"Ya Ebâ Bekr! Yarın sana Cennet ehlinden bir kişi gelecek

 🌹"Ya Ebâ Bekr! Yarın sana Cennet ehlinden bir kişi gelecek!. "

Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri birgün Ebû Bekr bin Mücâhid Mükre hazretlerinin bulunduğu mescide girince, İbn-i Mücâhid hemen ayağa kalktı. Daha sonra İbn-i Mücâhid hazretlerinin arkadaşları kendisine; 

“Sen niçin Vezir Ali bin Îsâ için ayağa kalkmadın da, Şiblî için ayağa kalktın?” diye sordular. İbn-i Mücâhid cevaben şöyle dedi: 

“Ben Resûlullahın aleyhisselâm ta’zîm ettiği bir zât için ayağa kalkmıyayım mı? Ben Peygamber efendimizi aleyhisselâm rü’yâmda gördüm. 

Bana: 

“Ya Ebâ Bekr! Yarın sana Cennet ehlinden bir kişi gelecek. O geldiğinde, ona ikramda bulun!"  buyurdu. İki gece sonra yine Peygamber efendimizi tekrar rü’yâda gördüm. 

Bana: 

“Ya Eba Bekr! Allahü teâlâ, Cennet ehlinden olan kimseye ikram ettiğin gibi sana da ikram etti” buyurdu. 

Ben, 

“Yâ Resûlallah! Şiblî bu dereceyi nasıl elde etti?” diye sordum. 

Peygamber efendimiz aleyhisselâm, 

“O, beş vakit namazını kılıp her namazın arkasından beni hatırlıyor ve meâlen, “And olsun size, içinizden bir Peygamber geldi, ki, zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer. Size çok düşkündür. Mü’minlere çok merhametlidir. Onlara hayır diler” (Tevbe-128) âyet-i kerîmesini okuyor. Bunu seksen seneden beri yapıyor” buyurdu. Ben bunu yapanı ta’zîm etmeyeyim mi?”

📚 Evliyâlar ansiklopedisi

MÜLHİD ve ZINDIK

*Müslimân görünüp* de, *Ehl-i sünnetten ayrılanlardan kâfir olanlar*, iki kısmdır: 

*MÜLHİD:*

1-Birincisi *âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere* ma’nâ verirken, *kendi akıllarına, görüşlerine o kadar bağlı* kalmışlar ki, *yanılmaları, kendilerini küfre sürüklemiştir.* Kendilerini *doğru yolda sanmakta,* hâlis müslümân olduklarına *inanmakdadırlar. *Îmânlarının gitdiğini anlıyamamışlardır.* Bunlara *(Mülhid)* denir. 

*ZINDIK:*

2-İkincileri, *islâmiyete* zâten inanmazlar. *İslâm düşmanıdırlar*. Müslimânları aldatıp, *dîni içerden yıkmak için müslimân görünürler.* Yalanlarını, iftirâlarını *dîne karışdırmak için âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere ve fen bilgilerine, yalan yanlış, bozuk ma’nâlar* verirler. Bu sinsi kâfirlere *(Zındık)* denir. 

Mısırdaki *mason din adamları(Abduh, Efgani, Reşid Rızaya tabi olan ve çoğu ezher mensubu kişi)* ve yeni türeyen *(sosyalist müslimânlar)* böyledir.  Bu zındıklara *(Fen yobazı)* ve *(Dinde reformcu)* da denir. 

Faideli Bilgiler - Sayfa 96

[Din düşmanları; zındıkları, yani dinde reformcuları kullanarak mülhidlerin sayısını artırıyorlar ve İslamiyeti içerden yıkmaya çalışıyorlar. Çünkü mülhid, halis müslümân olduğunu zannediyor. *Tövbe de edemiyor*. Sapıtmış din anlayışı sebebiyle, İslamiyeti içerden yıktığının farkında değil. Nitekim; Afgani, Abduh, Reşid Rıza gibi masonlar yüzünden birçok Müslüman farkında olmadan ehli sünnetten ayrıldı.]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, ben hep *Mektûbât*’dan veyâ *Abdülhakîm Efendi* hazretlerinden bahsederim. Hattâ birşeyi tekrar tekrar anlatırım. Maksadım, onların *İsmi* anılsın, oraya *Rahmet* yağsın, *Feyz* gelsin diye. 


Çünkü o büyüklerin *Rûh*’ları, isimlerinin anıldığı yerde hemen *Hâzır* olurlar. *Ruh*’da *Zaman* yok, rûh zamansızdır, yeter ki *İsmi* anılsın, hattâ *Hâtırlan*’sın, o anda, o yerde *Hâzır* olurlar. 


İnsan ölürken, her şeyi *Unutur* efendim. Çünkü vücuddan *Can* çıkarken, önce *Beyin*’den çıkmaya başlar, sonra *Aşağı*’ya doğru iner. Canın çekildiği her kademede, orası *Ölür*. 


Meselâ can, *Boğaz*’a geldiğinde, buradan yukarısı *Ölmüş* oluyor. Sonra yavaş yavaş *Aşağı*’ya doğru iniyor. Boğaza kadar gelince, beyindeki *Bilgi*’lerin hepsi siliniyor, *Beyin* ölüyor çünkü. 


Bırakın *Ölüm*’ü, insan yaşlandığı zaman bile, kendi *Evi*’ni unutabiliyor, arkadaşının *İsmi*’ni unutuyor. Hattâ kendi *Oğlu*’nun, kendi *Kızı*’nın ismini bile unutabiliyor efendim. 


Unutkanlık, biz *Kul’lar* için. Hele ölürken, o *Telâş*’la, insan her şeyi *Unutur*. Ama kalp, ölmedi henüz. Çünkü *Kalp*, en son ölür. Can, en son *Kalp*’den çıkar. 


Dolayısıyla bir kalpde *Aşk* ve *Sevgi* varsa, hele *Îmân* varsa, Allah *Sevgi*’si, Resûlullah *Sevgi*’si varsa, bu *Büyük*’lere muhabbet varsa, sevdiği bu *Kimse*’leri karşısında *Görür* efendim. 


Hele Resûlullah *Efendimiz*’i mutlaka görür ve ölüm *Acısı*’nı hiç duymaz. Aslında *Acı* var, ama o duymaz. Niçin duymaz? 


Çünkü Allahü teâlâ, ona, *Efendimiz* aleyhisselâmı gösterir. Onun o akıl almaz *Güzel*’liğini görünce, kendinden Geçer. Aynen *Narkoz* verilmiş kimse gibi olur. 


Nasıl ki, beş vakit *Namaz*’da *Ettehiyyâtü*’yü okurken *Esselâmü aleyke!* diye Peygamber aleyhisselâma selâm veriyoruz ya, işte o *Selâm*’ı, Efendimiz aleyhisselâm işitiyor.


*Bana selâm veren Kim?* diye bakıyor ve o kimsenin yüzünü *Hâfıza*’sına kaydediyor. Vaktâki o mü’min *Vefât* edeceği zaman, hemen geliyor ve nûr *Cemâl*’ini ona gösteriyor. Bu, ne büyük *Müjde* kardeşim!

Eshâb-ı kirâmın yolu Muhammed aleyhisselâmın yoludur

*Dinde reformcuların*, din adamı görünüp, müslimânları aldatmak, böylece *dört mezhebi içerden yıkmak gayretinde* oldukları anlaşılıyor. 


*Dört mezhebi yıkmak, Ehl-i sünneti yıkmakdır*. 


*Çünki, Ehl-i sünnet, amelde dört mezhebe ayrılmışdır. Bu dört mezhebden başka Ehl-i sünnet yokdur.* 


*Ehl-i sünneti yıkmak da, islâmiyyeti yıkmak, Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirdiği hak dîni, islâm dînini yıkmakdır.* 


*Çünki, (Ehl-i sünnet) demek, Eshâb-ı kirâmın yolunda giden hakîkî müslimânlar demekdir.* 


*Eshâb-ı kirâmın yolu, Muhammed aleyhisselâmın yoludur.* 


Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,*(Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz)* hadîs-i şerîfinde, *Eshâb-ı kirâma uymamızı* emr buyuruyor.

 

Uymak, tâbi’ olmak, iki dürlü olur: 

Biri, *i’tikâdda, ya’nî îmânda ya’nî inanmakda* uymaktır. 


İkincisi, *yapılacak işlerde* uymakdır. 


Eshâb-ı kirâma uymak, *inanılacak şeylerde uymak demekdir. Onlar gibi îmân etmek* demekdir. 


*Eshâb-ı kirâm gibi îmân eden müslimânlara (Ehl-i sünnet) denir.*


*Amelde, ya’nî yapılacak ve sakınılacak işlerin herbirinde Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hepsine uymak lâzım değildir. Buna imkân da yokdur.*


Her işi Eshâb-ı kirâmın nasıl yapdıkları bilinemiyor. Çok işler de, Eshâb-ı kirâm zamânında yokdu. Sonradan meydâna çıkdılar. 


Ehl-i sünnetin reîsi, *imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir* “rahmetullahi aleyh”. 


*Dört mezheb de, İmâm-ı a’zamın Eshâb-ı kirâmdan öğrenip söylediği gibi inanmakdadır*. 


İmâm-ı a’zam, *Eshâb-ı kirâmdan birkaçını gördü.* Çok şeyleri *bunlardan* işitip öğrendi. Çok şeyleri de, *hocaları* vâsıtası ile öğrendi. 


*İmâm-ı Şâfi’înin ve imâm-ı Mâlikin*, inanılacak ba’zı şeyleri değişik söylemeleri, *İmâm-ı a’zamdan ayrılmak* değildir. 


*İmâm-ı a’zamdan işitdiklerini öyle anlamışlar. Anladıkları gibi bildirmişlerdir*. 


*Sözlerinin aslı birdir. Anlatmaları farklıdır. Dördüne de inanırız. Dördünü de severiz*. 


Faideli Bilgiler - Sayfa 95,96

At insanı anlayamaz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bâzen bir dînî meseleye *Aklım* takılıyor. Kitaplara bakıyorum, bulamazsam, *Hafta*’sı geçmiyor ki, bu mesele ile ilgili bir *Kitap* geliyor. Ömrüm boyunca ne istediysem, hep böyle oldu. 


Bir ara nakşibendî *Büyük*’lerinden birinin *Tefsîr*’ini aradım, haftası geçmedi, *Tefsîr-i Mazharî* diye 10 cild *Kitap* geldi. Senâullahi Pâni Pütî hazretleri yazmış, bu *Eser*’ine de hocasının *İsmi*’ni vermiş. 

● ● ●  

Zaman o zaman ki, şimdi *Îmân*’la ölen çok azaldı. Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdular ki: Otuz senedir, insanlara yalnız *Îmân*’ı anlatdım, anlıyan *Üç*’ü *Beş*’i geçmedi. 


*Îmân*’ı olan, Allahü teâlâdan *Korkan* bir kimse, nasıl ayaklarını *Uzatıp* da yatabilir? Âhiretde, ne kadar çok ibâdet yapdığın değil, *Kul Hak*’ları daha mühimdir.


*Korkmak* lâzım. Evet, *İbâdet* çok güzel şey, ama *Kul Hakkı*’nı ödemeden Cennete girilmez. Ayrıca *Gıybet*, zinâdan daha büyük *Günâh*’dır. 

● ● ●  

Meselâ *At*, insana en yakın *Hayvan*’dır. *At*’a, bir *Aritmetik* denkleminden bahsetseniz, bir *İnşaat* projesinden bahsetseniz ve *bin Sene* anlatsanız, At bunları kat’iyyen anlıyamaz. Niçin? Çünkü *Aklı* yok


İşte, *At* ile *İnsan* arasındaki fark, bu kadardır. İnsan, bunları, *Akl*’ı olduğu için anlıyabiliyor. Bunun gibi, *İnsan*’lar ile *Evliyâ*’lar arasındaki fark da böyledir. Normal insan, *Evliyâ*’yı anlıyamaz.


Bu kadar kıymetli olan *Evliyâ*’lar da, *Eshâb-ı kirâm* ile mukâyese edilirse böyledir. Eshâb-ı kirâm da, *Peygamber*’leri anlıyamazlar. 


Peygamberler de, *Ülül-azm* Peygamberleri anlıyamazlar. Onlar da, derece bakımından, *Peygamber Efendimizi* anlıyamazlar. Neden?


Çünkü her Peygamber ve her müslümân Allahü teâlâya *Âşık*’dır. Allahü teâlâ ise, Peygamber Efendimize *Âşık*’dır. Çünkü Ona, *Sevgilim* diyor, *Habîbim* buyuruyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün, Ankara’da çok *Sevdiğim* bir arkadaşıma rastladım. Bakdım, çok *Üzgün*. Sebebini sordum. 


Dedi ki: Ben bitdim, *Yirmi* yaşındaki *Kızım*, ölmek üzere. Hastâneden çıkardılar, üç-beş gün ya *Yaşar*, ya *Yaşamaz* dediler. Biz de eve getirdik. Böyle anlatdı. 


Ben de ona; *Peki, siz eve gidin, ben de geliyorum*, dedim. Abdestimi alıp gitdim ve *Bana bir tabak getirin!* dedim. Getirdiler. Tabağın içine *Şifâ* âyetlerıni yazdım. 


Biraz da *Su* koydum ve sürâhiye dökdüm. *Kızınız hep bu sudan içsin, azaldıkça su ilâve edin!* dedim ve çıkdım. Birkaç gün sonra yine rastladım o arkadaşa. Bakdım ki *Neş*’eli, gülüyor. 


*Kız nasıl oldu?* dedim. Hilmicim, vallahi kızım *İyi*’leşdi, hastalığı *Geçdi*, iştahı da yerine geldi. Allah senden râzı olsun, dedi. Ben de *Sevin’dim* tabii. 

● ● ●

*Rastgele* kitap okumayın kardeşim. Bizim *Kitap*’lar size yeter. Bunları okuyan, *Âlim* olur. İçindekilerini yapan da, *Evliyâ* olur. Hem *Okuyun*, hem de *Dağıtın* kardeşim. Niçin böyle söylüyorum? 


Eğer dağıtmazsak *Mes*’ul oluruz. Ecdâdımız,*Kan*’la, *Can*’la, *Mal*’la, islâmiyetin bize kadar gelmesi için büyük *Fedâkâr*’lık gösterdiler. Eğer onlar bu fedâkârlığı göstermeselerdi, biz *Belki* müslümân olamazdık. 


Eğer biz çalışmazsak, islâmiyeti yaymazsak, bizden sonraki *Nesil*, bizden *Dâvâ*’cı olur efendim. Size kadar gelen bu *Emânet*’i, niçin bize ulaştırmadınız? diye bizden dâvâcı olurlar. 


Biz bu kitapları *Yayalım*, isterlerse *Çöp*’e atsınlar, *Raf*’a kaldırsınlar. Bunlar okumayabilir, ama *Elli sene* sonra gelir, biri *Okur*. Bizim vazîfemiz *Dağıtmak*. Çünkü bunlar mıknatısdır. İçinde *Cevher* olanları kendine çeker.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O *Büyük*’lerin *Sevgi*’sini kazanmak ne büyük *Müjde*’dir kardeşim. İşte ben, böyle büyük bir *Zât*’la, yâni Efendi hazretleriyle *Eyüp* Câmiinde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. 


Bir gün *Bâyezid* Câmiine girdiğimde, tesâdüfen gördüm *Kendi*’sini. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi. Ama üniversitedeki *Ders*’e yetişecekdim, fazla duramadım. 


Çıkarken bu *Zât*’ın kim olduğunu sorup soruşdurdum. *Cumâ* günleri Eyüp Sultân câmiinde *Vaaz* etdiğini öğrendim. Ondan sonra olanlar oldu. Bir daha ayrılmadım huzûrundan.


İnsan, o *Büyük*’lerin sözünü *Kim*’den işitirse, onu *Sever*. Efendi hazretlerini biz *Niçin* seviyoruz? Meselâ ben, o *Mübârek*’den hep büyükleri duydum. Onların *Sohbet*’lerini dinledim. 


Hiç bilmediğim *Şey*’leri Ondan öğrendim. Hiçbir şeyden haberim yokdu benim. Herşeyi o mübârek *Zât*’dan öğrendim, Allah *Nûr* içinde yatırsın. Onların sâyesinde *Adam* olduk. 


Yoksa hasâba dâhil değildik kardeşim. Mektûbât kitâbında; *Onlar hayâtda iken de, vefâtlarından sonra da, kerâmetleri devâm eder*, diye yazıyor. 


Onları *Seven*, onların kalbinden *Feyz* alır. Feyz, *Nûr* demekdir. Onlar *Hayât*’da iken, *Yanın*’da iken, kalplerinden nasıl *Feyz* alınırsa, vefâtlarından sonra da öyle *Feyz* alınır. 


Hattâ başka memleketde dahî olsa, *Onlar*’ı seven, *Sevgisi* kadar Onun kalbinden *Feyz* alır. İşte bu, *Müjde*’dir bize. Hem de *Büyük* bir müjde. 


Onun için *Onlar*, hepimizin dâima yanındadır. Allahın *Dost*’larıdır onlar. Peygamber Efendimizin *Vekîl*’leridir onlar. Onları *Seven*, âhiretde de onların yanında olur. 


Çünkü bu büyükler; *Dünyâda kim kimi severse, âhiretde onunla berâber olacak*, buyuruyor. Birbirine *Sevgi* ile bağlananları, kimse koparamaz. 


Ama *Menfaat* için bağlananlar, koparılır. Hele insanı *Aşk* sardı mı, onu ancak *Âşık*’lar anlar. Allahı çok seven O’ndan çok korkar. *Sevgi* ile *Korku* berâberdir. 


Allah sevgisinin alâmeti, harâmlardan sakınmakdır. Allahü teâlâ; *Beni seveni, gidilemiyen yerlere bir anda götürürüm, görülemiyen şeyleri gördürürüm*, buyuruyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini tanıdığımda, *Onsekiz* yaşında bir *Genç*’dim. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin *Vasiyyetnâme* kitâbı var. 


Oğluna nasîhatlerini oraya yazmış. O kitapdan birazını bizim *İlmihâl*’e yazdık. Çok kıymetli *Nasîhat*’ler. 


Herkesin, *İlmihâl*’den bu nasîhatleri okuması *İyi* olur, hattâ *Lâzım* efendim. Evinde çoluk-çocuğuna da okutup öğretmesi lâzım olan *Bilgi*’ler. 


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, *Silsile-i aliyye*’dendir. Silsile-i aliyye’yi şiir şeklinde okurken; 


*Abdülhâlık Goncdüvânî mârifetler semâsında, dünyâyı aydınlattı hem Ârif-i Rîvegerî* diyoruz ya hani. 


Böyle, *Şiir* şeklinde olursa akılda dahâ kolay kalır. Sırasıyla ezberlemek *Zor* olabilir. 

● ● ●

*Çocuk* iken ve *Genç* iken öğrenilenler, *Taş*’a yazılan yazı gibidir kardeşim, silinmez. *Mezar* taşlarındaki *Yazılar* bile, asırlar geçdiği hâlde silinmiyor, kaybolmuyor. 


*Yaşlı*’lar öyle değil, onların öğrendikleri, *Buz*’a yazılan yazı gibidir. Buz eriyince yazı kaybolduğu gibi, *Yaşlı*’nın öğrendiği de unutulur. 


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri *Yirmi iki* yaşında *Mürşid-i kâmil* olmuş. 


*Hızır* aleyhisselâmdan ders almış. Nerede almış? *Havuz*’da, su içinde *Hızır* aleyhisselâm ona ders vermiş efendim.

VEHHÂBÎLİK

On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında ortaya çıkan, on dokuzuncu yüzyılda geniş bir bölgeyi etkisi altına alan dînî ve siyâsî bir akım. Kurucusu Şeyh-i Necdî diye de anılan Muhammed bin Abdülvehhâb’dır. Benî Temîm kabîlesine mensûb olan ve 1699 (H. 1111) senesinde Necd gölündeki Hureymile kasabasına bağlı Uyeyne köyünde doğan Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kurduğu bu akıma Vehhâbîlik; ona tâbi olanlara da Vehhâbî adı verilmektedir. Muhammed bin Abdülvehhâb, önceleri seyahat ve ticâret için Basra, Bağdâd, İran, Hind taraflarına gitti. Şam’da tahsîl yaptı. Bu sırada Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan görüşler ileri süren İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını okudu ve fikirlerinin te’sirinde kaldı. 1730’da Necd’e dönerek köylüler için küçük din kitapları yazdı. Bu kitaplara mutezile ile diğer bid’at fırkalarından aldığı kendi düşüncelerini de karıştırdı. Fikirlerini önce kendi bölgesinde yaymaya çalıştı. 1744 senesinde Riyâd yakınlarındaki Der’iye kasabasına yerleşti. Der’iye ahâlisi ile şeyhleri olan Muhammed bin Suûd buna tâbi oldular. Der’iye şeyhi Muhammed bin Suûd’la işbirliği yaparak çevreden güçlü bir destek sağladı. Kendi düşünce ve görüşleri doğrultusunda hareket etmeyen müslümanları, tevhîd yolundan ayrılmış birer müşrik kabûi edip, bunların kanlarının ve mallarının helâl olduğunu bildirdi. Kendisine kâdı, Muhammed bin Suûd’a hâkim ismini vererek gelecekte çocuklarının bu makama geçmelerini te’min eden bir kânun hazırlattı. Muhammed bin Abdülvehhâb, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem ve başka peygamberleri ve evliyâyı vesile ederek Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve bunların kabirlerini ziyaret etmeye şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) dedi. Böylece binlerce İslâm âlimine muhalefet etti.


Necd halkı, Vehhâbîlik akımını sür’atle benimsedi. 1745-1765 seneleri arasında geçen yirmi yılda, Necd bölgesinin tamâmına, Asır ve Yemen’in iç bölgelerine hâkim olan Vehhâbîler, fikirlerini kabul etmeyip karşı çıkanlara harb ilân ettiler. Mekke ve Medine’deki Ehl-i sünnet âlimlerini ikna etmek için adamlar gönderdiler. Ehl-i sünnet âlimleri onların fikirlerine karşı çıktılar. Mekke emîri olan Şerîf Mes’ûd bin Sa’îd, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın ve adamlarının müslümanları yavaş yavaş Ehl-i sünnet itikadından uzaklaştırdıklarını anlayarak, Mekke âlimlerinin verdiği fetva ile bunların habs edilmelerini emretti. Aralarında Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb’ın da yer aldığı Hicaz’daki Ehl-i sünnet âlimleri, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kitablarını inceleyerek, uygun olmayan fikirlerine cevaplar hazırladılar. Yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Bu kitaplar Vehhâbîleri uyandırmadığı gibi, Ehl-i sünnet olan müslümanlara karşı düşmanlıklarını arttırdı. Niyeti, Hicaz ve Irak bölgelerini ele geçirip ayrı bir devlet kurmak olan Muhammed bin Abdülvehhâb, 1765 yılında ölen Muhammed bin Suûd’un yerine geçen oğlu Abdülazîz bin Muhammed’le işbirliği yaparak, zekât ve öşür toplamak bahanesiyle dolaştığı köy ve kasabalarda, kendilerine karşı gelen sünnî ulemâyı öldürmeye başladı. Etrafında pek çok tarafdârının toplandığını gören Abdülazîz bin Muhammed, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın da uygun görmesiyle hilâfetini îlân etti. Sonra da kabîle reislerini toplayıp kendilerine; “Ben istediğimi elde edecek kadar askere sahibim. Maksûdum, hilâfet merkezimiz olan Der’iye’den çıkıp, uğradığım yerleri de kendime tâbi kılarak, doğru dini tâlim ede ede Bağdâd’a kadar giderek orasını ele geçirmektir. Bir taraftan da Ehl-i sünnet ulemâsı geçinen müşrikleri ortadan kaldıracağım. Çünkü, bulundukları memleketlerde bize tâbi olanların rahat yüzü görmelerine imkân yoktur” dedi. Etrafında toplanan kabîle reisleri, ona tâbi olacaklarına dâir söz verdiler ve elini öpmek suretiyle bîât ettiler. Abdülazîz bin Muhammed bunun üzerine; “Şu hâlde mezhebimizi her tarafta yaymaya ve halkı müslüman adı altındaki müşriklere karşı savaşa sevk etmeye başlayın” emrini verdi.


Hâdise duyulunca, Der’iye bölgesindeki sünnî âlimler Bağdâd’a giderek durumu Bağdâd vâlisi Süleymân Paşa’ya anlattılar. Süleymân Paşa mes’eleyi iyice anlamadan harekete geçmek istemediği için, Abdülazîz’e bir mektûb göndererek maksadının ne olduğunu sordu. Abdülazîz ise, yazdığı mektûbda, Süleymân Paşa’y oyalayıcı ve kaçamak cevaplar yazdı. Diğer taraftan da İslâm dünyâsına hâkim olmak için evvelâ Mekke ve Medine’yi ele geçirmek gerektiğini düşünüp, bir hayli asker toplayarak Mekke şerifine başvurdu ve hac müsâdesi istedi. Mekke şerîfi, maksadını bildiği için isteğini reddetti ve bir mikdâr asker toplayarak Der’iye üzerine yürüdü. Abdülazîz bin Muhammed ona karşı çıkmaya cesaret edemeyerek dağlara çekildi. Bu sırada Muhammed bin Abdülvehhâb öldü.


Abdülazîz bin Muhammed, 1795 senesinde Mekke’ye üç vehhâbî gönderdi. Mekke’de yapılan toplantıda, Ehl-i sünnet âlimleri âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerle cevâb verince, üç vehhâbî bir şey söyleyemeyerek hakkı kabûl etmekten başka çıkar yol bulamadılar. Ehl-i sünnetin haklı olduğunu, kendilerinin yanlış yolda olduklarını yazarak üçü de imzaladılar. Ehl-i sünnet âlimleri vehhâbîleri cevap veremeyecek hâlde bırakınca; Mekke’deki vehhâbî din adamları, Der’iye’ye Abdülazîz’in yanına gelerek cevab veremediklerini, böyle inanmanın İslâm düşmanlığı olduğu yazılarak her tarafa gönderildiğini anlattılar. Bu durumu öğrenen Abdülazîz bin Muhammed, 1800 senesinde hazırladığı kuvvetlerle Mekke üzerine yürüdü.


Mekke emîri Şerîf Gâlib Efendi bunlara karşı koydu. Her iki taraftan çok kan döküldü. Şerîf Gâlib Efendi, vehhâbîleri Mekke’ye sokmadı. Fakat Mekke etrafındaki Arab kabîleleri vehhâbî oldular. Mekke şerîfi, Tâif kalesini tamir ettirip Mekke dağlarına burçlar yaptırdı.


Abdülazîz bin Muhammed, oğlu Suûd’u büyük bir orduyla Irak’a gönderdi. 1802 senesi Muharrem törenleri sırasında Kerbelâ’ya giren bu ordu, pek çok şiîyi kılıçtan geçirdi. Hazret-i Hüseyin’in türbesindeki altın ve gümüş eşyayı iki yüz deveye yükleyip Der’iye’ye getirdiler.


Bu sırada Abdülazîz bin Muhammed de Tâif’i muhasara için faaliyete geçti. Civardaki kabîlelerle temas kurup onlara kendi inancını kabul ettirdi. Bu sırada Der’iye Câmii’nde bir şiî tarafından hançerlenerek öldürüldü. Yerine oğlu Suûd geçti. Suüd hemen o sene iki bayram arasında Tâif üzerine asker göndererek şehri muhasara ettirdi. Şerîf Gâlib Efendi tarafından müslümanlara işkence yapmamaları hususunda sözleşme yenilemek üzere, Suûd bin Abdülazîz’e gönderilen Osman el-Müdâyıkî ve Muhsin el-Hâdimî de Mekke şerifine isyân edip, Suûd bin Abdülazîz’le birlik oldular. Suûd, Der’iye’den hazırladığı kuvvetleri bunların emrine verdi ve Tâif üzerine gönderdi. Osman el-Müdâyıkî ve Muhsin el-Hâdimî Tâif yakınındaki Abîle denilen yere geldikleri sırada, Şerîf Gâlib Efendi’ye mektup yazıp, Suûd ve kendilerinin daha önceki sözleşmeyi tanımadıklarını ve Suûd’un Mekke’yi almaya hazırlandığını bildirdiler. Şerif Gâlib Efendi cevap yazarak tatlı sözlerle nasihat ettiyse de Osman el-Müdâyıkî bu mektubu yırttı. Emir’in gönderdiği müslümanlara saldırıp, onları bozguna uğrattı. Şerîf Gâlib Efendi, Tâif kalesine çekilip savunma tedbirleri aldı. Osman el-Müdâyıkî Taife yakın Melîs denilen yerde karargâhını kurdu. Bîşe emîri Salim bin Şekbân’ı da yardıma çağırdı. Şerîf Gâlib Efendi Tâiflilerle birlikte Melîs’deki vehhâbîler üzerine saldırdı. Salim bin Şekbân’ın bin beş yüz askerini kılıçtan geçirdi. Salim ve yanındaki kalanlar kaçtı. Fakat tekrar toparlanarak Melîs denilen yeri bastılar ve ahâlinin mallarını yağma ettiler. Şerîf Gâlib Efendi, yardım almak için Cidde’ye gitti. Tâifliler korkup, çoğu çoluk-çocuğunu alıp gizlice kaçtılar. Kalede kalan Tâifliler ard arda gelen vehhâbîleri bozup kaçırdılar ise de, düşmana yardımcı da gelmiş olduğundan kaleye teslim bayrağı çektiler. Cana ve ırza kıymamak şartı ile teslim olacaklarını bildirdiler.


Şubat 1803’de Tâifi ele geçiren vehhâbîler, şehir halkını öldürerek mallarını yağmaladılar. Şehir ve etrafındaki mezarları ve türbeleri yıktılar. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem amcasının oğılu Abdullah bin Abbâs’ın muhteşem türbesini yerle bir ettiler. Bir çok dînî kitapları yaktılar.


Sonra Mekke üzerine yürüdüler. Fakat hac mevsimi olduğu için şehre girmeye cesaret edemediler. 1803 senesi Muharrem ayında Mekke’ye giren vehhâbîler, inançlarını yaydılar. Kabir ziyaret edenleri, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem türbesine gidip yalvaranları öldüreceklerini bildirdiler. Daha sonra da Şerîf Gâlib Efendi’yi yakalamak üzere Cidde’ye gittiler. Şerîf Gâlib Efendi’nin hücumları karşısında bozularak Mekke’ye geri döndüler. Halkın isteği üzerine Şerîf Gâlib Efendi’nin kardeşi Şerîf Abdülmu’în Efendi’yi Mekke’de emir bırakıp Der’iye’ye gittiler. Daha sonra Cidde’den topladığı kuvvetlerle Mekke’ye gelen Şerîf Gâlib Efendi, emirliği tekrar aldı.


1805 senesinde Mekke’yi yeniden ele geçiren vehhâbîler, Medîne’yi de ele geçirerek kuzeye yöneldiler. Hâkimiyet sahalarını Haleb’e kadar genişlettiler.


Osmanlı Devleti’nin iç mes’elelerle uğraştığı bir zamanda zuhur eden vehhâbîlik yayılmaya başladığı zaman, İran şahı Nâdir Şâh’ın şark hudutlarını tehdîdi yanında, Rusya ve Avusturya hücumları da devam ediyordu. Suriye’de Cezzâr Ahmed Paşa, Mısır’da Memlûklülerin isyânları, Fransızların Mısır’a girmeleri, Tepedelenli Ali Paşa, Pazvandoğlu, Belgrad dayısı isyânları, Sırp ayaklanması ve Nizâm-ı cedîd hareketleri de vuku bulmuştu. İşte bu sebeplerle Devlet vehhâbîlerle uğraşmaya imkân bulamadı. Vehhâbîlik hareketinin yayılması ve devletin bütünlüğünü tehdîd eder duruma gelmesi üzerine Osmanlı hükümeti, hareketi bastırmak üzere Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı vazîfelendirdi. Mehmed Ali Paşa, oğlu Ahmed Tosun Paşa kumandasındaki, bir Mısır ordusunu 1 Mart 1811’de gemilerle Yenbu limanına doğru yola çıkardı. Bu ordu, 2 Aralık 1812’de Medine’ye girdi. 23 Ocak 1813’de Mekke, bir kaç gün sonra da Tâif alındı. Mehmed Ali Paşa Kabe’nin anahtarlarını, diğer mukaddes emânetlerle birlikte oğlu Kâmil İsmâil Paşa ile İstanbul’a yolladı. Sultan İkinci Mahmûd Han başarıları sebebiyle Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı ve oğlu Ahmed Tosun Paşa’yı mükâfatlandırdı.


Suûd bin Abdülazîz 27 Nisan 1814’de Der’iye’de ölünce, yerine oğlu Abdullah geçti. Bu sırada Ahmed Tosun Paşa da vefât ettiğinden, Hicaz birlikleri kumandanlığına kardeşi İbrâhim Paşa tâyin edildi. İbrâhim paşa, Der’iye’yi beş ay kuşattıktan sonra, Eylül 1818’de ele geçirdi. Yakalanan Abdullah bin Suûd Medine’ye getirildi. Dört oğlu, hocası, iki kâtibi ve dîvancısı ile birlikte elleri bağlı olarak İskenderiye üzerinden İstanbul’a yollandılar. Muhakeme edildikten sonra, Topkapı Sarayı kapısı önünde îdâm edildiler. Böylece Osmanlı Devleti için vehhâbîlik mes’elesi hâlledilmiş gibi olduysa da, 1824’de o soydan Terkî bin Abdullah ortaya çıkarak vehhâbîlere baş oldu. 1833’de Suûd’un oğlu Meşâri, Terkî’yi öldürüp yerine geçti. Terkî’nin oğlu Faysal da Meşşârî’yi katledip 1838’de vehhâbîlerin başına geçti. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın yeniden gönderdiği askerlere karşı koymak istediyse de mirliva (tuğgeneral) Hurşid Paşa’nın eline geçerek, Mısır’a gönderildi ve habs edildi.


Suûd’un Mısır’da bulunan oğlu Hâlid Bey, Der’iye emîri yapılarak Riyâd’a gönderildi. Mısır’da Osmanlı terbiyesi ile yetişmiş, Ehl-i sünnet itikadında, nâzik bir zât olan Hâlid Bey, bir buçuk sene emirlikte kaldı. Abdullah ibni Sezyan adında biri, Osmanlı Devleti’ne sâdık görünerek bir çok köyü ele geçirdikten sonra ansızın Der’iye’ye saldırıp Necd emîri oldu. Hâlid, Mekke’ye kaçtı. Mısır’da hapiste bulunan Faysal, Cebel-i Semr emîri İbnürreşîd’in yardımı ile kaçarak Necd’e gidip İbn-i Sezyan’ı öldürdü. Osmanlı Devleti’ne sâdık kalacağına yemîn edince 1843’de Der’iye emîri yapıldı. 1865 senesinde ölünceye kadar vadinde durdu ve Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldı. Faysal ölünce büyük oğlu Abdullah Necd emîri yapıldı. Kardeşi Suûd Bahreyn adasından topladığı kimselerle 1871’de isyân etti. Fakat Abdullah Osmanlı Devlet’nin bir emîri olduğu için altıncı ordu kumandanlarından ferik (tümgeneral) Nafiz Paşa, Suûd’un üzerine gönderildi. Suûd ve ona bağlı olan kimseler, 1874’de tamamen te’sirsiz hâle getirildi. Necd ülkesi rahat ve huzura kavuştu. Yemen ve Asîr taraflarındaki vehhâbîler de itaat altına alındı. 1888’den sonra Muhammed İbnürreşîd, Necd’i ele geçirerek Abdullah’ı esir aldı. 1897’de Muhâmmed İbnürreşîd’in vefâtından sonra yerine biraderi oğlu Abdülazîz er-Reşîd geçti. Vehhâbîliğin yeniden zuhûru için çalışan Abdülazîz İbnürreşîd, 1901’de Kuveyt’den Riyâd’a gelen Abdülazîz bin Abdurrahmân bin Faysal tarafdârlarınca öldürüldü. 1915 senesinde Osmanlılar işe karışarak Abdülazîz İbn-üs-Suûd, Riyâd kaymakamı tâyin edildi. Sonra Reşîdlilerle Suudiler arasında Kasîm’de yapılan harpte Abdülazîz bin Abdurrahmân mağlûb oldu ve Riyâd’a çekildi. 17 Haziran 1918’de Abdülazîz bin Abdurrahmân bir beyanname neşr ederek, Mekke’deki Şerîf Hüseyin ve onunla birlikte olanlara karşı cihâd ediyorum diyerek Mekke ve Taife hücum etti ise de başarı sağlayamadı. 1924’de İngilizler Mekke emîri Şerîf Hüseyin Paşa’yı yakalayıp Kıbrıs’a götürünce, Abdülazîz bin Abdurrahmân, 1924’de Mekke’yi ve Tâif’i rahatça ele geçirdi. 1926’da Hicaz ve Necd kralı ünvânını aldı. 1927’de İngiltere ile imzaladığı Cidde anlaşmasıyla bağımsızlığını îlân etti. 1932’de devletin adını Arab Suudî Krallığı olarak değiştirdi.


Dînî ve siyâsî bir görüş olarak vehhâbîliğin temel esasları şöyle özetlenebilir:


Ehli sünnet ile aralarındaki temel farkın tevhid anlayışı konusunda olduğunu savunan vehhâbîler, bu hususu belirtmek için kendilerini muvahhidûn (muvahhidler) olarak adlandırırlar. Onlara göre tevhîd inancı; kalble, dille ve amelle gösterilmelidir. Bunlardan biri eksik olursa, o kişi müslüman değildir. Yâni amel ve ibâdet, îmânın parçasıdır. Bir farzı yapmıyan, meselâ farz olduğuna inandığı hâlde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Bunu öldürmeli, mallarını vehhâbilere taksim etmelidir. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde zikr edilen sıfatları ile, el, yüz, ayak, kürsî v.b. ifâdeleri vücûdî şekiller içinde anlarlar. Yâni teşbih ve tecsîme, (insana benzetip cisimlendirme) giderler. Çünkü onlara göre âyet-i kerîmeler te’vil edilmeksizin zahir mânâlarıyla alınmalıdır. Allahü teâlâdan başkasından şefaat (yardım) dilemek şirktir. Peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarlarını ziyarette bulunup, bunları vesile ederek duâ eden, İslâmiyet’ten çıkar. Buna tövbe etmeyenin öldürülmesi caizdir. Tarikata girmek, bir mürşidi sevmek, tasavvufa yönelmek bid’attır, yâni sapıklıktır.


Kur’ân-ı kerîm ve sünnet-i seniyye dışındaki her şeyi bid’at olarak vasıflandıran ve Kur’ân-ı kerîm ile hadîs-i şeriflerden sonra delillerin iki kaynağı olan icmâ ve kıyâsı reddeden, fıkhı mezheplerin imâmlarının mutlak otoritesini kabul etmeyen, Eshâb-ı kiramın bile dinde selâhiyetli olmadığını ileri sürerek mezheb veya mezheb imâmına bağlanmayı, dîni anlamamak ve küfre sapmak gibi değerlendiren vehhâbîler, en büyük bid’at olarak mezar ve türbe yapılmasını, buraların ziyaret edilmesini kabul ederler. Mezarlar üzerine türbe yapmak, türbelerde namaz kılmak, orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin ruhuna sadaka adamak uygun değildir derler. Bu yüzden Arabistan’daki mezar ve türbeleri yıkmışlardır. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem hırka ve sakal-ı şerîfinin ziyaret edilmesini şirk sayarak yasaklamışlardır. Namazın mutlaka toplu ve mescidde kılınması gerektiği inancındadırlar. Zikri ve nafile namazı yasaklamışlar, vakıf kurumunu da bâtıl saymışlardır.


“Emr-i bil-mârûf ve nehy-i anil münker, imâmın veya emîrin vazifesidir” diyen vehhâbîler, amelde Hanbelî mezhebine bağlı olduklarını ileri sürer, îtikâdî konularda selefî olduklarını söylerler. Daha çok İbn-i Teymiyye’nin fikir ve görüşlerinin te’sirinde kalan vehhâbîliğe karşı çeşitli reddiyeler yazılmıştır. Muhammed bin Abdülvehhâb’ın babası, oğlunun arkasından gidilmemesini tavsiye etmiştir. Kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb Es-Savâik-ı ilâhiye fî reddi ale’l-Vehhâbiyye, Mekke müftisi Ahmed Zeynî Dahlân da Hulâsât-ül-kelâm adlı eserinde Vehhâbîlerin yanlış yolda olduklarını vesikalarla isbât etmişlerdir. Ed-Dürer-üs-Seniyye, Fitnet-ül-Vehhâbiyye adlı ve daha pek çok kitaplar yazılmıştır. Vehhâbîlik hakkında bir çok Türkçe kitaplar da neşr edilmiştir.


1) Târih-i Vahhâbıyân (Eyyûb Sabri Paşa, İstanbul-1296)


2) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 308


3) Hulâsât-ül-Kelâm (A. Zeyni Dahlân); sh. 299 v.d.


4) El-fütûhât-il-İslâmiyye: cild-2, sh. 228


5) Es-Savâik-ul-İlâhiyye (Süleymân bin Abdülvehhâb, İstanbul-1988)


6) Kıyamet ve Âhiret; sh. 335


7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 419


8 ) Târih-i Cevdet; cild-7, sh. 201


9) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 366


10) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2869


11) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 441


12) Mekke-i Mükerreme Emirleri; sh. 115


13) Vehhâbiliğin İç Yüzü (Trc. A. Fârûk Meyan, İstanbul-1976)


14) Berâet-ül-Eş’âriyyin (Ebû Hâmid bin Merzûk, Beyrut-1975)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İmâm-ı Şâfiî’ye sormuşlar; *İmâm-ı Mâlik nasıl bir zâtdı?* diye. Cevâben demiş ki: Bir gün *Onu* görmeye gitdim, çok *Kalabalık*’dı. Herkes bir şey soruyordu. Dikkat etdim, dinledim.


*Otuz* suâl sordular. Bunlardan yirmi ikisine *Cevap* verdi. Sekizi için de; *Bilmiyorum* dedi. O zaman anladım çok büyük *Âlim* olduğunu. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine de suâl sorarlardı. Mübârek bâzen; *Bilmiyorum, kitaplara bir bakayım*, derdi. Hâlbuki biliyordu efendim. 


İşte bu *Büyük*’ler, bilseler bile, mütevâzı olduklarından bâzen *Bilmiyorum* derler. Bir gün Abdülhakim Efendi hazretleriyle oturuyorduk. Bana bakıp buyurdu ki: 


*Hilmi, beni iyi dinle!* Bu zamanda bir müslümân, bu *Büyük*’lerin buyurduklarını iyi anlarsa, onlara tam *Tâbi* olursa ve sâdece onlardan *Nakl*’ederse, işte o, *İlim* sâhibidir.


*Fazîlet* sâhibidir ve gerçek*Âlim*’dir. Sen, birine birşey anlatırken veyâ yazarken, dinliyene ve okuyana *Suâl* sordurma. Bir okumada, *Râhat*’lıkla anlasınlar. 


Eğer suâl sordurursan, bu, *İyi* anlatamadığını gösterir. Yâni iyi *Konuşmak* ve iyi *Yazmak*, hiç suâl sordurmamakla mümkün olur. 


Mübârek, bu *Söz*’leriyle, sanki tâ o zamandan, bize şöyle *Emir* buyurdular: *Hilmi!* Bir gün gelecek, sen, *Kitap* yazacaksın.


Sakın ola ki, kendinden bir şey *Yazma*, kendinden bir şey *Katma*, ancak o *Büyük*’lerden naklet ve anlaşılır şekilde yaz, diye bize *Îkâz*’da bulundular. 


Elhamdülillah, biz de, *Efendi*’nin bu *Emr*’ine uyduk. Buyurdukları gibi *Kendi*’mizden bir *Şey* söylemedik ve yazmadık kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri dünyâdan gitdi, ama mübârek *Rûh*’ları her an *Bizim*’le berâber. Hayâtda iken *Berâber*’dik. Şimdi de *Rûh*’ları bizimle berâber elhamdülillah. Ne büyük *Ni’met*. 


*Mektûbât*’ın ikinci cildinin 66.cı mektûbunu okudum bu gün. *Seâdet-i Ebediyye*’de var bu. Orada *Kul hakkı*’nı anlatıyor. 


Üzerinde bir *Gümüş* para kadar *Kul hakkı* olanın haccı kabûl olmaz! diyor. Hiç *Sevap* kazanamaz, istediği kadar Hacca gitsin, kabûl olmaz. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Ben söylemiyorum bunu, Büyüklerimiz söylüyor!* diyor. Kul hakkı, *İslâm* ahlâkının temelidir. 


Üç gram *Gümüş* borcunu, yâni birkaç *Lira*’lık kul hakkını ödemiyenin haccı, *Hacc-ı mebrûr* olsa dahî kabûl olmaz. 


Hattâ şartlarına *Uygun* olsa dahî. *Kul hakkı* bu kadar mühim. Fakat bunu *Bilen* yok, *Söyliyen* hiç yok. 


*Men sabere zafire!* Ne demek bu? Yâni sabreden kazanır, hadîs-i şerîf bu. Buna sarılalım, birbirimize *Duâ* edelim kardeşim. 


Evinizde olduğu gibi, dışarıda da kimseyle *Münâkaşa* etmeyin. Münâkaşa *Zarar* dır. Neden? Çünkü münâkaşa, *Dost*’un muhabbetini *Azaltır*, *Düşman*’ın da düşmanlığını *Artdırır*. 


Müslümâna gelen her şey *Ni’met*’dir, *Hayr*’dır. Kur’ân-ı kerîm okumak, ibâdetlerin en *Kıymet*’lisidir. Çünkü bu, Allahü teâlâ ile bir nevi *Konuşmak* oluyor. 


Namaz niçin çok *Efdâl*’dir? Çünkü namazda *Kur’ân-ı kerîm* okumak var da onun için. *Mevlîd* okumak niçin çok *Sevap*’dır? 


Çünkü mevlîdde de *Kur’ân-ı kerîm* okunuyor. Kur’ân-ı kerîm okumak bütün ibâdetlerin en *Efdâl*’idir. Hadîs-i şerîfde ne buyuruldu? 


Namazda okunan *Kur’ân-ı kerîm*, namâzın hâricinde okunan Kur’ân-ı kerîm’den daha *Efdâl* ve daha *Hayır*’lıdır. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor.