Kemâl eneyi [beni] ortadan kaldırmaktır

 REŞHA-333: Buyurdular: Halk düşünür ki, kemâl, enel-Hak demektir. Halbuki kemâl eneyi [beni] ortadan kaldırıp, asla ben dememektir.

[Reşahât, Sf: 407] 

Esas iş [nefsten] bağımsızlıktır

 REŞHA-334: Buyurdular: Esas iş [nefsten] bağımsızlıktır. Sonra buyurdular ki: Bana göre Pehlivân Mahmûd Pûryâr'ın şu dörtlüğünden yüksek bir şiir yoktur:

Aşk kumarhânesinde nice gidip gelen var,

Aşağılıklarla sohbetten oldular bîzâr,

Ne sayı, ne hâlini kimse bilmez bunların,

Dareyn nakd ve borcunu hiç etmediler pazar.

Sonra buyurdular ki: Eğer bir kimse LÂ İLÂHE İLLALLAH  ma'nâsının hakîkatını bilse, bu sözden Pehlivân Mahmûd'un hiç bir kayd [bağ] ile mukayyed olmayıp, tecell-i zâtî ile şereflenmiş olduğunu anlar.

[Reşahât, sf: 407]


Mi'râc iki çeşittir

 REŞHA-327: Buyurdular: Mi'râc iki çeşittir: Biri ma'nevî, diğeri sûrî [maddî] mi'ractır. Ma'nevî mi'râc da iki çeşittir: Biri, zemîme [aşağı, kötü] sıfatlardan hamîde [güzel] sıfatlara mi'râcdır [yükselmedir]. Diğeri, mâsivâdan Hak teâlâya intikaldir.

[Reşahât, sf: 406]


İnsanın yaratılmasından maksad

REŞHA-326: Buyurdular: insanın yaratılmasından maksad, taabbuddur [kulluktur]. Kulluğun da özü, her hâlde Hak teâlâ ile olmaktır, tazarru' ve hudu' [yalvarma ve boyun eğme] vasfıyla.

Reşahât, Sf : 406

Hak teâlâ hiçbir şekilde idrâk edilemez

 Reşha-323: Buyurdular: Büyük âlimlere göre, Hak teâlâ, hiçbir şekilde, idrâk edilemez, anlaşılamaz. O'nu idrâk yolu kapalıdır. Kâmil akıl, O'nun idrâkinden hiçbir şekilde, kendisine kanâat gelmeyen akıldır. İş böyle olunca, sükûn ve ârâm [rahatlık] akıldan beklenmez.

Beyt:

İş bu aşûfteliği mademki istiyor yâr,

Uyumakta bir kâr yok, az gayrette ümid var.


[Reşahât, Sf: 405]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sebeb*’e teşebbüs etmek lâzım. *Esbâb*’a yapışmak lâzım. Allahü teâlâ, her *Şeyi* bir sebeple gönderir. Meselâ duâ ediyoruz, *Yâ Rabbî, Sen benim gözüme şifâ ver!* diyoruz. 


Allahü teâlâ *Şifâ*’yı nasıl verir? *Sebeb*’ini gönderir. Onun için sebebe yapışacağız, *Sebeb*’ini arıyacağız. Allahü teâlâ *Elbette* sebebini gönderir. 


Ama *Duâ* edene gönderir. Duâ etmiyen, istediği kadar arasın, *Sebeb*’ini bulamaz. Ama *Duâ** eden, sebebini bulur. Allahü teâlânın *Âdet*’i böyledir. 


Ne diyor Allahü teâlâ? *Cihad için, düşmanlarınızda bulunan silâhların hepsini, hattâ atınızın ipine varıncaya kadar hazırlayın!* buyuruyor.


Meselâ *Bosna*’daki müslümânlar, bu *Emr*’e uymamışlar, *Silâh* hazırlamamışlar. 


Onlar da, *Elli sene*’den beri çalışsalardı, *Düşman*’larında, *Sırp*’larda ne *Silâh* varsa, aynısını onlar da yapsalardı, o *Felâket*’ler başlarına gelmezdi. 


Allahü teâlâ, her *Şey*’i bir sebeple gönderir. Kur’ân-ı kerîm bunu emrediyor. *Düşmanda olanı siz de yapınız!* buyuruyor. 


Demek ki, *Sebeb*’e yapışacağız. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde; *Li külli şey’in sebebâ!* buyuruyor. Yâni, *Ben her şeyi, sebeple yaratıyorum*, buyuruyor. 


Sen sebebe yapışma, sonra da; *Yâ Rabbî sen bana ver!* de. Yâhut namaz kılma, sonra da; *Yâ Rabbî, sen benim günâhlarımı affet!* de. Olur mu öyle şey? 


*Sebeb*’e yapışmayı Cenâb-ı Hak bize *Emr*’ediyor. Sebebe yapışanları Allahü teâlâ sever. *Helekel müsevvifûn!* diyor Peygamber Efendimiz. 


*Sebebe yapışmıyan, yarın yaparım, öbür gün yaparım, Allah kerîmdir diyen, mahv olur!* buyuruyor Peygamberimiz. 


Sen *Ders*’lerine çalışma, sonra de *Sınıf*’ı geçeceğim diye bekle. Olur mu öyle şey? 


Allahü teâlâ; *Sebebe yapışın!* diyor. Allahü teâlâ herkesin *Mükâfât*’ını verir. Ama sebebe yapışanlara *İhsân* eder.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, zaman zaman; Biz, *Bî-kes* kaldık! derdi. Bunu *Çok* söylerdi. Zaman zaman buyururdu ki: 


*Herkesin var bir kesi. Ben bî-kesin yok kimsesi. Ben bî-kesin sen ol kesi. Ey kimsesizler kimsesi!* 


Şimdi o *Kes*’e ne diyorlar? *Dayı* diyorlar. Bunun *Dayısı* var! diyorlar. Yâni *Arka*’sı var, *Dayanağı* var. 


*Herkesin var bir kesi. Ben bî-kesin yok kimsesi*. Yâni ben kimsesizim. Benim kimsem yok, dayım yok, arkam yok. 


*Ben bî-kesin sen ol kesi, ey kimsesizler kimsesi!* Allahü teâlâya böyle yalvarırdı Mübârek, *Nûr* içinde yatsın. Biz, her *Şey’*i Efendi hazretlerinden işitdik kardeşim. 


Abdülhakim Efendi hazretlerini görmeseydik, hâlimiz *Harâb*’dı. Meselâ ben, *Küfr* içinde yuvarlanıyordum. Çünkü *Öyle* yetişdirdiler bizi. 


Ama Abdülhakim Efendi hazretleri *Elimiz*’den tutdu, *Ayağa* kaldırdı ve bizi *Küfr*’den kurtardı, halâs eyledi, elhamdülillah. 


Yoksa *Nefs*’imize uymuşduk. Nefsimizin *Esîr*’i idik. Efendi hazretlerini görmeden evvel, *Nefs*’imin elinde *Esîr*’dim ben. 


Bizi, *Nefs*’in esâretinden *Halâs* eyledi, kurtardı. Nefs, insanın *Düşman*’ıdır. İnsana evvelâ *Kibr*’i emreder. Yâni kendini beğendirir. *Nefs*’den gelir bu. 


Ben o zaman *Askerî Lise*’de idim, hem de sınıfın *Birinci’*siydim. Çok çalışkandım. Onun için kendimi çok *Beğenir*’dim.


Öyle ki, bir yerlerde *Konuş*’sam da, herkes beni dinleyip *Alkış*’lasa derdim. 


Sonra bir yerde bir *Apartman* görsem, içimdan; *Benim de böyle bir apartmanım olsa!* derdim.


Yine bir yerde *Otomobil* görsem, yine içimden; *Ah, benim de bir otomobilim olsa!* derdim. 


Ama Abdülhakim Efendi hazretlerinin *Sohbet*’inde, bunların hepsi *Eridi,* gitdi hiç kalmadı elhamdülillah. Aynen *Kar* gibi. Kar, dayanabilir mi temmuz *Güneş*’ine? 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin bereketiyle, *Nefs*’in elinden, onun *Pençe*’sinden kurtardı beni Allahü teâlâ.

Aşûre gününün fazileti

Aşûre gününün fazîletleri hakkında hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

       *_"Aşûre gününün fazîletine kavuşmaya bakınız. Çünkü o gün, Allahü teâlânın günler arasında seçtiği mübârek bir gündür. Bu gün oruç tutan kimseye, Allahü teâlâ, meleklerin, peygamberlerin, şehîdlerin ve sâlihlerin ibâdetleri kadar sevâp verir."_*

       _*"Aşûre çoluk çocuğunuza iyilik yapın! Bir kimse, Aşûre günü çoluk çocuğuna iyilik yapıp, sevindirse, Allahü teâlâ, ona senenin diğer günlerini iyi eder."*_

       *_"Aşûre günü zerre kadar sadaka veren kimseye, Allahü teâlâ Uhud Dağı kadar sevâb verir."*_

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İstiğfâr* duâsı çok mühimdir kardeşim. *İstiğfâr* okunan yere, orada oturan insanlara, *Rahmet-i ilâhî* nâzil olur. 


Allahü teâlâ, hepsinin murâdlarını *İhsân* eder, günâhlarını *Afv*’eder. Oturduğu yerler, *Kıyâmet* gününde ona *Şefâat* eder. 


Geçdiği *Sokak*’lar şefâat eder. Molla *Nâmık-i Câmî* hazretleri böyle diyor. Onun için *İstiğfâr* duâsını her gün okumalı kardeşim. 


Peygamber Efendimiz de; *Bu duâ, her derde devâdır. Düşmanların zararından korunmak için de, her gün yüz kere okumalı*, buyuruyor. 


Meselâ, beş vakitde kılınan namazlardan sonra, bir miktâr, *Estağfirullah el azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyel kayyûme ve etûbü ileyh*, diye okumak lâzım. Kısacık. 


*Seâdet-i Ebediyye*’de yazılı bu hadîs-i şerîf. Muhammed Ma’sûm hazretleri de; *Ben kime tavsiye etdimse, dertlerden kurtuldu*, diyor. Çok tecrübe etdim, buyuruyor. 

● ● ●

*Dünyâ*’nın bir ucundan bize *Mektup*’lar geliyor kardeşim. Diyorlar ki: *Kur’ân-ı kerîm*’de Allahü teâlâ buyuruyor ki:


*Kıyâmet*’e kadar, benim *Râzı* olduğum *Yol*’da olan, bu *Yol*’da çalışan müslümânlar olacak. Bunların *Düşman*’ları *Çok* olacak. 


Fakat o düşmanlar, onlara bir *Şey* yapamıyacak. *Kur’ân-ı kerîm*’de böyle buyurduğuna göre, sizin düşmanlarınız *Çok*’dur, diyorlar bize yazdıkları mektuplarda. 


Hakîkaten *Hıristiyan*’lar bize düşman, *Yehûdî*’ler düşman, *Mezheb*’sizler de düşman. Ama yine de bizim *Kitap*’lar bütün dünyaya yayılıyor. *Allah*’ın büyüklüğü bu. 


Bizim kitaplar, bizim değil ki, o *Büyük*’lerin kitaplarıdır. Bunları okuduğumuz zaman, kalplerimize *Rahmet-i ilâhî* nâzil olur, kalplerimiz *Nûr*’lanır. 


Efendi hazretlerini görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri *Veliyy-i kâmil*'dir ve *Seyyid*’dir ve Resûlullahın *Vârisi*’dir.


Efendimiz aleyhisselâmın mübârek kalbinden fışkıran *Nûr*’lar, Onun *Kalb*’ine geldi. Resûlullahın *Feyz*’leri ve *Nûr*’ları, onların kalbine, böyle *Ceyhun nehri* gibi akıyor. 


*Gürül gürül* akıyor. İşte onları *Sevip* de etrâfına üşüşenlere, toplananlara da, o *Feyz*’lerden, o *Nûr*’lardan muhakkak nasîb olur kardeşim

Müctehidin başka müctehidi taklid etmesi caiz değildir

 Esselamü aleyküm.


*Mısırlı mason Reşîd Rızâ, dinde reformcunun* ağzından şöyle söylüyor: *(Müctehid imâmların fazîletlerini ve ilmlerini inkâr etmem. Onların fazîletleri ve ilmleri her medh ve senânın üstündedir. Fekat, müctehidlerden önce, her müslimân delîlleri arıyordu. Sonra gelenler, delîli bırakıp, müctehid imâmları Peygamber kadar yükseltdiler.Hatta daha üstün tuttular)* diyor.


Cevap: Dinde reformcu, *bozuk mantığı ile, kendisini tezâdlara* düşürmekdedir. 


Bir ilm üzerinde mantık yürütebilmek için, *o ilmden anlamak şartdır.* O ilimden anlamıyorsa çevireceği fırıldaklarla ancak kendisini rezil eder. 



*Evet, müctehidlerden önce gelen müslimânlar,* ya’nî *Eshâb-ı kirâm*, delîlleri soruyordu. (Bu delillerden *kendileri hüküm çıkarıyordu.* Çünkü hepsi *müctehid* idiler.)


*Birbirlerini taklîd etmiyorlardı.* 


Çünki, *onların hepsi müctehid* idiler. 


Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” *medh ve senâ* eylediği, *birinci asrın* insanları idiler. 


Eshâb-ı kirâmın *hepsi*, Tâbi’înin *bir kısmı* müctehid idi. 


*Müctehidin* (ayeti kerime ve hadisi şeriften) *kendi anladığı ile amel etmesi lâzımdır.* 


*Başka müctehidi taklîd etmesi, câiz değildir.*


Dinde reformcu Reşid Rıza, *(Sonra gelenler müctehidleri Peygamber kadar yükseltdiler. Hattâ dahâ üstün tutdular)* sözünü söylüyor. Bir müslimân böyle bir söz söyleyemez. Çünki bu söz, *dört mezhebde bulunan milyarlarca müslimâna kâfir damgasını* basmaktır. 


Müslimâna *haksız olarak kâfir diyenin ve yazanın kendisi kâfir* olur. 


Faideli Bilgiler- Sayfa 114, 115, 116

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri *Nere*’ye gitse, ben de *Peşin*’den giderdim. Bâzan herkes *Bahçe*’de oyalanırken, ben Efendi hazretlerinin *Dizi*’nin dibinden ayrılmazdım. 


Ondan, hiç duymadığım *Şey*’leri duyardım. Onları defterime *Not* eder, ezberlerdim. Efendi hazretlerine olan muhabbetim de *Ben*’den değildi. 


Beni, kendisi *Cezb* ederdi. Yâni *Cezb* etmek de Efendi hazretlerindendi. Sanki *Elli Sene* sonrasını, yâni *Bu gün*’leri görmüş gibiydi Mübârek. 


*Yemek*’de, *Namaz*’da, *İstirâhat*’de, bir yere gitmekde, *Efendi*’den hiç ayrılmazdım. Her hareketine *Dikkat* ederdim ve hep Onu dinlerdim. 


Bir dakîkanın *Boş* geçmemesi için *Çırpınır*’dım. Her fırsatda *Yanına* giderdim. Başka câmilerdeki *Vaaz*’larına da giderdim. 


*Arabî* ve *Fârisî* okutmadan evvel, bâzı *Türkce* kitaplardan *Ders* verdi bana. Sonra *Arabî* ve *Fârisî* okutdu. Emsile, avâmil, simâî masdarları öğretdi. 


*Emâlî Kasîde*’sini, Mevlânâ Hâlid *Dîvânı*’nı, İsaguci denilen *Mantık* kitâbını ezberletdi. Bir *Şey* öğretmediği *Gün* olmamışdı. 


Abdülhakim Efendi hazretleri, İmâm-ı Begavî'nin *Kazâ-Kader* hakkındaki yazısının, *Arabî*’den *Türkçe*’ye tercümesini yapdırdı bana. 


O gece *Evde* yazdım, ertesi gün götürüp *Arz* etdim. Sonuna kadar okuyup; *Çok iyi, doğru tercüme etmişsin, hoşuma gitdi!* buyurdu. 


Bu tercüme, Bizim *Seâdet-i Ebediyye* kitâbının *412*.ci sayfasındadır. 

 

Sen bizi *Şeytan* şerrinden ve *Düşman* şerrinden ve *Nefs*’imizin şerrinden muhâfaza eyle yâ Rabbî. Evlerimize *İyilik*’ler ver, helâl ve hayrlı *Rızık*’lar ihsân eyle yâ Rabbî. 


Hastalarımıza *Şifâ*, dertli olanlarımıza *Devâ* ihsân eyle yâ Rabbî. Sen bizleri, *Yevm-i Cumâ*’nın ve *Leyle-i kadr*’in şefâatine ve bereketine nâil eyle yâ Rabbî. 


Bizleri, *Cennet*’inle *Cemâl*’inle müşerref eyle, *Günah*’larımızı ve *Kusur*’larımızı affeyle yâ Rabbî.