Hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O büyüklerin *Kalb gözü* açıldığı zaman, kabirdekileri ve ne hâlde olduklarını görüyorlar efendim. *Mahşer* yerini, ve mahşerdekilerin ne hâlde olduklarını görüyorlar. 


*Sırat* köprüsü’nü görüyorlar. *Mîzânı*, yâni sevap ve günahları tartan *Terâzi*’yi görüyorlar, *Cenneti* görüyorlar.


Cennetteki *Ni’met’leri* görüyorlar. Cehennemi ve Cehennemde *Azâb* çekenlerin hâllerini görüyorlar. 


Ve efendim Allahü teâlâ, insanı bu dünyâda, zamanlı yaratdı. Yâni biz, zamanla yaşıyabiliyoruz, üzerimizde *Zaman* mefhûmu var. 


Nasıl ki görmek, işitmek, yürümek varsa, yemek, hava, oksijen varsa, bir de *Zaman* mefhûmu var. 


Biz *Abdülhakim arvasi Efendi* hazretlerinin câmiye geldiğini, hapşırmasından anlardık efendim. Bir hapşırırdı, *Hapşuuu!* Ses yankılanırdı böyle câmide. Gelince bir daha, *Hapşuuu!* 


Derler di ki, *Efendi hazretleri geliyor*. Bu hapşırma bir ni’met efendim. Çok büyük ni’met. Hapşırdıkdan sonra *Elhamdülillah* diyoruz değil mi? Niçin hamdediyoruz? 


Çünkü hapşırınca, *Kalb* duruyor efendim. Tekrar çalışmıyabilir. Çalışdığı için hamdediyoruz. 


Yâni insan hapşırdığı zaman, yalnız kalb değil, vücûdunda ne kadar sistem, mekanizma varsa, o anda hepsi duruyor ve *Yok* oluyor. 


Yâni hayât duruyor, hiç birşey çalışmıyor. *Kan* duruyor, *Kalb* duruyor, herşey duruyor. Sonra tekrar çalışmaya başlayınca *Elhamdülillah* diyoruz. 


Çünkü tekrar hayâta geldik. Yâni o, tekrar *Dirilme* alâmeti. Onun için hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideleri anlatmak mümkün değil efendim

NAMAZA NASIL BAŞLADIM

Prof. Dr. Mim Kemal Öke, namaza nasıl başladığını Konya'da yerel bir gazetede yazdı. Yazının özeti:

İmanı ibâdetle tamamlamak gençlik yıllarıma nasip oldu. Bu eşiği geçişim, gurbetteki eğitimim sırasında, kendimle yüzleşme ile başladı

Ailem daha küçükken bazı sure ve ayetleri ezberletmişti. Şehirli uygarlık içinde büyüttükleri evlâtlarını, âdeta “protestanlandırılmış bir din telâkkisi” içinde, “modern” Müslüman olarak görmeyi arzuladıklarından olsa gerek, “kabahat de ibâdet de gizlidir” zihniyetiyle, belletmişlerdi bana.

(İngiltere’de) Her biri bir Hıristiyan azizin ismini taşıyan bu kolejlerden birinde kalıyordum. Üniversite açıldıktan sonra, bir arkadaşım, kolej bahçesinde beni görünce;

“Hey, papaz seni çağırıyor.” dedi. Okulun papazı beni güler yüzle karşıladı.

“Siz Müslümansınız. Bu ülkede sizin de ibâdet etmeye hakkınız var. O nedenle ben üniversite yetkilileriyle görüştüm. Müslüman öğrencilerin de, ibâdetlerini aksatmamaları için, bir oda tahsis etmeye karar verdik. Gelin o odayı gezelim. Uygun olup olmadığını söyleyin bize. Uygunsa o zaman tefrişi için ne gerekiyorsa temin ederiz. Tabii, üniversite bütçesinden.”

Şaşırmıştım. O günden itibaren bir oda mescide çevrildi. Bu küçük üniversitede, namaz bile kılmak alışkanlığı olmayan benim üzerime kalmıştı imamlık... İlmihale dalıp, neredeyse bütün derslerimi bıraktım. Üstelik İbrani, İsevî başlangıcıyla... Hepsini taradıktan sonra; “İyi ki Müslüman’ım” dediğimi hatırlıyorum.

Toparladığım bilgiler ile hem kendi namazlarımı kılıyor, hem de Müslüman asıllı öğrencileri, duvarlara yapıştırdığım ilânlarla mescide çağırabiliyordum.

Noel tatilinde. Türkiye’deydim. Aileme kavuşmak çok güzeldi. İlk gün namazımı aksatmamak için odama çekildim. Namazım sırasında annem bir şey söylemek için odama girdi. Durakladı, çıktı. Sonra babamla fısır fısır konuştuklarını duydum. Birkaç namaz daha geçti. Annem devamlı kılıp, kılmayacağımı sordu. Başımı salladım.

Ertesi gün sanki benimle ciddi bir şey konuşmak ister gibi karşıma dikildiler. Bu defa babam sordu:

“Evlâdım, sakın ola ki, İngiltere’de bir aşırı İslâmcı gruplara falan takılmış olmayasın? Bu değişiklik niye?”

Güldüm. Anlatmaya çalıştım onlara. Dinlediler. Bir gün sabah namazına kalkmıştım. Gürültülerden anladım ki, onlar da ayaklanmış, odama girmiş, arkamda duruyorlar. Seyrediyorlar beni... Selâmlarımı verdim. Seccadeyi katlıyordum ki, babam “Dur” dedi. Meraklı gözlerimi onlara çevirince, annemin başındaki başörtüsünü fark ettim. Bir anlık sessizlik; “Bize de namaz kılmayı öğretsene!..” Annem de; “Hem de hemen.” dercesine başını sallıyordu. İşte o günden sonra namazlarını hep kıldılar.

... Oğlumun ne zaman namaza başladığını hatırlamıyorum. O da babası gibi üniversiteyi yurt dışında okumaya başladı. Ramazan'a yakın seccade istedi bizden. Kargo ile hemen gönderdik. Beş vakit namaz kılmaya başladığını söylüyordu.

Oğlumdan on yaş küçük kızıma gelince. Kızımız bize bereket getirmişti. Yürüdü, büyüdü. Ana okuluna başladı. İşlerim açıldı. Yeni bir sitede ev almak istedik. Yeni evin içinde dolaşıyor, hanımla hesap yapıyorduk. Bir ara kızımızın yokluğunu fark ettik. Acaba kapıyı açıp, dışarı mı çıkmıştı? Aman kaybolmasın diye kapıya doğru hamle yaptım. Salona girdiğimde rükûdaydı. Namaz kılıyordu.

O günlerde beş yaşındaydı. Durdum, onu seyrettim. Arkadan emlâk danışmanı ve hanım da aynı sahneyi hayretle izlediler. Şaşkınlık sükûnetini ben bozdum. “Burayı alıyorum!...” demiştim.

Şimdi ben, her gün beş vakit kızımın o namaz kıldığı yerde, ibâdetimi yapıyorum.

Geriye doğru bakınca sadece ilk namaz hadisesi; “Şahdamarından yakınım.” esrarını, bir hardal tanesi kadar bile olsa anlamaya başladığımı hissettim...

Prof. Dr. Mim Kemal Öke

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cehennem, kâfirlerin, din düşmanlarının yanacağı yerdir kardeşim, derece derece. Günâhkârların yeri değildir. Günâhkârlar, *Suçlu* insandır. Cehennem ise, düşmanların yeridir. 


*Kâfir*, Allahın düşmanıdır. Öyleyse Cehennemde kâfirler yanacak. Müslümânlardan da Cehenneme giden olacak. Niçin? İşlediği günahda, *Küfr bulaşıklığı* olduğu için. 


*Kâfirlik* bulaşıklığı olduğu için. Yoksa günâhları sebebiyle değil. Küfr bulaşıklığı yoksa, Cehenneme girmiyecek efendim. Korkmayın kardeşim, bizim arkadaşlara bir şey olmaz. 


Onlar, bu zamânın *Evliyâsı*’dır. Çünkü onlarda *üç* özellik var. Îtikadları düzgün, ehl-i sünnet. Namazlarını kılıyorlar ve haramdan sakınıyorlar. İşte bu üçü, bu zamanda *Evliyalık* alâmetidir. 


Biz çok bahtiyârız kardeşim. Bizim arkadaşlar, Peygamber aleyhisselâmın *Vârisleri*’dir. Neden? Çünkü islâmiyeti yayıyorlar. 


Peygamber aleyhisselâmın vazîfesi de, islâmiyeti yaymakdı. Âbiler de bu hizmeti yapdıkları için, Peygamber aleyhisselâmın *Vârisi* olurlar. Mûris, vârisini yolda bırakmaz. 


Şu koca kâinatda, dönen her şey *Allah* der kardeşim. Çünkü Allah kelimesinin sonu *(H)* dır. Başındaki eliflâm, bu *H* harfini çıkartmak içindir. Allahü teâlânın adının simgesi *H* harfidir. 


Nefes alırken *H* harfi çıkıyor, verirken yine öyle. Hayvanlar, bağırırken *Zikr* ediyor. Yapraklar sallanırken *Zikr* ediyor. Su akarken *Zikr* ediyor. 


Çünkü her hareketde *H* harfi çıkar. Elini sallasan *H* harfi çıkar. Rüzgâr esse *H* harfi çıkar. Yâni devâmlı sûretde kâinâtda hep *H* harfi var. Velhâsıl şu kâinatda Onu zikretmiyen tek nesne yok. 


Dostu da düşmanı da, canlı cansız herşey, hattâ *atomun* içindeki *elektronlar*, çekirdek etrâfında dönerken *H* harfi çıkıyor. Velhâsıl her dönen şey *H* der, yâni *Allah* der.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Namâza mâni olan işden *Hayr* gelmez kardeşim. Geçen gün, Enver âbi bir kâğıt getirdi bana, önüme koydu. *İmzâ* etmem gerekiyormuş. 


Tam kalemi aldım, imzâ atacakdım ki, o ara saate bakdım. Gördüm ki namaz vakti girmiş. O vakit imzâ atmadım efendim. 


Niçin? Çünkü namaz vakti girmiş. *O anda namaz kılmakdan daha hayrlı birşey olmaz*, dedim. 


*Namazı kılmadan imzâ atarsam, bu imzânın hayrı olmaz*, dedim. Namazı kıldık, sonra imzâyı atdım. 


Birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. Ben, her namazda, bütün kardeşlerimize duâ ediyorum. 


Bir elin *Sesi* çıkmaz, hepimiz biraraya gelince bu *Hizmetler* oluyor. Allahü teâlâ, bize bu hizmetleri nasîb ediyor. Ne kadar şükretsek az. 


Bu *Fitne* zamânında ufak bir *Hizmet* edene, çok mükâfâtlar vardır, çok müjdeler vardır. Allahü teâlânın en sevdiği amel, Allahın kullarına hizmet etmekdir. 


Allaha şükrediyorum ki, sizin gibi kardeşlerim var. Sizin sâyenizde biz de *Sevap* kazanıyoruz. Allahın dînine, bu fitne fesat zamânında Hizmet ediyoruz. 


Her adımınıza çok *Sevap* alıyorsunuz. Allahın dînine hizmet etmek, Allahın büyük lütfudur, herkese nasîb olmaz. Allahü teâlâ dilediğine nasîb eder bu hizmetleri. Ne büyük *Şeref*. 


Sizin elinizi değil, ayağınızı öpseler azdır. Sizin hizmetlerinizle, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhları *Şâd* oluyor. 


Allahü teâlâ bu hizmetlerden *Râzı*’dır. Bu hizmetlere katılanlardan da râzıdır. Bir kişi, bu hizmetlere katılmakda gevşek davranırsa, *Hatâ*’yı kendinde arasın, İstiğfâr etsin.

İNSANLARIN ÇOĞU ALLAHÜ TEÂLÂDAN GÂFİLDİR!

Mehmed Şâkir Efendi Kadirî şeyhlerindendir. İstanbul’da doğdu. Tophane’de Kadirî tarikatına ait Karabaş Tekkesi şeyhlerinden olan babasının vefatı üzerine adı geçen tekkeye şeyh tayin edildi 1276’da (m. 1860) vefat etti. Bir sohbetinde şöyle buyurdu:

Marifet ehlinin firâseti, gördüğü kimsenin sâlih veya fâsık olduğunu anlamaktır. Açlık ve riyâzet çekenlerin firâseti, sûretleri, cisimlerin nerede olduklarını anlamak ve kaybolan şeyleri haber vermektir. Bunlar, mahlûkları haber verirler. Çünkü Allahü teâlâdan haberleri yoktur. Marifet ehli ise, Allahü teâlâdan kalblerine gelen bilgileri, hâlleri, marifetleri anladıkları için, hep Allahü teâlâdan haber verirler...

İnsanların çoğu, Allahü teâlâdan gâfil oldukları ve kalblerinde dünya düşünceleri bulunduğu için, maddî şeylerden haber almayı ve gayb olan şeyleri öğrenmeyi isterler. Bundan haber verenleri, ehlullah, yâni evliyâ, Allahü teâlânın sevgili kulu zannederler. Hakîkat ehlinin, evliyânın keşiflerine kıymet vermezler. Bunların, Allahü teâlâdan verdikleri haberlere inanmazlar. Bunlar, Allah adamı olsalardı, mahlûkların hâllerini bilir, haber verirlerdi. Mahlûkların hâllerini bilmeyen, daha yüksek şeyleri nasıl bilir, Allahü teâlâya nasıl ârif olur derler. Böyle fâsid kıyâs ile [yanlış düşünerek], ehlullahı tekzîb eder, evliyâya inanmazlar.

Allahü teâlâ, evliyâsını çok sevdiği için, mahlûklar ile vakit geçirmelerini, kendinden başkalarını düşünmelerini istemez. Mahlûkların hâlleri ile uğraşsalardı, evliyâlık mertebelerine yükselemezlerdi. Mahlûkların hâlleri ile uğraşanlar, Allahü teâlânın marifetinden mahrum kalacakları gibi, ehlullah da, mahlûkların hâllerini düşünmezler. Ehlullah, mahlûkların hâllerini düşünselerdi, onlardan daha iyi anlarlardı.

Allahü teâlâ, açlık ve riyâzet çekerek, nefslerinin aynasına cilâ verenlerin firâsetlerini beğenmediği için, bu firâset Müslümanlarda da, Yahudilerde de, Hristiyanlarda da hâsıl olmaktadır. Yalnız ehlullaha mahsûs değildir. Bazı sebepler, faydalar olunca, bazı evliyânın hârikalar göstermesine izin verilir. Ehli olmayan kimselerin meârif-i ilâhîden konuşmaları, marifetlerin kıymetlerini azaltmaz. Bu konuşmalar, kıymetli bir cevherin, bir çöpçü eline düşmesine benzer. Bu cevherin kıymeti azalmaz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Gökyüzünde bir yer yokdur ki, *İblîs* oraya secde etmemiş olsun. Yedi kat göklerde, secde etmediği bir karış yer yok. İkiyüzbin sene böyle ibâdet etdi ve meleklere *Hocalık* yapdı. 


Melekler, ona sorarlardı. *Dîni*, o kadar çok biliyordu. Yâni hem *İlmi* vardı, hem de *Ameli*. Ama *ihlâsı* yokdu. İhlâs olmayınca, o ilim ve o amel, onda *Gurûr* ve *Kibir* meydana getirdi. 


Böylece Allahü teâlânın; *Âdeme karşı secde edin!* emrine îtirâz etdi. 


Dedi ki: *Niçin secde edecekmişim? Ben ondan kıymetliyim, ben ondan makbûlüm. O, nihâyet bir çamur*, dedi. 


İşte bu *Kıyâs*, bu kendini beğenmek, bu *Kibir* sebebiyle Allahın emrini beğenmedi, karşı geldi ve ebedî *Cehennemlik* oldu. 


Allah celle celâlüh, eğer bir kulunu *severse*, pek çok kulunu, onun için *Fedâ* eder, hattâ *Yakar* efendim. Pek çok kulunu, o sevdiği kul için *Telef* eder. 


Nasıl mı? Meselâ o sevdiği kula *İftirâ* ederler, hakkında *dedikodu* yaparlar, daha *Kötü şeyler* yaparlar. O sevdiği zât, *Sabr*’eder, ama öbürleri de *Helâk* olurlar. 


Çünkü bir mü'mini kırmak, mü’mini incitmek, gücendirmek, *Kâbe’yi* yıkmakdan daha büyük *Günah*’dır. Onu yapanlar helâk olur, ama o mü’minin lehine olur. 


Onun için kardeşim, ne biz yanalım, ne de bizim yüzümüzden bir başkası yansın, tehlikeli çünkü. Peygamber Efendimiz aleyhisselâm; *Susan kurtuldu*, buyuruyor. Hadîs-i şerîf bu. 


Peygamberimiz çıkdı, islâmiyeti *Teblîğ* etdi. Ama kendi yakın akrabâları dâhil inanmadılar, hakâret etdiler, düşmanlık yapdılar. 


Ama Cehenneme gitdiler. Ne oldu? Onun uğruna, pek çok insanları helâk etdi cenâb-ı Hak. 


Kimileri *Hâbil* gibi *Peki!* der, hizmet eder. Kimi de *Kâbil* gibi *Hayır!* der, îtirâz eder ve helâk olur. Velhâsıl herkes hür irâdesiyle iş yapar ve karşılığını da görür efendim.

Bundan daha güzel bir şey olur mu?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün gelecek, herkes birer birer öbür tarafa gidecek. Cenâb-ı Hak hepimize hayrlı ölümler nasîb etsin. Başkalarının en büyük huzûrsuzluğu, *Ölüm korkusu*’dur. 


Hâlbuki biz, *Hani, nerde o gün?* diyoruz. Mevlânâ’nın *Şeb-i arûs* dediği gibi. Nerede o gün? Efendi hazretlerine, Peygamber Efendimize, Allaha kavuşmak. 


Bundan daha *Güzel* bir şey olur mu? Bundan daha *Güzel* bir gün olur mu? 


Bir mü’min bir mü’mine *Selâm* verirken, o anda kalbinden, bütün peygamberlere de, bütün meleklere de, Evliyânın hepsine de selâm veriyorum, diye düşünürse, bunların hepsi, o mü’minin selâmına *Cevap* verirler. 


Ancak o anda, bâzı melekler *Kıyâm*’da, kimi de *Secde*’de olduğundan, bunlar cevap veremez. Bütün meleklere diye düşündüğünden, bunların yerine de *Allahü teâlâ* cevap verir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bize bunu böylece anlatır ve peşinden; *Keşke diğer meleklerin yerine de Allahü teâlâ cevap verseydi*, buyururdu. 


Efendim, bir *Tefsîr*’de okudum. Bir mü’min kabre girdiği zaman, Allahü teâlâ ona Cennetden bir *Hûri* gönderecek. 


*Cennet hûrisi*, o mü’mine; Sen dünyâda iken şunu şunu sevindirdin, ferahlandırdın, o günden beri seni bekliyorum, diyecek. 


O mü’min, o hûrinin gerdanlığına bakacak nasıl bir şey diye. O arada, gözü *İncilere* takılacak. Elini uzatacak, fakat her an kopabilir. 


Gerdanlığa hafifce dokununca, *İp* kopacak efendim. Zâten *kopsun* diye bağlanmış. Parmağıyla hafif dokununca, *İp* kopacak ve bütün *İnciler* kabre dağılacak. 


Mü’min çok üzülecek, utanacak, mahcup olacak, çok sıkılacak. Bu sefer utancından, eğilip tek tek o *İncileri* toplıyacak. Son *İnci’yi* aldığı zaman, kabir hayâtı bitecek. 


Halbuki aradan yüzlerce, belki binlerce sene geçti. Sırf o mümin kabirde *Meşgûl* olsun, sıkılmasın, biraz da *Utansın* diye efendim. Bütün incileri toplar, kabir hayâtı da biter.

Necip Fazıl Kısakürek'den bir hatıra

Mescide geçit veren bir odacıkta oturuyoruz. Kendileri hasır koltukta, ben bir iskemledeyim… Etraflarında yakınlarından birkaç kişi… Dizüstü, yerde oturuyorlar. Efendi Hazretlerine karşı naz makamındaki Şakir’cik gidip geliyor. Bir köşede semaver…

Ha, söylemeyi unuttum; Efendi Hazretlerinin evlerinde semaver gece gündüz kaynar ve ziyaretçilere üstüste çay verilir. “Artık içemem, af buyurun!” deninceye kadar…

Yemekten sonra çaylar içilmiş; Efendi Hazretlerinden, o muazzam temkin tavırları içinde binbir hikmet dinlenmiştir.

Şakir’e emir buyurup bana bir defter verdiler ve bana:

– “Oku; yüksek sesle oku!”

Bu, “hatarât”a dair, kalemlerinden çıkma bir risalecikti ve yüksek sesle okumaya başladım…

Tıs yok; yalnız bir duvar saatinin tıktıkları… Dinleyenler, mümkün olsa, kalblerini durduracaklar… Öyle dinliyorlar…

Risalede “hatarat”tan bahsediliyor; kaynağı, hikmeti, onları def ve nefyetme şekli… Bunun için tedbir şudur:

– “Celâl kelimesini, Allah ismini, medd ile çekerek kalbden geçirmek ve dimağa doğru yükseltmek…”

bahis bu noktaya gelince emir buyurdular:

– “Medd ile çek bakalım, Allah ismini!”

– “Allaaaaaah…”

Diye çektim.

O ânda olan şey…

Müthiş!..

Ayak uçlarında oturan yakınlarından biri, galiba Eyüpsultan’daki aktar dükkânının sahibi, o türlü sarsıldı ki, kopacak kadar sıkılmış bir çamaşır gibi kendi üstünde birkaç kere burkuldu, gözleri kaydı, ağzından köpüğe benzer bir şey çıktı; ve bir doktora teslim edilse birkaç günde ancak düzeltilecek bir hâle düştü.

Ben dondum, herkes sakin; kimse adamcağızın yüzüne bile bakmıyor, hepsi doktorlarından emin…

Efendi Hazretleri, herkesten daha sakin ve telâşsız, sadece adama ismiyle hitap ettiler:

– “Abidin!”

Ve adam; bir ânda çözülüp kendine geldi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Leyle-i Regâib* kandiliniz mübârek olsun. Regâib demek, *ihsân* demekdir. Allahü teâlânın merhameti ve ihsânı, bu gece her zamandan daha fazladır. 


Bu gecede, bu günde yapılan duâları Allahü teâlâ red etmez. *Regâib*, Allahü teâlânın merhamet deryâsının saçıldığı bir gündür. *Deryâ*, o gün saçılıyor. 


Bu gün, bu gece, duâ edip Rabbine yalvaranların bütün günâhları afvolur. Elimizden geldiği kadar bu gün okuyacağız. Hiçbir şey bilmiyorsak, *Kulhüvallahü* ile *Elhamı* okuyacağız. 


Sevâbını mevtâlarımıza göndereceğiz. Ve duâ edeceğiz. Yalnız kendimize duâ etmiyeceğiz. Bütün mü’minlere de duâ edeceğiz, mevtâlarımıza, babalarımıza, dedelerimize de duâ edeceğiz ki, onları affetsin Allahü teâlâ. 


Mübârek günler, geceler hürmetine, Allahü teâlâ mevtâlarımızı affeder inşallah. Kabir azâbı çok şiddetli. Bizim bir *Fâtiha* okumamız, dünyâyı vermekden daha makbûl olur onlara. 


Rabbimize çok şükür. Bizi Müslümân evlâdı yaratmış. Analarımız, babalarımız *Nûr* içinde yatsınlar ki, bizi *Îmân* ile terbiye etmişler. *Besmele* öğretmişler, Allahımızı öğretmişler. 


Derd-ü belâ bir ni’metdir. *Dünyâ ni’metleri tatlıdır, ama derd-ü belâ daha tatlıdır*, diyor Mektûbât’da. Neden böyledir? 


Çünkü dünyâ ni’metlerinde nefsin de lezzeti vardır. Nefs de lezzet alır. Ama derd-ü belâdan nefs lezzet almaz, bil’akis inler. *Nefsin inlemesi çok tatlıdır*, diyor Mektûbâtta. 


Allahın düşmanı olan o *Nefs* inledi mi, evliyâlar büyük *lezzet* duyar. Bu dünyâ muvakkat, misâfirhâne. Ne mutlu bu dünyâyı Rabbinin rızâsıyla geçirenlere. 


Bir gün, Ankara’da iken *Fârûk Işık* beyin oğlu *Nevzât* bize geldi ve *Efendi Baba sizi çağırıyor*, dedi. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini, Fârûk Bey’in evine getirmişlerdi. 


Vefât edene kadar 15 gün, o evde Efendi hazretlerine hizmet etdim efendim. Gece-gündüz, devâmlı aynı odada, berâber bulunduk. Ziyâretçiler geldiğinde herkes karşıya, sandalyelere otururdu. 


Beni ise, kendi yanına, yatağına oturturdu. Bütün hizmetini ben yapardım. Bir gün, beline elimi sokdurdu. Ve *Ne buluyorsun?* buyurdu. 


Çok zayıflamışdı. *Efendim bir deri, bir kemik kalmış, hiç et kalmamış*, dedim. Bana dönüp;


*Elhamdülillâh, dünyâdan bir şey götürmüyoruz*, buyurdu. Onbeş günlük izni bitip, askerler geri almaya geldikleri zaman, o gün *vefât* etdi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi nazretlerinin evi *Eyüp*’de idi. Bizim ev *Fâtih*’de idi. Her gün, sabah namazından önce *Eyübe*, Efendinin sohbetine giderdim. Gece yarısına kadar kalkmazdım.


Daha doğrusu kalkamazdım efendim. Kalkınca da, Eyüp Sultân’dan vapurla *Köprü*’ye giderdim. Köprüden tram-vayla *Fâtih*’e. 


Dâima son vapuru beklerdim. Bakardım, son vapurun kalkmasına yarım saat var. Efendinin sohbetinden ayrı-lamazdım efendim. İçimden; *Hele 5-10 dakîka daha oturayım*, derdim. 


Bir de bakardım ki, vapurun kalkmasına 10 dakîka var. Yine içimden; *Koşa koşa inerim yokuş aşağı, 5 dakîkada giderim*, diye düşünürdüm. 


*5 dakîka daha otursam kârdır*, derdim. Bir de bakardım ki, 5 dakîka var. Yine içimden; *Kalkmıyacağım, ne olursa olsun*, derdim. İskeleye gidince bakardım ki, vapur kalkmış. 


Hattâ yarım sâat, bir sâat olmuş. Yürüyerek Fâtih'e giderdim. *5-10 dakîka* diyerek, vapuru kaçırırdım. Başka vâsıta da yokdu. Geceleyin yürüyerek giderdim. 


Mübârek, bana *Arabcayı* ve *Farscayı* öğretdi. Her gidişimde, Mevlânâ Hâlid Efendimizin *Dîvânını* okuturdu bana. Kelime kelime okutup, mânâsını anlatırdı. Böylece o *Dîvânı* başından sonuna kadar hatmetdik. 


Askerî okulda, lise birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı. 


*Seksen* kişi oruç tutmak istiyen vardı. Bunların içinden güçlü kuvvetli olanlarından *otuz* kişiyi, *Tutabilir* diye ayırdı. *Elli* kişiyi de, zaîf gördüğü için *Tutamaz* diye ayırdı. 


Ben de ufak tefekdim, zaîfdim. Beni de, *Tutamıyacak* ların içine ayırdı. Hâlbuki ben, tutmak istiyordum. Çünkü evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. 


Doktora; *Ben tutmak istiyorum*, deyince, doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. *Sen oruç tutacak adam mısın, sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün*, dedi. Doktor iriyarı bir yüzbaşıydı. 


Ramezân-ı şerîf geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye *Yemek* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum. 


Seksen senedir de tutuyorum, oruçdan dolayı *hasta* bile olmadım. Doktor bana; *Sınıfda kalırsın*, demişdi. Ben oku-lun birincisi oldum. 


Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *Ben* kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım.

AZİZ MAHMUT HÜDAYİ HAZRETLERNİN BİR KERAMETİ

 AŞAĞIDAKİ SATIRLARDA 1974 KIBRIS HAREKATINDA AZİZ MAHMUT HÜDAYİ HAZRETLERNİN BİR KERAMETİ ANLATILMAKTADIR.


Yıl 1975. Öğle namazına yakın bir vakitte Azîz Mahmûd Hüdâyî türbesi önüne buğday tenli ve tıknaz boylu bir genç gelmişti. O an tesâdüfen Azîz Mahmûd Hüdâyî Câmii’nin imâmına rastladı ve:

“-Efendim! Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi görmeye geldim! Kendisiyle nasıl görüşebilirim? Acabâ şu an burada mıdır?” diye sordu.

Böyle bir suâl karşısında şaşıran imâm Muharrem Efendi:

“-Oğlum! Evet Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.

Hazret-i Pîr’in orada olduğunu duyan genç, sevinçle:

“-Lütten beni onunla görüştürünüz!” dedi.

Fakat buna bir mânâ veremeyen Muharrem Efendi, türbenin yanında olduklarından tekrar:

“-Oğlum! Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.

Genç de, talebini tekrarladı:

“-O zaman benimle görüştür! Ben onunla görüşmek istiyorum!” dedi.

Muharrem Efendi, hâlâ gencin hâlinden bir şey anlamadığından mes’eleyi çözebilmek için:

“-Evlâdım! Sen Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi tanıyor ve biliyor musun” diye sordu.

Yüzü gibi sînesi sâf olan delikanlı da, lafın böyle uzayıp gitmesine ve muhâtabının kendisini neden Mahmûd Hüdâyî ile görüştürmek istemediğine hayret ederek:

“-Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi yakından tanıyorum. Beni buraya o dâvet etti. Biz onunla ziyâret husûsunda sözleşmiştik. Benim geleceğimden haberi var.” dedi.

Sözün burasında Muharrem Efendi, mes’elenin farklı bir vechesi ve sırlı bir nüktesi mevcûd olduğunu nihâyet idrâk etti ve merakla sordu:

“-Evlâdım! Nasıl sözleştiniz?” Genç anlatmaya başladı:

“-Efendim ben 1974 Kıbrıs harekâtında paraşütle indirilen komando grubundandım. Biz, ordumuzun denizden, Rumlar’ın da Beşparmak dağlarından karşılıklı mücâdelelerini sürdürdükleri bir hengame de paraşütlerle atladık. Ancak hava pek rüzgârlı olduğundan her birimiz bir tarafa savruluyorduk. Ben de düşman hatlarına düştüm. Ağaçlık bir mevkîde iki yandan gelen cehennemî bir ateş altında kaldım. Ne yapacağımı bilemez bir halde büyük bir şaşkınlık içindeyken karşıma uzun boylu, heybetli ve nûr yüzlü ihtiyar bir baba çıktı. Bana tatlı ve mütebessim bir çehre ile baktı ve:

“-Oğlum! Burası düşman hattıdır. Ne işin var burada? Niçin tek başına bu hatta girdin?” dedi.

Ben de:

“-Baba! Ben gelmedim, rüzgâr buraya düşürdü.” dedim.

Nûr yüzlü ihtiyâr, hafifçe başını salladı:

“-Ben de harbe geldim. Sizden evvel gönderildim. Buraları çok iyi bilirim. Hangi birliktensin oğlum? Gel seni onların yanına götüreyim!” dedi.

Birlikte müthiş bir ateş topu altında yola koyulduk. O mübârek insan, gâyet sâkin bir yolda yürüyormuşçasına rahattı. Her hâli beni ayrı bir şaşkınlığa sevkediyordu. Bana ismimi, nereli olduğumu v.s. birçok suâller sordu. Ben de istediği cevapları verdikten sonra iyice merak edip kendisini sordum:

“-Baba! Ya sen kimsin?” O da:

“-Oğlum! Bana Azîz Mahmûd Hüdâyî derler.” dedi.

Sonra:

“-Baba! Sen bana çok büyük bir iyilikte bulundun? Şâyet memlekete sağ-sâlim dönersem, bir vefâ borcu olarak seni ziyâret etmek isterim. Adresini verir misin?” dedim.

O güzel yüzlü mübârek insan, adres olarak sadece:

“-Oğlum! Üsküdar’a gelip kime sorsan beni sana gösterirler!” dedi.

Bu arada birliğime gelmiştik. Minnet, muhabbet ve hürmetle bu güzel insanın elini öptüm. Kendisiyle vedâlaştım. Sonra da kumandanımın yanına gittim.

Beni bir anda karşısında gören kumandanım, pek şaşırdı. Benim o ateş çemberinden nasıl olup da kurtularak birliğime ulaştığıma hayretle haykırdı:

“-Buraya nasıl gelebildin?” Ben de:

“-Beni, yaşlı, güzel bir baba getirdi.” dedim.

Harb bittikten sonra memleketime döndüm. Ancak Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin bana yapmış olduğu iyilik hiçbir vakit aklımdan çıkmadığı için bir vefâ borcu olarak nihâyet ziyâretine niyetlenip Üsküdar’a geldim. Sorduğum kimseler:

“O mübârek bir zâttır” diyerek burayı târif ettiler.” Bu arada sükût edip derin bir nefes alan genç, Muharrem Efendi’ye önceki talebini tekrarladı:

“-Efendim! İşte Azîz Mahmûd Hüdâyî ile böyle tanıştık. Artık himmet edin de beni kendisiyle görüştürün!” dedi.

Böylece mes’eleyi bütün yönleriyle öğrenen Muharrem Efendi, şâhid olduğu bu mânevî manzara karşısında pek duygulandı. Yalvarırcasına gözlerinin içine bakan delikanlıya bir müddet hiçbir şey diyemedi. Sonra da kendini toparlayıp içli bir sesle âdetâ kekeleyerek hulâsaten:

“-Evlâdım! Azîz Mahmûd Hüdâyî, hayatta olan bir kimse değil, 1543-1628 yılları arasında yaşamış bulunan büyük bir Allâh dostudur. Herhalde seni buraya Fâtiha okuman için çağırmış olmalıdır! İşte türbesi!” diyebildi.

Bu cevabı duyan vefâkâr ve imanlı genç, daha o an öğrendiği hakîkat üzerine son derece müteessir oldu. Kendisini görmek niyet ve hasretiyle geldiği ve hayatını borçlu olduğu büyük velînin sadece türbesiyle karşılaşmıştı. Harp sahasının o müthiş hengâmesinde yaşadığı mânevî tasarrufun daha yeni yeni farkına vardı ve bir çağlayan hâlinde hıçkırmaya başladı. Ellerini yüzüne kapadı; uzun bir müddet içli içli ağladı.

Hüdâyî mihrabının imâmı da, ağlıyordu…

Bu hâdise, Allâh’ın velî kullarına bahşettiği mânevî tasarrufu ne güzel sergiler. Bu tasarruf, Hazret-i Peygamber sallâllâhü aleyhi ve sellem’den zamanımıza kadar gelen evliyâullâhın mânevî yardımlarından bir misâldir.

Şunu unutmamak lâzımdır ki, fâil-i mutlak, Cenâb-ı Hakk’dır. Onun kullara yardımı, gerek melekler vâsıtasıyla, gerekse Allâh’ın velî kulları vâsıtasıyla günümüze kadar olagelmiştir.