Cenab-ı Hak bir kapı kaparsa on kapı açar

 Hüseyin Bin said hazretleri Buyurdular ki:

Cenab-ı Hak bir kapı kaparsa on kapı açar. Onun dinine yardım edenlere muhakkak yardım eder.*Sâlih olan mümin, Ehl-i sünnet itikâdındadır. Harâmlardan sakınır. Bunlarda bir kusûru olursa, şartlarına uygun tevbe eder. Sâlih Müslüman olmak için, din bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarından öğrenmek lâzımdır. Câhil olan kimse, sâlih değil, Müslüman bile olamaz. Sâlih Müslümanın nasıl olacağını Seâdet-i Ebediyye kitâbımda uzun bildirdim.

Allahü teâlâ, kullarına merhamet ettiği zaman, Mürşid-i kâmil çok bulunur

 Hüseyin Bin said hazretleri Buyurdular ki:

Allahü teâlâ, kullarına merhamet ettiği zaman, Mürşid-i kâmil çok bulunur ve tanınmaları kolay olur. Kıyâmet yaklaştıkça, Allahü teâlânın kahrı, gadabı dahâ çok zuhûr edecek, Mürşid-i kâmiller azalacak, tanınmayacaklardır. Câhiller, sapıklar, zındıklar, din adamı olarak ortaya çıkacak, insanları aldatacak, felâkete sürükliyecekler. “Kâtı’ı tarîk-ı ilâhî” yani Hakka giden yolu kesiciler olacaklardır.Böyle karanlık zamanlarda îmânı ve din bilgilerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenenler kurtulacak, câhillerin, mezhebsizlerin yazdıkları uydurma din kitâblarının yaldızlı, heyecanlı kelimelerine aldananlar, doğru yoldan kayacaklardır. Yâ Rabbî! (celle celâlüh) Günâhlarımız büyük ve çok ise de, senin af ve magfiretin de sonsuzdur. Sevdiklerinin hürmetine bizi af ve magfiret eyle! Âmin.

Hakdan gayrisi ayrılık ve perişanlık yoludur

 Hakdan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perîşanlık yoludur.Hak teâlâdan başka, herneye tâbi’ olur, herneye tapınır, Onun yerine, herneyi sever ve hakîkî hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle berâber yanacakdır.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “kuddise sirruh”)

Sünnetleri kazaya niyet ederek kılmak

 Tenbellikle nemâz kılmıyanlar, senelerce kazâ borcu olanlar, nemâza başladıkları zemân, sünnetleri kılarken, o vaktin ilk kazâya kalmış kazâ nemâzı için niyyet ederek kılmalıdır. Bunların, sünnetleri kazâ nemâzı için niyyet ederek kılması, dört mezhebde de lâzımdır...sabâh nemâzından başka dört vakt nemâzın sünnetlerini ve Cum’a nemâzlarının ilk, son ve vakt sünnetlerini kılarken, kılınmamış farz nemâzını ve yatsının son sünnetini kılarken vitr nemâzını kazâ etmeğe niyyet ederek kılmalıdır. Böyle olduğunu isbât eden delîller, Hanefî âlimlerinin kitâblarında pek çokdur...Böylece her gün bir günlük kazâ ödenir. Terâvîh nemâzlarını kılarken de, kazâ niyyet ederek, kazâ kılmalıdır. Kaç senelik kazâ nemâzı varsa, buna, o kadar sene devâm etmelidir. Kazâlar bitince, yine sünnetleri kılmağa başlamalıdır...

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “kuddise sirruh”)

Ben sizin aranızda misâfirim

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, zaman zaman; *Ben sizin aranızda misâfirim, artık beni bulamazsınız*, buyururdu. Bu söz hoşuma gitmezdi. 


İçimden; *Niye böyle söylüyor ki?* derdim, şimdi anladım. Tabii ya, doğru söylermiş Mübârek. Hakîkaten öyle efendim. Hepimiz dünyâda misâfiriz.


Abdülhakim Efendi hazretleri son günlerinde, Ankara’da, *Fârûk Işık* beyin evinde kalırdı. *Nevzât*’ı tanırsınız değil mi? Fârûk beyin oğludur. Rüçhânın da âbisi.


Bir gün, ben Ankarada, oturuyordum evde, Yalnızdım. Kapı çalındı. Yukarıdan, pencereden bakdım ki *Nevzât* gelmiş. *Hilmi âbi, Efendi babam seni çağırıyor*, dedi. 


Allah Allah, *Abdülhakim Efendi hazretleri İstanbul’da, burası Ankara*, dedim. Ben iki hafta evvel İstanbulda idim. Kendileriyle oturdum. Ellerini öpdüm, sohbet etdim, dedim. 


Nevzât; *Vallahi bugün bize geldi*, dedi. Kapıdan girince; *Hilmi nerede?* diye beni sormuş Mübârek.


Nevzât; *Efendi babam seni çağırıyor*, dedi. Allah Allah, hemen giyindim, gitdim. Ben içeriye girer girmez, Abdülhakim Efendi hazretleri bana; *Hilmi bak! Ben ne hâle gel-dim? buyurdu. 


Bakdım ki, Efendi hazretleri iki hafta içinde çok değişmiş, zaîflemiş. İstanbul’dayken topluydu. Şimdi, bir Deri, bir Kemik kalmış. 


Her gün gel, beni boş bırakma! buyurdular. Vefât edene kadar, 15 gün Efendi’ye hizmet etdim. Gece-gündüz, devâmlı. Aynı odada berâber bulunduk. 


Fârûk beyin evi, Hacı Bayram câmiinin alt tarafında, ahşap, iki katlı, büyük bir Ev idi. Mevsim Kış idi. Salonda soba yanıyor, sobanın yanında da Yer yatağı yapmışlar. 


Efendi hazretleri, sobanın yanında, o yatakda yatıyor. Sobanın karşı tarafında sandalyeler dizili, Beş-on tâne. Misâfirler gelirse, orada otursun, diye. 


Ziyâretçiler geldiğinde, herkes karşıya, sandalyelere otururdu. Beni ise, kendi yanına, kendi yatağına oturturdu Mübârek. Hâlbuki misâfir gelmesi Yasak idi efendim. 


Polis yasak etmiş. Evin yanında bir de Polis kulübesi koymuşlar, gelenleri tesbît etsinler diye. Polis vardı kapının dışında. (devamı yarın)

Bir çok insanın hakikati görememesinin sebebi gözüdür

 Hüseyin Bin said hazretleri Buyurdular ki:

Bir çok insanın hakikati görememesinin sebebi gözüdür. Gözüne inanan, mübarek bir zatın kıyafetine, mesleğine bakarak yanılır, Onu dinlemez ve istifade edemez. Başdaki göze değil, kalbdeki göze tâbi olmak lazımdır, kalbdeki göz, doğruyu-yanlışı ayırır, kimin sevilip kimin sevilmeyeceğini bilir. Hakkı hak, bâtılı bâtıl bilir... Hiç kimsenin mesleğine veya kıyafetine bakarak karar verilmez, işin kaynağına bakılır, naklettiği bilgiyi nerden aldığına bakılır. Bedenin gıdasını iyi seçtiğimiz gibi ruhun gıdasını da iyi seçmeğe mecburuz. Bedene bozuk gıda alan dünyasını yıkar, fakat ruhuna bozuk gıda alan ahiretini mahveder. Pis borudan şifa gelmez. Suyun kaynağı da, geçtiği yolu da temiz olmalıdır.

Ankara rüzgârlı sokakta matbaa açılışından

1980' li yıllar...

Ankara rüzgârlı sokakta matbaa açılışından...

Ahirete intikalinin 12. yılında biz de Enver abimiz için Allahu Teala’dan  rahmet ve cenneti ala mekanlar dileriz.

"90" lı yıllarda Bandırma ziyareti hatırası

"90" li yıllarda Bandırma ziyareti hatırası:
Enver abimizin sağındaki Saim Şensöz abimiz Bursa'nın emiri idi. Hocamızın çok sevdiği bir talebesi idi. Solundaki de Recep Yamankaradeniz abimizdir.  Bursa'da yaşamaktadır. Allahu Teala geçmişlerimize rahmetler ihsan eylesin.

Koca kâinât herşeyi ile birlikde her an yok olup tekrar var oluyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu koca kâinât, herşeyi ile birlikde, bir ânın kaç katrilyonda birinde *Yok* oluyor, *Var* oluyor. Allahü teâlâ, bu kâinâtı bir yok ediyor, bir var ediyor. 


Ama her an, binlerce defâ Yok ediyor, sonra *Tekvîn* sıfatı ile Var ediyor, yaratıyor. Yâni bütün kâinat, yok olma ile yaratılma arasında gidip geliyor. 


Biz de, her an, binlerce defâ Yok oluyoruz, Var oluyoruz. Ama bu iş çok sür’atli olduğu için, hep *Var* gibi gözüküyoruz. 


Velhâsıl kâinâtda herşey, her an, binlerce defâ Yok oluyor, Var oluyor. Ama bir gün gelecek, *Yok* olacak, ama bir daha da yaratılmıyacak. İşte o zaman *Kıyâmet* kopacak. 

Efendim, Ankara’da Bağlum’da bulunuyorduk. Zelzeleden sonra gitmişdik. Arkadaşlar bizi görmeye gelmişler. *Kitap* okuduk, *Sohbet* etdik, büyüklerden bahsetdik. 


Büyüklerin *İsmi* nerede anılırsa, *Rûhları* orada hâzır olur efendim. Bakın *Gelir* demiyorum, çünkü zâten oradadır. İsmi söylenince irtibât başlar. Çünkü rûh zamansızdır, ruhda zaman yok. 


Yeter ki o büyüklerin *İsmi* anılsın. O anda irtibât kurulur ve istifâde başlar. Ne gibi? *Radyo* dalgaları her yerde var. Radyonun düğmesini çevirdiğin anda irtibat kuruluyor ve *Yayın* başlıyor, onun gibi.  


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri, kaç yüz sene evvel, açmış ellerini; *Yâ Rabbî, ne olacak bu gençlerin hâli? Bunlar başka şeylerle uğraşıyorlar*. 


*Allahım! Bana kuvvet ver, bana bir şey ihsân et ki, ben bu insanlara fâideli olayım. Bu gençlere yardımcı olayım, Cehennemde yanmasınlar*. 


Böyle yalvardı efendim. Günlerce, secdeye kapanıp cenâb-ı Hakka duâ etdi, yalvardı. 


Çünkü onlar, kalb gözleriyle *görürler* efendim. Cenneti, Cehennemi görüyorlar. *Mahşer* meydanında halkın sıkış sıkış olduğunu, Cehennemdeki *ateşi* görüyorlar ve ciğerleri parçalanıyor.

MÂŞİTE VE ASİYE HATUNLARIN SABRI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Ey aziz: Sabır, gayet güzel bir sıfattır ki kişiyi sevince iletir. Musibete sabredenleri, belâya sabredenleri öğrendikten sonra, Hak teâlâ yolunda nasıl can verdiler, onu da anlatayım:  


Firavunun hazinedarının Mâşite adında karısı vardı. Firavunun kızının dadısı idi. O Mâşite hatun, Musa peygamber aleyhisselâma imân etmişti. Allâhu Teâlâ’yı tevhid eder ve Musa aleyhisselâmı gerçek peygamber bilirdi. Bir gün, hamamda Mâşite hatun Firavunun kızının saçlarını tararken tarak elinden düştü. Eğilip tarağı alırken: “Bismillah! Allah’ı inkâr edene lanet olsun.” Yani: (Allah’a imân etmeyenler helak oldu.) dedi. Firavunun kızı, onun bu sözlerini duydu ve: “Yâ Mâşite, dedi. Ne yaramaz bir söz söyledin. Benim babamdan başka Tanrı var mı ki, böyle dersin? Varayım, babama söyleyeyim de seni cezalandırsın. 


Gerçekten, hamamdan çıkar çıkmaz meseleyi babasına anlattı. Firavun derhal Mâşite hatunu çağırttı ve azarlayarak sordu: “Sen böyle bir söz söylemişsin.” – “Evet, söyledim. Allâh birdir ve Musa aleyhisselâm hak peygamberdir.” Firavun, onu adamlarına yakalattırdı, türlü cezalar verdi ve bu sözünden dönmesini teklif etti, Mâşite hatun, dönmedi ve imanında ısrar edip bütün işkencelere tahammül etti.  


Sonunda onu çarmıha gerdiler ve kızgın güneşin altına bıraktılar, su vermediler. Hepsine sabretti, sözünden dönmedi. Nihayet, iki yavrusunu getirdiler. Büyük olan kızını, annesinin gerildiği çarmıhın önünde ve kanları annesinin ağzına akacak şekilde boğazladılar. “Gel, bu sözden dön kurtul, dediler. Kadıncağız, bu cefaya ve musibete de sabretti: “Lâ ilahe illallah Musa Kelimullah” diye diretti. Bu defa henüz memede bulunan küçük kızını da getirdiler, anasının göğsü üzerine bastırdılar. Yavrucak, meme emmek için anasının kucağına aldığını sandı, iki minik elleriyle anasının memesine yapışmak istedi, pembe dudaklarını uzattı. 


Tam bu sırada, şeytan-ı lâiyn geldi yetişti: “Yâ Mâşite! Şu zavallı yavrun olsun kurtulsun, hem de tatlı canından olma! O sözden vazgeç, hiçbir şey lâzım gelmez, sen yine bildiğini yaparsın. Yeter ki, sen ve yavrun kurtulunuz, diyerek kadıncağızı o halinde imanından ayrılmağa zorladı. O âhiret hatunu ağladı, ağladı ve bir ân şeytanın hilesine kapılır gibi oldu ve: (Evet, ben sözümden döndüm) diyeceği sırada, Hak teâlâ keremiyle o mini mini yavruya dil verdi: “Ey anacığım, diyordu o masum yavru. Sabret, inleyip ağlama! Hak teâlâ, senin için bir saray yaptırdı, o sarayda huriler ve gılmanlar sana müştaktır. Sabret ve Allah'ın rahmetine ulaş.”  


Mâşite hatun, yavrusunun bu ikaz ve ihtarı üzerine artık sesini çıkarmadı. O yavrucağı da anasının ağzında boğazladılar, kadını ve kocasını da içi su dolu bir kazana koydular ve altını ateşlediler. Su, fokur fokur kaynadı: “Bu sözden vazgeçin, sizi kurtaralım. Yoksa, erir gidersiniz, dedilerse de ikisi de aldırmadılar. Lâ ilâhe illallah Musa Kelimullah diyerek imanlarını izhar ve ilân ettiler. Bunun üzerine, kazanı öyle kaynattılar ki, bunların ne eti kaldı ne derisi, hep su oldular, eriyip geçtiler ve vardılar Hak teâlâ hazretleri katında hesapsız ecir buldular. Nitekim Hazret-i Hak azze ve celle buyurur: “Ancak; hicrete, mihnete ve tâat meşakkatine sabredenlerin ecri hesapsızdır.”  İş bu kadarla da kalmadı.


Firavunun karısı Asiye de Hz. Musa aleyhisselâma imân etmişti. Dünyadan bâkire olarak gitti. Çünkü, Hak teâlâ cinnilerden birisini onun suretine koymuştu, tıpkı tıpkısına Asiye'ye benzer yaratılmıştı. Asıl Asiye ise Firavunun yanma hiç sokulmaz, Firavun karısı sanarak hep cin ile düşer kalkardı. Asiye, Firavunun Mâşite hatuna, kocasına ve kızlarına yaptığı zulme çok yanmış, çok üzülmüştü. Din gayreti de galip gelmiş ve bu çirkin cinayetten sonra sarayına dönerek, büyük bir mâ'rifet yapmışçasına sedire yan gelen Firavuna:  “Ey bedbaht, demişti. Sen, bu halkın gerçekten en bedbahtı oldun Mâşite'yi, kocasını ve yavrularını feci şekilde öldürttün. Oysa, onların hepsi de günahsız ve masum idiler. Firavun, kulaklarına inanamıyordu: “Yâ Asiye! Sen de mi? diyordu. Sen de o din üzerine misin? Yoksa, aklını mı kaçırdın, deli mi oldun?”  


Artık, saklanacak ve gizlenecek bir tarafı kalmamıştı. Asiye, nefretle isyan etti: “Ben deli değilim, dedi. Sen de ben de yerin ve göğün bütün yaratılmışları da hepimiz o tek olan Allâhın kullarıyız. Hepimizin Allâhı birdir, ondan başka ilah yoktur. Sen ve ben, âciz birer âdemoğluyuz. Ama, asıl deli sensin ki, Allâhdan korkmuyor, peygamberinden de utanmıyor ve Tanrılık dâvasına kalkışıyorsun. Firavunun kan tepesine çıkmış, gözleri kan çanağı gibi olmuş ve sanki çılgına dönmüştü. Emir verdi ve Asiye’yi de yakalattı. Büyük bir tahta getirtti, Asiye'yi ellerinin ayaların dan ve ayaklarının ökçelerinden o tahtanın üzerine mıhladılar ve götürüp damda kızgın güneşin altına bıraktılar. Firavun, günde birkaç sefer gelir ve sözünden dönmesi için bazan yalvarır, bazan tehdit ederdi: “Gel bu sözden dön, seni yine kabul edip, salıvereyim yine sarayımın sultanı ol, yoksa bu azap içinde kalırsın der. 


Asiye, bütün bu zahmet ve meşakkatlere sabreder ve Rabbine şükrederdi. Nihayet, vücudunda yer yer yaralar peydah oldu, yaralarına kurtlar üşüştü, tenini yemeğe başladılar, güneş sıcağı ve susuzluk ciğerlerini kavurmağa başladı. Mukavemetinin gittikçe azaldığı bir sırada, Hak teâlâ gözlerinden hicabı kaldırdı ve ona cennetteki makamını gösterdi ve kendisine melekler göndererek selâmını bildirdi, hatırını sordurdu ve onu teselli etti. Melekler geldiler: “Hak teâlâ, sana selâm eyledi. O, benim için güneş altında bunca mihnet ve meşakkatlere katlandı, aç ve susuz zahmetler çekti hepsine sabretti ve imanından dönmedi. Bu şarabı içsin ve yüreği tazelensin, benim Hazretime gelsin ve kendisi için neler hazırladığımı görsün buyurdu, dediler. Asiye Hatun da meleklerin elinden cennet şarabını içti ve ruhunu hakka teslim eyledi, İbn-i Kisan der ki: “O hatun, sabrı bereketiyle cennete dahil oldu, halen cennet yiyeceklerini yer ve şaraplarından içer. (Kevâşi tefsirinde böyle zîkr olunmuştur.) Hem, o Asiye hatun âhirette Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerine hatun olacaktır.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

İnsan hanımını severse onun her halini güzel görür

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hazret-i Ömer* zamânında bir müslümân, hanımıyla geçinemezmiş kardeşim. Bir gün yine onunla tartışdıkdan sonra, hışımla evden çıkıp, hanımını şikâyet etmek üzere halîfe hazret-i Ömere gitmiş. 


Tam kapısını çalacakmış ki, içeriden avaz avaz bağıran bir *Kadın sesi* duymuş. Meğer hazret-i Ömerin hanımıymış o bağıran. *Allah Allah!* demiş kendi kendine. 


Ben ne için geldim, ne ile karşılaşdım. Tam kapıdan dönüyormuş ki, hazret-i Ömer görüp çağırmış o adamı ve niçin geldiğini sormuş. 


O, söylemek istememiş tabii. Ama Halîfe ısrâr edince söylemiş mecbûren. Hazret-i Ömer, o kimseye nasîhat etmiş. Demiş ki: 


Zevcemin, benim üzerimde çok hakkı var. Öyle ki, onun bana hizmetlerini saymakla bitiremem. Onun için bu gibi durumlarda susar, cevap vermem. 


Hem sonra namazını kılan ve nâmûsunu koruyan bir hanım, *Sâliha* hanımdır. İnsan hanımını severse, onun her hâlini *Güzel* görür. Çirkinliklerini görmez. 


Hattâ hoş olmıyan hâllerinden bile *hoşlanır*. Ayrıca ben, hanımımı çok seviyorum. Sen de öyle ol. Hanımını seversen, râhat edersin. Böyle nasîhat etmiş efendim.


Hazret-i Ömerin bu sözleri adama te’sîr etmiş olacak ki, hanımıyla artık hiç *Kavga* etmemiş. Hattâ onu sevmiş ve *Gül* gibi geçinip gitmişler. 


Yâ kardeşim, hazret-i Ömerin buyurduğu gibi, insan her şeye rağmen hanımını sevmeli. Evliliğin temeli, karşılıklı *Sevgi*’dir. Eğer bu sevgi varsa, o ev *Cennet* olur. Sevgi yoksa, *Cehenneme* döner. 


İnsan hanımını severse, onun her hâlini *Güzel* görür. Çirkinliklerini görmez. Nitekim büyükler; *Haselel ülfet, batalel külfet!* buyurmuşlar. 


Ne demek bu? Yâni *Ülfet* hâsıl olursa, *Külfet* bâtıl olur. Ülfet, muhabbet demekdir. Külfet de, hoşa gitmiyen hâllerdir.