Suretlerin değişmesi

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Bütün ölülerin kabirlerinden doğrulup kalktıkları vakit, biz ne suratla kalkacağız, ondan hiç haberimiz yoktur. Şunu iyi bilmelidir ki, dünyadan ne sıfat ile gitmişsek, aynı sıfatla kalkacağız. Zira. Mu’ az ibn-i Cebel radıyallahu anh, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden sordu:  

— Yâ Resûlallah! Haber ver o günden ki, İsrafil aleyhisselâm sûru üfler, ölenlerin hepsi mezarlarından doğrulup kalkarlar. Acaba bu hal o gün nice olacaktır?  

Hâtem-en-Nebiyyin efendimiz hazretleri, saadetle buyurdular:  

— Ne azim günden sordun yâ Muaz!  

Mübarek gözlerinden yaşlar akıtarak devam eylediler:  

— Siz, o gün kabirlerinizden kalkıp muhtelif cemaatler halinde bir yere varırsınız ki, o yerin adı SAHİRE' dir. Benim ümmetim on bölük olur ve her biri bir suretle mahşer yerine gelirler. Kimi, dolunay gibi yüzü nurlu olur. Kimisi maymun, domuz suretinde bulunur. Bazıları, baş aşağı ve yüzleri yerlerde sürünerek gelirler. Bir kısmı, dillerini çiğneye çiğneye, göğüsleri üzerine sarkmış, ağızlarından irinler akarak gelir. Kimisi, elleri ve ayakları kesik, ateşten ağaçlara asılmış gibi ve köpek leşinden daha fena kokar halde gelir. Kimi sağır olarak, kimisi de katrandan cübbeler giymiş halde gelirler.  


Ey aziz: Bu suretlere dönen ve belâlara uğrayan insanlar da bizim gibi “Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” derlerdi. Günde beş vakit namaz kılarlardı. Yılda bir ay oruç tutarlardı. Cuma namazı ile yılda iki kere bayram namazlarını da kılarlardı. Gücü yeten hacca giderdi. Fakat, o kötü, çirkin ve yaramaz huyları, onların ibadet ve tâ'atlerini ve bütün güzel amellerini hiç etmiştir. Bunların ne sebeple böyle değişik şekillere döndükleri ve bu belâlara neden uğradıkları sorulacak olursa, onun cevabını da vereyim ve gerçeği sana bildireyim ki, var sen de ona göre davran ve bu gibi kötü huyların ve sıfatların varsa terk et, yoksa El-hamdülillah de ki, Mevlâ seni bu kötü ve çirkin huylardan ve sıfatlardan korumuştur.


Bilmiş ol ki, yüzleri ayın on dördü gibi nurlu ve parlak olan, buraklara bindirilen, önlerinden ve arkalarından melekler koşuşturan, tekbir ve salâvat ile mahşer yerine getirilenler peygamberler, Hak velileri ve muhlislerdir. Yani, amellerini ihlâs ile yapanlar ve bu ihlâstan hiç ayrılmayanlardır.  


1 - Maymun yüzüne dönmüş olarak getirilenler, dedikoducular yani bir kişiden işittiklerini, başka bir kişiye söyleyenlerdir.  


2 - Domuz yüzüne dönmüş olarak getirilenler, haram yiyenler.  


3 - Baş aşağı ve yüzleri yerlerde sürünerek getirilenler, parasını faize verenler, yani faiz yiyenlerdir.  


4 - Gözleri kör olarak getirilenler, hükmünde zulmederek haksızlık edenlerdir. Haksızlık edenler, ister evlerinde bulunanlara haksızlık etmiş olsun, isterse kadı, naip veya bey olsun, madem ki hükmünde meyli haksızlıktır, o kimseler zalim muamelesi görürler.  


5 - Kulakları sağır olarak getirilenler, yalnız kendi amellerini görüp beğenen ve kendisini iyi bir insan olarak tanıyan ve: (Benim gibi kişi nerede vardır?) diyenlerdir. Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz hazretleri: “İyi amellerde gururlanmaktan, Allahu teâlâya sığınırız.” buyurmuşlardır.  


6 - Dillerini çiğneye çiğneye getirilenler, halka nasihat ettikleri halde kendileri tutmayanlar, sözleri işlerine uymayanlar, birine olan kin ve garezi üzerine yanlış fetva verenlerdir.  


7 - Elleri kesik olarak getirilenler, komşularını incitenlerdir.  


8 - Ateşten ağaçlara asılı halde getirilenler, halkı alaya alan ve herkesle eğlenenlerdir.  


9 - Köpek leşi gibi kokarak getirilenler, nefislerine uyanlar ve nefislerinin muradını gözetenler; malının, koyununun ve sığırının zekâtını ve öşrünü vermeyenlerdir.  


10 - Katran cübbe giydirilerek getirilenler, kibirlilik edenlerdir.  


Bunlar, bu saydığımız hallerle mahşer yerine getirildikten sonra, Hak celle ve âlâ, bunların her birinin cehennemin derekelerine (çukurlarına) sürülmelerini ve orada azap ve işkence görmelerini irade buyurur ve bu emri ilâhi derhal yerine getirilir. Şeyh Sâfi rahmetullahi aleyh hazretlerine: “Abese Sûresinde “O gün insan kardeşinden, ana ve babasından kaçar.” buyurulmuştur. Halk, kıyamet gününde birbirinden neden kaçar?” diye sordular.


Hazret-i Şeyh buyurdu ki: “Onların gönülleri, dünyada iken değişmiş her biri, bir türlü canavar sıfatı ile sıfatlanmışlardır. Sağlıklarında, çalışarak bu çirkin ve kötü sıfatları gidermediler. Nihayet, mahşer yerine bu suretle getirildiler, halk bunları korkulu birer canavar suretinde gördüğü için, onlardan kaçar. Bazı Hadis-i şeriflerde de böyle buyurulduğuna göre, bu cevap gerçeğe uymaktadır.”  


İmam-ı Gazali rahmetullâhi aleyh de ÎHYA-Î ULÛM'unda şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde bu halk, yirmi bölük olacak ve her biri birer canavar suretinde görünecektir. Yalnız, bir bölük ay ve güneş gibi yüzleri nurlu ve parlak olarak haşrolacaktır.  


Ey biçare: İçini ve dışını arıtmaya bak! Suretin bir türlü, siyretin bir türlü olmasın ki, kaç keredir tekrarlıyorum, için dışına döner, gizlilerin aşikâr olup rezil olursun. Şimdi ey aziz: Yukarıda da geçti, duydun. Beni-İsrail zamanında birçoklarının suretleri değişti. Kimi maymun, kimi domuz gibi oldular. Eğer, senin suretin şimdilik değişmediyse, gönlünün sureti değişmiştir ama senin haberin yok, ileride haberin olacak ve çaresiz olacaksın. 


Beni-İsrail zamanında, birçoklarının suretleri sağlıklarında değişmişti. Haberlerde gelir ki, bir gün Musa peygamber aleyhisselâm bir yerden geçerken gördü ki, bir kâfir bir domuzun boynuna bir ip takmış, çekip götürüyor. Domuz, Musa aleyhisselâmı görünce yaklaşmaktan çekindi ve olduğu yerde kalakaldı. O kâfir, elindeki değnekle domuza birkaç kere vurdu ve evine götürmek istedi. Domuzun hali Musa aleyhisselâmın dikkatini çektiğinden seslendi:  

— “Yâ kâfir, bırakıver şu domuzu. Görelim neyler?”  

Kâfir, domuzu serbest bıraktı ve domuz geldi Musa aleyhisselâmın ayağına düştü ve gözlerinden yaşlar akıtarak yüzünü ayağına sürdü. 

Kâfir dedi ki:  

— “Yâ Musa! Bilir misin bu kimdir? Bu, senin dostun idi ve sen onu çok severdin. Senin yakınlarından idi. Biraz önce, benimle konuşur ve bana nasihat ederken, birdenbire şekli değişti ve bu hale geldi. Ben de tuttum, boğazına bir ip taktım götürüp keseceğim.”  

Musa aleyhisselâmın yüreği yandı ve derhal ellerini açarak hakka niyaz etti ki, onun suretini yine insana döndürsün.  

Hitab-ı izzet geldi:  

— “Yâ Musa! Onun bu suretini değiştirmeyiz. Sen bilmiyorsun ama ben biliyorum. Onun gönlü, sana doğru değildi. Senden söz öğrenir, gider halka söylerdi, onunla nefsinin isteklerini temin ederdi O, daima senin ve benim sözlerimizi nefsine âlet ederdi. Senin yanına gelip gitmesi de nefsinin muradı içindi. Bunun için kendisine hışım ettim ve onun suretini döndürdüm. Bu suretle ölsün, gitsin.”  

Şimdi ey aziz: Bu kıssadan, ilmi nefislerine âlet eden âlimlere haylice korku vardır.  

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

İSLÂM MEDENİYETİ

“Dünyâ tarihlerinin sözbirliği ile överek yazdığı gözleri kamaştıran islâm medeniyetini, Kur’ân-ı kerime uyanlar meydâna getirdi. Bugün Avrupa, Amerika ve Rusyada fen ilerledi, dev sanayi kuruldu. Ay yolculuğuna başlandı. Fakat, hiçbirinde huzûr sağlanamadı. Patronların isrâfı ve sefâheti, işçilerin sefâleti giderilemedi. Komünistlerde devlet, milleti sömürdü. Milyonlarca insan, buğaz tokluğuna, aç, çıplak çalıştırıldı. Zâlim, kan dökücü bir azınlık, bunların sırtından yaşadı. Sarâylarda zevk ve safâ sürüp, her kötülüğü yaptılar. Kur’ân-ı kerîme uymadıkları için râhata, huzûra kavuşamadılar. 


Medeni olmak için, fende, teknikte onlara benzemek, onlar gibi çalışmak, başarmak lâzımdır. Çünkü, Kur’ân-ı kerim ve hadîs-i şerîfler, fende, sanatta ilerlemeyi emrediyor. Meselâ, ibni Adî ve Münâvînin ‘rahmetullahi teâlâ aleyhimâ’ bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, fende ilerliyen, sanat sâhibi olan kulunu elbette sever) ve (Hâkim-i Tirmüzî) ve (Münâvî)deki hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, kulunun sanat sâhibi olduğunu görmeyi elbette sever) buyuruluyor. 


Fakat, medeni olmak için, yalnız bunu başarmak yetişmez. Kazanılan nimetlerin, adâletle paylaşılması, çalışanın emeğine kavuşması lâzımdır. Bu adâlet de, ancak Kur’ân-ı kerime uymakla elde edilir. Bugün Avrupa, Amerika ve Rusya, islamiyete uygun olarak çalışdıkları işlerinde, kazanıyorlar. Fakat, kazançlarını Kur’ân-ı kerîmdeki adâlet esâslarına göre paylaşmadıklarından râhata, huzûra kavuşamıyorlar. Sınıf mücâdelesinden kurtulamıyorlar. 


İslamiyete uymayanlar, asla mesut olamaz. Uyanlar, müslüman olsa da, olmasa da, inansa da, inanmasa da, uydukları kadar, dünyâda faydasını görür. İnanarak uyanlar ise, hem dünyâda, hem ahirette faydasını görürler. Dünyâda, rahat, huzur içinde yaşarlar. Ahirette de, saadet-i ebediyeye, sonsuz nimetlere kavuşurlar. Bu sözün doğru olduğunu tarih de, günlük olaylar da, açıkça göstermektedir. Bundan anlaşılıyor ki, müslümân olsun olmasın, İslâm dininin gösterdiği yolda ilerlemeyenler, ayrıldıkları kadar, zarara, felakete sürüklenirler.


Allaha iman, Allah korkusu ve islâm dini, maddi meselelerde âciz kalan insanlara ümit ve çalışma azmi verecek sebeplerdir. Ekonomik ve teknik terakkîlerin faydalı olabilmesi için, manevî kuvvete de ihtiyaç olduğu görülmektedir.”


[Hak Sözün Vesîkaları]

Beş vakit kılınan namaz, insanı kötülüklerden alıkor

 Beş vakit kılınan namaz, insanı kötülüklerden alıkor. Ama bir şartla.Doğru kılmaktır. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla beraber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır.Büyüklerimiz; (Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır) buyuruyorlar.Sonsuz ihsan sahibi olan yüce Rabbimiz, görünüşü hakikat olarak kabul edebilir.Bazıları; (Böyle bozuk namaz kılacağına, hiç kılma) diyorlar.Çok yanlış. Bu sözü din düşmanları çıkarmıştır. Bu sözün doğrusu; (Böyle bozuk kılacağına doğru kıl) demelidir.

(Mevlana Halid-i Bağdadi “kuddise sirruh” hazretleri)

Dünya nedir?

 Yavrum! Bu, pek kötü olduğu bildirilen dünya, nedir biliyor musun? Dünya, seni, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyler demektir.Mesela kadın, çocuk, mal, rütbe, mevki düşüncesi, Allahü teâlâyı unutturacak kadar aşırı olursa, dünya olur.Çalgılar, oyunlar, faydasız, boş şeylerle vakit geçirmek, kumarlar, kötü arkadaş, kötü ve zararlı kitap, mecmua ve romanlar, bunun için hep dünya demektir.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

ATEŞ NASIL YANAR?

“Bilgisi olmayan kimse, ateş yakıyor sanır. İlk okulu bitiren bir kimse, (ateş yakıyor) sözünü beğenmez. Hava yakıyor der. Orta okulu bitiren de, bunu kabul etmez. Havadaki oksijen yakıyor der. Liseyi bitiren, yakıcılık oksijene mahsus değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır der. Üniversiteli ise, madde ile birlikte enerjiyi de hesaba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin içyüzüne yaklaşılmakta, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmaktadır.


Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka birşey yapmaz. Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene, oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini sağlayan, ateş değildir. Doğruyu göremeyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan, yanma tepkisini yapan, ateş değildir. Oksijen de değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahü teâlâdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmıştır.”


[Herkese Lazım Olan Iman]

Aslında hepimiz hastayız

 Hastalığını kabûl edene, *Tedâvî* kolay olur. Hastalığını *İnkâr* edene, bir şey yapamazsınız. Neden? Çünkü, *Ben hasta değilim*, diyor. Aslında hepimiz hastayız kardeşim. 

Bunu, Allahü teâlâ bildiriyor Kur’ân-ı kerîmde. Eûzü billâhi mineş şeytân irracîm, *Fî kulûbihim maradun*. Yâni, kalplerinde hastalık vardır. 

Allahü teâlâ buyuruyor ki: *Kullarımı ben yaratdım, kalplerini de hasta yaratdım*. Böyle buyuruyor Allahü teâlâ.


(Hüseyn Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh")

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hiçbir *Hizmet* yokdur ki, karşılığında *Acı* ve *Izdırap* olmasın. Bir hizmetde acı ve ızdırap ne kadar *Çok*’sa, o hizmet o kadar uzun *Ömür*’lü olur. 


Meselâ Peygamber aleyhisselâm, gelmiş ve gelecek bütün insanların çekdiği *Acı* ve *Izdırap*’dan en büyüğünü çekdi. Nitekim kendisi;


*Benim çekdiğimi, peygamberler dâhil, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlar dâhil, hiç biri çekmedi*, buyurmuşdur. 


Eğer bir yerde Allahü teâlânın dînine *Hizmet* varsa, her mü’minin bu hizmete *İştirak* etmesi *Farz*’dır kardeşim. 


*Farz*, yâni *Allahın Emr*’i. Ve bu farz, *Üç* şekilde îfâ edilir. Birincisi, *Fiilen* iştirak eder. İkincisi, *Mâlen* iştirak eder. 


Yâni kendisi yapamasa da, mâlen *Destek* verir. Üçüncüsü de *Duâ* eder. *Yâ Rabbî ben yapamıyorum, sen bunlara yardım et!* der. Yine *Cihâd* sevâbı alır. 


Bu zamanda *Namaz* kılmak, alâmet-i *İslâm* olmuşdur. Yâni namaz, *Mü’min* ile *Kâfir*’i ayıran bir *Fark* hâline gelmişdir, *Alâmet* olmuşdur. 


Abdülhkim Arvasi Efendi hazretleri de, zaman zaman; *Bir vakit namâzım kazâya kalacağına, bin kere ölmeyi tercîh ederim*, buyururdu Mübârek. Namaz o kadar mühim kardeşim. 


Elhamdülillah, *Kitap*’larımız dağılıyor kardeşim. Bu, çok büyük bir *Hizmet*. Siz yapıyorsunuz bu hizmeti. Bu hizmeti yapanlar, Peygamberlik *Vazîfe*’sine tâlip olmuşlardır. Hattâ Onun *Vâris*’i olmuşlardır. 


Çok kıymetli hizmet çünkü, çok mübârek hizmet. Bir ni’met ne kadar *Kıymet*’li ise, onun düşmanı da o kadar *Kavî* olur. Kimdir o düşman? İnsanın *Kendi*’si, yâni *Nefs*’i.

İbni Teymiyye'nin dalâlete düştüğü yerler

Sual: İbni Teymiyye hangi temel hususlarda Ehl-i sünnetten, doğru yoldan ayrılmıştır?

Cevap: İbni Teymiyye'nin Selef-i sâlihînden ayrıldığı yerler hakkında Tâcüddîn-üs-Sübkî hazretleri buyuruyor ki:

"1- Talak vaki olmaz, yemin keffareti vermek lazımdır diyor.

      2- Kılınmayan namazı kaza etmek lazım değildir diyor.

      3- Suda fare gibi hayvan ölünce necis olmaz diyor.

      4- Cünüp olanın, gece gusül etmeden nafile namaz kılması caizdir diyor.

      5- Allahü teâlâ zerrelerden yapılmıştır diyor.

      6- Kur’ân-ı kerim, Allahü teâlânın zatında yaratılmıştır diyor.

      7- Âlem, yani her mahluk, nevi ile kadimdir, sonsuzdur diyor.

      8- Allah, iyi şeyleri yaratmaya mecburdur diyor.

      9- Allahü teâlânın cismi ve ciheti vardır ve yer değiştirir diyor.

      10- Cehennem ebedî, sonsuz değildir, sonunda söner diyor.

      11- Peygamberlerin masum, günahsız olduklarını inkâr ediyor.

      12- Resûlullah efendimizin diğer insanlardan farkı yoktur. Onu vasıta kılarak dua etmek caiz olmaz diyor.

      13- Resûlullah efendimizi ziyaret etmeye niyet ederek Medine şehrine gitmek günahtır diyor.

      14- Peygamber efendimizden şefaat istemek için gitmek de haramdır diyor.

      15- Tevrat ve İncil'in kelimeleri değil, manaları değişmiştir diyor.”

Bazı âlimler, yukarıda bildirilenlerin çoğu ibni Teymiyye'nin sözü değildir dedi ise de, Allahü teâlânın ciheti olduğunu ve parçaların birleşmesinden meydana geldiğini söylediğini inkâr eden yoktur.

İbni Teymiyye'yi savunan ve bilhassa "Vâsıta" kitabını bastıranlar var. Bu kitap, onun Kur’ân-ı kerime, hadis-i şeriflere ve icmâ'ı müslimine uymayan fikirleri ile doludur. Okuyanlar arasında büyük fitne ve bölücülük uyandırmakta, kardeşi kardeşe düşman etmektedir. Hindistan'daki Vehhabiler ve başka İslam memleketlerinde, bunların tuzaklarına düşmüş cahil din adamları, ibni Teymiyye'yi kendilerine bayrak yapmışlar, ona "Şeyh-ul-islâm" gibi isimler takmışlar. Onun bozuk fikirlerine ve yazılarına din ve iman diye sarılıyorlar. Müslümanları parçalayan, İslamiyeti içeriden yıkan bu feci akıntıyı durdurmak için Ehl-i sünnet âlimlerinin onu reddeden, kitaplarını okumalıdır. Bu kitaplardan Takıyyüddîn-üs-Sübkî hazretlerinin, "Şifâ-üs-sikâm fî-ziyâreti-hayril-enâm" kitabı, ibni Teymiyye'nin bozuk fikirlerini yok etmekte ve yayılmasını önlemektedir.

Rabbime karşı samimiyim

 *Enver ağabeyimiz rahmetullahi aleyh” Buyurdu ki:

*Bu dünyada insan sıkılmıyorsa, o zaman gerçek hayatı tanımıyor demektir.* İnsanların dünyadaki hayatı ana rahmindeki çocuk gibidir. Hayatın üç safhası var çünkü. Ana rahmindeki hayat, dünyadaki hayat, ondan sonra âhiret hayatı. *Vazgeçemediğimiz bazı şeyler vardır, şayet vazgeçersek mahvoluruz. Bir tanesi kalite, vazgeçemezsin.* Kalite yoksa ben yokum. *İkincisi ihlâs, yoksa ben yokum.* Yani yaptığımız işi Allah için yapmak, Türkçe’si samimiyetle yapmak. Allah samimi insanları sever, ikiyüzlü insanları, sahtekârı sevmez. *Üçüncüsü de, kimliğimizi mutlaka koruyalım, kaybetmeyelim.* Kimlik yoksa ben niçin burada durayım? Ben kimliğimi korumak istiyorum. Ben Müslümanım ve Türküm, samimiyim. Kime karşı? Rabbime karşı samimiyim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

(Fotoğraf da görünenler Merhum hocamız Hüseyin Hilmi Işık Efendi ve damadı merhum Enver Ören ağabey)

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O büyükler öyle *Büyük*’dür ki, meselâ *İmâm-ı Mâlik* hazretleri bir hadîs-i şerîf okuyacağı zaman, kürsüden iner, *Edeb*’le oturur ve öyle okurdu. 


Okumaya başlarken; *Kâle Resûlullah!* deyince, rengi *Sararır*, bedeni *Titrerdi*. 


Bu zamanda halk *Câhil* kardeşim, bilmiyorlar. Mezhebsizler de bu zavallıları aldatıyorlar. Bizim *Kitap*’lar sâyesinde insanlar *Doğru*’yu öğreniyor, mezhebsizlere aldanmıyorlar kardeşim. 


*Sizin kitaplar geldi, artık aldanmıyoruz!* diyorlar. Her yerden, bize böyle müjde haberleri geliyor. Onun için Rabbimize *Şükr*’ediyoruz.  


Gençler bu kitapları alınca, okuyacaklar, anlıyacaklar. Ne büyük *Ni’met*, ne büyük *Seâdet*. Şimdi burada da mü’minler toplanmış, ne güzel şey. Acabâ dünyâda böyle bir *Yer* daha var mı? 


Ne *Güzel* yâ Rabbî! Elhamdülillah. *Mektûbât*’da birinci cildde *204*.cü mektup var. Bunu hepiniz okuyun. Yarım sahîfecik, çok *Güzel* bir mektup.


Tam bu zamana göre. *Kâfir*’lere hiç cevap vermiyeceğiz kardeşim, hiç. İşte o mektûb, bu zamana göre *Nasıl* hareket edeceğimizi gösteriyor. 

● ● ● 

*Mir’ât-ı kâinât*, büyük bir târih kitâbıdır. Abdülhakîm Efendi hazretleri bana; *O kitâbı al, oku!* buyurdu. Efendi hazretlerinin emriyle aldım. Ben bu kitâbın *İsmi*’ni bile işitmemişdim. 


Bizim birâder *Sedat*, bir gün bize gelmişdi. Bana sordu: *Âbi, gazetede Çihâr-ı yâr-i güzîn kitâbından yazdığım tefrika bitiyor, ondan sonra ne yazayım?* dedi. 


Ben de düşündüm, taşındım, *Mir’ât-ı kâinât kitâbından yaz!* dedim. Neden bu kitâbı söyledim? Çünkü Efendi hazretlerinin, vaktiyle bana; *Onu al, oku!* diye emretdiği kitap. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bana ayrıca; *Baş tarafını okuma! Baş tarafı ağırdır, ikinci kısımdan başla!* buyurmuşdu. Elhamdülillah, yol gösteren bir *Mürşid*’imiz var. 


Kim o mürşid? *Mektûbât*. Mektûbât, mürşidimiz bizim. Onun için kafamızdan *Uydurma* hiçbir şey söylemeye lüzûm yok. Sizinle müsâfeha edelim, *Tekrâr-ı hasen*’dir kardeşim.

Nemâz ile mûsikî

 Tesavvuf yolunda bulunanların birçoğu kendilerine nemâzın hakîkati bildirilmediği ve ona mahsûs kemâlât tanıtılmadığı için, derdlerinin ilâcını başka şeylerde aradı. Maksadlarına kavuşmak için, başka şeylere sarıldı. Hattâ bunlardan ba’zısı, nemâzı bu yolun dışında, maksadla ilgisiz sandı. Orucu nemâzdan üstün bildi. (Fütûhât) kitâbının sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”] dedi ki: (Oruc, yiyip içmeği bırakmak olduğu için, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmak, Ona yaklaşmakdır. Nemâz ise, başkalaşmak, uzaklaşmak, ibâdet edici ve ibâdet edilen ayrılığını kurmakdır). Bu söz de, görüldüğü gibi, Tevhîd-i vücûdî mes’elesinden doğmakdadır. Bu mes’ele ise, aşk-ı ilâhî serhoşluğunun bir tezâhürüdür. Nemâzın hakîkatini anlıyamıyanlardan birçoğu da, ızdırâblarını teskîn ve rûhlarını ferâhlandırmağı, simâ’ ve nağmede, ya’nî mûsikîde, vecde gelmekde, kendinden geçmekde aradı. Maksadı, ma’şûku, mûsikî perdelerinin arkasında sandı. Bunun için raksa, dansa sarıldılar. Hâlbuki, (Allahü teâlâ harâmda şifâ te’sîri yaratmamışdır) hadîs-i şerîfini işitmişlerdi. Evet, boğulmak üzere olan bir acemî yüzücü, her ota da sarılır. Birşeyin aşkı, âşıkı sağır eder ve kör eder. Bunlara eğer nemâzın kemâlâtından birşey tatdırılmış olsaydı, simâ’ ve nağmeyi ağızlarına almaz, vecde gelmeği hâtırlarına bile getirmezlerdi.


Fârisî mısra’ tercemesi:


Doğru yolu göremeyince, çöle sapdılar.


Ey kardeşim! Nemâz ile mûsikî arasında ne kadar uzaklık varsa, nemâzdan hâsıl olan kemâlât ile mûsikîden hâsıl olan teessür de, birbirinden o kadar uzakdır. Aklı olan, bu kadar işâretden çok şey anlar! Bu, öyle bir üstünlükdür ki, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” bin sene sonra meydâna çıkıyor. Öyle bir sondur ki, baştarafa benzemekdedir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” belki de bunun için, (Başlangıcı mı dahâ iyidir, yoksa sonu mu?) buyurdu da, (Başlangıcı mı dahâ iyidir, yoksa ortası mı?) buyurmadı. Demek ki, sonra gelenlerin öndekilere dahâ çok benzediğini görerek, şübhelendi de, böyle buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfde: (Bu ümmetin en fâidelileri, önce ve sonunda gelenlerdir. İkisinin arası bulanıkdır) buyurdu. Evet, bu ümmetin sonuncuları arasında, başdakilere çok benziyenler olacakdır. Fekat, adedleri azdır. Hattâ pekazdır. Ortadakilerde o kadar benzeyiş yok ise de, mikdârları çokdur. Hem de pekçokdur. Fekat, sondakilerin az oluşu kıymetlerini dahâ da artdırmış, öndekilere dahâ yaklaşdırmışdır. Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” buyurdu ki, (İslâm dîni garîb başladı. Sonu da böyle garîb olacakdır. Bu garîblere müjdeler olsun!). Bu ümmetin sonu, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından bin sene sonra, ya’nî ikinci bin ile [ya’nî binonbir (1011) hicrî senesinde] başlamışdır. Çünki bin sene geçmesi ile, insanlarda büyük değişiklik ve eşyâda kuvvetli tebeddül olur. Allahü teâlâ, bu dîni kıyâmete kadar değişdirmiyeceği, [din düşmanlarının çalışmalarına rağmen, bozulmakdan koruyacağı] için, ilk zemânda gelenlerin tâzelikleri, kuvvetleri sondakilerde de görülmekde ve böylece ikinci bin başında islâmiyyetini kuvvetlendirmekdedir. Bu sözümüzü isbât etmek için, kuvvetli şâhid olarak, Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” ile hazret-i Mehdîyi “rahmetullahi teâlâ aleyh” gösteririz.

(İmam-ı Rabbanî hazretlerinin 1.cild 261.mektubundan bir bölüm)