Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Kadınlar, saçlarını deve hörgücü gibi yapmaktan hadis-i şerif ile men ediliyor. Bundan kastedilen : Uzun saçı örmek, at kuyruğu yapmak ya da ensede toplamak caizdir. Tepede toplamak hadis-i şerif ile men edilmiştir.*Üzüm çekirdeğinin zararlı olduğu dinî âdâb kitaplarında yazıyor. Tabibler de tavsiye ediyor..Âdâb kitaplarında men edilen, bütün olarak yenilmesidir. Çiğnenerek veya ezilerek yenebilir. *Talâkla alâkalı hükümlerde :Nikâh hangi mezhebe göre kıyılmış ise, şartları ve hükümleri de ona göre tayin edilir. *Ezanı ve Kur’an-ı kerimi harflerini değiştirmeksizin güzel ses ve makamla okumanın müstehab olduğu hadis-i şerif ile sâbittir. Osmanlılarda her vaktin ezanı farklı bir makamda okunurdu.

Himmet nedir?

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Himmet, gayretini arttırmak mânâsına gelir. Evliyanın himmeti, bir işin tahakkuk etmesi veya etmemesi için teveccühünü teksif etmesi demektir. Himmetü’r-ricâl takla’ul-cibâl (Büyüklerin himmeti, dağları yerinden oynatır), hadis-i şeriftir.

Süt akrabalığı emen çocuk içindir

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Üç erkek kardeş olsa, bunların en büyüğü bir kadını emse, en küçük erkek kardeş bu kadının kızı ile evlenebilir mi?.Süt akrabalığı emen çocuk içindir. Çocuğun akrabaları işin içine girmez. Birinci erkek, kızın süt kardeşidir. Diğer erkekler değildir. Nikâh caizdir. *Başka elbisesi varsa veya temizleme imkânı varsa tozlu veya kirli elbise ile namaz kılmak mekruhtur.

Abdülhakim Arvâsî sayesinde

 *1985 yılının Kurban bayramında Hocamız, Cağaloğlu'ndaki gazete merkez binasına ziyarete gelmişlerdi. "Belki de bu birlikte oluşumuzun sonuncusu olabilir" dediler. Bunun üzerine Hasan doğar çok ağladı. Beraber resim çektirdik. O resim çekildiğinde, Enver abi Hocamız'a benim Ankara'ya gideceğimi arz etti. Hocamız bana, Efendi hazretleri'ni ziyaret etmemi emredip, selâmlarını ilettiler.

* Ankara'ya gittiğimde Efendi Hazretleri'ni ziyaret ettim. O gece Arif Güneş Abi'nin evinde, rüyamda, İstanbul'un tepelerinde milyonlarca kişi gördüm. Kendime "Maşallah, bu insanlar Hocamız sayesinde ne kadar şanslı" dedim. Arkamda duran, kendisini görmediğim bir kimseler, "Abdülhakim Arvâsî sayesinde" dediler. Sabah kalktığımda Arif Güneş'e rüyayı anlatıp, Abdülhakim Arvâsî diye birisi var mı diye sordum. " Dün ziyaret ettik ya" dedi. O zaman Efendi Hazretleri'nin, Abdülhakîm Arvâsî ile aynı kişi olduğunu anlamıştım. Enver Abi'ye rüyamı anlattım. "Hak bir rüya. Tüm nimetler bizden önceki büyüklerden bize geliyor" dedi. Sabah namazından bir müddet sonra tekrar yatmıştık. Yine öyle mübarek bir rüya görmek istiyordum. Abdestli ve sağ yanıma yatmıştım. Rüyamda Hocamız'ı gördüm. Çok güzel bir çardakta idim. Hocamız geldi ve dizlerinin dibine oturmamı söyledi. Ona pür dikkat bakarken, gözlüklerimi aldı ve bana onların yerine yenisini yapıp vereceğini ama, bunda tek bir cam olacağını söyledi. Tamamlandığında tekrar bir araya girip çay içeceğimize söz verdiler. 

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 13]

(Abdullah Yerebakan ağabeyin hatıralarından bir kesit)

İsm-i Azam Duası Nedir?

İsm-i Azam Duası Nedir?

Hadislerle ilmin kıymeti (Risale-i Münire'den)

Hadislerle ilmin kıymeti (Risale-i Münire'den)

MÜ'MİNİN KALBİNİ KIRMAYI MEN ETMEKTEDİR (2013)

MÜ'MİNİN KALBİNİ KIRMAYI MEN ETMEKTEDİR (2013)

_*İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:_*
Kalb, Allahü teâlânın komşusudur. Allahü teâlâya kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Çünkü, asi olan komşuyu da korumak lazımdır. Sakınınız, sakınınız, kalb kırmaktan pek sakınınız! 
_*Allahü teâlâyı en ziyade inciten küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günah yoktur._*

Kelâm-ı Kibarlar (Risaleyi Münire'den)

Kelâm-ı Kibarlar (Risaleyi Münire'den)

İmam-ı Azam hazretleri hakkındaki söylenen sözler

İmam-ı a’zam hazretlerini tartışma konusu yapanlar, akıllarınca bu büyük imam nezdinde, Ehli sünneti tartışma konusu yaparak, hazreti Peygamberin ve Eshabının inancına zarar vermek yok etmek istiyorlar. Halbuki, İmâm-ı a’zam hazretlerinin üstünlüğü hakkında islâm âlimleri ittifak etmişlerdir. Herkes asırlardır onun ilminin üstünlüğünden, takvâsından bahsetmiştir. Bunlardan ba’zılarının sözleri şunlardır:


Hâfız Abdülazîz ibni Revrad buyurdu ki: “Ebû Hanîfe’yi seven, Ehl-i sünnet vel cemâ’at mezhebindedir. O’na buğzeden, O’nu kötüleyen bid’at sahibidir.  Ebû Hanîfe bizimle insanlar arasında miyardır, ölçüdür. O’nu sevin, O’na yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğzedenin bid’at sahibi olduğunu anlarız.


Sehl bin Abdullah Tüsterî buyurdu ki: “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimüsselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.”


Süfyân-ı Sevrî, İmâm-ı a’zamın yanından gelen bir kimseye, “Yeryüzünün en büyük âliminin yanından geliyorsun” demiştir.


İmam-ı Ahmed ibni Hanbel, “İmâm-ı a’zam vera’ ve zühd, îsâr (cömertlik) sahibi idi. Âhıret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi” buyurmuştur.


İmâm-ı Mâlik’e, “İmâm-ı a’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medhediyorsunuz” dediklerinde buyurdu ki: “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta onun derecesi, diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep medhederim.”


İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki:  “Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sahibi idi. Ma’rifeti tam bir ârif idi. Takvâ sahibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi.”


Yahyâ Mu’âz-ı Râzî hazretleri anlatır: Peygamber efendimizi rü’yâda gördüm ve, “Yâ Resûlallah, seni nerede arayayım” dedim. Cevâbında, “Beni, Ebû Hanîfe’nin ilminde ara” buyurdu.


İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: “İmâm-ı a’zam abdestin edeblerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sahibi, sünnete uymakta, ictihâd ve istinbâtta (şer’î delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı a’zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine tercih ederdi. Müctehidlerin en vera’ sahibi idi. En müttekîsi O idi. Şâfiî’den de, Mâlik’den de, İbni Hanbel’den de her bakımdan üstün idi.”


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: “İmâm-ı a’zam, İmâm-ı Yûsüf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir-i Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i amel eylemişlerdir. Ya’nî herbiri zamanında neyi bildirmek îcâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf husûsunda pek konuşmadı. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Ca’fer-i Sâdık’tan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte: “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Vâris, her husûsta verâset sahibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O hâlde her iki ilimde de kemâlde idi.”


Hazreti Ali şöyle buyurdu: “Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helâk olacaktır.”


Abdullah ibni Mübârek anlatır: Hasen bin Ammâre’yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe’ye şöyle diyordu: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, fıkıhda senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevap olanını görmedim. Elbette sen fıkıhda söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben, *Abdülhakîm Efendi* hazretlerinin her zaman tam karşısına otururdum. Hattâ *Eyüp Sultân* Câmii’nde, ilk tanıdığımda da, en önde, burun buruna oturmuşduk. 


Allahü teâlâ; *Her istiyene veririm, bâzan da istemiyenler arasından seçdiğime veririm*, buyuruyor. *İnnâ fetahnâ leke* sûresinin son âyet-i kerîmesidir bu.


Bu âyet-i kerîmede hem adâlet, hem de ihsân var. Her istiyene veririm buyurması, *Adâlet*’dir. İstediğime veririm buyurması da *İhsân*’dır. 


İstiyene nasıl verir? Meselâ bana verdiği gibi. Ben istedim, Allahü teâlâ da verdi. 


Askerî okulda, birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilecek ve tutamıyacak olanları ayırdı. 


*Seksen kişi* oruç tutmak istiyen vardı. Bunların içinden güçlü kuvvetli olanlarından *Otuz* kişiyi, oruç tutabilir diye ayırdı. *Elli* kişiyi de, zaîf gördüğü için tutamaz diye ayırdı. 


Ben de ufak tefekdim, zaîfdim. Beni de tutamıyacakların içine ayırdı. Doktora; *Ben tutmak istiyorum*, dedim. Çünkü evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. 


Ben tutmak istiyorum deyince, doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. *Sen oruç tutacak adam mısın? Oruç tutarsan sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün!* dedi. Doktor, iriyarı bir yüzbaşıydı. 


Oruç tutacak olan *Otuz kişiye* yemek çıkıyordu. Ben de onlarla berâber gece kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de o sene orucumu tutdum. 


Daha sonra o doktor yüzbaşı görülmez oldu. Sorup soruşdurduk. Öğrendik ki, ölmüş. O bana; *Sen oruç tutarsan ölürsün!* demişdi. Kendisi öldü. 


Ben seksen senedir oruç tutuyorum. Oruçdan dolayı hasta bile olmadım. Doktor bana; *Oruç tutarsan sınıfda kalırsın!* demişdi. Ben okulun birincisi oldum. 


Bir sonraki sene, oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra da azala azala, son sınıfda iken oruç tutan bir tek *Ben* kalmışdım.

ŞEFÂ’AT, ÖLÜLERE YARDIM

 Süâl: Zümer sûresinin, otuzuncu âyetiyle sarâhaten, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” öldüğü belli iken, hâlâ kabr ziyâreti ile ölülerden şefâ’at istemek olur mu? (Bütün şefâ’atler Allahın izni iledir) ve (Ona, ancak Onun izn verdiği kimse şefâ’at eder) ve (Şefâ’at edicilerin şefâ’ati onlara fâide vermez) âyetlerini okuduğumuz hâlde (Şefâ’at yâ Resûlallah!) lâfzı, şirkin en çirkini değil midir? 

Cevâb: Yukarıda bildirilen âyet-i kerîmeler, şefâ’at olmadığını göstermek şöyle dursun, şefâ’at yapılacağını göstermekdedir. Arabî bilen bir kimse, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışırsa, böyle yanlış ve hattâ ters ma’nâ çıkarıp, doğru yoldan kayar. Dîninin, îmânının sarsıldığını, belki de, küfre bulaşdığını anlamaz da, kendini doğru müslimân sanır ve doğru müslimânlara leke sürmeğe çabalar. Arabî dilini iyi bilmekle, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsı anlaşılabilseydi, Beyrutdaki arab hıristiyanların, Kur’ân-ı kerîmi herkesden dahâ iyi anlamaları îcâb ederdi. Hâlbuki bunlar, Kur’ân-ı kerîmden hiçbirşey anlıyamamış, îmân şerefine bile kavuşamamışlardır. 

Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyabilmek için, ilm-i lügat, ilm-i metn-i lügat, ilm-i bedî’, ilm-i beyân, ilm-i me’ânî, ilm-i belâgat, ilm-i üsûl-i tefsîr gibi çeşidli ilmleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin ma’nâ-yı zâhirîsi, ma’nâ-yı zımnîsi, ma’nâ-yı murâdîsi, ma’nâ-yı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin, ne zemân, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu, âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîflerle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak, böyle bir islâm âlimi Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edebilir. Ya’nî, kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlıyabilir. Böyle bilgisi olmıyanların, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışması, ilk mekteb talebesinin üniversite kitâbı okumasına, kimyâ deneyleri yapmağa kalkışmasına benzer. Böyle nice zevallının, deneylerde kurban gitdiklerini gazetelerde çok okuduk. Bu ilmleri bilmiyenler, mevcûd ve mu’teber tefsîrlere baş vurmalı, ilm sâhiblerinin anlayıp yazdığı ma’nâları, tefsîrlerden anlamağa çalışmalıdır. Tefsîr okuyabilmek ve anlıyabilmek için de, arabîyi ve âlet ilmlerini iyi bilmek lâzımdır. Bizim gibi, bu ilmleri hiç bilmiyenler, tefsîrden de birşey anlıyamayız. 

Lise ve bir fakülte diploması almış bulunduğumuza güvenerek, câhil olduğumuz tefsîr ilmine dalmağa kalkışırsak, aldanır, helâk oluruz. Yüzme bilmiyen bir diplomalının denizde açılması gibi, câhilce, ahmakca davranmış oluruz. Yukarıda sayılı ilmlerde mütehassıs olan, islâm dünyâsında asrlardan beri parmakla gösterilen büyük tefsîr âlimleri, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i şerîfi ile medh olunan islâm dîninin yüksek bilginleri, yukarıdaki süâlde bulunan âyet-i kerîmelere, süâl sâhibinin anladığı gibi ma’nâ vermediler. Derin ilmleri ve keskin görüşleri ile, doğru ma’nâlarını anladılar. Murâd-ı ilâhînin hiç de öyle olmadığını bildirdiler. 

Tefsîr âlimlerinin başlarının tâcı, bu ilmin mütehassıslarının üstâdı olan Kâdî Beydâvî hazretleri, dünyâca tanınan ve islâm dîninin temel direklerinden biri olan tefsîrinde, birinci âyet-i kerîmeye şöyle ma’nâ vermekdedir: Zümer sûresi, otuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Sen öleceksin. O kâfirler de ölecekler. Sonra, kıyâmet günü, Rabbinizin huzûrunda hesâblaşacaksınız. Senin haklı olduğun, müşriklerin, bâtıl, bozuk olduğu meydâna çıkacak) buyuruldu. (Tefsîr-i Hüseynî)de ve (Mevâkib) tefsîrinde, (Mekke kâfirleri, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” ölecek, ondan kurtulacağız diyorlardı. Allahü teâlâ da, evet, sen öleceksin. Fekat, o müşrikler de, elbette ölecekler. Kendileri elbet ölecek olan kimselerin, başkasının ölümünü beklemeleri, açık bir câhillikdir) diyor. Bu âyet-i kerîme, kâfirlerin yanlış yolda olduklarını bildirmek için geldi. Yoksa, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” öldükden sonra, duymaz, rûhsuz toprak olur gibi birşey bildirmediği gibi, bununla bir ilgisi bile yokdur. 

Ölmek, dünyâ hayâtından ayrılmak demekdir. Bundan, kabr hayâtının yok olması, rûhun da ölmesi anlaşılmaz. Zümer sûresinin kırkdördüncü âyet-i kerîmesine gelince, (Kureyş kâfirleri, putların kendilerine şefâ’at edeceklerini söylüyor. Onlara söyle ki, Allahü teâlânın izni olmadan, hiç kimse şefâ’at edemez) olarak tefsîr edilmekdedir. Putların, heykellerin şefâ’at edemiyeceklerini bildiren âyet-i kerîmeyi, Resûlullah şefâ’at edemez diye açıklamak çok yanlışdır. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” şefâ’at etmesi için izn verilecek. O da, dilediği mü’minlere şefâ’at edecekdir. Bekara sûresindeki Âyet-el Kürsînin tefsîri de, böyle olduğunu bildirmekdedir. Müddessir sûresinin kırksekizinci âyet-i kerîmesi de, (Şefâ’at etmelerine izn verilenler, kâfirlere şefâ’at ederlerse, şefâ’atleri onlara fâide vermez) demekdedir. Böyle olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler, (Tefsîr-i Mazherî)de yazılıdır. 

Görülüyor ki, âyet-i kerîmelerin hepsi, şefâ’at etmek için, mü’minlere yardım etmek için izn verileceğini, kâfirlere şefâ’at edilmiyeceğini bildirmekdedir. Resûlullahın mü’minlere şefâ’at edeceğini bildiren çeşidli hadîs-i şerîfler vardır: Hatîb-i Bağdâdînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, Ehl-i beytimi sevenlere şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. Sevmek, yalnız lâfla olmaz! İmâm-ı Ahmedin “rahmetullahi aleyh” (Müsned) kitâbında bildirilen hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, büyük günâh işliyenlere şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. Deylemî “rahmetullahi aleyh” (Müsned)inde bildirilen hadîs-i şerîfde, (Eshâbıma dil uzatanlardan başka, herkese şefâ’at edebilirim) buyurulmakdadır. Yine Deylemînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, nefsine zulm edenlere, nefslerine aldananlara şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. Hatîb-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, günâhları çok olanlara şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. 

İbni Ebî Şeybenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, mezârdan önce çıkan ben olacağım ve en önce şefâ’at eden ben olacağım) buyurulmakdadır. İmâm-ı Müslimin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, en önce ben şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. (Şir’at-ül-islâm) şerhi, yirmisekizinci sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Şefâ’atime inanmıyan, ona kavuşamaz) buyuruldu. Ahmed ibni Kemâl efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” kırk hadîsinin sekizinci hadîs-i şerîfinde, (Sünnetimi elinden kaçıran kimseye şefâ’atim harâm oldu) buyurulmakdadır. Ya’nî, doğuşda mâlik olduğu îmânını bırakana, müslimân olmıyana şefâ’at etmem buyuruldu. (Taberânî), (İbni Adî), (Dâre kutnî), (Beyhekî) kitâblarında bildirilen hadîs-i şerîfde, (Kabrimi ziyâret eden kimseye şefâ’at etmek bana vâcib oldu) buyurulmakdadır. Taberânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kabrimi ziyâret edenin şefâ’atcisiyim) buyuruldu. Bu iki hadîs-i şerîf, Resûlullahın kabr-i şerîfini ziyâret etmenin lâzım olduğunu göstermekdedir. 

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin çeşid çeşid şefâ’at edeceğini bildiren dahâ nice hadîs-i şerîfler vardır. (Milel-nihal) kitâbı, altmışyedinci sahîfesinde diyor ki, (Resûlullahın şefâ’at edeceğine ve kirâmen kâtibîn meleklerine ve Cennetdeki rü’yete inanmıyan kimsenin arkasında nemâz kılınmıyacağı (Hülâsa)da yazılıdır). Bunun için vehhâbî imâm arkasında nemâz kılmamalıdır. Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyor ki, kıyâmet günü, her Peygamber şefâ’at edecekdir. Sonra âlimler, sonra şehîdler, sonra sâlihler, sonra Kur’ân-ı kerîmi tecvîd ile,tegannî etmeden ve Allah rızâsı için okuyan hâfızlar, küçük çocuklar şefâ’at edecekdir. Böyle olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler (Kurtubî tezkiresi) muhtasarında ve (Birgivî vasıyyetnâmesi)nde yazılıdır. Çocukların cenâze nemâzını kılarken, (Yâ Rabbî! Bu çocuğu şefâ’atci eyle!) diye okunacağı, bütün fıkh kitâblarında yazılıdır. 

Kıyâmet günü, iyilerin, günâhlı olanlara şefâ’at edeceklerini bildiren hadîs-i şerîfler o kadar çokdur ki, bunlar karşısında inanmıyanın, yâ çok câhil veyâ islâmı yıkmak için uğraşan zındıklara aldanmış bir zevallı olduğu düşünülebilir. Bunun için, yukarıdaki süâli soranın, şefâ’ate inanmadığını değil de, kabr ziyâretinin ve ölmüş bir kimseden birşey istemenin câiz olmadığını bildirmek istediğini sanıyoruz. Bugün ba’zı kimseler, Evliyâ ziyâreti ve meyyitden birşey istemek şirkdir diyorlar. Bir Velîyi ziyâret edenlere, Resûlullahdan şefâ’at istiyenlere kâfir, ya’nî müslimân değil diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, meyyit ile tevessülün câiz olduğunu, kelâm ve fıkh kitâblarında, çeşidli delîllerle isbât etmekdedirler. (Dürr-ül-muhtâr)da, cenâze nemâzını anlatdıkdan sonra, (Kabrleri ziyâret etmenizi yasak eylemişdim. Bundan sonra, kabrleri ziyâret ediniz!) hadîs-i şerîfini bildirmekdedir. Bu hadîs-i şerîfde, kabr ziyâreti emr edilmekdedir. İbni Âbidîn bunu açıklarken buyuruyor ki, (Mevtâ, Cum’a günü ve bir gün önce ve bir gün sonra kendini ziyâret edenleri tanır. Muhammed Vâsi’ böyle bildirmekde ve Cum’a gününün, başka günlerden üstün olduğu buradan da anlaşılıyor demekdedir. İbni Ebî Şeybe, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin Uhud şehîdlerinin kabrlerini her sene ziyâret etdiğini ve onlara, (Esselâmü aleyküm) dediğini haber verdi. Uzakda durarak da ziyâret mendûbdur.) 

İbni Hacer, fetvâlarında, (Harâm olan şeyler bulunsa da, meselâ erkekler arasına kadınlar karışsa da, Evliyânın mezârlarını ziyâreti terk etmemelidir) diyor. Çünki bir kimse, başkasının yapdığı günâh için ibâdetini terk etmez. Cenâze taşımak da, bu sebeble terk edilmez. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâbının “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mezârlarını ziyâret için Bakî’ kabristânına gider, ayakda, onlara (Esselâmü aleyküm) derdi. Kabrin ayak ucunda durmak iyidir. Baş tarafında durmak da câizdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir mezârın baş tarafında Bekara sûresinin bir kısmını okuyup, geri kalanını ayak ucunda okudu. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kabristâna giren kimse, Yasîn sûresini okusa, o gün meyyitlerin azâbları hafîfler. Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir). Bir hadîs-i şerîfde de, (Onbir ihlâs okuyup, sevâbı ölülere gönderilirse, mevtâların sayısınca ona da sevâb verilir) buyuruldu. 

(Hidâye) fıkh kitâbında diyor ki, (Bir kimsenin, nemâz, oruc ve sadaka gibi bütün ibâdetlerinin sevâbını başkasına hediyye etmesi câizdir). İbni Âbidîn, cenâze nemâzı sonunda diyor ki, [(Tâtârhâniyye) kitâbında, zekâtı anlatırken diyor ki, (Nâfile sadaka veren kimsenin, sevâbının bütün mü’minlere verilmesi için niyyet etmesi çok iyi olur. Kendi sevâbından hiç azalmadan, bütün mü’minlere de sevâbı erişir. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi böyledir). Hanefî ve Hanbelî mezheblerine göre, nemâz ve Kur’ân-ı kerîm okumak gibi yalnız beden ile yapılan ibâdetlerin sevâbı da, böyle hediyye edilebilir. Mu’tezile mezhebi, hiçbiri hediyye edilemez dedi. Şâfi’î âlimlerinin sonra gelenleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Kur’ân-ı kerîmin ve nemâzın da meyyite fâide vereceğini bildirdiler. Çünki, Kur’ân-ı kerîm okunan yere, rahmet ve bereket iner. Bu zemân yapılan düânın kabûl olması çok umulur. Farz ve nâfile ibâdetlerin sevâbı, ölülere ve dirilere gönderilebilir. İbâdeti yaparken, sevâbını başkasına niyyet etmek câiz olduğu gibi, ibâdeti kendi için yapıp, sonra sevâbını başkasına hediyye etmek de câizdir. Sevâb, hediyye edilenlere taksîm edilmeksizin, her birine bütünü kadar erişir. Her çeşid ibâdetin sevâbı, Resûlullahın mubârek rûhuna da gönderilebilir. Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ”, Resûlullah için umre yapardı. Hâlbuki, bunu vasıyyet etmemişdi. 

İbnis-Serrâc, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” için onbinden fazla hatm okumuşdu. Mubârek rûhu için kurban kesmişdi. Bu hediyyelerle derecesi ve şerefi artar denildi]. Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, fârisî (Medâric-ün-nübüvve) kitâbında, ikinci cild, yüzotuzikinci sahîfede diyor ki: (Bedr gazâsında, dokuzyüzü aşan kâfir ordusundan, yetmişi öldürülmüşdü. Bunlardan yirmidördü, bir leş çukuruna atıldı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” üç gün sonra çukur başına geldi. Birkaçının ismini sayarak, (Rabbinizin ve Onun Resûlünün bildirdikleri azâblara kavuşdunuz mu? Ben, Rabbimin va’d etdiği zafere kavuşdum) buyurdu. Ömer “radıyallahü anh” bunu işitince: (Yâ Resûlallah! Cansız ölülere neden söylüyorsun?) dedi. (Sözlerimi siz onlardan dahâ iyi işitici değilsiniz! Fekat onlar cevâb veremez) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, hadîs âlimlerinin sözbirliği ile bildirilmekdedir. Bu hadîs-i şerîf, ölülerin diriler gibi işitdiğini, fekat cevâb veremediklerini gösteriyor. 

(Müslim-i şerîf)de bildirilen bir hadîs-i şerîfde de: (Defnden sonra cemâ’at dağılırken, ölü, bunların ayak sesini işitir) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Bakî’ kabristânını ziyâret ederken, oradaki meyyitlere selâm verir, onlara söylerdi. İşitmiyen, anlamıyan kimseye birşey söylenir mi? Hattâ saçma söz olur. Süâl: Meyyitin, ayak seslerini işitmesi, süâl meleklerine cevâb verinciye kadar işiteceğini gösteriyor. Bundan her zemân işiteceği anlaşılır mı? Cevâb: Hadîs-i şerîfde, süâllere cevâb verinciye kadar işitir denilmiyor. Süâli işitmesi ve cevâb vermesi için, meyyit sonra ayrıca diriltilecekdir. 

Süâl: Meyyit, yalnız Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sözlerini işitir. Bu ise, bir mu’cizedir. Herkesin sözünü işitir demek nasıl doğru olur? 

Cevâb: Hadîs-i şerîfde açıkca bildirilen birşeyi sınırlamak için veyâ başka dürlü anlatmak için, bu şeyin, açıkca bildirildiği gibi olamıyacağını isbât etmek lâzımdır. Allahü teâlâ, ölüye, kulaksız, sinirsiz, bizim bilmediğimiz bir sûretle işitdirebilir. 

Süâl: Fâtır sûresinin yirmiikinci âyetinde meâlen, (Sen ölüye işitdiremezsin. Sen kabrde olana duyurucu değilsin!) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîme karşısında, o hadîs-i şerîf nasıl doğru olabilir? Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” verilen cevâbda, (Dahâ iyi bilici) denilmiş, bizlere ise, yanlışlıkla (Dahâ iyi işitici) şeklinde gelmiş olabilir. Çünki, ölüler, âhıret işlerini, dirilerden elbette dahâ iyi bilirler. 

Cevâb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” gibi çok sağlam bir zâtın bildirdiği bir hadîs-i şerîfde yanlışlık olabileceğini, hiçbir müslimân düşünemez. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Ölülere sen işitdiremezsin. Senin sesini, Allahü teâlâ işitdirir) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mekke kâfirlerinin îmân etmeleri için uğraşıyordu. İnanmadıkları için üzülüyordu. Bu âyet-i kerîme o zemân gelmişdi. Ölülere işitdiremezsin demek, ölü kalbleri, ya’nî kâfirleri îmâna kavuşduramazsın demekdir. Kâfirlerin bedenleri kabre, kalbleri de ölüye benzetilmekdedir. Hadîs-i şerîfler ve din büyüklerinin kitâbları, ölülerin işitdiklerini ve anladıklarını gösteriyor. Bu haberleri bozan başka bir haber bildirilmedi.) 

(Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının (Müslimâna Nasîhat) kısmını okuyunuz! Enfâl sûresinin onyedinci âyetinde meâlen, (Kâfirlere atdığını sen atmadın, onları Allahü teâlâ atdı) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeyi yanlış anlıyarak, insanın yapdığı şeyleri, insan yapmıyor demek, insandan birşey istemenin câiz olmıyacağını sanmak yanlışdır. Böyle olsaydı, ağaç meyve verdi, yemek beni doyurdu, ilâc ağrıyı durdurdu, taş camı kırdı gibi söz yanlış ve günâh olurdu. Hâlbuki, böyle sözleri kendileri de söylemekdedir. Bu sözler (Bu şey, bu işin yapılmasına sebeb oldu, vâsıta oldu) demekdir. Meselâ, taş camı kırmağa sebeb oldu demekdir. Herşeyi yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Allahü teâlâdan başka yaratıcı yokdur. İnsan birşeyi yaratdı demek şirk olur. Çok çirkin söz olur. Fekat Allahü teâlâ, çok şeyleri yaratmasına, insanları ve mahlûkları sebeb kılmışdır. Âdeti böyledir. 

Bu âyet-i kerîmeyi Kâdî Beydâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh” şöyle tefsîr ediyor: (Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Kâfirlere atdığın o bir avuç toprağı, onların gözlerine sen götürmedin. Allahü teâlâ gözlerine götürdü. Yâhud Uhud gazâsında, Übeyy ibni Halefe atdığın süngüyü o kâfire sen atmadın. Allahü teâlâ atdı). (Hüseynî) ve (Mazherî) tefsîrlerinde diyor ki, (Kesb etmeleri, istemeleri ve sebeb olmaları bakımından, işleri insan yapdı denir. Yaratması bakımından da, Allah yapdı denir. Allahü teâlâ, (Dâvüd, Câlûtu öldürdü) buyuruyor. Hâlbuki, Muhammed aleyhisselâma, (Sen atmadın, ben atdım) buyuruyor. Böylece, Muhammed aleyhisselâmın derecesinin yüksek olduğunu bildiriyor). Nisâ sûresinin yetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı olarak, ni’meti olarak gelmekdedir. Her derd ve belâ da, kötülüklerine karşılık olarak gelmekdedir. Hepsini yaratan, gönderen Allahü teâlâdır) buyuruldu. [Allahü teâlâ, derdleri, belâları, günâhlara cezâ olarak, azâb olarak göndermiyor. Günâhların afv edilmeleri için, ihsân olarak gönderiyor. İkinci kısm, 25. ci maddeye bakınız!] 

Görülüyor ki, Allahü teâlâ, çok şeyi sebeblerle yaratmakdadır. Sebeblere yapışmak, sebeblerden beklemek, istemek, Onun âdetine uymak, Ondan beklemek, Ondan istemek olur. Peygamberden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” şefâ’at istemek de, tabîbden ilâc istemek, bulutdan yağmur beklemek gibidir. Böyle sebeblere yapışmak, Allahü teâlâya şirk olmaz. Onun âdetine uymak, Ona itâ’at etmek olur. (Bana itâ’at etmek isteyen, Resûlüme itâ’at etsin!) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Mu’tezile fırkası, şefâ’at edileceğine inanmadı. (Emâlî) kasîdesinin (Dağlar gibi günâhları olanlara, iyiler şefâ’at edecekdir) beyti, şefâ’at olacağını bildirmekdedir. Bu kasîdenin (Nuhbet-ül-leâlî) ismindeki şerhi İstanbulda neşr edilmişdir. Şarta bağlı olarak Evliyâya adak yapmak da, kendini, günâhı çok, düâ etmeğe yüzü yok bilerek, mubârek birini vesîle edip, Allahü teâlâya yalvarmak demekdir. 

Meselâ (Hastam iyi olursa veyâ şu işim hâsıl olursa, sevâbı (Seyyidet Nefîse) hazretlerine olmak üzere, Allah için, üç Yasîn okumak veyâ bir koyun kesmek nezrim olsun) deyince, bu dileğin kabûl olduğu çok tecribe edilmişdir. Burada, Allahü teâlâ için Kur’ân-ı kerîm okunup veyâ koyun kesip, sevâbı seyyidet Nefîse hazretlerine bağışlanmakda, onun şefâ’ati ile, Allahü teâlâ, hastaya şifâ vermekde, kazâyı, belâyı gidermekdedir. Koyunu mezâr başında kesmek harâmdır. Hiçbir mezârın yanında kesmemelidir. Puta tapanların put yanında kesmelerine benzememelidir. İbni Âbidîn, nâfile nemâzları adak yaparak kılmağı anlatırken bildirdiği hadîs-i şerîfe göre, bir dilek için adak edilen bir ibâdet, o dileği hâsıl etmez. Bu ibâdet, o dileğin hâsıl olması için yapılmaz. Allahü teâlâ, o ibâdetden dolayı veyâ sevdiği bir kuluna yapılan bir iyilikden dolayı, merhamet ederek, o dileği kabûl ve ihsân etmekdedir.

 (Şerh-ı mekâsıd)da diyor ki: (Eski yunan felsefecilerine göre, eşyâyı tanımak için, bunların görüntülerinin, his organları üzerinde hâsıl olması lâzımdır. İnsan ölüp, rûh bedenden ayrılınca, his organları çalışmıyor ve çürüyüp yok oluyor. Eşyâyı tanımak imkânsız oluyor. Birşeyin hâsıl olması için lâzım olan şart yok olunca, o şey de hâsıl olmaz diyorlar. Onlara deriz ki, eşyâyı tanımak için, his organları şart değildir. Çünki, eşyânın tanınmaları, hisde de, rûhda da, onların sûretlerinin, görüntülerinin hâsıl olması ile değildir. Bundan başka, görüntü, his organlarında hâsıl olmaksızın, doğruca rûhda hâsıl olamaz demek, mesnedsiz, kuru bir iddi’â olur. İslâm inancına göre, rûhda, bedenden ayrıldıkdan sonra, yeni bir anlayış, dirilerin hâllerini ve bilhâssa dünyâda iken tanımış oldukları kimselerin hâllerini anlamak kuvveti hâsıl olmakdadır. Bundan dolayı Velîlerin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” kabrlerini ziyâret etmek ve onların mubârek rûhlarından istigâse et­mek,­ya’nî­yar­dım­ di­le­mek ­ile,­iyi­lik­le­re­ ka­vu­şul­mak­da ­ve ­za­râr­lar­dan ­kur­tul­mak­ na­sîb ­ol­mak­da­dır. Rû­hun,­be­den­den­ ay­rıl­dık­dan ­son­ra,­be­den­le­ ve ­be­de­nin ­bu­lun­du­ğu ­top­rak­la alâ­ka­sı,­il­gi­si­var­dır.­Bir ­kim­se,­bu ­top­ra­ğı­zi­yâ­ret­ eder ­ve­Ve­lî­nin ­rû­hu­na­ te­vec­cüh­ eder­se,­iki­si­nin­ rûh­la­rı ­bu­lu­şur­lar­ ve­ bir­bir­le­rin­den­ fâ­ide­le­nir­ler). (Tef sîr-i ke bîr)de ­di­yor­ki:­(İn­sa­nın ­rû­hu,­be­den­den ­ay­rı­lıp,­dün­yâ ­il­gi­sin­den­ kur­tu­lun­ca,­me­lek­ler­ âle­mi­ne,­kud­sî­ ma­kâm­la­ra­ gi­der.­ O­ âle­me­ mah­sûs­ kuv­vet­ler­ ken­din­de­ hâ­sıl­olur.­Bir­ çok ­şey­ler ­ya­pa­bi­lir­ler.­İn­san ­ho­ca­sı­nı ­rü’yâ­da­ gö­rüp,­bil­me­dik­le­ri­ni­ so­rup ­öğ­re­ni­yor).­

Fah­rüd­dîn-i­Râ­zî­ (El-metâlib-ül-âliyye) ki­tâ­bı­nın­ on­se­ki­zin­ci ­fas­lın­da­ da ­bu­yu­ru­yor­ki: ­(Rû­hu ­ol­gun,­nef­si ­pâk ­ve­ te’sî­ri ­kuv­vet­li ­bir ­Ve­lî­nin ­kab­ri ­ya­nı­na­ gi­dip,­bir­ ze­mân­ du­ru­lur ­ve ­o ­top­rak­da­ki ­Ve­lî­ dü­şü­nü­lür­ ise,­rû­hu­ o ­top­ra­ğa­ bağ­la­nır.­Mey­yi­tin­ rû­hu­da,­bu ­top­ra­ğa ­bağ­lı ­ol­du­ğu ­için ­ge­len ­in­sa­nın ­rû­hu­ ile­ Ve­lî­nin ­rû­hu ­bu­luş­muş­ olur­lar.­ Bu ­iki ­rûh,­kar­şı­lık­lı­ iki­ ay­na ­gi­bi ­olur. Her­bi­rin­de ­olan ­me’ârif,­ke­mâ­lât,­öte­ki­ne ­aks­eder,­yan­sır.­İki­si­ de ­çok ­fâ­ide­le­nir). Alâ­üd­dîn-i­At­târ­“rah­me­tul­la­hi ­te­âlâ­ aleyh”­ haz­ret­le­ri­ bu­yur­du­ki:­(Me­şâ­yı­hın kabr­le­ri­ni ­zi­yâ­ret ­ede­ne,­on­la­rı­ an­la­dı­ğı­ ve ­bağ­lan­dı­ğı­ mik­dâr­ca­ fâ­ide ­hâ­sıl ­olur. On­la­rın­ kabr­le­rin­den,­çok ­fâ­ide­ alı­nır.­Fe­kat,­rûh­la­rı­na­ bağ­lan­mak,­[ya’nî­râ­bı­ta yap­mak]­ da­hâ­ fâ­idelidir.­Çün­ki,­uzak­ ve­ ya­kın ­ol­ma­nın ­bun­da ­bir ­te’sî­ri ­yok­dur). Üçün­cü ­kısm,­alt­mı­şın­cı ­mad­de­yi­ oku­yu­nuz!


(Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sf: 475-...480)