DÜNYÂ NEDİR?

Hasan-ı Basrî' hazretlerinin Ömer bin Abdülazîz'e yazdığı bir mektûb şöyledir:


“Şüphesiz ki dünyâ, geçip gidilecek bir konaktır. Ebedî kalacak yer değildir. Dünyâda zenginlik ona dalmamaktır. Üzerinde yaşayanlar her an birer birer ölmektedir. Onu üstün tutan zillete, toplayan fakîrliğe düşer. Dünyâ zehir gibidir. Onu bilmeyen yer, o da onu helak eder (öldürür). Dünyâda, yaralı olup da yarasını tedâvi ile uğraşan kimse gibi ol. Yaralı kimse yarasının azmasından korkarak perhiz yapar, daha şiddetli acıya düşmemek için çekdiği acıya sabreder. Tuzakları süsler altında gizlenmiş olan şu gaflet dünyâsından sakın. Ona dalma! Bitmeyen arzularla gönüller çeken sözlerle süslenmiş, nicelerini aldatıp, kendine meftun etmiştir. Süslenmiş gelin gibidir. Gözler ona bakmakta, kalbler ona hayran, nefisler ona âşık, o ise âşıklarını helak ediyor. Yaşayanlar ölenlerden, sonrakiler öncekilerden ibret almıyor. Ârif olanlar bile bu husûsta dalgındır. Ona düşkün olan, ondan dünyalık elde eder. Fakat aşırı giden aldanır, âhırete gideceğini, dönüşünü unutur. Kalbi dünyâya dalar ve ayağı kayar. Sonra da büyük bir pişmanlığa ve derin bir hasrete düşer.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, kullarına ve bütün dünyaya, *Dîni* ni öğretmek için, bizi *Vâsıta*kılmış. Hepimizi yâni. 


Kimimiz *Paket* yaparız, kimimiz *Yazarız*, kimimiz *Satarız*, kimimiz postâneye götürürüz. Hepimiz *Hizmet* ediyoruz. 


Bu, ne büyük *Ni’met* dir efendim. Eshâb-ı kirâmın *Vazîfe* si bu. Eshâb-ı kirâm niçin çok *Yüksek* dir, niçin çok *Şerefli* dir? Çünkü hepsi de, islâmiyet yolunda çalışdılar. 


*İslâmı* yaymak için uğraşdılar. Canlarını *Fedâ* et-diler. Taa Mekke’den, Medîne’den kalkdılar. İstanbul’a geldiler. 


Meselâ *Hazret-i Hâlid*, yâni *Eyüp Sultân* hazretleri. Hepsi de, dîn-i islâm uğrunda canlarını *Fedâ* etdiler. Niçin? Allahın dînini *Yaymak* için. 


Biz de öyle çalışıyoruz Elhamdülillâh. Allahü teâlânın dînini *Yaymak* için uğraşıyoruz kardeşim. Allah da bize *Yardım* ediyor. 

● ● ● 

Birgün Süleymâniye câmiine namâza gitdim, hocalar toplanmışlar, *Müzik* çalışıyorlardı. Çıkarken, yaşlı bir kadıncağız geldi. *Mevlîd* okutacakmış. 


Kapıda bir çocuk vardı, ona hocayı sordu. O da; *Biraz bekle, ders yapıyorlar*, dedi. 


Ben dedim ki; *Anneciğim*, bunlar Beyoğlu ndan öğretmen getirmişler, *Müzik* çalışıyorlar, bunlara *Mevlîd* okutulmaz. Sizin mahallenizde tanıdık *Hâfız* yok mu? 


Kadıncağız *Var* dedi, çok memnun oldu. Allah râzı olsun deyip gitdi. 

● ● ● 

Hadîs-i şerîf var kardeşim. *Cömerd* in ikrâmını alın, yiyin, *Şifâ* olur. *Hasîs in verdiğini almayın, yemeyin, *Zehir* olur. *Cömert* lik, güzel bir *Huy*. 


Mekkî Efendi de anlatırdı. Derdi ki: *Cömertlik*, Cennetde olan bir *Ağaç* dır. Bu ağacın kökü *Cennet* de, dalları ise dünyâdadır. 


Bu dallar, *Cömert leri kendilerine yapıştırır ve *Cennete* çekerler. Onlar istese de, istemese de, o dallara *Yapışır* lar. *Cimrilik* de bir *Ağaç* dır.


Onun da kökü *Cehennem* de, dalları dünyâdadır. Bu dallar da, *Cimri* leri kendine yapıştırır ve *Cehenneme* çeker, yine mıknatıs gibi. *Mekkî âbi* böyle anlatırdı efendim.

Mâlik bin Dînâr'a ders veren çocuk!

Mâlik bin Dînâr hazretleri, evliyânın büyüklerindendir. Künyesi Ebû Yahyâ, lakabı Zeynüddîn’dir. Benî Süleym kabîlesindendir. Basra’da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 748 (H.131) târihinde Basra’da vefât etti... HASAN-I BASRİ’YE TALEBE OLDU...

Mâlik bin Dînâr, gençliğinde mal mülk sâhibi bir zengin yiğitti. Hasan-ı Basrî hazretlerine talebe olunca, bütün mallarını ve parasını, fakir talebelere harcadı. Kalbinden Allahü teâlânın aşkından başka her şeyin sevgisini çıkardı. 

Bir gün kendisine; “Dünyâda en güzel kazanç nedir?” dediler. Cevap olarak; “Şu üç şey dünyâda en güzel kazançtır. 1) Allahü teâlânın sevgili kullarının sohbetinde bulunmak ve din kardeşleri ile sohbet etmek, 2) Geceleri teheccüd namazı kılmak ve doya doya Kur’ân-ı kerîm okumak, 3) Allahü teâlâyı hiç unutmayıp, O’nu zikretmek, anmak” buyurdu.

Yine bir gün; “Kimin gözü ve gönlü, şu fânî hayattan ebedî hayat için iyi bir ders almamış ise, onun kalbi perdeli ve ameli azdır” buyurdu...

Mâlik bin Dînâr hazretleri bir hâtırasını şöyle anlatır: 

“Bir gün toprakla oynayıp bâzan gülen bâzan ağlayan bir çocuğa rastladım. Önce çocuğa selâm vermek istedim. Fakat kibirden selâm vermedim. Hemen nefsime; ‘Ey nefis! Peygamber efendimiz büyüklere de küçüklere de selâm verirdi’ diyerek çocuğa selâm verdim. Çocuk; 

-Ve aleyküm selâm, ey Mâlik bin Dînâr! diye cevap verdi. Hayret içinde kalarak çocuğa; 

-Sen beni hiç görmediğin halde nasıl tanıdın? diye sordum. Çocuk; 

-Ruhlar âleminde benim rûhumla senin rûhun karşılaştı. Orada bizi Allahü teâlâ karşılaştırdı, dedi. Çocuğa; 

-Akıl ile nefs arasında ne fark var? diye sorunca, çocuk; 

-Nefsin seni selâmdan men etti. Aklın ise seni selâm vermeye teşvik etti, diye cevap verdi. 

-Sen neden toprakla oynuyorsun? diye sordum. Çocuk; 

-Topraktan yaratıldık, yine toprağa karışacağız, dedi. Ben yine; 

-Seni bâzan ağlarken, bâzan gülerken görüyorum. Sebebi nedir? diye sordum; 

-Rabbimin azâb edeceğini hatırladığım zaman ağlıyorum. Rahmetini hatırladığım zamansa tebessüm ediyorum, dedi. 

-Ey oğul! Senin hangi günâhın var ki ağlıyorsun? diye sorunca, çocuk; 

-Ey Mâlik! Böyle söyleme. Zîrâ ben, anam ateş yakarken, küçük odun olmadan, büyüklerin tutuşmadığını gördüm, diye cevap verdi... 

Bunları söyledikten sonra “Allah” diye feryad edip ruhunu oracıkta teslim etti.”

Son nefes korkusu

 Din büyüklerimizin en çok korktuğu şey, son nefes olmuştur.

Meselâ; Ahmed ibni Hanbel hazretleri, tam sekerât hâlindeyen, birden 3 defa "Olmaz! Olmaz! Olmaz!" diye bağırıp, tekrar yatağa düşer. Oğlu yanına yaklaşıp sorar:

- Babacığım,"Olmaz!" diye bağırmanızın sebebi neydi?

- Melûn şeytan, "Müslümanlığı bırak, Hıristiyan ol, Cennete gideceksin!" dedi. Ben de; "Olmaz!" dedim. O defolup gitti der ve Kelime-i şehâdet getirip vefât eder...

Cüneyd-i Bağdadi hazretleri de, ölümüne yakın ağlamaya başlar. Talebeleri, neden ağladığını sorunca da buyurdu ki;

- Sonumdan korkuyorum. İnsanın ameli, ince bir iplikle tavana asılmış gibidir. Her zaman öyle gider ve gelir. Amelim yok demiyorum, ama sabit değil, nerede duracağı bilinmez. Allah korusun, sol tarafta durursa ne olur benim hâlim? Onu düşünüp ağlıyorum. Sonunda Kelime-i şehâdet getirip vefât etti...

İşte her mümin de, bu büyük zatlar gibi son nefesinde îmânsız gitmekten korkup çok duâ etmeli, Allahü teâlânın rahmetinden de ümidini kesmemelidir.

Nefsini hak ile meşgul et

 İmam Şafii Hazretleri  buyuruyorki: 


Sufiler ile arkadaşlık ettim. Onlardan sadece iki cümle istifadem oldu. 


* ''Vakit kılıç gibidir, sen onu kesmezsen o seni keser.''


* ''Nefsini hak ile meşgul et yoksa o seni batıl ile meşgul eder.''

Şükretmek nasıl olur?

Şükür, her nimetin Allah’tan geldiğini bilip yerinde sarf etmek ve dille de hamd etmektir. Şükür, kendini o nimete layık görmemektir. Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir. Nimet sahibinin emirlerine uyup yasakladıklarından sakınmaktır. Bu da, kalb, dil ve diğer azalarla olur. Kalble iyiliğe niyet eder. Dille hamd eder, şükrünü açıklar. Uzuvlarla şükürse, Allahü teâlânın verdiği nimetleri, onun sevdiği ve istediği yerlerde kullanmaktır.


Allahü teâlâya layıkıyla şükretmek mümkün değilse de, şunlar yapılırsa, şükredilmiş kabul edilir:


1- Bütün nimetlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilmek. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselama buyurdu ki:

(Bir kimse, kendine verdiğim nimeti benden bilip kendinden bilmezse, nimetlerin şükrünü eda etmiş olur. Bir kimse de, rızkını kendi çalışmasıyla bilip, benden bilmezse, nimetin şükrünü eda etmemiş olur.) [İ. Gazali]


2- Nimetleri Allahü teâlânın istediği şekilde kullanmak. Mesela gözün şükrü, ibretle bakmak, harama bakmamak ve Müslümanların, arkadaşların kusurunu görmemektir. Kulağın şükrü, iyi şeyler dinlemek, kötü şeyleri, söylenilen ayıpları dinlememektir.


3- Kendimiz dinin emir ve yasaklarına uyarken, diğer insanların da bu nimetten istifade etmesini, hidayete ermelerini sağlamak için çalışmak.


4- Allahü teâlâ bir kula çeşitli nimetler verince, kulun buna layık olmadığını düşünüp utanması şükür olur. Şükürdeki kusurunu bilmesi de şükür olur. Şükredemiyoruz diye özür beyan etmesi de şükürdür. (Allahü teâlâ, kusurlarımı örtüyor) demesi de şükürdür. Şükür vazifesini yerine getirmenin Allahü teâlânın bir lütfu olduğunu düşünmek de şükürdür.


5- Allahü teâlânın verdiği her şeye razı olmak.


6- Nimetlerden istifade edildiği müddetçe, Allahü teâlâya isyan etmemek.


7- Yapılan iyiliği anıp ihsan edeni övmek, yani dille de Elhamdülillah demek.


8- Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

(“Allahümme mâ esbaha bi min ni’metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerike leke, fe lekel hamdü ve lekeşşükr” duasını, gündüz okuyan o günün, akşam okuyan o gecenin şükrünü ifa etmiş olur.) [M. Rabbani 3/17] (Akşam okurken, esbaha yerine emsâ denir.)


9- Vasıtalara da şükretmek. Allahü teâlâ nimetlerini, rızkımızı birileri vasıtasıyla gönderiyor. Onlara teşekkür etmekle de, Allahü teâlâya şükretmiş oluruz. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(İnsanlara teşekkür etmeyen Allahü teâlâya şükretmemiş olur.) [İ. Ahmed]

Vefâ

Son derece vefâkâr idiler. En başta İslâm âlimleri ve Osmanlılara “Osmanlılar olmasaydı, biz şimdi Müslüman ve Ehl-i sünnet olamazdık” derlerdi. Hocası Seyyid Abdülhakîm Efendinin talebeleri ve aile efrâdına hürmet ve ihsanlarda bulunmayı bir vefâ vecibesi addederlerdi. Bursa’da gezerken rastladıkları, aldığı emre rağmen, sahurda suları kesmeyen ve kendilerine bir bardak çay ikram eden su deposu bekçisini, maaş kuyruğunda sırasını kendilerine veren yüzbaşıyı vefatlarına kadar unutmadılar ve ruhlarına okudular. Hısım akrabayı arayıp sorar; talebelerini gönderip bir arzuları varsa, yerine getirmeye çalışırlardı.

İşbu hikmetli ve faziletli yazı, büyük islam âlimi merhum ve mağfur Hüseyin Hilmi Işık Efendinin mümtaz ve kıymetli talebelerinden nakildir Efendim..

Öfkelenme

Usul'ül-Kâfî kitabında nakledilir:


Bir adam, çölden Medine'ye geldi ve Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin huzuruna çıktı. O'ndan bir nasihatte bulunmasını istedi. 


Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz ona "Öfkelenme" buyurdu ve bundan fazla bir şey söylemedi. 


Adam kabilesine döndü. Kendisinin yokluğunda, kendi kabilesinin gençleri, diğer kabilenin hayvanlarını çalmışlar, bu sebeple iki kabile birbiriyle kavgaya hazırlanmışlar. Bunu işitince hemen silahını kuşandı ve kavgaya hazırlandı. 


Bu sırada Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin "öfkelenme" sözünü hatırladı. "Şimdi o söze ittiba etmenin tam zamanı" diye kendi kendine düşündü. Düşman kabilenin reisini çağırdı.


Dedi ki, "Bu kavga ne içindir? Cahil gençlerimizin verdiği ziyana bakılırsa, ben kendi malımdan zararı ödemeye hazırım. Küçük bir şey için birbirimizin kanını dökmenin bir faydası yoktur."


Diğer kabile, adamın akıllıca sözlerini işittikten sonra, gayret ve mertlikleri tahrik oldu ve "Biz senden az değiliz, madem ki durum böyledir, biz de kendi iddiamızdan vazgeçeriz." dediler. 


Böylece Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sözüne uymakla birçok kişinin hayatı kurtuldu.

Bayramzâde Zekeriyyâ Efendi

Ankaralı Zekeriyyâ Efendi (Bayramzâde) Osmanlı Devletinin yirmi birinci şeyhülislâmıdır. Ankaralı Bayram Efendi’nin oğludur. 920 (m. 1514) senesinde Ankara’da doğdu. İlk tahsilini memleketinde ağabeyi Ya’kûb Efendi’nin yanında tamamladı. Sonra İstanbul’a gelerek, Arabzâde ile Abdülbâkî ve Ma’lûl Emîr Efendi’den ders aldı... 

NAHCİVAN SEFERİNE KATILDI

Emîr Efendi, Bayramzâde’yi çok severdi. Beraberinde onu Mısır’a götürdü. Orada, büyük âlim Ali bin Gânim el-Makdîsî’nin derslerine devam ettiler...

İstanbul’a dönüşünden sonra, Bursa’daki Hamza Bey Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edilen Zekeriyyâ Efendi, 961 (m. 1554) senesinde Cihân Pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Hân’ın mâiyetinde Nahcivân Seferine katıldı. Harb sonrasında ise Bursa’da Kaplıca Medresesi’ne ta’yin edildi.

İlimdeki yüksekliğini kabûl ettiren Bayramzâde’yi zamanının âlimleri çok medhettiler. Önce Edirne’de Üç Şerefeli Câmi Medresesi’ne oradan da İstanbul’a, Sahn-ı semân Medresesi’ne müderris olarak tayin oldu. Daha sonra da Sultan Selim Câmii Medresesi’ne getirildi. Bir sene sonra da Haleb kadılığına ta’yin edildi. Daha sonra da sırasıyla, Bursa ve İstanbul kadılıklarında bulundu. Bu esnada, üçüncü defâ İstanbul’un nüfus ve emlâk sayımını yaptırdı. 989 (m. 1581) senesinde Anadolu kadıaskerliğine terfî ettirildi. Bu vazîfesinde az kalıp, 991 (m. 1583)’de emekliye ayrıldı. Altı sene sonra bir hac dönüşü tekrar me’mûriyet hizmetine alınıp, Rumeli kadıaskerliğine ta’yin edildi. Bu vazîfesine devam ederken, Bostanzâde Mehmed Efendi’nin yerine şeyhülislâm oldu... 


RÜYÂSI GERÇEK OLDU...

Bir yıl, iki ay, iki gün şeyhülislâmlık makamında kalan Zekeriyyâ Efendi 1001 (m. 1593) senesi Şevval ayının onsekizinci günü, Sultan Üçüncü Murâd'ın hil’at giydirdiği bir sırada vefât etti. Vefâtından bir gece evvel, Resûlullah’ı rü’yâsında görüp, kendisine; “Ey Zekeriyyâ, yârın sen Sultan ile buluşur ve bir elbise giyersin. Sonra da bizim yanımızda olursun!” buyurdu. Uyandığında hayretler içinde kaldı. Rü’yâsı aynen gerçekleşti. Vefat ederken yanındakilere bu rüyasını anlattı ve ruhunu teslim etti. Sultan Selim Câmii civârında yaptırdığı “Dâr-ül-hadîs”in haziresine defnedildi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben, yeri gelince diyorum ki: Bizim *Kitap* larımız çok *Kıymet* lidir, her kitapdan daha kıymetlidir. Peki neden? Çünkü bizim kitaplarımızın içinde, bana âit, tek bir satır *Yazı* yok.


Onun için kıymetlidir. Bizim kitaplarımızın hepsi, *Büyük* lerin yazılarıdır. *Ehl-i sünnet* âlimlerinin yazılarıdır. *Pırlanta* dır onlar. Onları okuyup da anlıyana ne *Mutlu* kardeşim. 


Ona müjdeler olsun, müjdeler olsun! Bir kimse; *Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm* veyâhud da; *Allahümme innî eûzü bike min hemezâtiş şeyâtîn* derse, şeytân kaçar gider. 


İnsanı aldatamaz, *Günâh* işletemez. Bunu her gün, sabah akşam okuyun kardeşim. Bunun mânâsı; Yâ Rabbî, beni *Şeytân* ların şerrinden *Muhâfaza* eyle! demekdir. 


En *Kötü* şeytân kimdir? *İnsan* şeytânı. Yâni kötü insanlar, kötü arkadaşlar, zararlı yayınlar. Beni, onların *Şerrin* den muhâfaza et yâ Rabbî! diye bu duâları okuyacağız kardeşim.


Cenâb-ı Hakkın *Ni’met* leri, bizi peşimizden *Tâkib* eder. Ama biz onları görmeyiz, bilmeyiz. Cenâb-ı Hak onlara emretmişdir; 


*Sen falancanın rızkısın!* diye. O rızık, bizi tâkib eder. Kimse kimsenin *Rızkı* nı yemez. Hiç kimse, *Kendi* rızkını bitirmedikçe ölmez. 


*El mer’ü mea men ehabbe*. hadîs-i şerîf bu. Yâni, insan dünyâda *Kimi* severse, âhiretde Onun yanında olacak. Ne büyük *Müjde*. Biz büyüklerimizi seviyoruz kardeşim.


Helâl *Lokma*, helâl *Rızık*, hem kalbe, hem de bedene şifâ verir kardeşim. Diyelim ki, iki komşu var, biri *Fakîr*, diğeri *Zengin*. 


Fakîr olan komşu, zengin olan komşusuna, *Hasta* olduğu için, âdetdir Anadolu’da, *Çorba* yapıp götürüyor. Zengin de, bu çorbayı *Tevâzû* ile alıyor ve *Besmele* ile içiyor. 


Ne oluyor? *Şifâ* buluyor efendim. Neden? Hadîs-i şerîf var çünkü: *Tehâdû tehabbû*. Nedir bunun mânâsı? Peygamberimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: 


*Hediye* leşin ki, birbirinize olan *Sevgi* niz artsın. En muhtaç olduğumuz şey, *Sevgi* dir. Sevgi o kadar mühimdir ki, bu kâinâtın yaratılmasına, *Sevgi* sebep olmuşdur. 


Allahü teâlâ, hazret-i Peygambere *Habîbim* dedi. Efendi hazretlerinin *40 Hadîs* kitâbı var. O hadîs-i şerîflerden birinin îzâhı şöyle:


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bu hadîs-i şerîf hakkında buyuruyor ki: Bütün peygamberler *Allahü teâlâ* ya âşıktır. Allahü teâlâ da *Peygamberimize* âşıkdır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Âhiretde, *Günâhkâr* lar, *Suçlu* lar ve *Kabâhatli* ler, bu günahlarının cezâsını çekecekler. Doğru, ama bâzısı da var ki, hiç *Suçu* ve *Kabâhati* yok. Onlar da *Cezâ* çekecek. 


Hadi anladık, bunlar *Günâhkâr*, bunlar *Suçlu*. Peki ya ötekiler niye? Cevâbı şu kardeşim: Onlar da, *Emr-i mârufu* terk etdikleri için cezâ çekecek. 


Yâni onlar da *Suçlu*, onlar da *Günahkâr*. Niçin? Allahü teâlânın emrettiği *Emr-i mârufu* yapmadıkları için. Elinde imkânı varken, bu *Emri* dinlemedikleri için. 


Yâni Allahü teâlânın *Emir* ve *Yasakları* nı, Onun kullarına bildirmediklerini için, söylemedikleri için, üzülmedikleri için. 


Afrikadaki, çöldeki ülkelere, bizim kitaplardan gönderiyoruz kardeşim. *Seviniyor* lar, bize mektupla *Teşekkür* ediyorlar ve ayrıca diyorlar ki:


Eskiden, *Mezhep* sizler bize geliyorlardı, onlarla *Münâkaşa* ediyorduk. Fakat onların çeneleri kuvvetli, biz onlara *Cevap* veremiyorduk. 


Fakat sizin *Kitap* lar gelince, bu defâ onlar bize *Cevap* veremiyorlar, dayanamıyor, *Kaçıyor* lar. Sizin kitapların karşısında duramıyorlar. *Böyle* anlatıyorlar mektuplarda. 


*Mezheb* sizler, bizim kitaplara *Cevap* veremiyorlar, dayanamıyor, kaçıyorlar. Peki niçin *Kaçıyor* lar? Çünkü bizim kitaplar çok *Kıymetli* de onun için. Niçin kıymetli? 


Çünkü bu kitapların içinde, bizim *Yazı* mız hiç *Yok*. Eğer bize âit tek bir *Satır* yazı olsaydı, o zaman hiç *Kıymeti* olmazdı bu kitapların. Hep büyük âlimlerin sözleri bunlar. 


Ehl-i sünnet *Âlimleri* nin yazıları. *Türkçeleri* de öyle efendim. Şimdi bizim *Türkçe* olan hiçbir kitâbımıza da kimse *Îtiraz* edemez. Neden? Çünkü bu kitapların içinde de benim *Yazım* hiç yok da onun için. 


Hep yüksek *Âlim* lerin yazılarını topladım, tercüme etdim elhamdülillah. *Arabî* kitaplar da öyle, *Türkçe* kitaplar da öyle. Alnımız *Ak* olarak kitapları yayıyoruz kardeşim elhamdülillah. 

● ● ● 

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine her gitdiğimde, bana; *Ezberlediklerini oku bakalım!* derdi. Ben okuyunca da; *Âferin!* derdi, çok sevinirdi. Hoşuna giderdi ve *Hadi bir daha oku!* derdi. 


Bir daha okurdum. Böylece birkaç senede bana *Arabî* yi öğretdi. Sonra *Fârisî* yi de öğretdi Mübârek. Hem *Arabî*, hem de *Fârisî* öğretdi. 


Ondan işitdiklerim *Hiç* aklımdan çıkmıyor. Başka şeyleri unutabiliyorum, fakat *Efendi* den işitdiklerimi *Hiç* unutmuyorum kardeşim.