserlere tabî’at (natür) diyenler var. Göklerdeki muazzam âlemleri, dünyâda gördüğümüz her eseri, dünyânın dönüşünü, gece ve gündüz hâdiselerini, mevsimleri ve herşeyi tabî’at kuvveti, tabî’at kanûnudur diyerek Allahü teâlâyı inkâr edenler var. 

Bunlara sormak lâzım: Bu muazzam eserlerin sâhibi yok mudur? İnsanların meydâna getirdikleri en ufak bir eser, insan şuûr ve zekâsının bir mahsûlü olduğunu kabûl ediyoruz. Bu, aklları durduran muazzam eserler, kendi kendine meydâna gelmiş olabilir mi? Bu eserlerdeki intizâmı ve muvâzeneyi, şuûrsuz ve donuk tabî’at mı meydâna getirmişdir? İnkârcıların bu sözlerini normal bir aklın, hattâ basît bir anlayışın dahî, kabûl etmesi mümkin değildir.

Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:704-705)

ÎMÂN ve İ’TİKÂD

 — ÎMÂN ve İ’TİKÂD: Bir insanın müslimân olabilmesi için, îmân (i’tikâd) sâhibi olması, ya’nî müslimânlığın kanûnlarına ve emrlerine inanması şartdır.Hattâ, yalnız inanması kâfî değildir; bu emrleri beğenmesi ve sevmesi de lâzımdır.

Bu da bir bilgi işidir. İnanma (îmân) çok mühimdir. Îmân, ufak bir şübheyi götürmez. Şübhesi olan, din âlimlerinden şübhesini sorarak ve öğrenerek, gidermelidir. Aksi takdirde, îmân ni’meti, elden gider. Îmânsız insan, dünyânın en bahtsız insanıdır. Çünki, ebediyyen Cehennem azâbında yanmaya mahkûmdur.

Allahü teâlânın emrlerinin ve yasaklarının bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmamak, doğru değildir. Îmân, tam olmalıdır.

Îmân sâhibi olmak için, altı şart vardır: 

1- Allahü teâlâya inanmak, 

2- Meleklere inanmak, 

3- Kitâblara inanmak, 

4- Peygamberlere “aleyhimüsselâm” inanmak,

5- Âhırete (öldükden sonra, tekrâr dirilmeğe) inanmak, 

6- Kazâ ve kaderin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak. 

Bunların birisine inanmıyan, îmânsızdır. Bu hâl ile ölürse (Allahü teâlâ cümlemizi muhâfaza buyursun!) ebediyyen Cehennemdedir.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:704)

MÜSLİMÂNLIK NEDİR?

 MÜSLİMÂNLIK NEDİR?: Müslimânlık, maddî ve ma’nevî temizlikdir, vücûd temizliğini ve kalb temizliğini emr eder.Müslimânlık, dünyâ ve âhıret se’âdetini sağlayan tek yoldur. Hakîkî müslimân (Allahü teâlânın kaderine inanan müslimân) dünyâda, dâimâ huzûr içindedir.

Çünki bu müslimân, şuna inanmışdır: Kendisine gelen hayr ve şer Allahü teâlâdandır. Allahü teâlânın takdîridir. Allahü teâlâdan gelen herşeyin, kendisi için iyi olduğunu, fenâ zan etdiği şeyin sonunun, iyi olacağını düşünür ve böylelikle iç râhatlığını bozmaz. Felâketlere de, kolaylıkla göğüs gerer. İşte böyle bir insan, Allahü teâlânın sevgili kuludur. Bu sûretle, o insan, âhıret se’âdetine de ulaşmış olur.

Müslimânlığın emrlerini yapan bir insan, dünyâda her dürlü kötülükden ve her dürlü zarardan kendisini korumuş olur. Müslimânlık ve islâmlık aynı terimlerdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde, Âl-i İmrân sûresi 19.cu âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın indinde din, islâm dînidir) buyurmuşdur. Bugün islâmlığın dışındaki dinler, Allahü teâlânın indinde, din değildir. Hıristiyanların ellerindeki İncîl, mûsevîlerin ellerindeki Tevrât, Peygamberimizden evvelki zemânların kitâblarıdır. Kur’ân-ı kerîm, bütün bunların hükmlerini kaldırmışdır.

Müslimânlık, iyi ahlâk demekdir. Allahü teâlâ, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ben seni iyi ahlâkı temâmlamak için yaratdım!) buyurmuşdur.

Peygamberimizin “aleyhisselâm” her sözünde (hadîs-i şerîflerinde) büyük dersler, güzel ahlâk özellikleri vardır.

Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:703-704)

DÜNYÂ ve ÂHIRET

 DÜNYÂ ve ÂHIRET: Günün birinde iki ellerimiz yanımıza gelecek ve dünyâdaki hayâtımız sona erecekdir. Bu dehşetli bir hakîkatdir. Bu hakîkat karşısında, hayât nedir? Ölüm nedir? diye düşünmeyen bir insan olmaması lâzımdır.

O hâlde, hayâtın ne olduğunu, dünyâya niçin geldiğimizi, ölümün ötesi ne olduğunu bilmek ve öğrenmek, insan olmanın ilk şartıdır. Hayâta niçin geldiğimizi, hayâtın sâhibinden dahâ iyi bilen olur mu? Her şeyin olduğu gibi, hayâtımızın sâhibi de, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde, Vezzâriyât sûresi 56.cı âyetinde meâlen, (İnsanları ve cinnîleri ancak, Beni bilip, itâ’at, ibâdet etmeleri için yaratdım!) buyuruyor. Bu büyük hakîkati, yaşadığımız bu zemândaki insanların kaçda kaçı biliyor ve ona göre hareket ediyor? İnsanların büyük çoğunluğunun, bu hakîkati bilmediklerini, bilenlerin de, bu hakîkate göz yumduklarını veyâ ehemmiyyet vermediklerini görüyoruz. İşte felâket de, bu noktadan başlıyor. Buhakîkati bilmemek veyâ bildiği hâlde, ona göre davranmamak, hele bu hakîkate inanmamak, bir insan için, (bilhâssa bir müslimân için) tasavvur edebileceğimiz en büyük bahtsızlık, en büyük fâcia, en büyük felâketdir. Çünki, Allahü teâlâ, kendi emrlerine inanmıyanları ebediyyen, inanıp da emrlerini yapmıyanları, irâde etdiği kadar Cehennem ateşinde yakacağını kitâb-ı kadîminde, bizlere bildiriyor. Allahü teâlâ, insanlar gibi yalan söylemez. Emrlerini mühimsemeyenleri mutlak cezâlandırır. Allahü teâlânın cezâsı çok ağırdır. Kendini bu cezâdan koruyamıyanlara yazıkdır. Dünyâdaki kısa hayâtımız için sonsuz âhıret hayâtımızı Cehennem içinde geçirmek, aklı başında bir insanın işi midir?

Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:703)


SE’ÂDET NEDİR?

 SE’ÂDET NEDİR?: Dünyâdaki bütün insânlar mes’ûd olmak ister. Fekat, mes’ûd olan, pek azdır. Neden bu böyledir? Çünki, se’âdetin neden ibâret olduğu bilinmiyor. Asl iş, se’âdetin ne olduğunu bilmekdedir. Se’âdet, yalnız dünyâ se’âdetinden ibâret değildir. Aksine, asl se’âdet âhıret se’âdetini elde etmekdir. Âhıret se’âdeti nasıl elde edilir? Âhıret se’âdeti için Allahü teâlânın kanûnlarına ve emrlerine [ya’nî Kur’ân-ı kerîme ve Peygamberimizin “aleyhisselâm” sözlerine] itâ’at etmek lâzımdır. Allahü teâlânın emrleri arasında: Öldükden sonra tekrâr dirilmek, (ya’nî âhırete) inanmak da vardır. Cenâb-ı Hak âhıretin nihâyetsiz olduğunu (ebedî olduğunu) bize bildiriyor. Dünyâ hayâtı ise, sayılı günlerden ibâretdir. O hâlde, se’âdet iki başlı demekdir. Biri âhıret se’âdeti, öteki dünyâ se’âdeti. Bu iki se’âdetden hangisi önemlidir? Bunu akl ve iz’ân sâhibi insanlar kolaylıkla anlıyabilir. Aklımız ve iz’ânımız âhıret hayâtının, dünyâ hayâtı ile mukâyese edilemiyecek kadar önemli olduğunu bize gösterir. Buna rağmen, insânların dünyâ için gösterdikleri gayret ve çalışmaların onda birini bile âhıret için göstermedikleri meydândadır. Bunun âkıbetinin ne kadar acı ve ne kadar korkunç olduğuna acabâ inanmıyor muyuz? İnanmıyorsak, kurtuluş ümmîdi yokdur. Allahü teâlâya inanmıyanların yeri ebedî olarak Cehennemde yanmakdır. Eğer inanıyorsak, Allahü teâlânın emrlerini yapmamak bir gaflet (bir nev’i uyku) ve bir dalâletdir. Bu uykudan uyanamıyanlara yazıklar olsun.

Dünyâ se’âdeti için söz söyleyenler, kitâb yazanlar ve bunu dikkatle okuyanlar, dinleyenler çokdur. Âhıret se’âdetine gelince: Buna dâir Hakkın kitâbı (Kur’ân-ı kerîm) ve Peygamberimizin sözleri (hadîs-i şerîf) ve din âlimlerinin binlerce kitâbları vardır. Fekat, bugün artık bunları okuyan, bunları söyleyen, söyleyenleri ve yazanları dinleyen az insan kalmışdır. Çok ehemmiyyetli olan âhıret se’âdeti âdetâ unutulmuş, sanki böyle birşey yokmuş gibi bir gaflet içinde bulunmakdayız. Bu ise, felâketin en tehlükelisi ve âkıbetlerin en korkuncudur. İşte kızım, benim yazılarımın asl maksadı, seni bu korkunc felâketden kurtarmakdır. Ya’nî seni Cehennem denen büyük ateşden korumakdır. Sen idrâkin ve anlayışın nisbetinde, bu yazılarımdan hisse alacaksın. Cenâb-ı Hak seni hakîkati iyice anlayacaklardan ve bu anlayışa göre hareket edenlerden eylesin! Âmîn.

Din âlimlerinin yazdıkları kitâblar var iken, ayrıca bu mevzûlarda çocuklara nasîhat vermenin lüzûmsuz olduğunu düşünmek doğru değildir. Çünki, çocuğunun se’âdetini isteyen bir baba, yalnız dünyânın kısa se’âdetini değil, âhıretin sonsuz se’âdetini de, çocuğuna bildirmekle vazîfelidir. Babaya bu vazîfeyi veren cenâb-ı Hakdır.

Bir çocuk ne kadar kaydsız olursa olsun, babasının kendisi için yazdıklarını merâk ederek hiç değilse, bir kerre okur. Bu yazılardan ders alacak anlayış ve uyanıklığı da gösterirse, kendisini kurtarmış olur.

Zemânımızda din bilgilerini veren kitâblarımız, öğretmenlerimiz kifâyetsizdir. Büyük şehrlerdeki ba’zı mekteb ve cem’ıyyet muhîtinin din ile ilgisi za’îf görünüyor. Bu şartlar içinde çocuğun doğru ve yeter derecede din bilgisi alması çok zorlaşmışdır. Bunun için, hiç değilse, müslimân dîninin temel kâ’idelerini ve özünü burada söylemek, çok ehemmiyyetli bir vazîfe hâline gelmiş bulunuyor. 


Temel kâ’ideler şunlardır: 


I- Îmânın (inanmanın) şartları: 


1- Allahü teâlâya inanmak,

2- Meleklere inanmak, 

3- Kitâblara inanmak, 

4- Peygamberlere inanmak, 

5- Âhırete (öldükden sonra tekrâr dirilmeğe) inanmak, 

6- Kaderin ya’nî, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak. 


II- Müslimânlığın şartları: 


1- Kelime-i şehâdet, 

2- Nemâz, 

3- Oruc, 

4- Zekât, 

5- Hac.


Emekli tümgeneral

Hayri Aytepe

(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:702-703)

Kaç rekat kıldığını unutan

Sual: Namaz içinde veya namaz bittikten sonra kaç rekat kıldığını unutan kimse ne yapmalıdır? Namazda dünya işlerini düşünürken bir rükün gecikirse secde-i sehiv gerekir mi?


Cevap: Bir kimse, kaç rekat kıldığını unutsa, bu şaşırması, ilk olarak başına geldi ise, selâm verip namazı tekrar kılmalıdır. Şaşırmak âdeti ise, düşünüp, çok zan ettiğine göre kılar. Kuvvetli zan edemezse, az kıldığını kabul ederek tamamlar. Namazı kıldığında şüphe eden kimse, vakit çıkmadı ise, tekrar kılar. Çıktı ise kılmaz.


Kaç rekat kıldığını şaşırıp, namaz içinde düşünmesi, sonraki rüknün veya vacibin, bir rükün zamanı kadar gecikmesine sebep olursa, bu arada, âyet ve tesbih okusa bile, secde-i sehiv lâzım olur. Namazın içindeki farzlara (Rükn) denir. Bir âyet okumak, rükü ve iki secde, son rekatte oturmak, birer rükündür. Düşünmek, farzı veya vacibi geciktirince, secde-i sehiv lâzım oluyor. Mesela, son rekatte oturunca düşünürse, selâm vermesi gecikirse, secde-i sehiv lâzım olur. Fazla okuduğu salevat ve dua, sünnet olarak değil, düşünce, dalgınlık sebebi ile olduğu vakit, vacibin gecikmesi suç oluyor. Başka bir namazı kılıp kılmadığını veya dünya işlerinden herhangi birini düşünürse, bir rüknün gecikmesine sebep olsa bile, secde-i sehiv lâzım olmaz. Namaz bittikten sonra, kaç rekat kıldığında şüphe ederse, buna vesvese denir. Buna ehemmiyet vermez. Namazdan sonra, bir âdil Müslüman, yanlış kıldın derse, tekrar kılması iyi olur. İki âdil kimse söylerse, tekrar kılması vacib olur. Âdil olmazsa, sözünü dinlemez. İmam doğru, cemaat ise, yanlış kıldık derse, imam kendine güveniyorsa veya bir şâhidi olursa, tekrar kılınmaz.


İftitah tekbirini söyledi mi, abdesti var mı, elbisesi temiz mi, başına mesh etti mi şüphe ederse, ilk olarak şüphe etti ise, namazı bozup tekrar kılar. Abdest almaz. Elbisesini yıkamaz. Her zaman şüphe ediyorsa, namazı bozmaz, temamlar. (Tam İlmihal s. 228

TÜTÜN GÜNÂH MIDIR?

(Dürr-ül-muhtâr)ın beşinci cildinde buyuruyor ki:


Şâfi’î mezhebindeki âlimlerden Necmeddîn-i Gazzî diyor ki: (Tütün, önceleri yok idi. İlk olarak, 1015 [m. 1606] de, Şâmda kullanıldı. İçenler, serhoş etmediği­ni iddi’â ediyorlar. Buna inanılsa bile, gevşeklik verdiği meydândadır. Bu ise, ha­râm olmağa sebeb olur. Çünki imâm-ı Ahmedin, Ümm-i Selemeden “radıyallahü anhâ” bildirdiği haberde, (Serhoş eden ve gevşeklik veren şeyler yasak edildi) bu­yuruldu. Bir iki kerre içmek günâh olmaz. Hükûmet yasak edince, harâm olur. De­vâm edilirse, büyük günâh olur. Çünki, küçük günâhlara devâm etmek büyük günâhdır).


Hanefî mezhebine gelince; büyük âlim İbni Nüceym-i Mısrî “rahmetullahi te­âlâ aleyh”, (Eşbâh) kitâbında buyuruyor ki, (Âyet-i kerîmede ve hadîs-i şerîfler­de harâm olduğu bildirilmiyen şeyler, aslı üzere halâl olur. Veyâ halâl ve harâm di­ye hükm olunamaz. Hanefî ve Şâfi’î âlimlerinin çoğu “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle şeyler halâl olur dedi. İbni Hümâm, (Tahrîr) kitâbında da böyle söylüyor. Bunun için, Besmele ile kesildiği bilinmiyen hayvâna ve zararı görülmi­yen ota halâl denir). Tütün de böyledir. Âlimlerin çoğuna göre, halâldir. Birkaçı­na göre ise, hükm verilemez. [(Uyûn-ül-besâir)de, Hamevî (Eşbâh)ı şerh ederken, (Bundan, tütün içmenin halâl olduğu anlaşılmakdadır) buyuruyor.] Hanefî âlim­lerinden, Şâm müftîsi, Abdürrahmân İmâdî, (Hediyye) adındaki kitâbında, (Tü­tün; soğan, sarmısak gibi mekrûhdur) buyurdu. İbni Âbidîn, bu satırları açıklar­ken buyuruyor ki:


(Vehbâniyye) şerhinde, (Tütün içmek ve satmak yasak edilmelidir) diyor. [Dör­düncü Murâd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tütün içilmesini yasak etmişdi. Bu­nun zemânında bulunan Şernblâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de, (Halîfe mubâh­ları yasak edince harâm olur) diyenler gibi, tütüne yasak demişdir. Dikkat edilir­se, yasak edilmelidir, dediği hâlde, yine harâm veyâ mekrûh dememişdir.]


Tütün içmek, orucu bozar. İsmâ’îl bin Abdülganî Nablüsî, (Dürer) şerhinde di­yor ki, (Zevcenin soğan ve sarmısak gibi ağzı kokutan şeyleri yimesi yasak edile­bilir. Tütün kokusunu sevmiyen kimse de, tütün içmesini men’ edebilir).


Mısrda, Mâlikî âlimlerinin büyüklerinden Alî Echürî, tütünün halâl olduğunu bildiren kitâb yazmış, burada dört mezheb âlimlerinin, tütünün halâl olduğunu bil­diren fetvâlarını nakl etmişdir. Allâme Abdülganî Nablüsî de tütünün mubâh olduğunu bildiren, (Essulh-u beynel-ihvân) kitâbını yazmışdır. Bu kitâb ve terce­mesi, Nûr-i Osmâniyye kütübhânesinde vardır. Harâm ve mekrûh diyenlere ce­vâb vermekdedir. (Ba’zı kimselere zarar verirse, yalnız bunlara harâm olur. Baş­kalarına harâm olmaz demekde ve bal, safra hastasına zarar verir. Fekat, başka­larına harâm değildir. Hattâ şifâdır. Herşey aslında halâldir. Harâm veyâ mekrûh diyebilmek için, delîl lâzımdır. Şerâb habîslerin en kötüsü olduğu hâlde ve Resû­lullah “sallallahü aleyhi ve sellem” islâmiyyetin bildiricisi olduğu hâlde, şerâba ha­râm diyemedi. Âyet-i kerîme ile yasak edilmesini bekledi. O hâlde, tütün içmek mubâhdır, halâldir. Kokusu mekrûhdur. Tab’an mekrûhdur. Şer’an mekrûh değil­dir) demekdedir.


İbni Âbidîn, devâm ederek buyuruyor ki, (Tütün içmek Şâfi’î mezhebinde ha­râm değildir. Kitâblarında, tenzîhen mekrûh denilmekdedir. Hattâ, zevce tütünü bırakınca, zarar görmezse, meyve gibi olur. Zevcin, tütün parası vermesi lâzım olur. Tütünü bırakınca, kadın zarar görürse, ilâç gibi olur. Tütün parasını vermesi, vâ­cib olmaz dediler. Câmi’ içinde tütün içmek, soğan, sarmısak yimek harâmdır.)


Tütüne harâm diyenlerin dayandığı, vesîka olarak ileri sürdükleri, (Berîka) ki­tâbının sâhibi Hâdimî “rahmetullahi teâlâ aleyh” seksenbeşinci sahîfesinde diyor ki: Âyet-i kerîmede, (Habîs olan şeyler harâmdır) buyuruldu. (Vâhidî) tefsîrinde, (Âyet-i kerîmedeki habîs, leş, kan ve domuz eti demekdir. Âyet-i kerîme, bu üçünü harâm etmekdedir) diyor. Hâlbuki, habîs olan herşey harâmdır. Her harâm habîsdir. Meselâ şirk, zulm, fâiz ve rüşvet habîsdir. İnsanın iğrendiği, pis dediği her­şey habîsdir denildi. Buna göre tütün de habîs ve harâm olur.


Yüzotuzüçüncü sahîfede diyor ki: İbâdet için, sevâb kazanmak için olmıyan bid’atlere, (Âdetde bid’at) denir. Un eleği, kaşık kullanmak gibi. Âdetde bid’at olan şeyleri yapmak, dalâlet, yoldan sapmak değildir. Vera’, takvâ sâhibleri de bunla­rı zarûret olunca kullanır. Kullanması günâh değil ise de, kullanmamak iyi olur. Ba’zıları, (Tütün ve kahve kullanmak da, âdetde bid’atdir. İkisi de harâm değil­dir ve mekrûh da değildir. Doğrusu da budur. Bunlara harâm diyen, bid’at-i âdiy­yeyi harâm etmiş olur. Sultânın yasak etmesine gelince, islâmiyyete uygun olan emr­leri dinlenir. Tabî’atine ve nefsine uyarak verilen emrleri değil) dedi. Bize göre, kah­ve belki böyledir. Fekat, bunu da, kullanmamak dahâ iyidir. Çünki, hakkında söz birliği yokdur. Tütüne gelince, harâm olmadığı doğru ise de, mekrûh olduğunda şübhe yokdur. Çünki, halâl olmasında söz birliği yokdur. Sultân, umûmun fâide­si için, bir mubâh şeyi yasak edince, dinlemek vâcib olur. Söz birliği olmıyan şeyi yasak edince, elbette vâcib olur. (Telvîh) kitâbında diyor ki, (Şübhe edilen şeyler harâm olur).


Binikiyüzkırküçüncü sahîfesinde diyor ki: Yimeği ve içmeği harâm eden sebeb­ler altıdır: Serhoş edenler, şerâb gibi. Necs olanlar, bevl ve kan gibi. Zarar veren­ler, kum, toprak gibi. İğrenç olanlar, menî ve sümük gibi. Habîs olanlar, tahta ku­rusu [biti] gibi. Öldürücüler, zehrli maddeler gibi. Tütün içmeği âdet edinenlere gelince, tütün bunlara zarar verir denildi. Çoğunun hastalığa yakalandığı görülmek­dedir. Böyle şeylerde, cinse, umûma bakarak karâr verilir. Birkaç kişiye göre ka­rar verilmez. Tütün ba’zı hastalıklara fâideli olmakdadır. Meselâ balgam, safra sök­mekdedir deniliyor. Fekat bu, câhillerin sözüdür. Doktorlar kullanmıyor. Müte­hassıslar böyle yazmıyor. Tersini bildiriyorlar. Ba’zı doktorlardan işitdik ki, tütün olmasaydı, Âdem oğlu bin sene yaşardı demişlerdir. [Mütercim fakîr, doktorlar­dan nakl olunan bu sözü, akla uygun bulmamakda ve hayret etmekdedir. Çünki, tütün ortaya çıkmadan önce de, insanlar, tabî’î ömrlerine uygun olarak yaşamış­dır. Asr-ı se’âdetden beri, bin sene yaşıyan bir kimse işitilmemişdir.]


Tütün serhoş eder de denildi. Yeni başlıyanlarda böyledir. Yavaş yavaş alışan­ları serhoş etmiyor. Şerâb da böyledir. İmâm-ı Muhammed, çoğu harâm olanın, azı da harâmdır dedi. Ba’zıları, bu sebeble, tütüne harâm dedi. Ba’zıları da, içmemek iyi olur dedi. Ba’zıları, tütün içmek, başkalarını râhatsız ediyor. Başkasına eziyyet vermek harâmdır dedi. Ba’zısı da, tütün; (Soğan, sarmısak yiyen, mescidimize yak­laşmasın!) hadîs-i şerîfine girer dedi. Fıkh âlimleri dedi ki, pis kokan şeyleri mes­cidden çıkarmak lâzımdır. Tütüne bid’at denildi. Fekat, i’tikâdda, inanmakda ve ibâdetlerde olan bid’at [devrim, değişiklik] harâmdır. Âdetlerde olan bid’atler ha­râm değildir, mubâhdır. Sünnete ve sünnet olmakdaki sebebe uymıyan bid’atler yasakdır. Meselâ, misvâkın sünnet olması, ağızdaki pis kokuyu giderdiği içindir. Tü­tün ise, bu hikmeti bozmakdadır. Dîne fâideli olan bid’atler güzeldir. Tütün böy­le değildir. Tütün habîsdir denildi. Selîm tabî’atli kimse, tütünden iğrenmekdedir. Oyun için, keyf için, kibr için içilir de denildi. Tütün aslında mubâh olsa da, bu se­beble harâm olur. Tütün isrâfdır denildi. Çünki, lüzûmlu değildir. Keyf için mal ver­mekdir. Çok mal verip alan da olur. İbâdetleri, meselâ cemâ’at ile nemâz kılma­ğı bırakmağa sebeb olur. Yalan, gıybet, nemîme, gevezelik gibi harâmlara da se­beb olur. Tütün içenlerin öldükden sonra rü’yâda görülmesi, mezârları açılınca, yüz­lerinin, ağızlarının değişmiş olması, mezârı duman dolmuş olması da bu sözü kuv­vetlendirmekdedir. Görülüyor ki, tütün için sözler ve fetvâlar başka başkadır. Değil câhiller, âlimler de, bu işin içinden çıkamamışdır. Ba’zıları halâldir, mubâh­dır dedi. Ba’zıları tehlükelidir dedi. Halâl diyenlere göre, birşeyin harâm olması için, harâm olduğu açıkca bildirilmiş olmalı veyâ harâm olduğu kolay anlaşılma­lıdır. Tütün, açıkca harâm edilmemişdir. Harâm olduğunu anlamak için de şimdi de müctehid yokdur. Eski müctehidlerin de, tütün için bir sözü yokdur. Müctehid olmıyanların, halâl veyâ harâm demesinin bir kıymeti olmaz. O hâlde tütün içmek, aslı üzere mubâhdır, halâldir. Tehlükeli diyenler ise, dahâ yukarda bildirilen sebeb­leri göz önünde tutmuşlardır. Tehlükeli diyenler, belki dahâ haklıdır. Çünki, bu se­beblerden birkaçı yanlış olsa bile, şübheden kurtulmaz. Hepsi bir araya gelince, kuvvetlenmiş olur. Şimdi müctehid kalmadı demek de, şübhelidir. Mutlak mücte­hid yok ise de, ictihâdları karşılaşdırabilecek (Mes’elelerde müctehid) şimdi bel­ki vardır. Eski müctehidler, tütün için birşey bildirmedi ise de, tütün, onların açık bildirdiği karârlardan birine bağlanabilir. Müctehid olmıyan âlimler, bu işi yapa­bilir. Tütün içmek, nihâyet şübheli kalmakdadır. Şübheliler ise, harâm olur. Ha-dîs-i şerîfde, (Şübheli şeyleri yapan, harâm da işler) buyuruldu. Mubâh veyâ teh­lükeli olan şeyi de çok yapmamak lâzımdır. Tütüne tehlükeli demek insâf olur. Mu­bâhlara fazla dalmak da, küçük günâh olur. Tütüne, aslında halâl desek bile, in­san buna alışıyor. Mubâhlar için de, kıyâmetde hesâb vardır. Tütünü ençok fâsık­lar içiyor. Başkaları, bunlardan görerek alışıyor. İhtiyâtlı davranmak her yerde iyi­dir.


Binüçyüzkırkyedinci sahîfede diyor ki: Hadîs-i şerîfde, (Soğan, sarmısak yiyen, mescidimize gelmesin!) buyuruldu. Çünki, melekler pis kokudan incinir. Pırasa gi­bi pis kokulu şeyleri yiyenler ve cüzzâm, baras hastaları, yarası kokanlar, üzeri ba­lık, et kokanlar da böyledir. Bunlar mescide sokulmaz. Mescide giderken çiğ so­ğan, sarmısak yimek, tenzîhen mekrûhdur. Pişmiş yimek mekrûh değildir. İlâc ola­rak yimek câizdir. (Yahyâ efendi fetvâsı), tütünü içmek de bunun için mekrûh olur dedi. Sâlih olan kimse, bu hadîs-i şerîfden korkarak tütün içmez. (Berîka) kitâbın­dan terceme burada temâm oldu.


(Hadîka)nın [1290] hicrî senesi İstanbul baskısı, yüzkırküçüncü sahîfesinde diyor ki, (Un eleği ve kaşık gibi şeyler zemân-ı se’âdetde yok idi. Sonradan mey­dâna çıkdılar. Böyle, Allahü teâlâya ibâdet etmek ve sevâb kazanmak niyyeti ol­maksızın meydâna çıkarılan şeylere, (Âdetde bid’at) denir. Bunlar, hadîs-i şerîf­de dalâlet, sapıklık olarak bildirilmiş olan bid’atlerden değildirler. Bunları yapan­lara cezâ verilmiyecekdir. Vera’ sâhiblerinin yapmaması dahâ iyi olur. Erkeklerin fazla yiyerek yağ bağlaması da böyledir. İmâm-ı Münâvî, (Câmi’-us-sagîr) şerhin­de, kıyâmet alâmetlerinden biri, erkeklerin yağlanmasıdır dedi. Âdetde bid’atler­den biri de, tütün ve kahve içmekdir. Zemânımızda iyi kötü her insan bunları kul­lanmakdadır. Bunlar için çeşidli şeyler söyleniyor ise de, sözün doğrusu, ikisine de harâm ve mekrûh dedirtecek bir sebeb yokdur. Her ikisi de, (Âdetde bid’at)dir. Herhangi bir sebeb göstererek bunlara harâm diyen kimse, âdetde bid’at olan şe­ye harâm demiş olur. Âdetde bid’ate harâm denilemiyeceğini, cumhûr-i ulemâ bil­dirmişdir. Sultânın emr ve yasak etmesine gelince, bunlar, Allahü teâlânın emr ve yasaklarına uygun olursa, itâ’at vâcib olur. Kendi düşüncesi, görüşü ile olana itâ’at vâcib değildir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün emr ve ya­sakları, Allahü teâlânın emr ve yasaklarına uygun idi. Kendiliğinden birşey bildir­medi. Böyle olmasaydı, Onun her sözüne itâ’at vâcib olmazdı. Sultânın, kendi ak­lı, düşüncesi ile verdiği emre itâ’at da, elbette vâcib olmaz. Ancak, emri veren, zulm, işkence yaparsa, milleti sıkışdırırsa, onun şerrinden, öldürmesinden korkan kim­senin, hele kan dökücü başkanın böyle mubâhları yasaklamasına itâ’at etmesi vâ­cib olur. Çünki, bir müslimânın kendini tehlükeye sokması câiz değildir. İşte, böyle yasaklandığı zemân, kahve, sigara içmemek vâcib olur. Fekat, yine, harâm veyâ mekrûh oldukları için değil, kanını, ırzını kurtarmak için içmemeğe niyyet et­mek lâzımdır. Ülül-emre itâ’at demek, müslimân olan âmirlerin, hak üzere olan emr ve yasaklarına uymak demekdir).


İsmâ’îl Hakkı hazretleri, ilk zemânlarında tütünün harâm olduğunu yazmışdı. Çünki, sultân Murâd, tütün içmeği yasak etmişdi. İçen öldürülüyordu. Bu âlim, tü­tünü değil, tütün içmeği, i’dâma sebeb olduğu için harâm demişdi. Hükûmet, tütün yasağını kaldırdıkdan sonra, yazdığı kitâbında, tütünün harâm olmadığını bildirmiş­dir. Mütercim fakîr, Bursada Orhân kütübhânesinde bu kitâbını gördüm.


(Feth-ur-rahîm) kitâbının yirmidokuzuncu sahîfesinden başlıyarak diyor ki: Mâ­likî âlimlerinden Alî Echürî (Gâyet-ül-beyân) kitâbında, şeyh Halîlden alarak bu­yuruyor ki, (Aklı götürüp hissi gidermiyen ve keyf veren maddeye (Müskir), ya’nî serhoş edici denir. Aklı giderip, hissi gidermez ve keyf vermezse (Müfsid), uyuşdu­rucu, heroik denir. Aklı da, hissi de gideren maddeye, (Mürkıd) veyâ (Münev­vim), uyutucu, hipnotik denir. Serhoş eden maddeyi içene Had cezâsı vurulur ve ser­hoş etmiyen az mikdârını içmek de harâmdır ve bu maddeler necsdir. Abdüllah-i Me­nûfî, esrâr otu veyâ haşîş denilen, hind keneviri otunun yaprakları için, müskirdir, çünki, esrâr almak için evinin eşyâsını satıyorlar dedi. Keyf vermeseydi, böyle yapmazlardı dedi. Şâfi’î âlimlerinden Zerkeşî de böyle dedi. Esrârın azı da, çoğu da harâmdır dedi. Şeyh Ebül-Hasen “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Müdevvene) şerhin­de ve allâme İbni Merzûk ve Şehâb Karâfî ise, esrârın, müfsid, uyuşdurucu olduğu­nu bildirdiler. Çünki, bunu alanlar kavga etmiyor, uyuşup kalıyorlar. Şâfi’î âlimle­rinden İbni Dakîk-ul İyd “rahmetullahi teâlâ aleyh” de böyle söyledi ve haşhaşdan elde edilen afyon, esrârdan dahâ kuvvetlidir. Çünki, afyonun az mikdârı serhoş edi­yor. Hâlbuki, necs olmadığında sözbirliği vardır dedi. Esrâr da necs değildir. Şerâ­bın serhoş etmiyen az mikdârını içmek harâm olduğu hâlde, esrârın serhoş etmiyen az mikdârının harâm olmadığını imâm-ı Nevevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mü­hezzeb) şerhinde bildirdi. Benc ya’nî Jüskiyam [ban otu] ve afyon da, esrâr gibi olup, serhoş etmiyen az mikdârını yimek câizdir. [Fazla alındığı zemân, aklı ve a’sâbı bo­zan böyle otlardaki zararlı maddeleri ayırıp, bunları ve benzerlerini hap ve iğne hâ­linde keyf ve zevk ilâcı ismi ile talebelere, işcilere ve futbolculara satıyorlar. Ahlâk, nâmûs, din ve îmân ve vatan sevgisi gibi mukaddes bağlarımızı koparan bu uyuştu­rucu maddeleri satın almak ve kullanmak harâmdır. Büyük günâhdır.]


Tütün içmeğe gelince, aklı gidermiyor. Necs de değildir. Böyle olunca, tütün iç­mek harâm değildir. Başka dürlü zararlara sebeb olursa harâm olur. Zarar vermi­yen kimseye harâm değildir. Güvenilen bir ârifin [ya’nî mütehassıs tabîbin] haber vermesi ile veyâ kendi tecribesi ile zarar verdiğini anlıyana harâm olur. İslâmiyye­tin bildirmediği şeylerde ahkâm değişir. Zarar verince harâm olur. Zarar vermezse, harâm olmaz. Tütünü yeni içenlerde gevşeklik yapması, sıcak suya girende veyâ müs­hil ilâcı içende gevşeklik hâsıl olması gibidir. Yoksa, aklı giderdiği için değildir. Ak­lı giderdiği için gevşeklik yapıyor denilse bile, yine müskirdir denilemez. Çünki, keyf vermemekdedir. Afyonu, aklı gidermiyecek az mikdârda yimek câiz olduğu gibi, tü­tünü de aklı gidermiyecek mikdârda içmek câiz olur. Bu ise, insanlara göre ve içi­len mikdâra göre değişir. Bir kimsenin aklını gideren mikdâr, başkasının aklını gi­dermez. Görülüyor ki, tütün harâmdır, diyip kesin söylenemez. Bunu ancak din câ­hili veyâ inâdcı, müte’assıb olan söyler. Aklı gidermeyince, halâl olduğu anlaşılmak­dadır. Tütün, ispirto ile yıkanıp temizlendiği için necsdir de denilemez. Çünki bu söz, tütünün değil, ispirtonun harâm olduğunu göstermekdedir. İspirtosuz temiz­lenenlerin harâm olmadığı anlaşılır. Tütün, isrâf olduğu için harâmdır da denilemez. Çünki, mubâh olan şeyi almak için verilen mal isrâf olmaz. Zararlı olduğundan ha­râmdır demek de ilmî bir söz değildir. Çünki, zarar verene harâm olur. Zarar ver­miyene harâm olmaz. Herkese zararlıdır demek ilme ve tecribeye uygun değildir. Ba’zı hastalıklara fâidesi olduğu da görülmüşdür. Hanefî âlimlerinden şeyh Muham­med Nihrîrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tabîb-i müslim-i ârifin sözü ile veyâ tec­ribe ile zarar verdiğini anlıyan kimseye tütün içmek harâm olur. Böyle kesin an­laşılmadıkca, halâl olduğuna fetvâ vermişdir. Bir başka fetvâsında da, aklını gi­deren veyâ zarar veren kimseye harâm olur. Başkalarına harâm olmaz, demişdir.


Tütün hakkında bir hadîs-i şerîf yokdur. (Pis kokulu ağaçdan yiyen, mescidimi­ze yaklaşmasın! İnsanlara eziyyet veren şeyi melekler de sevmez) hadîsinde bildi­rilen ağacın, soğan, sarmısak olduğu (Eşi’a) üçyüzyirmisekizinci sahîfede yazılıdır. Şâfi’î âlimlerinden Alî bin Yahyâ Ziyâdî fetvâsında, aklını giderene harâm olur. Baş­kalarının içmeleri harâm olmaz dedi. Büyük Şâfi’î âlimi Abdür-Raûf-i Münâvî de böyle fetvâ verdi. Şâfi’î âlimlerinden Şems-üd-dîn Muhammed bin Ahmed Şevbe­rî de böyle cevâb yazdı. Tütün, başka mubâhlar gibidir. Ya’nî kendisi harâm değil­dir. Aksini bildirenlerin ellerinde hiçbir vesîka yokdur. İnâd etmekdedirler dedi.


Hanbelî âlimlerinden Mer’î bin Yûsüf Mukaddisî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tahkîk-ul-burhân fî-şân-id-duhân) kitâbında, başka zarar vermedikce tütünün ha­râm olmadığını, ateş dumanını ağza çekmek gibi olduğunu, bunun harâm olaca­ğını ise kimsenin bildirmemiş olduğunu yazmakdadır.


Yeni meydâna çıkan birşey, mubâha benzerse mubâh olur. Harâma benzerse ha­râm olur. Aklı olan bir din adamı, tütünü elbet mubâhlara benzetir. Zarara sebeb olmadıkca harâm diyemez.


Abdür-Raûf-i Münâvî, tütünü kötüliyen bir hadîs-i şerîf yokdur dedi. Görülü­yor ki, aklı gidermiyecek kadar tütün içmenin harâm olmadığını dört mezheb âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir). Alî Echürînin sözü burada temâm oldu.


1355 [m. 1936] senesinde, İskenderiyyede basılan (Celâl-ül-hak fî keşf-i ahvâl-i şirâr-il-halk) kitâbında ve Zerkânînin (İzziyye) şerhinde diyorlar ki, Alî Echürîye “rahmetullahi teâlâ aleyh” soruldu: Tütün için, (Şerâbdan ve yeşil otdan sakınınız!) hadîsi vardır. Çünki, Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullah “sal­lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile gidiyorduk. Bir ot görüp başını salladı. Sebebi­ni sordum. (Âhır zemânda, bu otun yapraklarını içecekler. Onunla serhoş olup, ne­mâz kılacaklar. Onlar kötü kimselerdir. Benden uzakdırlar. Allahü teâlâ onları sev­mez) buyurdu. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bildirdiğine göre, (Onu içen­ler, Cehennemde sonsuz kalacaklardır. Şeytânın arkadaşıdırlar. Tütün içenle mü­sâfeha etmeyiniz! Boynuna sarılmayınız! Ona selâm vermeyiniz! Çünki o, benim ümmetimden değildir) buyurdu. Bir habere göre de, (Onlar, eshâb-ı şimâldendir. Tütün, şakîlerin içkisidir. İblîsin bevlinden yaratılmışdır. Allahü teâlâ, sevdiğim kul­larımı aldatamazsın buyurunca, bevl yapmışdı. Ondan tütün otu hâsıl oldu) deni­liyor. Bunlara ne dersiniz? Alî Echürî hazretleri, cevâbında buyurdu ki, (Bunların hiçbiri hadîs değildir. Hadîs âlimleri, bunların yalan ve iftirâ olduklarını bildirdi­ler. Hem de, bu sözlerin düzgün ve edebiyyâta uygun olmaması da, Resûlullahın mu­bârek ağzından çıkmadıklarını göstermekdedir. Rebî’ bin Haysem buyurdu ki, güneşde ışık olduğu gibi, hadîs-i şerîflerde de nûr vardır. İftirâ olarak uydurulan söz­lerde ise, zulmet vardır. Hadîs uyduran, Cehenneme gidecekdir. (Buhârî) ve (Müs­lim)de yazılı hadîs-i şerîfde, (Söylemediğim birşeyi hadîs diyerek yalan söyliyen, Ce­hennemde ateşden kazık üzerine oturtulacakdır) buyuruldu. İmâm-ül-Haremeyn Abdülmelik “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hadîs uyduran kâfir olur dedi ise de, küfr değil, büyük günâhdır. Tütün içmek aklını giderir veyâ zarar verirse yâhud nafaka­sı vâcib olanın nafakasını terke veyâ nemâzın vaktini kaçırmağa sebeb olursa, bu kimseye harâm olur. Başkalarının içmesi harâm olmaz.)


Müfsid, ya’nî uyuşdurucu olan maddelerin aklı gidermiyecek kadar az mikdâr­larını satmak ve her ilâcı satmak câizdir. Tütünü de, aklını gidermiyen kimselere satmak câizdir.


Yukarıdaki örnek yazılardan anlaşılıyor ki, tütün içmek, alkollü içkiler ve afyon, morfin, esrâr ve benzerleri uyuşdurucu maddeler gibi, harâm edilmemişdir. Bu fa­kîr, tütün dumanından hoşlanmıyorum. Hiç içmedim. Evimde bulunanlar da içmez. Fekat tabî’atim sevmiyor diye, harâm diyemem. Halâller belli, harâmlar bellidir. Müctehidlerin bildirdiği şübheliler de meydândadır. Şübheliler, müctehidlerden bir kısmının halâl, bir kısmının harâm dediği şeylerdir. Harâm diyenlerin, yapma­ması lâzım olur. Câiz diyenlerin de yapmaması, iyi olur. Tütün böyle değildir. Müctehid olmıyanların, üsûl ilmlerini okumıyanların, halâli, harâmı bilmemesi, şüb­heli demek olmaz. (Müctehid olmıyanların sözü, delîl-i şer’î olmaz) buyurulduğu, (Berîka)nın 94. cü sahîfesinde yazılıdır. Birşeyin halâl olması için delîl aranmaz. Fekat, harâm olması için aranır.


Bir cinsden olan şeylerin bütünü, nass ile harâm edilmiş olursa, bunlardan bir­kaçına halâl diyebilmek için, ancak bu zemân, bunların halâl olmasına delîl ara­mak lâzım olur. Harâm olduğu bildirilmiyen birşeye, halâl denir. Buna harâm di­yebilmek için, delîl aramak, isbât etmek lâzımdır. İbni Âbidîn “rahmetullahi te­âlâ aleyh”, (Zebâ’ih) kısmında, En’âm sûresinin yüzkırkbeşinci âyetini ve (Alla-hü teâlânın, halâl ve harâm diye açıklamadığı şey, Allahü teâlânın afv etdiği şey­lerdendir) hadîs-i şerîfini yazarak, harâm olduğu bildirilmiyen ve harâm edilmiş olanlara benzemiyen her şeyin mubâh olduğunu göstermekdedir. O hâlde, tütün için birşey bildirilmedi diyenlerin, tütüne harâm, mekrûh dememeleri, mubâh demeleri lâzımdır. Tütün hakkında hadîs-i şerîf denilen sözlerin iftirâ ve yalan ol­dukları açıkdır. Çünki, asr-ı se’âdetde Arabistânda tütün yokdu. İslâm memleket­lerine 1015 senesinde geldiğini yukarıda bildirmişdik.


Din bilgisi olan bir kimse, tütüne tahrîmen mekrûh diyemez. Çünki, İbni Âbi­dîn, beşinci cildde (İmâm-ı Muhammed buyurdu ki, tahrîmen mekrûh demek, ha­râm demekdir. İki imâm ise, harâma yakındır dedi. Ya’nî, vâcibi terk eden gibi, Ce­hennemde azâb görür ise de, inanmıyan kâfir olmaz dedi. Şübheli şeyler de böy­ledir. Şübheli şey demek, müctehidin, muhkem olmıyan, açık olmıyan, te’vîl edi­len âyet-i kerîmelerden veyâ hadîs-i şerîflerden, yâhud muhkem ise de, bir kişinin bildirmiş olduğu hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükm demekdir. Tehlükeli demek, islâmiyyetin yasak etdiği şey demekdir) diyor. Görülüyor ki, tütün içmeğe tehlü­kelidir de denilemez.


Kötü alışkanlık, harâm işlemeğe alışmak demekdir. Harâm olmıyan şeyi kullan­mağa kötü alışkanlık demek, din adamına yakışmaz. Câhil olan, cesûr olur. İslâ­miyyetin izn vermediği sözleri, sıkılmadan söyler. Kendi tabî’atine, görüşüne uy­madığı için, din büyüklerinin sözlerine saçma demekden, Allahü teâlâya sığınırız.


Buğazına düşkün olanlar, yiyeceğe benzetilemez diyerek de tütünü kötülüyor­lar. Tütün bitkisini yakıp, dumanını çekmek, ihtiyâc değildir, câiz olmaz diyorlar. Günnük, ud ağacı, tütsü otunu yakıp koklamağa, acabâ ne diyecekler? Bunlar, yin­mez, içilmez, câiz olmaz mı diyecekler? Ölülerde ve dirilerde kullanılması sünnet olan şeyi de, yakılıp dumanı savruluyor diye, kötüliyecekler mi? Hâlbuki bunlar ve pis kokulu olan birçok otlar, A’râf sûresindeki, (Yerden çıkardığı zînet) kelime­sine dâhil olunmuşdur. Fukahâ-i kirâm “aleyhimürrahme” menâzır-i hasene ve ce­vârî-yi cemîle ile tena’um etmeği bile, (Allahü teâlânın kulları için, yerden çıkar­dığı zînetleri harâm edecek kimdir?) meâlindeki âyet-i kerîmeye dâhil etmişdir. Bu­nun için, câizdir buyurmuşlardır [(Mültekâ), (Mecma’ul-enhür)]. Pis kokulu olan sezâb, ya’nî sedef otunun, soğan kokusunu örtmesi için yinilmesi, (Şir’at-ül-islâm)da emr olunmakdadır. Tütün içmeği, günnük, tütsü otu yakmakdan ve sedef otundan ayırmak, te’assubdan başka ne olabilir? En’âm sûresinin, ellidokuzuncu âyet-i ke­rîmesindeki (Kitâb), Levh-i mahfûz veyâ ilm-i ilâhî olduğu, bütün tefsîrlerde ya­zılıdır. Kur’ân-ı kerîmde de, o kitâbdaki bütün harâmlar bildirilmişdir. Herkes, ilm ve ihlâsı kadar görebilir. Sünnet, icmâ’ ve kıyâs, Kur’ân-ı kerîmde bulunmıyan şey­leri eklemek değildir. Bunlar, Kur’ân-ı kerîmin içinde kapalı olarak bulunan bil­gileri meydâna çıkarmakdadır.


İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Zebâ’ih) kısmı sonunda buyuruyor ki, (Habîs demek, Eshâb-ı kirâmın beğenmediği şey demekdir. Çünki Kur’ân-ı kerîm, bunu onlara bildiriyor. Onlardan sonra meydâna çıkan şeyler, onların iyi veyâ ha­bîs dediklerinden hangisine benziyorsa, o da öyle olur). Tütün habîs değildir. Fıkh kitâbları, uyuşdurucu otlara bile habîs demiyor. (Redd-ül-muhtâr) beşinci cild, ikiyüzdoksanbeşinci sahîfede, (Çok yiyince serhoş eden katı maddelerin, otların aslı tâhirdir, temizdir, mubâhdır) diyor.


Bir kimseye zarar veren mubâh şey, ona harâm olur. Zarar vermediği kimsele­re harâm olmaz. Tütünün zarar vermediği kimseler çokdur. Aşırı içen ba’zı kim­selere zarar verirse, bunların çok içmesi harâm olur. Fekat, bunların az içmeleri­ne ve zarar görmiyenlere de harâm olur denilemez. Çoğu zarar veren şeyin azı da harâm olur demek pek yanlışdır. Herşeyin çoğu zarar verir. Ekmeğin, suyun da ço­ğu, zarar verir. Bunun içindir ki, doydukdan sonra yimek harâmdır. Fekat, çoğu za­rar veriyor diye, az yimek, içmek, harâm olur mu? Hattâ, ibâdet yapacak kadar yi­yip içmek farzdır. Yukarıda yazılı yanlış söz, âlimlerin, (Çoğu serhoş eden şeyin azı harâm olur) sözünden, bir câhilin anladığı şey olabilir. Serhoş eden şeyler zarar­lıdır. Fekat, her zarar veren şey serhoş edici değildir. Bu inceliği anlamak lâzım­dır.


Kendi sevmediği için, kendi düşünüşü ile tütünü harâmların arasına karışdırmak, çok tehlükelidir. Kur’ân-ı kerîmi, kendi re’yi ile tefsîr etmek olur.


(Hadîka) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, yimesi harâm olanları an­latırken buyuruyor ki, (Yimesi, içmesi zararlı olanlar üçe ayrılır: Birincilerinin za­rarını herkes bilir. Bunlar öldürücüdür. Her zehr ve cam tozu, demir ve cıva bile­şikleri, kirec ve benzerleri böyledir. Bunları yimek, içmek harâmdır. İkincilerinin zararlı olduğu bilinir ise de, öldürücü değildirler. Toprak, çamur, kil ve benzerle­ri böyledir. Bunları çok yimek, içmek mekrûh olup, zararsız mikdârları mubâhdır. Üçüncüleri, organlarında za’fiyyet olanlara zarar verirler. Sağlam olanlara zarar vermezler. Ba’zı kimselere balık eti, süt [yumurta, pasdırma, turşu, konserve eti], bal, zeytin yağı, biber zarar verir. Bunlar, yalnız zarar verenlere harâm, mek­rûh olur. Zarar vermiyenlere ise mubâhdırlar). Tütüne zararlıdır diyenler de, üçüncü kısmdan olduğunu söyliyebilmekdedirler. Her içeni öldürücü bir zehr olduğunu bildiren bir ilm adamı yokdur. Çünki, böyle olmadığını herkes bilmek­dedir. Tütünde bulunan (Nikotin) maddesi zehrli olduğu için, günde bir iki siga­ra içmek de, zehrlenmek olur diyen de işitilmemişdir. Çünki bu söz, havada, bo­ğucu olan karbon di-oksid gazı bulunduğu için, nefes almak zehrlenmek olur de-meğe benzer. Nikotinden katkat dahâ zehrli olan siyanür asidi, acı bâdemdeki amig­dalin glikozidinde vardır. Bu zehr bulunduğu için, acı bâdem zehrlidir diyen ve acı bâdem yimek harâmdır, mekrûhdur diyen yokdur. İstanbul diş hekimliği fakülte­si öğretim üyelerinin 1972 senesi toplantısındaki konuşmada, (Günde birkaç si­gara içmekle ağızda meydâna gelen nikotinin diş etlerini koruduğu, fazlasının ise zararlı olduğu) bildirilmişdir. Herşeyi fazla yimek, içmek zararlı olur. Aşırı mik­dârda tütün içenlerin de zarar görecekleri şübhesizdir. Bunu işitenlerin, sigara za­rarlıdır, kansere sebeb oluyor diyerek, günde bir, iki sigaranın da zararlı olacağı­nı sanmaları, bu yüzden harâm olur, mekrûh olur demeleri ilme ve akla uygun de­ğildir.


Hanefî âlimlerinden seyyid Ahmed Tahtâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Dürr­ül-muhtâr) hâşiyesinde diyor ki, (Necmüddîn Gazzî şâfi’î, tütün serhoş etmese de, gevşeklik verdiği için, harâm olur. Bir iki kerre içmek, büyük günâh olmaz dedi. Harâm demesi, küçük günâhdır demekdir. Şâfi’î âlimlerinin çoğu, tenzîhen mek­rûh dedi. Hanefî mezhebinde, soğan, sarmısak gibi, tenzîhen mekrûhdur.)


Tekrâr edelim ki, ictihâd, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sel­lem” bildirmediği şeyleri bulup bildirmek değildir. İctihâd, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde kapalı bildirilenleri anlayıp meydâna çıkarmakdır. Resûlullah “sal­lallahü aleyhi ve sellem” ileride ümmetinin başına gelecek şeyleri bilmiyor mu idi? Yoksa, harâm şeylerin meydâna çıkacağını bilip de, bildirmedi mi? Hâlbuki bildir­mesi farzdır. Herşeyi bildirmesine lüzûm yokdur. Fekat harâmları bildirmesi vazî­fesidir. Harâmların adını ayrı ayrı bildirmeğe de lüzûm yokdur. Tütünün, hadîs-i şerîflerde ve ictihâdlarda açıkca söylenmemesi, onların zemânında bulunmadığı için değildir. O zemânda bulunan birçok şeyin adı da, ayrı ayrı bildirilmedi. Müc­tehidler, kıyâmete kadar meydâna çıkacak herbirşeye halâl veyâ harâm diyebilmek için, umûmî üsûller, metodlar, kâ’ideler kurmuşdur. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde adı bildirilen şeyler, bu üsûlleri kurmağa yarayan temel ölçülerdir. Lü­zûmu olmıyanlar bildirilmemişdir. İşte, Hanefî mezhebinin kavâid ve üsûl-i mez­hebiyyesine göre, harâmlık şartlarını taşımıyan herşey mubâh olur. İbni Âbidîn, abdestin sünnetlerini ve üçüncü cildde, kâfirlerin islâm memleketlerini almasını anlatırken diyor ki, (Pezdevî) üsûlünde denildiği gibi, harâm olduğu açıkca bildi­rilmiyen herşey, sözbirliği ile mubâhdır. Çünki, Allahü teâlâ Bekara sûresinde, (Yer­lerde olan herşeyi sizin için yaratdım) meâlindeki âyet-i kerîmede, hepsinin mu­bâh olduğunu bildirmekdedir. Harâm edilmiyen şeylerin mubâh olduğunu mu’te­zilî olanlar söyler demek de, üsûl kitâblarına uygun değildir. (Tahrîr) kitâbında bil­dirildiği gibi, Hanefî ve Şâfi’î âlimlerinin çoğunluğuna göre, herşey yaratılışında halâldir. Ekmel-üd-dîn, (Pezdevî) şerhinde de böyle bildiriyor ve birşeyin harâm olduğunu işitmiyen kimselerin, o şeyi yimesi mubâhdır diyor. İmâm-ı Muhammed, (Leş ve şerâb, yasak edildikden sonra harâm oldu) diyerek, herşeyin aslında mu­bâh olduğunu, yasak edilince harâm olduklarını bildiriyor.


Tütünü seven yok demek, güneş yok demeğe benzer. Milyonlarca insan seve se­ve içiyor ve övüyor, savunuyor. Tütünü beğenmek, ona karşı aşk i’lân etmek de­ğildir. Zevk alarak içmek demekdir. Müftî, vâ’ız, imâm, âlim, câhil, fen adamı, dev­let adamı, tabîb, kimyâger, beğ, paşa, her zümrenin, zevkle içdiği nasıl inkâr olu­nabilir? Milyonlarla sâlih müslimânın ve halîfe-i müslimînin, şeyh-ül-islâmların kul­landığı şeye, kendi aklı ile ve kendi beğenmediği için, kötü alışkanlık demek, bu­nu harâmlara benzetmeğe kalkışmak, ancak câhillerin yapacağı işdir. İkinci Ab­dülhamîd hân “rahmetullahi aleyh” tütün içerdi. Kendisine Şemdinândan ve İske­çe şehrinden tütün gelirdi. İskeçe, Şemdinân ve Samsun tütünleri, kıyılmış hâlin­de, birkaç karış uzun, sarı ve latîf kokmakdadır. Çubuğa koyup içerlerken, etrâ­fa hoş kokusu yayılmakdadır. Bozuk, karışık tütün içerken iyi kokmazsa, hâlis ve hoş kokulusu kötülenemez. Acı biberi sevmiyen kimse, tatlı biberi, hattâ acısını da kötüliyemez. Bunlara mekrûh diyemez. Eğer derse, sözünün kıymeti olmaz. Her­kes, sevmediği şeye harâm, mekrûh derse, dîn-i islâm, hıristiyanlığa döner. Onun gibi karmakarışık olur.


İsrâf, harâm olan kötü birşeydir. Ceffel kalem, tütün mutlak olarak isrâfdır de­mek, ne büyük cesâretdir. Din âlimlerinin sözlerine temâmen yersiz ve değersiz de­mek ise, aczin, cehâletin ifâdesi olur. Bunları önce anlamak, sonra birer birer ve­sîkalarla çürütmek gerekir. Evet, isrâfın islâmiyyetdeki îzâhını, kısmlarını anlama-yıp, lügat ma’nâsı ile tasarlıyan bir kimse, isrâfın en fenâsı, tütün içmekdir deyip geçer. Çoluk çocuğun nafakasını kesmek suçdur. Bu durumda olanın suçu, niçin yalnız tütüne yükletiliyor da, en büyük sebeb olan tenbellik ve parayı çeşidli ha­râmlara, ihtiyâc olmıyan yerlere harc etmek kötülenmiyor? Zenginin günde bir iki dâne içdiği sigara veyâ fakîrin kendine ikrâm olunan bir sigarayı içmesine harâm diyebilmek için, fakîrin hergün nafakadan kesip tütün alması, sebeb olarak, neden ileri sürülüyor? Bu sözler, tütün düşmanlığını, koyu bir te’assubu göstermekdedir.


Tütünü bırakmak nefs ile mücâdele sevâbı kazandırmaz. Bedene ihtiyâcını ver­memek, zulm olur. Günâh olur. Nefs, ihtiyâca kavuşmakla doymaz. İhtiyâcdan faz­lasını ve harâmları ister. O hâlde, nefsle mücâdele, harâmlardan ve mubâhların faz­lasından sakınmakdır. Günde bir kerre tütün içmemek, nefsle mücâdele değildir. Tütünü, sıhhate ve keseye zararlı olacak mikdârda fazla içmemek mücâdeledir. Yal­nız tütün ile değil, bütün mubâhlarla da nefs mücâdelesi böyle olmak gerekir.


Tütünü, afyona benzetmek de, onun herkese harâm olacağını göstermez. Ter­sine olarak, zarar yapmıyacak kadar az içenlere mekrûh bile olmadığını, gösterir. Çünki, derin âlimler, ya’nî müctehidler, afyon gibi uyuşdurucu maddeleri, harâm olan içkilerden ayırmakdadır. (Dürr-ül-muhtâr) üçüncü cild, yüzaltmışaltıncı sa­hîfede, (Benc, ya’nî Ban otu denilen uyuşdurucu otu yimek mubâhdır. Çünki ot­dur. Bununla serhoş olmak harâmdır) diyor. (Hâd-id-dâllîn) kitâbına bakınız! Ban otuna tabâbetde jusquiame ve Hyoscyaunus denilmekdedir. İnsana zararlı ve fâideli te’sîrleri Dr. A.Heraudun fransızca (Plantes medicinales 1927) kitâbında uzun yazılıdır. İbni Âbidîn bunu açıklarken buyuruyor ki, (İmâm-ı a’zam ile, İmâm-ı Ebû Yûsüf mubâh dedi. İmâm-ı Muhammede göre, çoğu serhoş edenin azı da harâm olur. Fetvâ da böyledir denildi. Fekat çoğu serhoş edenin azı da harâm olur sözü, sıvı olan içkiler içindir. Ba’zı kitâblar, böyle olduğunu açıkca bildirmek­dedir. Böyle olmasaydı, safran, anber gibi, fazlası serhoş eden birçok katı madde­lerin az mikdârını yimek de harâm olurdu. Bunlara harâm diyen hiçbir âlim gör­medim. Hattâ şâfi’î âlimlerinden, çok içilince serhoş eden sıvıların, azını içene de had vurulur diyenler, yalnız sıvılar için söylemişlerdir. İmâm-ı Muhammede göre, Ban otu ve safran gibi maddelerin az mikdârını yimek harâm olsaydı, bunlar necs, pis olurdu. Çünki, imâm-ı Muhammede göre, çoğu serhoş edenin, azı da ha­râmdır ve necsdir. Hâlbuki, Ban otu ve benzerlerinin necs olduğunu hiçbir âlim bil­dirmedi. Ban otunun ilâc olarak kullanılması câizdir. Aklı giderip keyf verici ola­rak kullanılması câiz değildir. İmâm-ı Muhammedin sözü mâyı’, ya’nî sıvı hâlde­ki içkiler içindir. Ban otu ve benzerleri, katı oldukları için, ancak serhoş olmak için kullanılmaları harâm olur. Bu da, çok mikdârda kullanılmaları harâm olur demek­dir. Az mikdârda kullanılmaları harâm olmaz. Meselâ, Anberi ve benzerlerini ko­ku için ve Skamonya denilen zehrli mahmûde otunu müshil olarak kullanmak ve diğer katı zehrli ilâcları az mikdârda kullanmak harâm olmaz. Bunların az mikdâ­rını kullanmak câizdir. Zarar veren çok mikdârlarını kullanmak harâmdır). Çok içilince serhoş eden sıvı hâlindeki içkilerin, serhoş etmiyen az mikdârlarını ilâc için kullanmak ise, böyle değildir. Sıvı içkilerin az mikdârını zarûret olmadan, ilâc ola­rak kullanmak, sözbirliği ile câiz değildir, harâmdır. Kırkbirinci maddede tiryâk kelimesine bakınız!


Kötü alışkanlıkların islâmiyyetde yeri yokdur. Çünki, kötü alışkanlık, harâm iş­lemeğe alışmak demekdir. İçki, kumâr, zinâ alışkanlığı böyledir. Tütün harâm değildir ki, kötü alışkanlık olsun. Tütünün harâm, kötü olduğunu isbât için söyle­dikleri bütün sözlere dikkat edilirse, bunlar birer sebeb, vesîka olmayıp, tütünü zâ­ten harâm kabûl ederek, peşin verilen hükmler olduğu hemen görülür. Böyle başlangıclar ise, mantık ilminde, delîl, sened olmakdan uzakdır.


Tütün neden abes olsun? Abes, lehv ve la’b demekdir. Fâidesiz iş yapmağa, boş­yere vakt geçirmeğe denir. Çalgı ile, oyun ile vakt geçirmek böyledir. Tütün, vakt öldüren bir iş değildir ki, abes denilsin. Tütün içmek, fâideli iş yapmağa mâni’ ol­muyor. Tütün içerken kitâb okunur. Müsâfir ile sohbet edilir.


Büyüklerin yanında, câmi’lerde, va’zlarda, muhterem yerlerde içilmemesi de, harâm veyâ mekrûh olacağını göstermez. Büyüklerin yanında yatılmaz. Bunlara ve Kâ’beye karşı ayak uzatılmaz. Va’zda, dersde meyve, ekmek bile yinmez. Böy­le, birçok yerlerde ve sıkıntı duyanların yanında yapılmıyan çok şey vardır ki, baş­ka yerlerde ve yalnız iken hiçbiri harâm veyâ mekrûh değildir. Câmi’de alış veriş etmek, yüksek sesle konuşmak, kan aldırmak mekrûhdur. [Birinci kısmda, yetmiş­birinci maddeye bakınız!]. Fekat bunlar, câmi’ dışında mekrûh değildir. Hattâ dı­şarda alış veriş ibâdetdir. Kan aldırmak, mekrûh değil, sünnetdir. Tütüne abes de­nilemez. Nitekim, çatal, kaşık kullanmak, koku, esans sürünmek de abes değildir.


İhtiyâc deyince yalnız mi’deye giren şeyleri anlamak, pek basît bir görüşdür. Be­denin, rûhun çeşidli ihtiyâcları olduğu, din kitâblarında da, aktüel anlayışda da yer almakdadır. Bütün duyu organlarımızın başka başka ihtiyâcları olduğu gibi, sinir sisteminin, hattâ her organın ayrı ihtiyâcları vardır. Bu ihtiyâcların, ekmek, su gi­bi mühim olduğu, bedîhiyyât hâlini almışdır. Fıkh kitâblarında, akla gelmiyen, çe­şidli ihtiyâclar görüyoruz. Meselâ, (Dürr-ül-muhtâr)da, (Burnu ve teri silmek için mendil satın almak, ihtiyâc için olursa câizdir. Kibr, gösteriş için olursa, tah­rîmen mekrûhdur) diyor. Görülüyor ki, birşeyi kullanmak bile, niyyete göre ihti­yâc olmakdadır. Doydukdan sonra yimek harâmdır. Fekat, oruc tutmak veyâ mü­sâfiri utandırmamak için olunca, halâl, hattâ sevâb oluyor. Müsâfire ikrâm için, ha­râm, halâl oluyor da, harâm olmıyan tütünü ikrâm etmek neden suç olsun? Tütü­nü kötüliyenler, bu hücûmlarını, keşki, islâmiyyetin harâm etdiği şeylere karşı yap­salardı, çok sevâb kazanırlardı. İslâma büyük hizmet etmiş olurlardı. Fekat, şey­tân herkesi bir tarafdan yakalıyor. Hem islâmiyyete saldırtıyor, hem de, ibâdet yap­dığını sanarak, kibre, ucba sürüklüyor. Bunları anlamadan konuşmak, dîne de, söz sâhibine de kusûr getirir. Din adamının önce iyi yetişmesi, bundan sonra konuş­ması ve yazması lâzımdır. Hissî konuşmak, ya’nî kendi görüşlerini, dînin emrleri ve yasakları durumunda göstermeğe kalkışmak ve yapılan işlerin, halâl mi, harâm mı olacağını ayırırken te’assuba kapılıp, nüsûsa dayanmamak, insanı hüsrâna gö­türür. Hele, tütüne harâm demek için, bunun fizyolojik, terapötik ve toksik te’sîr­lerini, (Elbette şöyledir, elbette böyledir) diye kesin açıklamak, pek gülünc olmak­dadır. Tütünün te’sîrlerini bildirmek için, almancadan terceme etdiğim ve Ame­rikan doktorlarının neşr etdiği mütehassıs raporları, üçüncü kısm, ellidördüncü madde sonuna doğru bildirildi. İyi okunursa, bu konudaki söz sâhiblerinin, tütü­ne kötü demediği, birkaç günde bir içilen bir iki sigaranın, alkol gibi zararlı olma­dığı anlaşılır.


Tütüne harâm diyen birkaç âlim ve mekrûh diyenler oldu. Dikkat edilirse, bü­tün bu kitâblarda, tütüne ba’zı şartlar (Nafakadan kesilmesi, dumanı ile başkası­nı râhatsız etmesi, çok içerek bedene zarar vermesi... gibi şeyler) bağlanmakda, bu şartlar için kötülenmekdedir. Yoksa, mücerred tütünün içilmesini kötüliyen hiç­bir âlim yokdur. Hâdimînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Berîka) kitâbından yap­dığım, yukarıda yazılı terceme bunu açık göstermekdedir. Dinde söz sâhibi olmı­yan kimselerin, ilmî kıymetden mahrûm konuşmaları ve duhân risâleleri, şübhe­siz, sözümüzün dışında kalmakdadır. O hâlde, sigara içmenin kötülenmesine se­beb olan şartları taşımıyan bir kimsenin az mikdârda tütün içmesine, harâm ve mek­rûh dememek lâzım gelir. (El-Ukûd-üd-dürriyye)nin ve (Hadîka) ikinci cildinin so­nunda, tütünün harâm olmadığı vesîkalarla isbât edilmişdir. Tahtâvînin (Merâkıl­felâh) hâşiyesi, orucu bozanlarda da uzun yazılıdır.


Şâm âlimlerinden Mustafâ Rüşdünün [1318] senesinde İskenderiyyede basılan (Tuhfet-ül-ihvân mâ kîle fiddühân) kitâbında, insanın sıhhatini bozan, zarar veren şeyleri ve isrâfı uzun anlatıyor. Tütünün böyle olmadığını bildiriyor. Tütüne ha­râm demek, vera’ ve takvâ da olmaz. Vera’ sâhibleri, Allahü teâlânın harâm etme­diği şeye, harâm diyemez diyor. Hanefî âlimlerinden allâme Abdüllah bin Muham­med Nihrîrî ve Şâfi’î âlimlerinden Alî bin Yahyâ Nevreddîn Ziyâdî ve Abdürra­ûf-i Münâvî ve şeyh Alî Şevberî ve şeyh İsmâ’îl-i Sencîdî ve Mâlikî âlimlerinden allâme Küllî ve Hanbelî âlimlerinden şeyh Mer’î “rahmetullahi teâlâ aleyhim ec­ma’în”, tütünün harâm olmadığına fetvâ vermişlerdir diyor. Zararı ve lüzûmu ol­mıyan şey için mubâh, zihn durgunluğunu giderip, hâfızasını kuvvetlendirene mendûb, terk edince zarar verene vâcib, kullanınca zarar verene harâm, içmek is­temiyene, tütün içmesi mekrûh olur, diyor. Şerâb böyle değildir. Şerâba alışan, tev­be etse, şerâbı terk etdiği için hasta olup, ölse, sevâb olur.


Tütünü, alkollü içkilerden dahâ kötü bilenlere ve sigara içenleri sevmiyenlere doğru yolu göstermek için, uzun yazmak zorunda kaldım. Kendi hislerine aldan­mamalı, âlimlerin çoğunun, meselâ şeyh-ul-islâm Ebülbekâ, Ahmed bin Alî Ha­rîrî, İsmâ’îl Mer’aşî, kâdî Abdürrahîm, Ganîm bin Muhammed Bağdâdî, şeyh-ul­islâm Behâî, Muhammed Tarsûsî, Muhammed Kehvâkî, Mısr âlimlerinden Yûsüf Decvî ve Muhammed bin Abdülbâkî Zerkânî, allâme Abdülganî Nablûsî, Abdür­rahmân bin Muhammed İmâdî [978-1051], allâme Alî Echürî, Mahmûd-i Saminî, Osmân Bedreddîn, seyyid Abdülhakîm efendi ve büyük âlim, veliyy-i kâmil mev­lânâ Hâlid-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” buyurdukları gibi, zarar ve alışkanlık yapmıyacak kadar az içilen tütüne harâm ve mekrûh demek­den sakınmalı, kesesine ve sıhhatine zarar vermiyecek kadar az içenleri fâsık, gü­nâhkâr bilmemelidir. Türkiye gazetesinin (İnsan ve Kâinât) dergisi, 1986 Mayıs nüs­hasında diyor ki, (78 Amerikan hastahânesinde, beşbin hastada yapılan tecribe­lerde anlaşıldı ki, fazla sigara içenlerde kalb hastalığı tehlükesi üç misli artmak­da, sigarayı bırakdıkdan bir sene sonra, tehlüke yarıya inmekde, iki sene sonra hiç içmiyen gibi olmakdadır.)  

[Tam ilmihal Seâdet-i Ebediyye]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki*:


Cenâb-ı Hak, bu *Sonsuz* olan *Ateş*’i söndürecek bir *Şey* yaratmış. Yâni bunun bir *İlâc*’ı var. Sonsuz ateşi söndüren bu ilâç nedir? 


*Lâ ilâhe İllallah Muhammedün resûlullah* kelâmıdır. Bu kelâmı, inanarak *Bir* defâ söyliyen için, o sonsuz *Ateş*, sonsuz olarak *Söner* efendim. 


Kalpdeki *Kir*’leri temizlemek için de ilâç; *Estağfirullah min külli mâ kerihallah* kelâmıdır. 


Bunları, hem *Kalb*’en, yâni inanarak, hem de *Fiil*’en, yâni ağızla söylemek lâzım kardeşim. 


Velhâsıl Cenâb-ı Hak, insanlar için iki *İlâç* yaratmış. Biri, *Kelime-i tevhîd*, diğeri de *İstiğfâr*. Bunlara, baha biçilmez efendim. 

● ● ●

Hedefi, maksadı *Allah*’ın rızâsı olmıyan kimse, Cehennem ve kabir *Azâb*’ından kurtulamaz. *Bid'at* çıkartan kimse de *Cehennem*’de yanacakdır. 


*Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Kim bu duâyı okursa, yerde ve gökde, ona aslâ bir *Zarar* gelmez. 


*Bismillâhillezî*, bu, öyle bir Besmeledir ki, *Lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Gökde ve yerde, hiçbir şey o kula zarar veremez. 

● ● ● 

Bizim *Kitap*’larımızı alıp da okuyana, Allahü teâlâ *Îmân* nasîb eder. Hattâ *Seâdet-i Ebediyye* kitâbının evlerde bulunması bile, *Feyz* almaya sebep olur efendim. 


Yâni bizim *Kitap*’lar, birer *Mücevher* kardeşim. Çünkü kendimden bir şey yazmadım. Falanca kitapda *Şöyle*, filanca kitapda *Böyle* bildiriyor, diye yazdım. 


Velhâsıl bizim *Kitap*’lar, hep *İslâm Âlim*’lerinin yazılarıdır. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgi*’lerdir.


İşte bizim kitaplar, hep o *Büyük*’lerin yazıları olduğu için, bütün dünyâ *Hayrân* kalıyor. Elhamdülillah, bunlar hep *Efendi* hazretlerinin *Bereket*’i.


Onun *Himmet*’i kardeşim. Bizimle alâkası yok. *Abdülhakîm* Efendi hazretlerini görmeseydik, bu kitapların *İsmi*’ni bile işitmezdik, değil basdırmak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Tam İlmihâl*, benim hayâtımdır kardeşim. Çünkü ben hayâtımı ona *Vakf*’etdim. Her gün, hiç olmazsa bir iki *Sayfa* okumalı. 


Okuyunca, insan hem birşeyler *Öğrenir*, hem de *Feyz* alır. Feyz, *Sevgi* demekdir. Büyüklere karşı *Sevgi*’si artar. 


Sizin *Yeriniz* orası değil kardeşim, benim *Başım*’ın üstü. Niçin böyle söylüyorum? Çünkü *Ehl-i sünnet* îtikâdında olan bir müslümân, çok *Kıymetli*’dir. 


Hele bu *Yol*’un Büyüklerini *Tanımış*’sa, Onu *Sevmiş*’se, hele de Allahü teâlânın dînine *Hizmet* ediyorsa, o, Allahü teâlânın *Sevdiği*, kıymetli bir kuludur. 


Onun için siz çok *Kıymetli*’siniz kardeşim. Kıymetinizi bilin. Çok *Sevinin*, çok *Şükr*’edin. Bu doğru *Îmân*, bu doğru *Îtikad*, herkese nasîb olmaz.


*Bin* kişide, *Bir* kişiye nasîb olur. *Bin*’de *bir* yâni. Bu dünyâda en *Zor* şey, doğru *Îmân* elde etmekdir. 


Bunu da, Rabbimiz bize *Nasîb* etmiş kardeşim, ne büyük *Ni’met*. Bizler çok şanslıyız. Neden? Çünkü bu Büyükleri *Tanıdık*. Ve onları *Seviyor*’uz. 


Bu yolun *Büyük*’lerinden istifâde etmenin birkaç *Şart*’ı var. Bunları îfâ eden, onlarla berâberdir, onlardan *Feyz* alır. Başka bir kâidesi, *Merâsim*’i yok efendim.


Nasıl ki, müslümân olmak için *Müftü*’ye gitmek, *İmzâ* atmak gibi bir merâsim yoksa, bu *Büyük*’lerin rûhâniyetinden, *Feyz*’inden istifâde etmenin de merâsimi yok, sâdece birkaç *Şart*’ı var. 


Bu şartları kim yerine getirirse, *İhlâs*’ı nisbetinde *İstifâde* eder, *Feyz* alır. Şartın biri, bu *Zât*’ın, bir Allah adamı olduğuna *İnanmak* ve bunda aslâ şek ve şüphe etmemek. 


İkincisi, onu *Sevmek*. Üçüncüsü de Ona *İtâat* etmek. Bunları yapan, *İhlâs*’ı nisbetinde o zâtdan *Feyz* alır efendim. Feyz, *Nûr* demekdir, *Sevgi* demekdir kardeşim.