Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Âhiretde, *Günâhkâr* lar, *Suçlu* lar ve *Kabâhatli* ler, bu günahlarının cezâsını çekecekler. Doğru, ama bâzısı da var ki, hiç *Suçu* ve *Kabâhati* yok. Onlar da *Cezâ* çekecek. 


Hadi anladık, bunlar *Günâhkâr*, bunlar *Suçlu*. Peki ya ötekiler niye? Cevâbı şu kardeşim: Onlar da, *Emr-i mârufu* terk etdikleri için cezâ çekecek. 


Yâni onlar da *Suçlu*, onlar da *Günahkâr*. Niçin? Allahü teâlânın emrettiği *Emr-i mârufu* yapmadıkları için. Elinde imkânı varken, bu *Emri* dinlemedikleri için. 


Yâni Allahü teâlânın *Emir* ve *Yasakları* nı, Onun kullarına bildirmediklerini için, söylemedikleri için, üzülmedikleri için. 


Afrikadaki, çöldeki ülkelere, bizim kitaplardan gönderiyoruz kardeşim. *Seviniyor* lar, bize mektupla *Teşekkür* ediyorlar ve ayrıca diyorlar ki:


Eskiden, *Mezhep* sizler bize geliyorlardı, onlarla *Münâkaşa* ediyorduk. Fakat onların çeneleri kuvvetli, biz onlara *Cevap* veremiyorduk. 


Fakat sizin *Kitap* lar gelince, bu defâ onlar bize *Cevap* veremiyorlar, dayanamıyor, *Kaçıyor* lar. Sizin kitapların karşısında duramıyorlar. *Böyle* anlatıyorlar mektuplarda. 


*Mezheb* sizler, bizim kitaplara *Cevap* veremiyorlar, dayanamıyor, kaçıyorlar. Peki niçin *Kaçıyor* lar? Çünkü bizim kitaplar çok *Kıymetli* de onun için. Niçin kıymetli? 


Çünkü bu kitapların içinde, bizim *Yazı* mız hiç *Yok*. Eğer bize âit tek bir *Satır* yazı olsaydı, o zaman hiç *Kıymeti* olmazdı bu kitapların. Hep büyük âlimlerin sözleri bunlar. 


Ehl-i sünnet *Âlimleri* nin yazıları. *Türkçeleri* de öyle efendim. Şimdi bizim *Türkçe* olan hiçbir kitâbımıza da kimse *Îtiraz* edemez. Neden? Çünkü bu kitapların içinde de benim *Yazım* hiç yok da onun için. 


Hep yüksek *Âlim* lerin yazılarını topladım, tercüme etdim elhamdülillah. *Arabî* kitaplar da öyle, *Türkçe* kitaplar da öyle. Alnımız *Ak* olarak kitapları yayıyoruz kardeşim elhamdülillah. 

● ● ● 

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine her gitdiğimde, bana; *Ezberlediklerini oku bakalım!* derdi. Ben okuyunca da; *Âferin!* derdi, çok sevinirdi. Hoşuna giderdi ve *Hadi bir daha oku!* derdi. 


Bir daha okurdum. Böylece birkaç senede bana *Arabî* yi öğretdi. Sonra *Fârisî* yi de öğretdi Mübârek. Hem *Arabî*, hem de *Fârisî* öğretdi. 


Ondan işitdiklerim *Hiç* aklımdan çıkmıyor. Başka şeyleri unutabiliyorum, fakat *Efendi* den işitdiklerimi *Hiç* unutmuyorum kardeşim.

Akıllı insan sevindirir

Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî "rahmetullahi aleyh", Gülistan'da anlatır:

 

Hükümdarlardan biri rüyasında bütün dişlerinin döküldüğünü görür. Rüyasının tesiriyle uyanır uyanmaz, şehrin en meşhur iki hocasını çağırtır. Biri genç, heyecanlı ve ateşli vaazlar veren bir vaiz, diğeri yaşlı ve merhametli bir şeyh idi. Hükümdar bunlardan rüyasının tabirini ister.

 

Genç olanı, "Efendim, maalesef rüyanız hayra alamet değil. Bütün akraba ve sevdiklerinizi kaybedeceksiniz. Hepsinin ölümünü göreceksiniz" der. Hükümdar bu tabir karşısında çok sinirlenir. Adamın kellesini vurdurur. Sonra diğerini çağırır.

 

Yaşlı şeyh:

"Efendim, rüyanızda dişlerinizin döküldüğünü görmeniz ömrünüzün uzun olacağına delalet eder. Hem de o kadar uzun ömürlü olacaksınız ki, bütün akraba ve sevdiklerinizden daha uzun yaşayacaksınız" der. Bunu duyan Hükümdar, çok sevinir ve şeyhe bir kese altın verir.

 

Ey aziz, bu hikayedeki iki kişi de aynı şeyi söylediler. Fakat aynı haberi biri üzerek, diğeri sevindirerek verdi. İnsanın aklı dilinin ucundadır. Akıllı insan sevindirir, kimseyi üzecek şey söylemez.

ÎMÂNIN KUVVETİNDEN

Hâbil Efendi diye, vardı ki bir terzisi,

Pek çoktu Efendi'ye, bağlılığı, sevgisi.

 

O'na öyle ihlâsla, bağlıydı ki o hattâ,

Böyle hâlis bağlılık, az bulunur hayatta.

 

Bir gün ziyâretine, giderken Efendi'nin,

Düşündü ki gidince, sorayım şunu ilkin.

 

Diyeyim ki: "Efendim, istemiyorum ama,

Çok kötü düşünceler, geliyor hâtırıma.

 

Hiç kurtulamıyorum, ben bu vesveselerden,

Îmânıma bir zarar, gelir mi bu şeylerden?"

 

Bunları düşünerek, vardı huzurlarına,

Girince, sohbetini, kesti ve baktı ona.

 

Ve hemen buyurdu ki: "Bir müslümanın eğer,

Hâtırına gelirse, çok fenâ düşünceler,

 

Onun kötülüğüne, bir işaret değildir,

Îmânının kuvvetli, olduğuna delîldir."

 

Henüz suâl etmeden, almıştı cevâbını,

Efendi, daha sonra, ikmâl etti vâzını.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan, ya bu *Büyük* leri, kalbine koymalı veyâ kendisi, o büyüklerin *Kalbine* girmeli kardeşim. Bunun gibi, *Allahü teâlâ* bizi sevmeseydi, biz *Onu* sevemezdik. 


Kur’ân-ı kerîmde var bu. *Radıyallahü anhüm ve radû anh!* buyuruluyor. Ne demek bu? Yâni Allahü teâlâ onlardan *Râzı* dır, onlar da Allahü teâlâdan *Râzı* dırlar. 


Önce, Allahü teâlânın *Râzı* olduğu zikrediliyor. Elhamdülillah, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bizi *Sevdi*, biz de *Onu* Sevdik. O bizi sevmeseydi, biz de *Onu* sevemezdik. 

● ● ● 

*Namaz* kılarken bir şey düşünmemek için; Bu kıldığı namâzın *Ayıplı* ve *Kusur* lu olduğunu, Cenâb-ı Hakka *Lâyık* olmadığını düşünmelidir. 


Dost düşman ayırmaksızın, herkese *Tatlı* dil ve *Güler* yüz göstererek muâmele etmek, birinci *Vazîfe* mizdir.


Bir kimse, birine *İyilik* etse. Ama bir zaman sonra ona *Kızıp*, bu iyiliği harâm etse, yâni, *Haram olsun!* dese, harâm olmaz. Üstelik, yapdığı iyiliğin sevâbından *Mahrum* kalır. 

● ● ● 

Biz de *Seâdet-i Ebediyye* kitâbını elimizden bırakmıyoruz kardeşim. İslâm âlimlerinin, Allahü teâlânın sevdiği o *Büyük* lerin yazılarını, bu kitapdan okuyarak, bilgimizi artdırıyoruz.


Olgunlaşmağa çalışıyoruz. Biz de *Sizin* gibi, zulmetli dalâletler içinde çırpınıyoruz. Dertlerimize *Devâ* yı, ancak *Seâdet-i Ebediyye* kitâbında bulabiliyoruz. 


Her türlü *Nasîhat*, o kitapda yazılıdır. Bizim, onlara bir şey *İlâve* etmeğe haddimiz ve salâhiyyetimiz yokdur. Size hakîkî *Mürşid*, o kitapdır. 


Başka birşey aramayın. Cenâb-ı Hak, size ihsân etdiği *Ni'met* ini artdırsın. Allahü teâlâ; *Ni'metin* kıymetini bilip *Şükr* edenlere, ni'metlerini artdıracağını *Va'd* buyurmuşdur. 


Allahü teâlânın *Sevdiği* seçilmiş zâtların kitaplarını okumakla şereflenmek, *Ni'met* lerin en büyüğü, ve en *Kıymet* lisidir. 


Bu *Büyük* lerin kitâbını okuyunca, *Lezzet* almak seâdetine kavuşan bir *Kimse*, dünyânın neresinde olursa olsun, kimlerin arasında bulunursa bulunsun, *Yalnız* değildir.


*Garip* değildir. Niçin? Çünkü o kişi, hep o *Büyük* lerle berâberdir. O büyüklerin yazılarının okunduğu ve isimlerinin anıldığı yere *Rahmet* yağar kardeşim.

SALGIN HASTALIK DUASI

Bağdat'ta bir veba salgını oluyor, binlerce kişi ölüyor. Hastalığın evine hiç uğramadığı bir tüccarı işiten Halife Harun Reşid huzuruna çağırıp sebebini soruyor.

O da İmamı Azam Hazretleri'nden rivayet edilen bir duayı beyan ediyor. Bu duayı okuyana, üzerinde taşıyana veya evinde bulundurana ve ailesine sâri hastalığın zarar vermeyeceği rivayet olunuyor. 

(Levha Hattat Nazif'in eseridir ve 1901 tarihlidir. Orjinali merhum Hüseyin Hilmi Işık Hazretleri'ne aittir.)

Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh)

 Müslüman olup kölelikten kurtulduktan sonra geçimini sağlamak için ince hurma dallarını toplardı.


Onlardan sepet örüp satardı.


Böyle para kazanırdı.


Ve bol sadaka verirdi.


Resûlullahın yakınlarındandı.


Çoğu geceler huzûrunda bulunur, saatlerce baş başa sohbetinde kalır, çok istifâde ederdi.


Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân) Efendilerimiz tarafından da çok sevilip hürmet görürdü.


Zîra dünyâdan kaçardı.


Paraya rağbet etmezdi.


Çok ibâdet ederdi.


Şöyle ki, ayakta duramayacak hâle gelinceye kadar namaz kılardı.


Yorulunca otururdu.


Bu defâ diliyle zikrederdi.


Dili de yorulurdu.


Bu defâ tefekkür ederdi.


Allahü teâlânın büyüklüğünü, kudretinin sonsuzluğunu, Cehennemin şiddetini düşünüp ağlardı.


● ● ●


Resûl aleyhisselâm, bir gün eshâb-ı kirâmına;


"Bir miktar tefekkür etmek, bin sene ibâdetten hayırlıdır" buyurmuşlardı.


O, bunu biliyordu.


İbâdette yoruluyordu.


Bu defa tefekkür ediyordu.


Böyle dinleniyordu.


Sonra kendi kendine;


"Ey nefsim! İyi dinlendin, şimdi kalk, Rabbine ibâdet et" derdi.


Diline de;


“Ey lisânım! Sen de Allahü teâlânın zikrine başla" derdi.

Resulullah efendimiz ağlıyordu

 İmam-ı Gazali hazretleri “rahmetullahi aleyh” zamanında Mustafa Bekri diye bir seyyid vardı ki, Mescid-i Nebevi’de hizmet ediyordu.


O anlatıyor:

Hemen hemen her gece Resul-i kibriyayı “aleyhisselam” rüyada görüyordum.


Her gördüğümde bana tebessüm buyuruyordu.

Hizmetimden memnun diye seviniyordum ben de.


Fakat bir gece gördüğümde, ağlıyordu.

Çok üzüldüm.

“Acaba bir kusurum mu oldu?” diye düşündüm.


Senin kusurun yok


Ben böyle düşünürken, Efendimiz “aleyhisselam” bana dönüp;

- Senin kusurun yok, buyurdu.


Çok sevinip, sordum:

- Niçin ağlıyorsunuz öyleyse yâ Resulallah?

- İsmi, benim ismimden olan mübarek bir âlim vefat etti. Ona ağlıyorum, buyurdu.


O esnada uyandım.

Hayırdır inşallah dedim.


Bir müddet sonra duyduk acı haberi.

İmam-ı Gazali hazretleri vefat etmiş meğer.


Emrin baş göz üstüne!


Vefat edeceği günün gecesi, sabaha kadar namaz kıldı.

Kur’an-ı kerim okudu.


Sabah vakti girince, abdestini tazeleyip kefenini istedi yakınlarından.

Getirip arzettiler.


Öpüp yüzüne sürdü ve;

- Emrin baş göz üstüne yâ Rabbi, dedi yavaşça.


Sonra odasına girdi.

Uzun zaman çıkmayınca, ev halkı merak ettiler.

Kapısını açıp da girdiklerinde vefat etmiş buldular büyük İmamı.


Baş ucunda, yazılı bir kağıt vardı.

Ey beni ölmüş gören ehl-i beytim! Bilin ki, ben ölmedim. Asıl şimdi hayat başladı. Ruhuma bir Fatiha okuyun. Ben ahirete gittim, sırada siz varsınız yazıyordu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Allah*, bir kuluna *İyilik* murâd ederse, onun önüne, sevap kazanacak bir *İş* koyar. Yâni önüne bir iyilik yapma fırsatı çıkartır. Meselâ; *Şunu yap da, sana bir sevâp vereyim!* buyurur. 


Ne *Güzel* şey. Cenâb-ı Hak, sevdiklerine böyle *Fırsat* lar çıkarır. Yapsın da *Sevap* kazansın diye. İşte bu fırsatları kaçırmamak lâzım efendim. 


Çünkü o *Fırsatı* Allahü tâlâ koydu önümüze. Bir *İmtihân* dır bu. Tabii orda vereceğimiz karar, *Îmânımız* ın gücünü veyâ zayıflılığını gösterir. 


Bir kimse, karşısındakinin kalbinden neler geçiyor, neler düşünüyor, onları *Anlasa*, her etdiği duâ *Kabûl* olsa, bu, Allahü teâlânın o kimseyi sevdiğine *Alâmet* değildir. 


Allahü teâlânın sevgisi, şerîata *Uymak* dadır. Farzları, sünnetleri *Yapıyor* mu? Harâmlardan *Sakınıyor* mu? İşte Allahü teâlânın sevgisine *Alâmet* budur. 


Bunu, büyük *Velî* Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretleri, *Avârif* kitâbında uzun anlatıyor. 


Meselâ; Şu adam *Çok* mübârek, duâları *Kabûl* oluyor, herkesin ne düşündüğünü *Anlıyor*, kaybolan şeylerin nerde olduğunu *Biliyor*. Çok büyük evliyâ, diyorlar. 


Hayır, bu *Yanlış* Evliyâlık bu değil. Çünkü bu gibi hâller *Evliyâ* da olduğu gibi, *Kâfirler* de de olabilir. 


Evliyâda olursa *Kerâmet* denir. Kâfirlerde, fâsıklarda olursa, *İstidrac* denir. Bu ikisi, riyâzet çekenlerde de olur, riyâzet çekmiyenlerde de olur. 

● ● ● 

● ● ● 

Pâkistân'dan bir *Mektup* geldi. Yazmış ki: Âcizâne nakşibendî ve müceddidîyim. Çok talebelerim var. Geliyorlar, onlara *Mektûbât* dan okuyoruz, anlatıyoruz ve *Mektûbâtın* gösterdiği yolda çalışıyoruz, diyor. 


Bir gün talebelerim toplanmışlar, oturuyoruz. Ben onlara, *Mektûbât* dan anlatırken, postacı geldi. Bana bir paket getirdi. Bir de açdım ki, *Hakîkat Kitâbevi* nden geliyor. 


İçinde *Kitaplar* var, hem de İngilizce. Açdım bir kitâbınızı, bakdım İngilizce *Seâdet-i Ebediyye* Endless Bliss kitâbını alıp bir sayfasını açdım, seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* nin mektûbu çıkdı.


İngilizce bir mektup. O anda, Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin *Rûhâniyeti* salonu kapladı. Mübârek *Rûh’u* burada hâzır oldu. *Vallahi* senin şeyhinin rûhâniyeti salonu doldurdu! diyor. 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İki mü’min, *Sevgi* ile bir araya gelseler, kalpleri arasında bir *Akım* başlar, birinden diğerine *Feyz* akar. Feyz nedir? *Muhabbet* dir, Allah *Sevgisi* dir. 


Ve o yere melekler *İmrenir* efendim. Mühim olan, *Muhabbet* dir, *Huzûr* dur. Huzûr nedir? *Huzûr*, bir an olsun, günâh işlememekdir.

● ● ● 

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, ara ara; *Beni her zaman aranızda bulamazsınız, ayrılık zamânı yaklaşdı!* buyururdu. Ben de buna çok üzülürdüm. 


Ve içimden; *Niye böyle üzüntülü şeyleri söylüyor, inşallah daha çok yaşıyacak!* derdim. Şimdi bakıyorum da, sözleri doğruymuş. 

● ● ● 

*Besmele* çekilerek yapılan bir iş, bir amel, bir icraat, dâimâ *Muvaffak* olur, *Hayırlı* olur kardeşim. 


İstemediğimiz şekilde netîcelense bile, yine *Hayır* dır. Neden? Çünkü biz neyin *Hayır* lı olduğunu bilemeyiz ki. 


*Muvaffak* olmadık zannederiz. Hâlbuki onun olmamasında, bizim için *Hayır* vardır. Kur’ân-ı kerîmde öyle buyuruluyor çünkü: 


Siz, bir şeyi *Hayırlı* zannedersiniz, hâlbuki o size *Zararlı* dır. Bir şeyi de *Zararlı* görürsünüz, ondan kaçarsınız, hâlbuki o, sizin için daha *Hayırlı* dır, buyuruyor. 


Onun için Allahü teâlâya; Yâ Rabbî, bana şunu ver, bunu ver, demiyeceğiz. Ne diyeceğiz? *Hayırlı olanı ver yâ Rabbî!* diyeceğiz. 

● ● ● 

Herkese diyorum ki: *Bizim kitaplarımız çok kıymetlidir, çok değerlidir*. 


Böyle söyleyince, işitenler; *Yâ amma da kendi kitâbını beğeniyor, ne kadar da çok methediyor!* derler. 


Ama ben böyle söyledikden sonra, *Çünkü* diyorum. Yâni devâmı var bu sözümün. Ben *Çünkü* deyince, ağzıma bakıyorlar, acabâ *Ne söyliyecek*, diye. 


Ben de diyorum ki: Çünkü bizim *Kitaplar* da, bana âit tek bir satır *Yazı* yokdur. Hepsi, *Büyükler* in yazısıdır. Onun için *Kıymetli* dir. 


Eğer bana âit bir *Satır* yazı olsaydı, o zaman *Kıymet* den düşerdi! diyorum. O zaman bir şey diyemiyor, bana *Hak* veriyorlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsanın, mutlaka birşeyler *Öğrenmesi* ve bunu, başkalarına da *Öğretmesi* lâzımdır efendim. Öğrenmek neyse de, *Öğretmek* hassas bir mevzû. 


Öğretmek için, çok iyi *Bilmek* lâzım. Çünkü yanlış bir şey söylerseniz, *Mes’ul* olursunuz. Öyleyse en iyisi *Kitap* vermek. Verin kitâbı, geri çekilin. 


Anlatmaya kalkmayın, *Kitap* verin. En *Doğru* su bu. *Kitâbı* verin, siz aradan *Çekilin*, işi büyüklere havâle edin. 


Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz araya girersek, belki *Yanlış* bir şey söyleriz. Böylece ya kendimizi veyâ karşımızdakini *Yakarız*, Allah korusun. 

********

Bir kitapda okudum. Allahü teâlânın en *Sevdiği*, en çok *Râzı* olduğu ibâdet, onun dînini, Onun kullarına *Yaymak* dır. 


Her mü’min, elinde ne *İmkân* varsa, ilmiyle, parasıyla, mevkîsiyle, mutlaka bir şekilde *Teblîğ* etmek zorundadır. Bunu yapmazsa, çok büyük *Günaha* girer. 


Çünkü bu teblîğ *Farz* dır. Yâni, Allahın *Emri* dir. Bu teblîği yapmıyan, bir *Farzı*, yâni Allahın emrini terk etmiş olur Allah muhâfaza. 


İşte, bizim arkadaşların *Kıymeti* bundan ileri geliyor kardeşim. Çünkü *Cihâd* yapıyorlar, Allahın dînini *Yayıyor* lar. Ne mutlu bu hizmete iştirak edenlere.

Aklı bırakmak ne demektir?

Eski devirlerde yaşamış, mürşid-i kâmil denilen zatlar, sıradan kimseler değildi. Basiretleri açık, selim akıl sahibi kimselerdi. Mürşide tâbi olan insanın aklı ve ilmi, hocasının aklı ve ilmiyle kıyas kabul etmezdi.


Akıl göz, İslamiyet ise ışık gibidir. Işık olmayınca göz görmediği gibi, aklımız almasa da, İslamiyet’in bildirdiklerini hiç şüphe etmeden kabul etmek gerekir. Allahü teâlâ, koca karı imanı gibi inanan akıllı Müslümanları övüyor. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:

(O müttekiler, gayba inanırlar.) [Bekara 3]


Yani Allah’tan korkup günahtan sakınan Müslümanlar, görmeden ve tecrübe etmeden Resulullah’ın bildirdiklerine inanırlar. Demek ki akıllı Müslüman, hocaların hocası olan Resulullah’a kayıtsız şartsız inanan, (O söylediyse doğrudur) diyen kimsedir. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:

(Allahü teâlâ, hayrı murat edilen kulun kalb gözünü açar, o kul da gayba inanır.) [Deylemi]


Basireti yani kalb gözü açılınca, gayba [görmediğine], güvendiği zatların sözüne inanıyor. Bunun en meşhur örneği, Mirac olayı üzerine, hiç aklını kullanmadan, (O söylemişse doğrudur) diyen ve Sıddık ismini alan Hazret-i Ebu Bekir’dir. Allahü teâlâ, onu Zümer suresinin 33. âyetinde mealen, (Doğru haber veren ve Resulullah’ı tasdik eden) diye övüyor. (Menakıb-ı Çihar Yar-i Güzin)


Aklı bırakmak demek, haddini bilmek demektir. Aklın her şeyi bilemeyeceğini ve bilenlere tâbi olmak gerektiğini anlamak demektir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

Dini hükümleri kendi aklıyla anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir. (1/214)


Kâmil ve mükemmil [yetişmiş ve yetiştirebilen] bir zat ele geçerse, bütün arzuları, istekleri, onun eline bırakmalı, ölü yıkayıcının elinde, teneşirdeki ölü gibi olmalı. Ancak böyle olan kimse maksada kavuşur. (1/61)


Allahü teâlâ da, Resulü de, doğru yoldaki âlimlere tâbi olmamız gerektiğini bildiriyor. Tâbi olmak, her konuda ona itaat etmek demektir. Kendi aklına uymaya, tâbi olmak denmez. Bir âyet-i kerime meali:

(Allah’a itaat edin, Resulüne ve sizden olan ülül-emre itaat edin!) [Nisa 59]


Yine Nisa suresinin 83. âyet-i kerimesinde, ülül-emre uyulması, sorulması gerektiği bildiriliyor.


Bu âyet-i kerimelerde geçen ülül-emrin âlimler demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Peygamber efendimiz de (Ülül-emr, fıkıh âlimleridir) buyurdu. (Darimi)


Peygamber efendimiz de, âlimleri rehber edinmemizi emrediyor. İki hadis-i şerif meali şöyledir:

(Âlimlere tâbi olun!) [Deylemi]


(Âlimler birer kılavuz, birer rehberdir.) [İ. Neccar]


Âlime tâbi olunca, kendi görüşümüzü, kendi aklımızı bırakmamız gerekir. Kendi görüşümüzde ısrar edersek, âlime tâbi olmamızın ne önemi olur ki?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hediye*, başlı başına bir *Sevap* dır, sadaka sevâbıdır. En büyük *Sadaka* da, birine bir şey vermekdir. Verenin ömrünü uzatır efendim. 


Allahü teâlâya çok *Şükr* edelim ki bize, kendi dînine *Hizmet* yolunu açdı. Kendi *Dînine* hizmeti, bize *Nasîb* etdi. Allahın kullarına yapılan her türlü hizmet makbûldür. 


Meselâ birine *Yemek* yedirmek veyâ *Para* vermek, *Sıkıntısı* varsa, gidermek, hattâ bir mü’mine gülümsemek bile *Sevap* dır.


Ama, birine bir *Kitap* vermek veyâ verilmesine *Sebep* olmak, hepsinden daha *Kıymetli* dir, daha makbuldür. Yâni bir insanın dînini öğrenmesine *Sebep* olmak, hepsinden daha *Sevap* dır. 


Onun için, bir kimsenin tek maksadı, yegâne gâyesi bu ise, onun her nefesi *İbâdet* dir. O kimse, tam *Cihâd* ın içindedir, mübârek olsun. 


Biz, o *Büyükler* den değiliz, ama o büyüklerin *Sözleri* ni yayıyoruz, *Kitapları* nı yayıyoruz kardeşim. Hepimiz, o büyükleri *Seviyoruz*. 


O büyükleri *Seven*, eğer harâm işlemez ve haram da yemezse, o büyüklerin kalbinden *Feyz* alır. Feyz, *Nûr* demekdir, *Allah sevgisi* demekdir. 


Duâsının kabûl olmasını istiyen, bu büyükleri *Sevsin*, ismini *Ansın*, kitâbını *Okusun*. Bu, çok mühim kardeşim.


Bu *Büyükler* sevilince, *İsmi* anılınca, *Kitâbı* okununca, Allahü teâlâ merhamet eder, duâsını *Kabûl* buyurur. Bir mü’min, bir mü’mine *Selâm* verirken;


Bütün *Peygamber* lere, bütün *Melek* lere, bütün *Eshâb-ı kirâma* ve *Evliyâ* nın hepsine de selâm veriyorum diye düşünürse, bunların hepsi de o mü’minin selâmına *Cevap* verirler. 


Bâzı meleklerin husûsî *Vazîfesi* olduğundan cevap veremezler. Çünkü kimi *Kıyâm* da, kimi *Rükû* da, kimi *Secde* de, kimi de başka mühim bir *İşte* dir. 


*Bütün Meleklere* diye düşündüğünden, bunların yerine de *Allahü teâlâ* cevap verir. Efendi hazretleri buyururdu ki: *Keşke diğerlerinin yerine de Allahü teâlâ cevap verseydi*.

Amberiyye Mescidi

 Osmanlı sultanları bazı sebeplerden dolayı hac görevlerini yerine getirmezlerdi. Bundan dolayı yerlerine bazı kimseleri Hac’a gönderirlerdi. Bir hac mevsiminde sultan Abdülhamit han, hac farizasını yerine getirmek üzere vezirini görevlendirir. Yıldız sarayından vezirini dualarla ve kutlu toprakların insanlarına verilmek üzere türlü türlü hediyelerle uğurlar. Ve vezirinden bir istekte bulunur. Hac dönüşünde Ravza-i Mutahhara’dan’ bana bir avuç toprak getir’ der.


Vezir, hac ibadetini yerine getirir. Mekke-i Mükerreme de tavaf eder. İslam dünyasından gelen Müslümanlarla tanışır. Büyüklere saygılı, küçüklere sevecen davranır. Fakirlere, Sultan’ın vermiş olduğu emanetleri dağıtır. Arafat’ta vakfeye durur. Mina’da şeytan taşlar. Mekke’den Medine’ye giderken, peygamberimizin çektiği sıkıntıları düşünür. Baki Kabristanı’nda dünyanın geçiciliğini anlar. Vezir, hac görevini tamamlar. yorgun bir şekilde, Arafatta ilahı affa uğramış yüzlerce hacı birlikte İstanbul’a gelmek için trene biner. Trende padişahın ricası aklına düşer. Tren hareket etmek üzeredir. Mescidi- nebeviye gidip toprak almaya zaman kalmamıştır. Trenden inerek istasyonun yanındaki boş araziden bir avuç toprak alır.


İstanbul’a vardığında padişah onu bir kardeşi gibi karşılar. Sarılır. Efendimizin(sallallahu aleyhi ve sellem)in kokusunu hissetmeye çalışır. Ve sözü, Ravza-i Mutahhara toprağına getirir. Vezir, kadife bir kesenin içine koyduğu toprağı sultan Abdülhamit Han’a verir. Abdülhamit han itinalı bir şekilde ve hürmet ile toprağı avuçlarının içine alır. Koklar, bir daha koklar… Döner, Vezir’ine’bu toprağın amberi var. Lakin miski yok’ der. Vezir şaşırır. Ve doğruyu itiraf eder. Bunun üzerine padişah, vezir’in toprak aldığı yere bir mescit inşa edilmesini talep eder. Bir sonraki hac mevsimine kadar Medine-i münevvere tren istasyonu karşısına beyaz kubbeli mescit inşa edildiğinde ismi hazırdır: Amberiyye Mescidi.....

Doğru yere dahi yemin etmemek lâzım

 Enver Ören “rahmetullahi aleyh” Ağabeyimiz Buyurdu ki:

Şeytan yalan yere yemin etti

Âdem aleyhisselâmın Cennet’ten çıkarılmasının sebebi, şeytanın yemin etmesi oldu. Yani şeytan yemin etmeseydi, Âdem aleyhisselâm inanmazdı ona. Âdem aleyhisselâm, “Allahü teâlânın  ismine yemin eden, yalan söyleyemez” diye düşündü. Şeytan, “Bu meyveden yersen, burada ebedî kalırsın. Vallahi bunda şifâ var” dedi ve Allah’ın ismine yemin etti. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm meyveyi yedi.

Doğru yere dahi yemin etmemek lâzım. Allahü teâlânın ismini üç beş paralık dünya için kullanmamak lâzım. Hele yalan yere yemin etmek çok tehlikeli. Daha büyük tehlike olamaz.

Allahü teâlâ onu zayi etmedi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birgün *Fransız* büyük elçisi, yardımcıları ile birlikde *Piyerloti* de kahve içiyor. Oradan aşağı inerlerken Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *Câmisi* ni ve *Evini* görüyor. Diyor ki: *Burası nedir?* 


Diyorlar ki: Efendim, burda bir İslâm âlimi oturuyor. Büyükelçi; *Allah Allah, gitsek kabûl eder mi?* diye soruyor. Soralım diyorlar. Ve gidip soruyorlar. 


*Efendi* hazretleri kabûl ediyor ve onları, gâyet *Şık* bir kıyâfetle karşılıyorlar, berâber *Çay* içiyorlar. Hâl hâtır sordukdan sonra *Efendi* hazretleri buyurmuşlar ki: 


*Siz Alman’lara mağlup oldunuz. Onlar Pârise girdi. Bu mağlûbiyetinizin sebebini biliyor musunuz?* 


Büyükelçi, *Bilmiyorum* demiş. Efendi hazretleri, *Peki öyleyse ben söyliyeyim!* buyurmuş ve şöyle anlatmış:


Siz *Krallığı* bırakdınız, *Demokrasi* ye geçdiniz. Hâlbuki kral, *Baba* gibidir, ülkesine *Sâhip* dir ve milletine bir *Baba* şefkatiyle bakar. 


Ama dört senede bir *Seçimle* gelen kişiler, daha yarısındayken, *Kendi* hesaplarını yapmaya başlar. Memleket meselesi, *İkinci* dereceye kalır. Kaybetmenizin sebebi işte budur, buyurmuş. 


Adam hayret içinde ayağa kalkmış ve *Vallahi doğru!* demiş. *Siz bunları nerden biliyorsunuz?* demiş. İşte böyle kardeşim. Bu büyükler, herşeyi, herkesden daha iyi bilirler. 

********

Efendi hazretleri, *Ben zâyi oldum!* buyurdu. Bu *Cümle* yi kullandılar kardeşim. Bizzât işittim. Ben zâyi oldum, buyurdu. *Efendi* hazretlerinin bu sözü, *Gayretullaha* dokundu. 


Yâni Allahü teâlâ; *Ey kulum, ben seni hiç zâyi eder miyim!* buyurdu. Ve işte bütün bu *Âbiler*, bütün bu *Hizmetler* ondan sonra meydana geldi. 


Bütün dünyaya, milyonlarca *Kitâbın* dağılması, hep Efendi hazretlerinin; *Ben zâyi oldum!* hicrânı ile neş’et etdi kardeşim. 


Velhâsıl bütün bu *Hizmet* ler, bu *Gayret* ler, hep Efendi’nin *Bereketi*, Onun *Himmeti* ile meydana geldi kardeşim. Allahü teâlâ, Onu *Zâyi* etmedi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ hepimize, *Hüsn-ü hâtime* nasîb etsin kardeşim. Bir gün, bir mektup geldi *Gana* dan. Gelen mektupda diyor ki: 


Efendim, *Sunni Path* kitâbınızı, yâni İngilizce *Ehl-i sünnet Yolu* kitâbınızı burada toplu hâlde okuduk. Bir daha okuduk, *Kitap* bitdi. 


Bu *Kitap* sâyesinde, dörtyüz putperest *Müslümân* oldu. Size nasıl teşekkür edeceğimizi bilemiyoruz. Böyle yazıyor efendim. 


Enver bey dedi ki: *Efendim, acabâ o kitap, hangi âbinin parasıyla gitdi, kim onun pulunu yapışdırdı, kim postaya verdi?* dedi. 


Ben de ona dedim ki: Kardeşim, bu öyle değil. Bu, bir *Şirket* dir, bir *Ortaklık* dır. Bir kişinin, iki kişinin işi değil. Bunda her arkadaşın *Payı* var, her âbinin *Hisse* si var. 


Bu sevâba, Ardahan’da *Su arıtma* satan arkadaş da dâhil. Yeter ki, bu sistemin içinde olsun. Listede *Adı* bulunsun. *Miktârı*, yüzdesi mühim değil. Hattâ, duâ eden de bu sevâba *Ortak* dır. 


Çünkü bu, bir *Şirket*. Aynı sevap, herkese gider, hem de hiç azalmadan. Meselâ, bir *Çuval* buğdaya, *İki kişi* ortak olsa, *İkiye* bölerler, yarısı senin yarısı benim, derler. *Üç* kişi olsalar, *Üçe* bölerler. 


Ama bu, öyle değil. Bizim *İhlâs* da böyle değil. Her bir buğday *Tânesi* nde, belki *Onbin*, belki *Yirmibin* kişinin hissesi var. Listede kimler varsa, hepsi *Ortak* dır. 


Mühim olan, *Liste* ye girmek. Listeye *Adını* yazdırmak. Yâni bu hizmetlere, bir şekilde *Katılmak*. Meselâ *Para* vermek. *İhlâsla*, Allah için verdikden sonra, mutlaka *Hisse* alır efendim. 

********

Bizim yolumuzda, *Uçmak* veyâ *Uçurmak* yok efendim. Bizim büyüklerimiz böyle şeylere kıymet vermemişler. Bu asırda en büyük *Sevap*, bir müslümâna bizim kitaplardan bir *Kitap* vermekdir. 


Çünkü bu, *Nübüvvet* yoludur. Nübüvvet yolunun yanında *Evliyâlık*, okyânusda, bir *Zerre* dahî etmez. Bir *Damla* su etmez. 


Neden? Çünkü evliyâlar, kendilerini kurtarmaya çalışırlar. Bunun için uğraşırlar. 


Bu *Büyükler* ise, başkalarının kurtulmasına çalışırlar. Onların Cehenneme girmemesi için uğraşırlar. Aradaki fark, *Deniz* ile *Damla* nın farkı gibidir.

Saray Hocası Molla Şemseddîn

Yavuz Sultan Selim Hân, bir gün hocası Halîmî Efendi’ye dedi ki: “Molla Şemseddîn bize Târih-i Vassâf yazsın.” Şemseddîn Efendi çok hızlı yazardı. On günde bir adet Mushâf-ı şerîfi yazıp bitirirdi...

Halîmî Çelebi, pâdişâhın emrini Saray Hocası Şemseddîn Efendi’ye bildirdi. O da yirmi beş gün mühlet isteyip Halîmî Çelebi’nin evinde yazmaya başladı...

Halîmî Çelebî’yi ziyâret için gelen kimselerin, kendisini rahatsız etmemesi için, bulunduğu odanın kapısını kilitleyip sür’atle yazmaya başladı. Yazma işiyle meşgûl iken aniden yanında bir kimseyi oturur hâlde gördü. Korkup heyecanlandı. Bunun üzerine o kimse yaklaşıp; “Korkma biz de senin gibi insanız. Seni ziyâret için geldik” dedi. 

Molla Şemseddîn, o zata bazı sorular sordu ve enteresan cevaplar aldı:

-Arab diyârının tamamı fethedilip, Osmanlı topraklarına katılacak mı? 

-Yavuz Sultan Selim Hân bu vazîfe ile vazîfelendirildi. Mübârek beldelerin hizmeti ona ve nesline verildi. 

-Sultan Selim’in saltanatı uzun sürer mi?

-Üç yıl vakti vardır. 

-Konağında oturduğum Halîmî Efendi ne zaman vefât eder?

-Şam’dan öteye geçemez, orada kalır.

-Ya benim ölümüm ne zaman olur?

-Kişiye kendi ölüm zamanını bilmek âdetullaha ters düşer. Hiçbir nefis nerede öleceğini bilemez.

-Ricâl-i gayb, Allahü teâlânın bildirmesiyle bilebilirler. Lütf edip de beni uyarınız!

-Allahü teâlâ bilir ama sen dahî Halîmî Çelebi ile bir günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze dahî zuhur eder. Selim Hân, üçünüzün de cenâzesinde hazır bulunur...

O zat, koynundan bir başlık çıkarıp Şemseddîn Efendi’ye; “Bu Selim Hân’a hediyemizdir. Ona iletin”, bir daha çıkarıp; “Bunu da Halîmî Çelebi’ye veresin” dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Efendi; “Bana bir hâtıranız olmaz mı?” dedi. “Sana da başımdakini vereyim” dedi. O zât Şemseddîn Efendi’ye başlığını verip hemen gözden kayboldu.


HEDİYE, PADİŞAHA ULAŞTI...

Şemseddîn Efendi, bu durumu Hasan Can’a anlatıp başlığı Selim Hân’a ulaştırması için verdi. Hasan Can da emaneti vermek üzere padişahın huzûruna vardı. Olanları anlatıp başlığı verdi. Selim Hân hediye başlığı eline alıp kokladı ve yüzüne saygı ile sürdü...

Olaylar aynen vuku buldu ve Yavuz Sultan Selîm Han; Halîmî Çelebi, Molla Şemseddîn ve saraydan bir hoca efendinin cenâze namazında hazır bulundu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri  buyuruyor ki:*


*Cenâb-ı Hak*, kendisiyle kulları arasındaki günahları *Affeder* veyâ *Cezâlandırır*. Bu, Rabbimizin bileceği bir işdir. 


Ama kulların, kendi aralarındaki günahlarda, mutlaka *Adâlet* olacakdır efendim. Yâni âhiretde, *Kul hakları* ndan, herkes hesâba çekilecek. 


Her müslümâna, *Sırat* köprüsünde, yedi yerde, yedi suâl sorulacak. *Îmân* dan, *Namaz* dan, *Oruç* dan, *Hac* dan, *Zekât* dan, *Gusül abdesti* nden ve *Kul hakkı* ndan. 

********

*Âlim* in mürekkebi, *Şehîd* in kanıyla tartılacak ve mürekkep *Ağır* gelecek. Ama hangi *Mürekkep?* Kitâbı yazmış, rafa koymuş, orada öylece duruyor. Hiç kimse bundan *İstifâde* etmiyor. 


Bu mürekkep *Tartılmaz* kardeşim. Tartılan mürekkep, milletin istifâdesine sunulan *Kitaplar* ın mürekkebidir. O hâlde, *Bizim kitaplar* ın mürekkebi tartılır ve *Ağır* gelir.


Bunun sevâbına, hem *Biz*, hem de *Bütün arkadaşlar* dâhildir kardeşim. Niçin? Bu kitapları dağıtdıkları için. İnsanlar *İstifâde* etdikleri için. 

********

Benim elime *Beş kuruş* geçse, bunu *Efendi* hazretlerinin *İhsânı* olarak biliyorum kardeşim. Büyüklerin maddî ve mânevî *Himmet* lerine kavuşmak, ancak böyle ifâde edilir. 


Binâenaleyh kavuşduğumuz bütün bu *Ni’met* ler ve *Seâdet* ler, hepsi, Efendi hazretlerinin *Himmeti* ve *Bereketi* dir. 


*Akıl*, her şeye ermez kardeşim, her şeyi anlamaz. Akıl, ancak bir *Rehber*, bir *Mürşid-i kâmil* buluncaya kadar işe yarar. Onu buldukdan sonra, akla mürâcaat etmek, *Ahmaklık* olur. 

********

*Peygamber Efendimiz*, bir gün mübârek ellerini duâya kaldırmış ve şöyle duâ etmiş: 


*Yâ Rabbî*, dünyâya umûmî bir *Felâket* gelecek olursa, beni temsîl eden bir *Cemâat* sağ kalsın, bu cemâat, âhirete kadar, *Beni* ve benim *Yolumu* temsîl etsin. 


İnsanlar bir *Yanlışa* düştükleri zeman, bu topluluktan biri onları *Îkâz* etsin, *Doğru yolu* göstersin.


Böylece insanlar, *Benim* ve *Eshâb* ımın doğru yolundan ayrılmasınlar, diye *Niyâz* da bulunmuş. Allahü teâlâ da bu niyâzı *kabûl* etmiş. 


*Mekkî Efendi*, zaman zaman bunu bize böylece anlatır ve ardından da; *Allah bilir ki, bu cemâat, bu topluluk, bu şanslı kimseler işte sizlersiniz!* derdi. Mübârek *Nûr* içinde yatsın.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Enver âbi*, çok sevdiği bir âbiye demiş ki: *Başarılı olmak istiyorsan, kendini (yok) bil. Kendinde bir (varlık) vehmetme, yoksa başarılı olamazsın!* 


Böyle demiş efendim. Kendisi anlatdı bana. Çok hoşuma gitdi, *Çok güzel* söylemiş. Hakîkaten öyledir. Allahü teâlâ buyuruyor ki: 


*Kulum benden ne isterse, ona o kapıları açarım, o yolu, ona kolaylaştırırım!* buyuruyor. Yâni kalbimizdeki istikâmet çok mühim kardeşim. 

********

*Kitap okumak*, dînini öğrenmek için *Şart* dır. Efendimiz aleyhisselâm, bir hadîs-i şerîfde buyuruyor ki: *İlm’in rütbesi, derecesi, bütün rütbelerin en yücesidir*. 


Bir hadîs-i şerîfde de Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *Bir âlimin ölümü, bir âlemin ölümü gibidir*. Yâni bir âlim vefât ederse, bütün *Âlem*, bütün insanlar *Ölmüş* gibi olur. 


Sadaka için verilen para, Allah yolunda *Gazâ* için verilen *Para* nın kıymeti yanında *Hiç* kalır. Gazâ için harcanan para da, *Emr-i mâruf* için harcanan *Para* yanında *Hiç* kalır. 


Tarîkate intisâb etmek *Müstehab* dır, vâcib olan, kalbin temizlenmesidir. Ahlâk bilgilerini, bizim *İslâm Ahlâkı* kitâbından okumak ise *Farz* dır. 


Velhâsıl, tarîkate girmek, *Müstehab*, kalbin temizlenmesi *Vâcib*, bizim İslâm Ahlâkı kitâbını okumak, öğrenmek ise *Farz* dır kardeşim. 

********

İnsanın iki *Zîneti* vardır efendim. Biri *Edeb*, diğeri de *Tevâzû* dur. Bu din, tamâmen edebdir. Başı da, ortası da, sonu da *Edeb* dir. 


Edeb, *Haddini bilmek* dir. Her kemâlât, her iyilik, *Tevâzû* dan meydana gelmişdir. 


Allahü teâlâ âhiretde, bu hizmetlerimizden dolayı, bana bir *Ni’met* verirse, yâni *Cenneti* ni nasîb ederse, derim ki: 


*Yâ Rabbî! Ben bu hizmetleri yalnız başıma yapmadım, bana yardım eden kardeşlerim vardı, onları da isterim*, derim.


Ve *Mahşer* meydanına dönerim. Bu hizmetlere iştirak eden bütün *Âbiler* in, bütün *Arkadaş* ların hepsini bir bir alır, onları *Başımın* üzerinde taşır, hep birlikte *Cennete* gireriz kardeşim.

Hasan-ı Basrî ve bir vezirin oğlu

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî hazretleri, bir gün arkadaşlarıyla birlikte yolda giderken vezirlerden birinin oğlu ile karşılaşır. Delikanlı, yağız atının üzerine kurulmuş, beraberinde de hizmetçileri, bütün ihtişamıyla yoluna devam etmektedir. Hasan-ı Basrî hazretleri yolun ortasında durarak gence şöyle seslenir: “ŞU İKİ SÖZÜ SATMAK İSTİYORUM”

“Ey vezir oğlu! Sizler her şeyi mal ve para ile değerlendirirsiniz. Size şu iki sözü satmak istiyorum, alır mısın? Bu sözler sizi aydınlık Allah yoluna sokacaktır.” Vezirin genç oğlu, “Peki kaça satacaksınız?” deyince Hasan-ı Basrî, “Birincisini bir, ikincisini de iki gümüş para karşılığında” der. Genç de “Tamam” deyince ilk sözünü söyler: 

“Ey vezir oğlu! Senin evin var mı?” diye sorar. “Var” cevabını alınca da, “Kendin mi yaptırdın, yoksa miras mı kaldı?” diye sorar. Delikanlı, “kendim yaptırdım” diye cevap verir. “Ne kadar zaman içinde yaptırdın?” sorusuna ise, “Epey uzun sürdü” karşılığını verir. “Neden her imkâna sahip olduğun halde çabuk bitirmedin?” deyince de, “Binanın taşlarını, ağaçlarını taşıyan hayvanlara acıdığım için fazla yük vurdurtmadım, bu sebeple inşaat gecikti” der.

Hasan-ı Basrî hazretleri “Ey genç! Mademki başkalarının hayvanlarına acıyarak fazla yük taşıtmaya razı olmuyorsun, neden öz nefsine acımayıp da onu dağlar kadar günah yığını altında eziyorsun?” buyurur.

Bu sözler vezirin oğlunun üzerinde büyük tesir yapar. Atından inerek Hasan-ı Basri hazretlerinin ellerine kapanır. Ardından da sabırsızlıkla “iki gümüşü hemen vereceğim, şu ikinci sözünü de hemen söyle” diye yalvarır. 

Hasan-ı Basrî hazretleri ikinci sözünü söylemek için;

“Yola koyulmuş böyle nereye gidiyorsunuz?” diye sorar. “Devlet reisine, bir memuriyet almak için gidiyorum” cevabını alınca, “Bak en değerli elbiseni giymiş, en enfes kokuları sürünmüşsün. Neden? Çünkü devlet reisi ve maiyetinde çalışanlara karşı mahcup olmak istemiyorsun. Şimdi sana sormak isterim. Yarın ölüp öbür dünyayı boyladığında omuzlarında taşıdığın bu kadar ağır günahlarınla ve kirli alnınla peygamberler ve gerçek mü’minler arasında Allah’a karşı hesap verirken utanmayacak mısın?..”

Vezirin genç oğlu hemen Hasan-ı Basrî hazretlerinin ellerine sarılarak “Allah” diye bir nâra atar ve oracıkta ruhunu teslim eder...

Felç hastası için duâ

 İmâm-ı Muhammed bin Sa’îd Busayrî hazretleri evliyanın büyüklerindendir. Kendisine felc hastalığı geldi. Bedeninin yarısı hareketsiz kaldı. Resûlullaha tevessül edip, insanların en üstününü öven meşhûr kasîdesini hâzırladı. Rüyâda Resûlullahı görüp huzurunda okudu. Resulullahın çok hoşuna gidip arkasından mubârek hırkasını çıkarıp, imâma giydirdi. Bedeninin felcli olan yerlerini mubârek eli ile sığadı. Uyanınca, bedeni sağlam gördü. Hırka-i se’âdet de arkasında idi. Bunun için, bu kasîdeye “Kasîde-i bürde” denildi.


İmâm-ı Busayrî sevinerek, sabâh namazına giderken, takva sahibi meşhûr bir zâta rastladı. Kendisine, kasîdeni dinlemek isterim dedi. Benim kasîdelerim çoktur. Hepsini herkes bilir dedi. Kimsenin bilmediği bu gece Resûlullaha okuduğunu istiyorum deyince, bunu hiç kimseye söylemedim. Nerden anladın dedi. O zat da, imâmın rüyâsını, olduğu gibi haber verdi.


Bu kaside, hastalara okununca, iyi oldukları, okunan yerlerin dertlerden, belâlardan emîn oldukları görüldü. İstenen faydasının hasıl olması için, inanmak ve hâlis niyyet ile orijinalinden, aslından okumak lâzımdır. Kasidenin aslı kitapçılardan temin edilebilir.