Ben haklıyım diyerek âhirete gitmeyin

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kıyâmete yakın insanlar bozulduğu zaman, bir sünneti *(İhyâ)* eden, dirilten, ortaya çıkaran kimse, *(Yüz)* şehîd sevâbı kazanır. Ne güzel. Ya bir *(Vâcib)*i veyâ bir *(Farz)*ı ihyâ ederse? 


Hele doğru *(Îmân)* etmesine sebep olursa, ne kadar *(Ecir)* kazanır, Allahü teâlâ bilir. İşte sizler, kitap dağıtan arkadaşlar, bu *(Sevâb)*a kavuşuyorsunuz kardeşim.


İnsanlar içinde, en çok seveceğimiz *(Kişi)* kimdir? Peygamber Efendimizdir aleyhisselâm. Peki, Onu nasıl seveceğiz? Sevmek için, tanımak lâzım. Onun için *(Hayât)* ını okuyacağız. 


Güzel *(Ahlâk)* ını, cömertliğini, mûcizelerini, savaşlarını tekrar tekrar okuyacağız. Böyle yaparsak, inşallah *(Sevgi)* si kalbimizi kaplar kardeşim. 


Bu dünyâda, ben *(Haklı)* yım, diyen, âhiretde zararlı çıkar. Ben *(Haksız)* ım, diyen kazanır ve gideceği yer, *(Cennet)* dir. Onun için, Ben haklıyım diyerek âhirete gitmeyin. 


Haksız olabilirsiniz. Size göre haklısınızdır, ama Allah indinde *(Haksız)* olabilirsiniz? İnsanlar, kendilerini *(Haklı)* gördüğü müddetçe, kendini beğendiği müddetçe, *(Feyz)* kapıları kapanır. 


Evet feyz gelir, *(Kâfir)*e de gelir. İçine girer. *(Mürted)* in de içine girer. Çünkü ışığın, enerjinin girmediği yer yok ki. 


Ne olur peki? Orada değişime uğrar. O gelen *(Feyz)*, içerde *(Zehir)* hâline dönüşür. O fâideli şey, zehir hâline gelir. 


*(Küfr)* ü artar, dinsizliği artar, îmânsızlığı çoğalır. Ne gibi? Şeker hastasının baklava yemesi gibi. Her dilim, onu biraz daha *(Ölüm)*e sürükler.

Peygamber efendimiz aleyhisselâm en çok hangi duayı severdi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü azîmüşşân hepimize *(Din)* ve *(Dünyâ)* iyilikleri versin kardeşim. Din ve dünyâ selâmeti versin. Bundan daha kıymetli *(Duâ)* ne olabilir? Hem dünyâda *(Râhat)* edeceksin, hem de âhiretde. 


İşte, *(Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhireti haseneten)* bu demekdir. Yâ Rabbî, bize, hem dünyâda, hem de âhiretde *(rahatlık)* ver, *(sıkıntı)* verme. 


*(Ve kınâ azâbennâr)*. Bizi, Cehennem ateşinde yanmakdan koru. 

 

Bilâl-i Habeşîye radıyallahü anh sormuşlar ki: *(Efendimiz aleyhisselâm en çok hangi duâyı severdi?)* Cevâben bu *(Duâ)* yı buyurmuş Mübârek. 


Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr. Hepsi var bunun içinde. *(Dünyâ)* râhatlığı da var, *(Âhiret)* râhatlığı da. 


Mü’minin âhireti, dünyâsından daha iyidir. Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdu ki: *(Lâf olsun diye dinlemeyin, bunu Mazher-i Cân-ı Cânân böyle buyuruyor)*. 


Ne diyor? (Mü’minin âhireti, dünyâsından iyidir) buyuruyor.


Hadîs-i şerîf var, meâlen; *(Bu dünyâ mel’ûndur. Bu dünyâda Allah rızâsı için olmıyan her iş de mel’ûndur)* buyuruluyor. 


Eğer *(Enver)* in kalbinde bir zerrecik *(Menfaat)* düşüncesi olsa, hiçbir âbi onu sevmez, hattâ sevemez. Çünkü menfaat *(Nefsânî)* dir, *(Şeytânî)* dir.


Ve mü’min kullar, *(Nefs)* ine ve *(Şeytân)* a uyan kimseyi sevemezler. Çünkü hubb-u fillâh ve buğd-u fillâh, bu dînin *(Aslı)* dır kardeşim.

İslamiyet bilmek dinidir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir *(Kitâb)*ı okumadan önce, *(Kim)* in yazdığına dikkat edin kardeşim. Fakat bu da yetmez. Bunun da *(Yolu)* nu bulmuşlar. Nasıl mı? *(Bozuk)* kitaplarına, ehl-i sünnet âlimlerinin *(İsim)* lerini yazıyorlar. 


Hâlbuki alâkası yok. Kandırmak için böyle yapıyorlar. Çok *(Tehlike)* li kardeşim. Onun için çok *(Dikkat)* li olmak lâzım. Bu bozuk insanlar, bozuk *(Kitap)* larını okutabilmek için bu *(Hiyle)* yi yapıyorlar. 


Maksatları, gençlerin *(Îmân)* ını çalmak. Onların kitâbını okuyan, *(Küfre)* girebilir mâzallah. *(Huy)*, bulaşıcıdır. İyi huylu olanlarla berâber olursanız, huyunuz düzelir. 


Ama, *(Habîs)* ve *(Kötü)* insanlarla berâber olursanız, mutlaka siz de bozulursunuz. Çünkü *(Huy)*, bulaşıcıdır ve dâimâ kötülük *(Hâkim)* dir. İyilik, kötülüğe hâkim olamaz. 

 

Bir *(İbâdet)* in Allahü teâlâ tarafından kabûl edilmesinin iki *(Şartı)* var. Biri, o ibâdetin *(Sahîh)* olması lâzım. Yâni *(Abdest)* in, *(Gusl)* ün, *(Namâz)* ın, dînimizin emretdiği gibi olması lâzım. 


Bunun için de *(İlim)* şart. Bilmeden olmaz. Dînimiz, *(Bilmek)* dînidir, bilmiyorsak öğreneceğiz kardeşim. Bilmeden müslümânlık olmaz. 


İkinci şart; *(İhlâs)* la yapılması lâzım. İhlâs nedir? *(Samîmiyet)* dir, yâni Allah emretdiği için yapmakdır. *(Niyet)* çok mühim.


İnsanların *(Rızâ)* sı için, başkalarının *(Takdîr)*i için, beğenmesi için olursa, Allahü teâlâ onu *(Beğenmez)*. Allah emretdiği için yapacağız, yoksa kabûl olmaz kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan, kendini ne kadar âciz görürse, *(Zelîl)* görürse, zillet içinde kabûl ederse, Allah indinde o kadar *(Azîz)* olur, o kadar *(Makbûl)* olur. 


Ayrıca *(Mü’min)*, ya öğrenir, ya öğretir, ya da bir *(Sohbet)* de bulunur. Onu da yapamazsa, böyle yapanlara muhabbet besler.


Onları sever ve duâ eder, beşincisi olamaz. Yâni mü’min, ya *(Talebe)* dir, ya *(Muallim)* dir, ya da sohbet dinleyicidir. 


Bunları da yapamazsa, en azından bunu yapanları sever, açar ellerini, onlara *(Duâ)* eder, ama bir beşincisi olamaz. Bu zamanda *(Küfr)*e girmek çok kolay. 


Meselâ bir harama, *(Ne güzel)* dese, mâzallah küfre girer. Fakat efendim îmâna gelmek de çok kolay. Bir tövbe etse, *(Küfr)* den kurtulur. 


Meselâ; *(Yâ Rabbî, bilerek veyâ bilmiyerek bir günâh işledimse veyâ küfre girdimse, çok pişmânım, beni affet)* dese, o anda günâhları affolur. Îmânı gitdiyse geri gelir. 


Yalnız iki şey geri gelmez. Kılınmayan namazların *(Kazâ)* sı, bir de *(Kul hakkı)*. Öyleyse helâllaşacığız. Kazâmız varsa, bir an önce kılıp bitireceğiz kardeşim. 


Namâzını kazâya bırakan, iki *(Suç)* işlemişdir. Biri, Allahın *(Namaz)* emrini yerine getirmemekdir ki, ancak kazâsını kılmakla affolur. 


İkincisi, o namâzı vaktinde kılmamak *(Suç)* udur ki, o da, *(Emr-i mâruf)* yapmakla affolur. 


Meselâ bizim kitapları dağıtmak, hem *(Cihâd)* dır, hem de emr-i mârufdur, hem de büyük günâhların affına sebepdir.

İSMAİL YAĞCI ABİNİN ARDINDAN

Allahü teala rahmet eylesin mekanı cennet olsun inşaallah amin. 


BİR HATIRA


Seneler önce idi. İHLAS FİNANS krizinden sonraki yıllarda. 

Tam senesini hatırlamıyorum.


O tarihte İstanbulda oturuyorum işimde orada idi.


İstanbul'dan Afyona gelmiştim. Oradan da ilçem SİNANPAŞA’ya doğru yola çıktım. 

Afyon - Antalya kavşağından ilçeye gitmek için döndüğümde yolun sağ tarafında elinde kocaman tekerlekli bir valizle biri bekliyor. Baktığımda önce gözlerime inanamadım. 

Bu kişi Rahmetli İsmail Yağcı abi idi. Hemen yolun sağına yanaştım. Arabadan indim selam verdim elini öptüm. O öptürmek istemedi ama ben çoktan öpmüştüm. 

Hemen kendimi tanıttım.

(Beni İstanbul'dan ismen bilmese de sima olarak tanıdığı, bildiği için hiç yabancılık çekmedi.)


Dedim, "İsmail abi hayırdır ne oldu abi? Niye burada tek başınıza bekliyorsunuz. Sana nasıl yardımcı olabilirim? Ben ilçeme gidiyorum sizi orada misafir edeyim, ev de çok müsait buyurun gidelim" dedim.


- Fuat abi! Allahü teala razı olsun çok teşekkür ederim. Ben buradan otostop yapıp bir kamyoncuyla yola devam edeceğim. İnşaallah şimdi biri gelir. Burdur - Isparta oralara çekime gitmem gerekiyor. Vazife aksamaz, dedi. İnşaallah başka zaman Afyon’a bir çekim nasip olursa sana o zaman misafir olurum, dedi.


- Abi gözünü seveyim ne otostopu ne kamyonu? Sen bütün çekimlere özel bir araba ile gitmiyor musun? Buraya kadar da otostopla mı geldin? Araba nerede, şoförün yok mu bu nasıl iş? dedim. 


Rahmetli hafiften tebessüm etti. 


- Fuat abi biliyorsun müessesenin durumu malum. İHLAS Finans darbesinden sonra sıkıntı çok büyük oldu. Çekimler için özel araba şoför şu bu sırası değil. 

Zar zor çekimler için üç-beş kuruşluk sponsor bulabiliyoruz onu da yoldu, akaryakıttı, oteldi buralara harcarsak müesseseye hiç katkımız olmaz. Bu sebeple uzun zamandır yurtdışı hariç yurtiçinde hep böyle hareket ediyoruz, dedi.


- Allahü teala razı olsun abim o zaman benim vaktim müsait sizi Burdur’a,  Isparta'ya ben götüreyim çorbada bu seferlik benim de tuzum olsun, dedim. 


- Fuat abi ne farkeder senin araba da mazot, benzin neyse yakmıyor mu? Sen de bunlara para vermiyor musun? Sen illa bir şey yapmak istiyorsan o mazot, benzin parasını finans ödemesine gönder. Bu daha hayırlı olur. Beni de daha çok memnun etmiş olursun. 

Hem şimdi bir kamyona binince varacağım yere gidene kadar kamyoncuya ehli sünnet itikadını, hizmetleri, büyükleri, dilimin döndüğü kadar anlatırım. Valizimde de kitaplar var onlardan hediye ederim bir kişi daha nasiplenmiş olur. Allahü teala senden razı olsun hadi sen yoluna devam et! Ben birazdan giderim zaten dedi. 


Ne kadar ısrar ettimse razı olmadı. 

Tekrar müsafaha ettim arabama mecburen bindim. Hafiften yürüdüm. Bir taraftan da aynadan İsmail abiyi takip ediyorum. Gerçekten az biraz yürümüştüm bir nakliye kamyonuna el etti. Kamyoncu durdu. İsmail abiyi aldı. Yola devam ettiler. 


Allahü teala rahmet eylesin mekanı cennet olsun. İşte, bu Büyüklerimiz bu yola böylesi fedakarlıklarla hizmet ettiler. O yaşına rağmen hiç durmadan hep hizmet etti İsmail abi... 


Şimdi mükafat zamanı... Allahü teala Peygamber EFENDİMİZİN Sallallahu aleyhi vesselam ve büyüklerimizin şefaatına kavuştursun mekanı cennet olsun inşaallah amin.


Hakkınızı helal edin abiler!

İsmail abi ile bir anımı sizlerle paylaşmak istedim. 


FUAT ÖZCAN

AFYONKARAHİSAR

İMAM-I A'ZAM'IN VEFATI

Ömrünün son yıllarında Abbâsî devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı A’zam bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebelerini yetiştiriyordu. H. 145 yıllarında vukû bulan hâdiselerden sonra Halîfe Mansûr, onu Kûfe’den Bağdad’a getirterek, kendisinin haklı olarak halîfe olduğunu herkese bildirmesini, buna karşılık temyiz reisliğini verdiğini bildirdi. İmâm-ı A’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyâset işlerine asla karışmayıp ilim yolunda kalmak istediğinden bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr, İmâm-ı A’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Bir müddet sonra çıkardı ise de, tekrar hapse attırdı ve işkenceye devam ettirdi. Hergün vurulacak sopa adedini arttırdı. Fakat halkın galeyana gelip hücum etmesinden korktu. Nihayet İmâm-ı A’zam zehirlenmek sûretiyle, 767 (H. 150) senesinde, yetmiş yaşındayken şehid edildi.Vefât ettiği yerde Kur’ân-ı kerîmi yedi bin kere hatim etmişti. Vefât ederken secde etti. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve gözyaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdat kâdısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakîhimiz sendin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sen idin!”Cenâzesinin kaldırılacağı sırada Bağdat halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar elli bin kişiden fazlaydı. Gelenler çok kalabalık olduğundan ikindiye kadar altı defa cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırmıştı. Bağdat’ta, Hayzeran Kabristanının doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtından dolayı çok üzüldüler. Büyük âlimlerden Şu’be’ye vefât haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar.” dedi. Vefâtından sonra çok kimseler onu rüyâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, onun şanının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: “Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekât namaz kılıp, Ebû Hanîfe’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşurum.”“Yüz elli senesinde dünyânın ziyneti gider.” hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı A’zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte İmâm-ı A’zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Sa’d-i Harezmî İmâm-ı A’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı pâdişâhları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.

Eserleri:

İmâm-ı A’zamın eserleri pekçok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tânedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün meseleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf’un rivâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin toplayıp yazdığı Zâhir-ür-Rivâye denilen kitaplarla nakledilmiştir. (Bkz. Ebû Yûsuf ve Muhammed Şeybânî)

1. Risâle-i Redd-i Havâric ve Redd-i Kaderiyye: İmâm-ı A’zamın usûl-i dinde ilk yazdığı eserdir.

2. El-Fıkh-ul-Ekber: Akâide dâirdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddîn bin Behâeddîn tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap İhlâs A.Ş. tarafından ofset yoluyla basılmıştır. Pezdevî, Ebü’l Müntehâ ve İmâm-ı Mâtürîdî tarafından yapılan şerhleri de meşhurdur.

3. El-Fıkh-ül-Ebsat: İmâm-ı A’zam bu eserinde istitâ’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.

4. Er-Risale li Osman Büstî: Eserde îmân, küfr, ircâ ve va’îd meseleleri açıklanmıştır.

5. Kitab-ül-Âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif meseleler hakkında Ehl-i sünnet îtikâdını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.

6. Vasiyyet-i Nûkirrû: Eserde Ehl-i sünnet vel-cemâatin hususiyetleri anlatılmakta, akâid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka oğlu Hammâd’a ve talebesi Ebû Yûsuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar vasiyetnâmesi vardır.

7. Kasîde-i Nûmâniyye.

8. El-Asl.

9. El-Müsned-lil-İmâm-ı A’zam Ebî Hanife.

Buyurdu ki:

“Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”

“Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir.ÇünküAllahü teâlâ, iyiliği mükâfatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”

“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibârettir.”“İnsan, her şeye şifâ veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine devâ olması için ilâç kullanır. Çünkü ilâç bir sebeptir. Şifâsını verecek olan ise Allahü teâlâdır.“Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belâya uğrarsa, gizli veya âşikâr; “Yâ Rabbî, bana bu belâyı neden verdin?” diye şikâyetçi olmaz. Bilâkis hastalığa, belâya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.

“Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murâkabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de âşikâr bir yerde herhangi bir şahsı murâkabe edemezler.”

Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazifeye tâyin edilip Basra’ya giderken Ebû Hanîfe ona şu vasiyetlerde bulunmuştur: “Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sâhiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiçbir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme!..”

“Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde senin etrafını sarıp aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilâfını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.”“Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bâzan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et, müsâmaha göster, hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri imişsin gibi davran.”“Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine: «Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?» suâlini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dînine gevşeklik etmiş olur.”

“Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini bilmezse, böyle âlimlerle oturmak kendisine ağır gelir.”“Günah işlemeyi zillet; günahı terk etmeyi mürüvvet gördüm ve bildim.”“Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından men etmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir.”

“Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”

“Dînin alışveriş kısmını bilmiyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azâba yakalanır ve çok pişman olur.”

Allahu Teâlâ Ehl-i sünnet itikadında olmayana kendi sevgisini vermez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm; *Ümmetim fesâda uğradığı zaman sünnetimi ihyâ edene, yüz şehîd sevâbı verilir*, buyurdu. Hadîs-i şerîf bu. 


İşte bizim kitapları *Okuyan* da, *Dağıtan* da, yüz *Şehîd sevâbı* alır kardeşim. Üstelik, kazâya kalan namazları varsa, bunları vaktinde kılamamanın *Cezâsından* da kurtulur. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bâzen lâmbayı söndürürdü ve bize dönüp; *Benden sonra, işte böyle olursunuz!* buyururdu. 


İnsan, kendi başına kitap okuyabilir. Buna, *Kitap okumak* derler. İyidir, fâidelidir. Ama biri okur, diğerleri dinlerse, buna *Sohbet* denir. 


Sohbetde bütün *Kemâlât* mündemicdir. Her türlü *Feyz* ve *Bereket*, sohbetdedir, birlik ve berâberlikdedir. 


Allahü teâlânın ihsân etdiği bu doğru *Îmân* çok kıymetlidir efendim, çok *Mübârek* dir. Ama *Düşmanı* da çokdur.


Bir şey ne kadar *Kıymetli* ise, *Düşmanı* da o kadar çok olur. Peki, onu nasıl koruyacağız? *Kıymetini* bilmekle ve *Şükr* etmekle. 


Onun şükrü de, birbirimizi sevmekle olur. Birbirimizi çok *Seveceğiz*. Çünkü *Îmân* ni’metinin korunması, birbirimizi *Sevmeye* bağlı. 


Diğer yollarda, *Üstâdın* yanına gitmek, görüşmek, el sıkmak, el öpmek gibi *Merâsim* ler vardır. Fakat bizim büyüklerimizin yolunda böyle şeyler *Yokdur* efendim. 


Sâdece o zâtın *Büyük* olduğuna inanmak, onu *Sevmek* ve bir de sohbetinde bulunmak yeterlidir. *Yakın* olmak, *Uzak* olmak, kadın erkek, küçük büyük, hiç farketmez. En iyi tarafı da budur:


Çok bahtiyârız kardeşim. Eğer o *Büyük* leri görmeseydik, ne olurduk? Hiç! Allahü teâlâ, *Ehl-i sünnet* îtikâdında olmıyana, hele *Kâfir* ve *Müşrik* olana, kendi *Sevgi* sini vermez. 


Nasıl ki musluğa gidersiniz, *Su içmek* için, yâhut karpuzu kesersiniz, *Karpuz yemek* için. İşte bunun gibi Allahü teâlâ da kendi sevgisini, Peygamber aleyhisselâmın *Vâsıtası* ile verir. 


Veyâ o büyük Peygambere *Tâbi* olan, ehl-i sünnet vel cemâat *Îtikâd* ında olan büyük zâtların *Kalbinden* verir. Aynen muslukdan *Su içer* gibi. 


Siz *Havuz* dan belki alamazsınız, ama *Musluk* dan içersiniz. O hâlde, o havuzun musluğuna kavuşan kimseden daha *Şanslı*, daha *Bahtiyâr* kim vardır? 


İşte Allahü teâlâ, bize böyle bir *Musluğu* nasîb etdi. Bunun için dünyânın en *Bahtiyâr* insanlarıyız kardeşim. Tasavvufu *Yediyüz* kişi târif etmiş, bir büyük *Zât* da diyor ki: 


Ben, bu yediyüz târifin özetini çıkardım. O da şu: *Vaktin kıymetini bilmek, tasavvufun kendisidir*, diyor o mübârek zât. 


Tasavvufun bir târifi de, *Kimseyi incitmemekdir*, kardeşim. Nitekim, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin vasiyetnâmesinin son cümlesi, *Kimseyi incitmeyin*. Öyle buyuruyor Mübârek. 


En korkduğumuz şey, *Îmânsız* olmak kardeşim. Çünkü insan bilemez îmânsız olup olmadığını. *Îmânım Var* der, ama îmân *Gitmiş*, haberi yok.

Ehl-i sünnet ne demektir?

* Sual: *Ehl-i sünnet ne demektir? Mezheplere ayrılmak parçalanmak mıdır?* CEVAP *Ehl-i sünnet vel-cemaat demek, Resulullahın ve eshab-ı kiramın gittikleri doğru yolda bulunan âlimler demektir*. *Hak olan cemaat ve 73 fırka içinde Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan Fırka-ı naciyye bunlardır.* Kur’an-ı kerimde mealen, *(Parçalanmayın)* buyuruldu. Bu âyet-i kerime, *itikadda, inanılacak bilgilerde* parçalanmayın demektir. Yani *nefslerinize ve bozuk düşüncelerinize* uyarak, *doğru imandan ayrılmayın* demektir. *İtikadda ayrılmak, parçalanmak elbette hiç caiz değildir.* Hadis-i şerifte de *(Cemaat rahmet, ayrılık azaptır)* buyuruldu. *(Parçalanmayın)* âyet-i kerimesi fıkıh bilgilerinde ayrılmayın demek değildir. Ahkamda, amellerde olan ictihad bilgilerindeki ayrılık, *hakları, farzları, amellerdeki, ince bilgileri* ortaya koymuştur. *Eshab-ı kiram da, günlük işleri açıklayan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı.* Fakat, itikad bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktu. Hadis-i şerifte, *(Ümmetimin ayrılığı [mezheplere ayrılması] rahmettir)* buyuruldu. *Dört mezhebin, amel bilgilerinde ayrılması böyledir.* (Hadika) 💧💧💧 *Mezhep imamı ne demektir* 💧💧💧 *Mezhep imamı demek, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshab-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir*. *Açıkça bildirilmeyenleri, açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek meydana çıkaran derin âlimlerdir.* *Eshab-ı kiramın herbiri müctehid ve mezhep imamı idi.* *Herbiri kendi mezhebinde idi.* Hepsi de, *mezhep imamlarımızdan daha üstün* idi. Mezhepleri daha kıymetli idi. Fakat, *bunlar kitaplara yazılmadığı için, mezhepleri unutuldu.* *Peygamberin, sahabenin mezhebi nedir* demek, *Ordu kumandanı, hangi bölüğün eridir veya Fizik öğretmeni, hangi sınıfın talebesidir* demeye benzer. Çünkü *sahabenin herbiri* bir *mezhep imamı*, hatta *mezhep imamlarının hocaları* idi. *Resulullah efendimiz de kâinatın hocası idi*. (Mizan, Hadika) 

Ağızdan haram olan şeylerin girip çıkması ne demektir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ağızdan *Harâm* girmesi ne demek? Yâni yiyeceklerin *Helâl*’den mi, *Harâm*’dan mı geldiğinin belli olmaması demekdir. 


Ağızdan harâm çıkması da, *Yalan*, *Dedikodu*, *Gıybet*, *Söz taşıma* ve *İftirâ* gibi harâmların işlenmesi demekdir. 


Öyleyse *Yalan* söylemiyeceğiz, *Dedikodu*, *Gıybet* yapmıyacağız. *Söz* taşımıyacağiz, *İftirâ* etmiyeceğiz. 


Böyle olursa, bunlara *Dikkat* edersek, Allahü teâlâ duâmızı *Kabûl* eder kardeşim. Eğer dikkat etmezsek, *Duâ*’mız kabûl olmaz. 

● ● ● 

Sultân Mahmûd-i Gaznevî, Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerine; *Sizin hocanız Bâyezid-i Bistâmî hazretleri nasıl biridir?* diye sormuş.


Ebül Hasan-i Harkânî hazretleri de cevâben; Benim hocam *Bâyezid-i Bistâmî* hazretleri öyle biridir ki, Onu gören *Yehûdî* ve *Hristiyan*’lar, hemen *Müslümân* olurdu, buyurmuş. 


Bu söz üzerine Sultân Mahmûd-i Gaznevî kahkahalarla gülmüş ve *Olur mu öyle şey?* demiş. Resûlullah Efendimizi, en yakınları olan *Ebû Cehil*, *Ebû Leheb* ve başkaları gördü.


Peygamber Efendimiz onlara *Yalvardı*, gene müslümân olmadılar da, senin hocanı gören *Yehûdî*’ler ve *Hıristiyan*’lar mı müslümân oluyordu? demiş. 


Ebül Hasan-i Harkânî hazretleri de ona cevap vermiş ve buyurmuş ki: *Ebû Leheb* ve *Ebû Cehil* gibi kâfirler, Resûlullah Efendimizi, *Peygamber* olarak görmediler ki. 


*Abdullahın Yetîmi* olarak gördüler. O *Göz*’le bakdılar, bunun için *Îmân* etmediler. Eğer onlar da Hazret-i Ebû Bekr gibi, *Allah’ın Peygamberi* olarak görselerdi, elbette *Îmân* ederlerdi. 


Hocam *Bâyezid-i Bistâmî* hazretlerini gören yehûdîler, benim hocamı, *Allah’ın Evliyâ’sı* bilir, bu *Göz*’le bakar, onun için *Îmân* ederlerdi.


Bu cevap, Sultân Mahmûd-i Gaznevînin çok hoşuna gitmiş. *Çok doğru söyledin*, demiş ve Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerine olan *Sevgi*’si kat kat artmış.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben *Yedi-sekiz* yaşlarımdayken, mektep dağılacağı zaman, muallimler talebeye toplu olarak bir *Şey* söyletirlerdi. Bu, *Âdet*’di o zamanlar. Şunları söylerdik.


*Ve dahî kabirde suâl meleklerine cevâbım;* 

*Rabbim Allah, dînim islâm, kitâbım Kur’ân-ı azîmüşşân*. 


*Peygamberim hazret-i Muhammed Mustafâ aleyhisselâm*. 


Îtikâdda mezhebim ehl-i sünnet vel cemâat. Amelde mezhebim İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe. 


Bunu üç kerre söyler, sonra dağılırdık. Şimdikiler, Şarkı türkü söyletiyorlar çocuklara. O zamanki hocalarımız bize bunları söyletirdi. 


Ne güzel. Bize bunu öğreten hocamız Tâhir Efendi diye biriydi. Yetmiş seneden fazla oldu, hâlâ unutmuyorum. 


Kendisini Görsem belki tanımam, ama öğretdikleri hâlâ hâtırımda. Her hafta okunan Hatim’leri, Tâhir Efendinin Rûh’una da gönderiyorum. 


● ● ● 


Evliyâ’nın büyüklerinden Ebül Hasan-i Harkânî hazretleri, bir gün yolculuğa çıkacak olan talebele-rine; 


Yolda eşkıyâ ile karşılaşırsanız (Yâ Ebel Ha-sen!) diyerek beni çağırın! diye tembîhte bulundu. Talebeler yola çıkıp, az sonra Eşkıyâ ile karşılaşdılar. 


Fakat hocalarının tembîhini unutup, Hemence; Yâ Rabbî bizi kurtar! diye yalvarmağa başladılar. Ama hepsi de Soyuldu’lar. 


Sabahleyin bir de bakdılar ki, içlerinden Biri so-yulmamış. O soyulmıyan arkadaşlarına; Sen ne yapdın da, eşkıyâlar seni görmedi? diye sormuşlar. 


O da demiş ki, eşkıyâlar beni gördüler. Yalnız ho-camız bize; Yolda eşkıyâ ile karşılaşırsanız (Yâ Ebel Hasen!) diye beni çağırın! demişdi ya, ben de öyle dedim. Onun için bana dokunmadılar. 


Soyulan arkadaşları şaşırmışlar. Geri dönüp Hoca-ları’na sormuşlar. Hocaları onlara buyurmuş ki:


Siz, Allah’dan yardım istediniz, ama Hangi ağız’la istediniz? Harâm giren ve Harâm çıkan ağızla ya-pılan Duâ’yı Allahü teâlâ kabûl etmez. 


Arkadaşınız, benden Yardım isteyince, ben onu Duydum ve arkadaşınız için Duâ etdim. Allahü teâlâ da benim duâmı Kabûl etdi ve o arkadaşınız öyle kurtuldu, buyurmuş.

Abduh'un zehirli fikirleri

Biz müslimânlar, târîh boyunca, *yalancı din adamlarından, iftirâcılardan,* çok ibret dersi aldık. Bir zemânlar, *ibni Teymiyye,* orta şarkın îmânını yıkmağa kalkışmıştı. 


*Ehl-i sünnet âlimleri, onun haddini bildirdi.* 


Binlerce ilim kitâbı, onun çürük fikirlerini red ederek, rezîl eylediler.


1800'lerin sonu, 1900'ların başında, *Mısır'da Abduh isminde biri, masonlarla işbirliği yaptı.* 


Hıristiyanlıkta *protestanlık* adında melez bir zümre çıkarıldığı gibi, bu sapık da, *Ehl-i sünneti beğenmeyip, islâmiyete garbın dinsiz felsefesini* sokuşturmağa kalkıştı. Bu da, cevâbını aldı. 


Fekat ne yazık ki, *Kâhire mason locası başkanı olan Abduh'un* zehrli fikrleri, bir yandan *Mısır'da Câmi’ul-ezhere* yayıldı.


Böylece Mısır'da, *Reşîd Rızâ ve Ezher medresesi Rektörü Mustafâ Merâgî ve Kâhire müftîsi Abdülmecîd Selîm ve Mahmûd Şeltüt ve Tentavî Cevherî ve Abdürrâzık pâşa ve Zekî Mubârek ve Ferîd Vecdi ve Abbâs Akkâd ve Ahmed Emîn ve Doktor Tâhâ Hüseyn pâşa ve Kâsım Emîn gibi (Dinde reformcular)* türedi. 


Bir yandan da, üstâdları *Abduha yapıldığı gibi, bunlara da ilerici islâm âlimi denilerek, kitâbları türkçeye terceme edildi*. 


*Birçok din adamının doğru yoldan kaymasına sebeb oldular.*

Büyük islâm âlimi, *14. asrın müceddidi olan Seyyid Abdülhakîm Arvasi* “rahmetullahi aleyh”, 

*(Kâhire müftüsü Abduh, islâm âlimlerinin büyüklüğünü anlıyamamış, islâm düşmanlarına satılmış, sonunda mason olarak, islâmiyeti içerden yıkan azılı kâfirlerden olmuştur. İzmirli İsmaîl Hakkı, Ömer Rıza Doğrul, Hamdi Akseki ve Şerâfeddîn Yaltkaya ve Şemseddîn Günaltay ve Mustafâ Fevzî ve Konyalı Vehbî ve Muhammed Âkif ve dahâ nice din adamları, onun kitâblarını okuyarak tesîri altında kalmışlar, çeşitli yollar tutmuşlardır)* buyurdu.


Kaynak: Hak Sözün Vesikaları