Kibir ve öfke

 Kibir ve öfke, insanın başına çok felâketler getirir.

(Lokman Hakîm “Rahmetullahi aleyh”)

Nefsim için en güvendiğim amel

 Nefsim için en güvendiğim amelim, Peygamber efendimizin eshabına Sevgi ve hurmetimdir.

(Bişr-i Hafi hazretleri)

SEYYİD ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ HAZRETLERİ VEFATI

"Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyâdan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganîmet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkân varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Duâ etmeye imkânınız varken, duâ ediniz. Sâlih kimselerle berâber olmayı fırsat biliniz."


Kabir ziyâretine dâir:


"Kabirleri ziyâret ediniz. Sâlih kimseleri de ziyâret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir."


Günahlardan sakınmak husûsunda:


"Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; "Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günâhını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür." buyurdu."


Vefâtı: Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: "Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında sizden başkasıyla yâni Allahü teâla ile berâberim." Yine o esnâda buyurdular: "Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!" Yine; "Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allahü teâlâ beni ve sizi magfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!" Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.


Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır:


Gavs-ül âzam, o esnâda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz!" buyurdu.


Vefât ederken iki defâ; "Allahümme refîk al a'lâ." deyip; "Size geliyorum, size geliyorum." buyurdu. Tekrar buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken; "Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim." buyurdu.


Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr; "Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz edince; "Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir." buyurdu.


Oğlu Şeyh Abdülazîz; "Hastalığınız nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü teâlânın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından suâl olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur." buyurdu.


Daha sonra; "Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan münezzehdir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!" Sonra da; "Allah Allah Allah..." deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi.


Vefâtı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenâze namazını kılmak üzere, görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenâze namazını oğlu Abdülvehhâb kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki, kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar hâlinde ziyâretine geldiler. Bu ziyâretler günlerce devâm etti.

HAZRETİ ÖMER'İN ADALETİ

“Medine ahalisi anlaşarak bir yere toplandılar. Ömer (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin adâletini tecrübe etmek için anlaştılar. Aralarından bir yahudi çıktı. Ben sizin müşkilinizi hâl etmeye muktedirim, dedi. Onlar da buna bazı vaadlerde bulundular. 


Hazret-i Ömerin bir oğlu var idi. Bedenen çok zayıf kalmıştı. O yahudi, kendisini hekim tanıtıp, hazret-i Ömerin (radıyallahü teâlâ anh) oğlunun yanına vardı. Hâlini ve hâtırını sordu. O da, zayıflığından bir mikdâr hikâye yolu ile şikâyet etti. Mel’ûn yahudi tebessüm ederek, bunun ilâcı kolaydır, dedi. Bu da ilâcını istedi. Zira kalblerinde kin ve hile yoktu. Yahudi, önüne düşüp, odasına götürdü. Sonra bir sürahi şarap doldurup, şerbetdir diye önüne koydu. Bu senin derdine devadır. Bunu içtiğin gibi sıhhat bulursun, dedi. O da sözünü hakikat zan edip, şarap ne olduğunu görmediği için, o sürahideki şarabı içip, şarhoş oldu.


O yahudinin güzel bir kızı vardı. O kızı arz eyledi. Şarâbın tesiri ile şarhoş olduğundan, kıza sahib oldu. Bir zamandan sonra ayılıp, aklı başına gelince, yaptığı işlere pişmân oldu. Nedâmet ile tevbe ve istigfâr edip, evlerine geldi. Hikmet-i rabbani, o kız hâmile olup, çocuk doğdu. Sonra, mel’ûn yahudi, bir çok yahudiyi ve o çocuğu yanına alıp, Ömer (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin yanına getirdiler. Dediler ki, yâ halîfe, senin oğlun, bizim kızımıza zorlayarak sâhib olup, bu çocuk hâsıl oldu. Biz bunu beslemeye mecbur değiliz. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) bunu görünce, mübarek gönülleri perişan olup, oğlunu çağırdı ve bu durumu sordu. Oğlu da meydâna gelen hâdiseyi anlattı. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) o masuma beyt-ül-mâldan nafaka tayin eyledi.


Sonra oğlunu aşağı alıp, dînin emri olan sopayı vurdurmaya başladı. Sopa sayısı kırk olduğu zaman, Eshâb-ı güzîn, Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinin yanına gelip, rica ettiler. Yâ halîfe, oğlunuz hastadır, bu şekildeki sopaya tehammül edemez. İhsan eyle, bunun suçunu bize bağışla. Zira sesi, Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin sesine benzerdi. Eshâb-ı güzîn bunu, Ravda-i Mutahharaya götürüp, yüksek ses ile Kur’ân-ı azîmüşşânı okutup, kendileri dışarıdan dinlerler idi. Hazret-i Habîbullahın hasretinden ciğerlerini dağlarlar idi. Lütuf eyle, sesi hurmeti için suçunu afv eyle diye, ne şekilde söylediler ise, iltifât eylemedi. Allahü teâlânın hakkında hâtır olmaz. Ahirette çekmekten, dünyâda cezâsını bulmak iyidir, buyurdular. Altmış değnek olunca, babasına çağırdı ki, yâ baba, bir ân mehil ver ki, aziz annemin yüzünü göreyim, helallik dileyeyim. İltifât eylemeyip, yetmiş sopa olunca, çağırıp, yâ baba, işte ben ölüyorum. Mübarek yüzünü bana göster, görün ki, hasret gitmeyeyim, dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) mübarek yüzünü çevirip, gösterdi


Sopa sayısı seksen olunca rûhunu teslîm etti. Hazret-i Ömere öldüğünü bildirdiler. Buyurdu ki, ölüsüne yirmi değnek vurun ki, Hak emri yerini bulsun. Ondan sonra da yirmi değnek vurdular. Yüz tamam oldu. Sonra techîz ve tekfîni yapıp, götürüp defin eylediler. Sonra hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) acabâ babalık hakkını yerine getirip, seni kurtardım mı. Allahü teâlânın huzûrunda hâlin nasıl oldu diye ağladı. O gece Eshâbdan birisi onu rüyada gördü. Sultân-ı kâinât (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin huzûr-u şerîfinde oturup, zevk ve sefâ ederdi. Bu sahâbîyi gördüğü gibi, kalkıp, güle-güle yanına geldi. Dedi ki, Allahü teâlâ babamdan râzı olsun ki, atalık hakkını yerine getirdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, devâmlı Fahr-i âlem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde olup, bir ân ayrılmıyorum. Dünyâ kahrından kurtulup, zevk ve safâ içine düştüm. Ertesi günü o sahâbî gelip, rüyada gördüğü hâli, hazret-i Ömere anlattı. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) ağlamayı bırakıp, Allahü teâlânın inâyetine şükür secdesi eyledi (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în)”


[Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn]

Benim için beş vardır

_*Seyyid Abdulkadir-î Geylanî hazretleri* Benim için beş vardır. Onlarla yakıcı, öldürücü vebâ cinsi hastalıkların hararetini söndürürüm:_


*Lî hamsetün utfî bihâ narre-l vebâ-il hâtımâ,*

*El Mustafâ ve-l Mürtezâ ve-bnehümâ ve-l Fâtıma.*


_*Muhammed Mustafa* "salllahü teâla aleyhi vessellem" , *Ali-el Mürteza* "kerremallahü vecheh", *oğulları Hasen ve Hüseyin ve Fatıma* "radiyallahu teâla anhüm ecmain"_

Bizim kitaplarımızı alıp da okuyana Allahü teâlâ îmân nasîb eder

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki*:


Cenâb-ı Hak, bu *Sonsuz* olan *Ateş*’i söndürecek bir *Şey* yaratmış. Yâni bunun bir *İlâc*’ı var. Sonsuz ateşi söndüren bu ilâç nedir? 


*Lâ ilâhe İllallah Muhammedün resûlullah* kelâmıdır. Bu kelâmı, inanarak *Bir* defâ söyliyen için, o sonsuz *Ateş*, sonsuz olarak *Söner* efendim. 


Kalpdeki *Kir*’leri temizlemek için de ilâç; *Estağfirullah min külli mâ kerihallah* kelâmıdır. 


Bunları, hem *Kalb*’en, yâni inanarak, hem de *Fiil*’en, yâni ağızla söylemek lâzım kardeşim. 


Velhâsıl Cenâb-ı Hak, insanlar için iki *İlâç* yaratmış. Biri, *Kelime-i tevhîd*, diğeri de *İstiğfâr*. Bunlara, baha biçilmez efendim. 

● ● ●

Hedefi, maksadı *Allah*’ın rızâsı olmıyan kimse, Cehennem ve kabir *Azâb*’ından kurtulamaz. *Bid'at* çıkartan kimse de *Cehennem*’de yanacakdır. 


*Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Kim bu duâyı okursa, yerde ve gökde, ona aslâ bir *Zarar* gelmez. 


*Bismillâhillezî*, bu, öyle bir Besmeledir ki, *Lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Gökde ve yerde, hiçbir şey o kula zarar veremez. 

● ● ● 

Bizim *Kitap*’larımızı alıp da okuyana, Allahü teâlâ *Îmân* nasîb eder. Hattâ *Seâdet-i Ebediyye* kitâbının evlerde bulunması bile, *Feyz* almaya sebep olur efendim. 


Yâni bizim *Kitap*’lar, birer *Mücevher* kardeşim. Çünkü kendimden bir şey yazmadım. Falanca kitapda *Şöyle*, filanca kitapda *Böyle* bildiriyor, diye yazdım. 


Velhâsıl bizim *Kitap*’lar, hep *İslâm Âlim*’lerinin yazılarıdır. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgi*’lerdir.


İşte bizim kitaplar, hep o *Büyük*’lerin yazıları olduğu için, bütün dünyâ *Hayrân* kalıyor. Elhamdülillah, bunlar hep *Abdülhakim Efendi* hazretlerinin *Bereket*’i.


Onun *Himmet*’i kardeşim. Bizimle alâkası yok. *Abdülhakîm* Efendi hazretlerini görmeseydik, bu kitapların *İsmi*’ni bile işitmezdik, değil basdırmak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz, çok *Şanslı*’yız kardeşim. Dünyâda yedi *Milyar* insan varsa, bunun *Bir* milyar kadarı *Müslümân*’dır. Bu bir milyar müslümânın da, yüzde doksanı *Bid’at Ehli*’dir. 


Geriye, *Yüzde On* kalıyor. Onun içinde de, neler vardır, neler. Onun için biz çok *Bahtiyâr*’ız kardeşim. 


Şu dünyâda en *Ahmak* kimse, *Rızk*’ından *Şüphe* edendir kardeşim. Rızık, *Mukadder*’dir. Yâni ezelde *Takdîr* edilmişdir. 


Hiç kimse *Rızk*’ını yemeden ölmez. Çocuk, daha anne karnındayken, *Cebrâil* aleyhisselâm gelir ve ona birkaç *Şey* söyler. 


Bir tânesi; Senin ömrün, şu kadar *Sene*, şu kadar *Ay*, şu kadar *Gün*, şu kadar *Saat*, hattâ şu kadar *Dakîka*, şu kadar *Sâniye*’dir, der. 

● ● ● 

*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin talebelerinden *Cevat bey* vardı. Muhârebede bir ara *Aklı* bozulmuş. Doktorlar; *Her an saldırabilir!* diye rapor vermişler. 


Ama kimseye de saldırmadı. Bir gün, *Abdülhakim Efendi*’nin sevdiklerinden *Mehmet Efendi*, *Cevat Bey*’i yemeğe *Dâvet* etdi. Biz de oradaydık. 


Cevat bey, baklava tepsisine bir avuç *Tuz* koydu. Bize de; *Sakın Söylemeyin!* diye işâret etdi. Ondan herkes çekinirdi. 


Ama çok da *Şakacı*’ydı. Tepsi ortaya konunca, *Tuzlu* tarafını Mehmet Efendi’nin önüne çevirdi ve *Önce ev sâhibi başlasın, bakalım nasıl?* dedi. 


Mehmet Efendi bir *Dilim* aldı, ağzı yüzü *Değişdi*. Yüzü değişince, Cevat bey sordu; *Bir şey mi var tadında yoksa?* dedi. 


Mehmet Efendi de; *Tadı da tuzu da yerinde!* dedi ve hemen dışarı çıkıp, *Kızları*’na seslendi. Biz anladık ki onlara *Kızacak*. Hemen çağırdık, hakîkati söyleyince, ferahladı. 

● ● ● 

*Abdülhakim Efendi* hazretleri buyurdu ki: Herkes, *Hac*’da bir *Duâ* eder, en çok *İstediği* şeyi ister, orada yalvarır. Ben de; *Yâ Rabbî, benden okuyanı âlim eyle!* diye duâ etdim, buyurdu. 


*Abdülhakim Efendi* hazretleri, bizi *Kendisi* çağırdı. O çağırmasaydı biz gidemezdik efendim. Bize her *Şey*’i, O öğretdi. Hiç yüzlerine bakamazdım.

TANIYOR MUSUN?

Bir adam Hazret-i Ömer’in yanında bir hususta şahitlikte bulunmuştu. Hazret-i Ömer ona, 


 ⁃ Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir dedi. Orada bulunanlardan biri, 


 ⁃ Ben onu tanıyorum deyince Hazret-i Ömer, 


 ⁃ Nasıl bilirsin? diye sordu. O da, 


 ⁃ Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum cevabını verdi. Hazret-i Ömer tekrar sordu:


 ⁃ Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur? 


 ⁃ Hayır. 


 ⁃ İnsanın takvasını ortaya koyan, muamelesidir. Bu adam, alışveriş yaptığın bir kimse midir? 


 ⁃ Hayır. 


 ⁃ Bununla, insanın ahlakının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkan veren bir yolculuk yaptın mı? 


 ⁃ Hayır. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, 


 ⁃ Sen onu tanımıyorsun dedi ve sonra da adama dönerek, (Git, seni tanıyan birini getir) buyurdu.

Muhammed İkbal kimdir?

İkbal, Pakistan’ın millî şairidir. 1905’te öğrenim için gittiği Avrupa’da üç yıl kaldı ve düşüncelerinde büyük değişiklikler oldu. 1908’de Lahor’a dönerek Felsefe ve İngiliz Edebiyatı öğretmenliği yaptı.


1923’te İngilizler kendisine “Sir” ünvanı verdi. Bu arada, meşhur şarkiyatçı İngiliz Sir Thomas Arnold ile tanıştı, kurduğu yakın dostluk İkbal’in düşüncesini etkiledi. Onun tavsiyesi üzerine Avrupa’ya gidip, burada felsefecilerden ders gördü. Bütün bunlar İkbal’in üzerinde büyük tesir yaptı. Ehl-i sünnet âlimlerinin tuttuğu doğru yolu bırakıp, Batılı müsteşriklerin metotlarına kaymasına sebep oldu.


İslâmiyet karşısında felsefe ve aklı ön planda tutan bu metotlar, İkbal’in düşünce ve fikirlerini de şekillendirerek, din konusunda kendine mahsus ve İslâm âlimleri tarafından reddedilen görüşler öne sürmesi neticesini de beraberinde getirdi.


İkbal’in İslâmda dinî düşüncenin yeniden kuruluşu adıyla tanınan, 1928’de Madras İslâm Derneğinin kurslarındaki konuşmaları, reformcu görüşlerle doludur. Onun bu reformcu görüşleri, İslamiyet’in nakil yoluna ters oluşu sebebiyle, âlimlerce kabul görmedi.


Eserlerinde, Abduh ve Efgani gibi mason reformcuların fikirlerine genişçe yer verdi. İkbal’in şahsiyetinin en önemli taraflarından biri de, İngilizlerin arzusuna uygun olarak, bağımsız Pakistan’ın kuruluşu için yaptığı çalışmalarıdır.


İngilizler, Pakistan’ı Hindistan’dan ayırıp küçük lokma hâlinde yutmak istiyorlardı. İkbal, 1931 ve 1932’de Londra’da yapılan toplantılara delege olarak çağrıldı ve burada da aynı fikri destekler konuşmalar yaptı. Yazdığı makale ve mektuplarda da ısrarla aynı fikri işledi.


İkbal, Cinnah’a yazdığı mektuplarda; İngiliz hükümetinin, Hindistan Müslümanlarının Pakistan adı altında ayrı bir devlet kurmalarını istediğini belirtti. İkbal’in bu çalışmaları, takdirle karşılanıp bağımsızlığın sembol şahsiyeti sayıldı.


Ölümünden 9 yıl sonra 1947’de Pakistan bağımsızlığına kavuştu. Bu bağımsızlık, Hindistan’da bir türlü tam hâkimiyet kuramayan İngilizlerin, Müslümanları parçalayarak hem Pakistan’a, hem de Hindistan’a daha kolay hâkim olmak için takip ettikleri bir siyasetin neticesidir.

 (Y. Rehber Ans.)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Eshâb-ı kirâm*’ın, çok üstünlükleri var. Çok *Meziyet*’leri var, çok *Kıymetli* insanlar. Allahü teâlâ onları, Kur’ân-ı kerimde, *Sûre-i Feth*’in son âyetinde methediyor: 


Ve Kur’ân-ı kerîmde; *Onlar, kâfirlere karşı çok sertdiler, ama birbirlerini çok seviyorlardı!* buyuruyor. 


*Ruhamâü beynehüm!* Yâni onlar, birbirlerine karşı çok merhametliydiler. Birbirlerini çok seviyorlardı. 


Demek ki; bizim de, Peygamberimizin *Ümmeti* olarak, en birinci *Vasf*’ımız, birbirimizi çok *Sevmemiz* olmalıdır. Neden? 


Çünkü *Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Peygamber Efendimizin vefâtından sonra, *Sık sık* birbirlerinin evine *Ziyâret*’e gider ve; 


*Gel kardeşim, biraz Peygamber Efendimiz’den bahsedelim de îmân’ımız tâzelensin!* derlermiş. 


Bunlar, yâni *Eshâb-ı kirâm*, müctehidlerin *İlk*’leri, evliyâların *Şâh*’ı, âlimlerin *Âlâ*’sı, yâni her bakımdan *Kemâl*’de olan insanlardır. Birbirlerine diyorlardı ki: 


Hazret-i Peygamberin *Vefât*’ından sonra *Kalp*’lerimiz kararabilir. Gel biraz oturalım, Ondan bahsedelim, bir iki *Salevât-ı şerîfe* okuyalım, Onun hayâtından konuşalım da *Îmân*’ımız *Tâze*’lensin.


*Eshâb-ı kirâm* böyle derse, bizim gibi *Zavallı*’lara ne demek düşer? Cenâb-ı Hak, hepimizi, o *Büyük*’lerin şefâatine kavuşdursun kardeşim. 


*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri; Kendini, değil ki bir *Müslümân*’dan, frenk *Kâfiri*’nden, hattâ uyuz *Köpek*’den üstün gören, Allahü teâlâya *Yol* bulamaz! buyuruyor. 


Ancak *Şeytan*, kendini başkalarından *Üstün* görür. *Ben daha iyi bilirim!* der. Onun için, hakîkî bir talebenin husûsiyeti, *Mütevâzı* ve *Edeb*’li olmasıdır. 


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri, onun için; Bu yolun başı *Edeb*, ortası *Edeb*, sonu yine *Edeb*’dir! buyurmuşlar. Hepimiz, bu hususta *Kusur*’luyuz kardeşim. 


Ama *Büyük*’ler affederler, kimsenin yüzüne *Vurmaz*’lar. *Abdülhakim Efendi* hazretleri, kusûrları hiç *Görmez*’di, hemen affederdi. *Büyük*’ler böyledir. 


Eğer affetmeseler, yanlarında *Kimse* kalmaz efendim. Onlar, *Allah* için hep yutkunurlar, *Sabr*’ederler, *Hoş* görürler. Yoksa, insanlar o *Büyük*’lerden uzaklaşır Allah korusun.

Biz herşeyimizi Abdülhakim Efendi hazretlerine borçluyuz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben eğer *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini görmeseydim, ya *Kör* idim, ya da *Şaşı*. Kördüm, çünkü *Îmân*’sız olurdum mâzallah. Şaşı idim, çünkü *Bid’at* ehli olurdum. 


Yâni *Bozuk* bir yola girer, doğru *Yol*’u bulamazdım efendim. Çünkü bu, öyle *Kolay* bulunabilecek bir şey değil. 


Biz, *Îmân*’ımız dâhil, her şeyimizi *Abdülhakim Efendi* hazretlerine *Borçlu*’yuz. Çünkü Onu görmeseydik, hiçbir *Şey*’den haberimiz olmıyacakdı.

● ● ● 

Bu dünyâ, *Sevgi* üzerine kurulmuşdur. Neden? Çünkü Cenâb-ı Hak, hiç bir şey yaratmadan önce buyurdu ki: *Tanınmayı sevdim!* Bakın, tanınmak istedim değil, tanınmayı *Sevdim*, buyuruyor. 


Yâni, kullarım beni *Tanısın* da *Şeref*’lensin istedim Onun için hepinizi *Yaratdım!* Öyle buyuruyor Cenâb-ı Hak. O hâlde bu işin temelinde, *Muhabbet* vardır. 


Onun için Allahü teâlâ, bütün Peygamberlere bir *İsim* vermişdir, ama bizim Peygamberimiz için *Sevgilim* buyurmuşdur, *Habîbim* demişdir. 


Onun için, bir yerde eğer *Sevgi* ve *Muhabbet* yoksa, orda *Geçim* olmaz. 


*Eshâb-ı kirâm* aleyhimürrıdvân, hazret-i Peygamberi o kadar seviyorlardı ki, Onun uğrunda *Can*’larını, *Mal*’larını, her *Şey*’lerini *Fedâ* ediyorlardı. 

● ● ● 

*Gıybet* edilen yere *Lânet* yağar efendim. Lânet yağacağına *Rahmet* yağsın, daha iyi değil mi? *Gıybet* çok kötü birşey. Efendimiz aleyhisselâm; 


*El-gıybetü eşeddü minez zinâ!* buyuruyor. Hadîs-i şerîfdir bu. Yâni *Gıybet* etmek, *Zinâ* etmekden daha büyük *Günâh*’dır. Neden? 


Çünkü *Kul hakkı* var bir kere. Öteki, *Allah* ile *Kul* arasında olan bir *Günâh*. Tövbe istiğfâr eder, *Afv*’olunur.  


Ama *Gıybet*’de, bir de *Kul* hakkı var. gidip bulacaksın, helâlleşeceksin, gönlünü alacaksın. Ya *Ölmüş*’se? Evlâtlarıyla helâlleşsen olmaz, *Para* işi değil çünkü.