Öfkelenme

Usul'ül-Kâfî kitabında nakledilir:


Bir adam, çölden Medine'ye geldi ve Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin huzuruna çıktı. O'ndan bir nasihatte bulunmasını istedi. 


Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz ona "Öfkelenme" buyurdu ve bundan fazla bir şey söylemedi. 


Adam kabilesine döndü. Kendisinin yokluğunda, kendi kabilesinin gençleri, diğer kabilenin hayvanlarını çalmışlar, bu sebeple iki kabile birbiriyle kavgaya hazırlanmışlar. Bunu işitince hemen silahını kuşandı ve kavgaya hazırlandı. 


Bu sırada Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin "öfkelenme" sözünü hatırladı. "Şimdi o söze ittiba etmenin tam zamanı" diye kendi kendine düşündü. Düşman kabilenin reisini çağırdı.


Dedi ki, "Bu kavga ne içindir? Cahil gençlerimizin verdiği ziyana bakılırsa, ben kendi malımdan zararı ödemeye hazırım. Küçük bir şey için birbirimizin kanını dökmenin bir faydası yoktur."


Diğer kabile, adamın akıllıca sözlerini işittikten sonra, gayret ve mertlikleri tahrik oldu ve "Biz senden az değiliz, madem ki durum böyledir, biz de kendi iddiamızdan vazgeçeriz." dediler. 


Böylece Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sözüne uymakla birçok kişinin hayatı kurtuldu.

Bayramzâde Zekeriyyâ Efendi

Ankaralı Zekeriyyâ Efendi (Bayramzâde) Osmanlı Devletinin yirmi birinci şeyhülislâmıdır. Ankaralı Bayram Efendi’nin oğludur. 920 (m. 1514) senesinde Ankara’da doğdu. İlk tahsilini memleketinde ağabeyi Ya’kûb Efendi’nin yanında tamamladı. Sonra İstanbul’a gelerek, Arabzâde ile Abdülbâkî ve Ma’lûl Emîr Efendi’den ders aldı... 

NAHCİVAN SEFERİNE KATILDI

Emîr Efendi, Bayramzâde’yi çok severdi. Beraberinde onu Mısır’a götürdü. Orada, büyük âlim Ali bin Gânim el-Makdîsî’nin derslerine devam ettiler...

İstanbul’a dönüşünden sonra, Bursa’daki Hamza Bey Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edilen Zekeriyyâ Efendi, 961 (m. 1554) senesinde Cihân Pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Hân’ın mâiyetinde Nahcivân Seferine katıldı. Harb sonrasında ise Bursa’da Kaplıca Medresesi’ne ta’yin edildi.

İlimdeki yüksekliğini kabûl ettiren Bayramzâde’yi zamanının âlimleri çok medhettiler. Önce Edirne’de Üç Şerefeli Câmi Medresesi’ne oradan da İstanbul’a, Sahn-ı semân Medresesi’ne müderris olarak tayin oldu. Daha sonra da Sultan Selim Câmii Medresesi’ne getirildi. Bir sene sonra da Haleb kadılığına ta’yin edildi. Daha sonra da sırasıyla, Bursa ve İstanbul kadılıklarında bulundu. Bu esnada, üçüncü defâ İstanbul’un nüfus ve emlâk sayımını yaptırdı. 989 (m. 1581) senesinde Anadolu kadıaskerliğine terfî ettirildi. Bu vazîfesinde az kalıp, 991 (m. 1583)’de emekliye ayrıldı. Altı sene sonra bir hac dönüşü tekrar me’mûriyet hizmetine alınıp, Rumeli kadıaskerliğine ta’yin edildi. Bu vazîfesine devam ederken, Bostanzâde Mehmed Efendi’nin yerine şeyhülislâm oldu... 


RÜYÂSI GERÇEK OLDU...

Bir yıl, iki ay, iki gün şeyhülislâmlık makamında kalan Zekeriyyâ Efendi 1001 (m. 1593) senesi Şevval ayının onsekizinci günü, Sultan Üçüncü Murâd'ın hil’at giydirdiği bir sırada vefât etti. Vefâtından bir gece evvel, Resûlullah’ı rü’yâsında görüp, kendisine; “Ey Zekeriyyâ, yârın sen Sultan ile buluşur ve bir elbise giyersin. Sonra da bizim yanımızda olursun!” buyurdu. Uyandığında hayretler içinde kaldı. Rü’yâsı aynen gerçekleşti. Vefat ederken yanındakilere bu rüyasını anlattı ve ruhunu teslim etti. Sultan Selim Câmii civârında yaptırdığı “Dâr-ül-hadîs”in haziresine defnedildi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben, yeri gelince diyorum ki: Bizim *Kitap* larımız çok *Kıymet* lidir, her kitapdan daha kıymetlidir. Peki neden? Çünkü bizim kitaplarımızın içinde, bana âit, tek bir satır *Yazı* yok.


Onun için kıymetlidir. Bizim kitaplarımızın hepsi, *Büyük* lerin yazılarıdır. *Ehl-i sünnet* âlimlerinin yazılarıdır. *Pırlanta* dır onlar. Onları okuyup da anlıyana ne *Mutlu* kardeşim. 


Ona müjdeler olsun, müjdeler olsun! Bir kimse; *Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm* veyâhud da; *Allahümme innî eûzü bike min hemezâtiş şeyâtîn* derse, şeytân kaçar gider. 


İnsanı aldatamaz, *Günâh* işletemez. Bunu her gün, sabah akşam okuyun kardeşim. Bunun mânâsı; Yâ Rabbî, beni *Şeytân* ların şerrinden *Muhâfaza* eyle! demekdir. 


En *Kötü* şeytân kimdir? *İnsan* şeytânı. Yâni kötü insanlar, kötü arkadaşlar, zararlı yayınlar. Beni, onların *Şerrin* den muhâfaza et yâ Rabbî! diye bu duâları okuyacağız kardeşim.


Cenâb-ı Hakkın *Ni’met* leri, bizi peşimizden *Tâkib* eder. Ama biz onları görmeyiz, bilmeyiz. Cenâb-ı Hak onlara emretmişdir; 


*Sen falancanın rızkısın!* diye. O rızık, bizi tâkib eder. Kimse kimsenin *Rızkı* nı yemez. Hiç kimse, *Kendi* rızkını bitirmedikçe ölmez. 


*El mer’ü mea men ehabbe*. hadîs-i şerîf bu. Yâni, insan dünyâda *Kimi* severse, âhiretde Onun yanında olacak. Ne büyük *Müjde*. Biz büyüklerimizi seviyoruz kardeşim.


Helâl *Lokma*, helâl *Rızık*, hem kalbe, hem de bedene şifâ verir kardeşim. Diyelim ki, iki komşu var, biri *Fakîr*, diğeri *Zengin*. 


Fakîr olan komşu, zengin olan komşusuna, *Hasta* olduğu için, âdetdir Anadolu’da, *Çorba* yapıp götürüyor. Zengin de, bu çorbayı *Tevâzû* ile alıyor ve *Besmele* ile içiyor. 


Ne oluyor? *Şifâ* buluyor efendim. Neden? Hadîs-i şerîf var çünkü: *Tehâdû tehabbû*. Nedir bunun mânâsı? Peygamberimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: 


*Hediye* leşin ki, birbirinize olan *Sevgi* niz artsın. En muhtaç olduğumuz şey, *Sevgi* dir. Sevgi o kadar mühimdir ki, bu kâinâtın yaratılmasına, *Sevgi* sebep olmuşdur. 


Allahü teâlâ, hazret-i Peygambere *Habîbim* dedi. Efendi hazretlerinin *40 Hadîs* kitâbı var. O hadîs-i şerîflerden birinin îzâhı şöyle:


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bu hadîs-i şerîf hakkında buyuruyor ki: Bütün peygamberler *Allahü teâlâ* ya âşıktır. Allahü teâlâ da *Peygamberimize* âşıkdır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Âhiretde, *Günâhkâr* lar, *Suçlu* lar ve *Kabâhatli* ler, bu günahlarının cezâsını çekecekler. Doğru, ama bâzısı da var ki, hiç *Suçu* ve *Kabâhati* yok. Onlar da *Cezâ* çekecek. 


Hadi anladık, bunlar *Günâhkâr*, bunlar *Suçlu*. Peki ya ötekiler niye? Cevâbı şu kardeşim: Onlar da, *Emr-i mârufu* terk etdikleri için cezâ çekecek. 


Yâni onlar da *Suçlu*, onlar da *Günahkâr*. Niçin? Allahü teâlânın emrettiği *Emr-i mârufu* yapmadıkları için. Elinde imkânı varken, bu *Emri* dinlemedikleri için. 


Yâni Allahü teâlânın *Emir* ve *Yasakları* nı, Onun kullarına bildirmediklerini için, söylemedikleri için, üzülmedikleri için. 


Afrikadaki, çöldeki ülkelere, bizim kitaplardan gönderiyoruz kardeşim. *Seviniyor* lar, bize mektupla *Teşekkür* ediyorlar ve ayrıca diyorlar ki:


Eskiden, *Mezhep* sizler bize geliyorlardı, onlarla *Münâkaşa* ediyorduk. Fakat onların çeneleri kuvvetli, biz onlara *Cevap* veremiyorduk. 


Fakat sizin *Kitap* lar gelince, bu defâ onlar bize *Cevap* veremiyorlar, dayanamıyor, *Kaçıyor* lar. Sizin kitapların karşısında duramıyorlar. *Böyle* anlatıyorlar mektuplarda. 


*Mezheb* sizler, bizim kitaplara *Cevap* veremiyorlar, dayanamıyor, kaçıyorlar. Peki niçin *Kaçıyor* lar? Çünkü bizim kitaplar çok *Kıymetli* de onun için. Niçin kıymetli? 


Çünkü bu kitapların içinde, bizim *Yazı* mız hiç *Yok*. Eğer bize âit tek bir *Satır* yazı olsaydı, o zaman hiç *Kıymeti* olmazdı bu kitapların. Hep büyük âlimlerin sözleri bunlar. 


Ehl-i sünnet *Âlimleri* nin yazıları. *Türkçeleri* de öyle efendim. Şimdi bizim *Türkçe* olan hiçbir kitâbımıza da kimse *Îtiraz* edemez. Neden? Çünkü bu kitapların içinde de benim *Yazım* hiç yok da onun için. 


Hep yüksek *Âlim* lerin yazılarını topladım, tercüme etdim elhamdülillah. *Arabî* kitaplar da öyle, *Türkçe* kitaplar da öyle. Alnımız *Ak* olarak kitapları yayıyoruz kardeşim elhamdülillah. 

● ● ● 

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine her gitdiğimde, bana; *Ezberlediklerini oku bakalım!* derdi. Ben okuyunca da; *Âferin!* derdi, çok sevinirdi. Hoşuna giderdi ve *Hadi bir daha oku!* derdi. 


Bir daha okurdum. Böylece birkaç senede bana *Arabî* yi öğretdi. Sonra *Fârisî* yi de öğretdi Mübârek. Hem *Arabî*, hem de *Fârisî* öğretdi. 


Ondan işitdiklerim *Hiç* aklımdan çıkmıyor. Başka şeyleri unutabiliyorum, fakat *Efendi* den işitdiklerimi *Hiç* unutmuyorum kardeşim.

Akıllı insan sevindirir

Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî "rahmetullahi aleyh", Gülistan'da anlatır:

 

Hükümdarlardan biri rüyasında bütün dişlerinin döküldüğünü görür. Rüyasının tesiriyle uyanır uyanmaz, şehrin en meşhur iki hocasını çağırtır. Biri genç, heyecanlı ve ateşli vaazlar veren bir vaiz, diğeri yaşlı ve merhametli bir şeyh idi. Hükümdar bunlardan rüyasının tabirini ister.

 

Genç olanı, "Efendim, maalesef rüyanız hayra alamet değil. Bütün akraba ve sevdiklerinizi kaybedeceksiniz. Hepsinin ölümünü göreceksiniz" der. Hükümdar bu tabir karşısında çok sinirlenir. Adamın kellesini vurdurur. Sonra diğerini çağırır.

 

Yaşlı şeyh:

"Efendim, rüyanızda dişlerinizin döküldüğünü görmeniz ömrünüzün uzun olacağına delalet eder. Hem de o kadar uzun ömürlü olacaksınız ki, bütün akraba ve sevdiklerinizden daha uzun yaşayacaksınız" der. Bunu duyan Hükümdar, çok sevinir ve şeyhe bir kese altın verir.

 

Ey aziz, bu hikayedeki iki kişi de aynı şeyi söylediler. Fakat aynı haberi biri üzerek, diğeri sevindirerek verdi. İnsanın aklı dilinin ucundadır. Akıllı insan sevindirir, kimseyi üzecek şey söylemez.

ÎMÂNIN KUVVETİNDEN

Hâbil Efendi diye, vardı ki bir terzisi,

Pek çoktu Efendi'ye, bağlılığı, sevgisi.

 

O'na öyle ihlâsla, bağlıydı ki o hattâ,

Böyle hâlis bağlılık, az bulunur hayatta.

 

Bir gün ziyâretine, giderken Efendi'nin,

Düşündü ki gidince, sorayım şunu ilkin.

 

Diyeyim ki: "Efendim, istemiyorum ama,

Çok kötü düşünceler, geliyor hâtırıma.

 

Hiç kurtulamıyorum, ben bu vesveselerden,

Îmânıma bir zarar, gelir mi bu şeylerden?"

 

Bunları düşünerek, vardı huzurlarına,

Girince, sohbetini, kesti ve baktı ona.

 

Ve hemen buyurdu ki: "Bir müslümanın eğer,

Hâtırına gelirse, çok fenâ düşünceler,

 

Onun kötülüğüne, bir işaret değildir,

Îmânının kuvvetli, olduğuna delîldir."

 

Henüz suâl etmeden, almıştı cevâbını,

Efendi, daha sonra, ikmâl etti vâzını.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan, ya bu *Büyük* leri, kalbine koymalı veyâ kendisi, o büyüklerin *Kalbine* girmeli kardeşim. Bunun gibi, *Allahü teâlâ* bizi sevmeseydi, biz *Onu* sevemezdik. 


Kur’ân-ı kerîmde var bu. *Radıyallahü anhüm ve radû anh!* buyuruluyor. Ne demek bu? Yâni Allahü teâlâ onlardan *Râzı* dır, onlar da Allahü teâlâdan *Râzı* dırlar. 


Önce, Allahü teâlânın *Râzı* olduğu zikrediliyor. Elhamdülillah, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bizi *Sevdi*, biz de *Onu* Sevdik. O bizi sevmeseydi, biz de *Onu* sevemezdik. 

● ● ● 

*Namaz* kılarken bir şey düşünmemek için; Bu kıldığı namâzın *Ayıplı* ve *Kusur* lu olduğunu, Cenâb-ı Hakka *Lâyık* olmadığını düşünmelidir. 


Dost düşman ayırmaksızın, herkese *Tatlı* dil ve *Güler* yüz göstererek muâmele etmek, birinci *Vazîfe* mizdir.


Bir kimse, birine *İyilik* etse. Ama bir zaman sonra ona *Kızıp*, bu iyiliği harâm etse, yâni, *Haram olsun!* dese, harâm olmaz. Üstelik, yapdığı iyiliğin sevâbından *Mahrum* kalır. 

● ● ● 

Biz de *Seâdet-i Ebediyye* kitâbını elimizden bırakmıyoruz kardeşim. İslâm âlimlerinin, Allahü teâlânın sevdiği o *Büyük* lerin yazılarını, bu kitapdan okuyarak, bilgimizi artdırıyoruz.


Olgunlaşmağa çalışıyoruz. Biz de *Sizin* gibi, zulmetli dalâletler içinde çırpınıyoruz. Dertlerimize *Devâ* yı, ancak *Seâdet-i Ebediyye* kitâbında bulabiliyoruz. 


Her türlü *Nasîhat*, o kitapda yazılıdır. Bizim, onlara bir şey *İlâve* etmeğe haddimiz ve salâhiyyetimiz yokdur. Size hakîkî *Mürşid*, o kitapdır. 


Başka birşey aramayın. Cenâb-ı Hak, size ihsân etdiği *Ni'met* ini artdırsın. Allahü teâlâ; *Ni'metin* kıymetini bilip *Şükr* edenlere, ni'metlerini artdıracağını *Va'd* buyurmuşdur. 


Allahü teâlânın *Sevdiği* seçilmiş zâtların kitaplarını okumakla şereflenmek, *Ni'met* lerin en büyüğü, ve en *Kıymet* lisidir. 


Bu *Büyük* lerin kitâbını okuyunca, *Lezzet* almak seâdetine kavuşan bir *Kimse*, dünyânın neresinde olursa olsun, kimlerin arasında bulunursa bulunsun, *Yalnız* değildir.


*Garip* değildir. Niçin? Çünkü o kişi, hep o *Büyük* lerle berâberdir. O büyüklerin yazılarının okunduğu ve isimlerinin anıldığı yere *Rahmet* yağar kardeşim.

SALGIN HASTALIK DUASI

Bağdat'ta bir veba salgını oluyor, binlerce kişi ölüyor. Hastalığın evine hiç uğramadığı bir tüccarı işiten Halife Harun Reşid huzuruna çağırıp sebebini soruyor.

O da İmamı Azam Hazretleri'nden rivayet edilen bir duayı beyan ediyor. Bu duayı okuyana, üzerinde taşıyana veya evinde bulundurana ve ailesine sâri hastalığın zarar vermeyeceği rivayet olunuyor. 

(Levha Hattat Nazif'in eseridir ve 1901 tarihlidir. Orjinali merhum Hüseyin Hilmi Işık Hazretleri'ne aittir.)

Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh)

 Müslüman olup kölelikten kurtulduktan sonra geçimini sağlamak için ince hurma dallarını toplardı.


Onlardan sepet örüp satardı.


Böyle para kazanırdı.


Ve bol sadaka verirdi.


Resûlullahın yakınlarındandı.


Çoğu geceler huzûrunda bulunur, saatlerce baş başa sohbetinde kalır, çok istifâde ederdi.


Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân) Efendilerimiz tarafından da çok sevilip hürmet görürdü.


Zîra dünyâdan kaçardı.


Paraya rağbet etmezdi.


Çok ibâdet ederdi.


Şöyle ki, ayakta duramayacak hâle gelinceye kadar namaz kılardı.


Yorulunca otururdu.


Bu defâ diliyle zikrederdi.


Dili de yorulurdu.


Bu defâ tefekkür ederdi.


Allahü teâlânın büyüklüğünü, kudretinin sonsuzluğunu, Cehennemin şiddetini düşünüp ağlardı.


● ● ●


Resûl aleyhisselâm, bir gün eshâb-ı kirâmına;


"Bir miktar tefekkür etmek, bin sene ibâdetten hayırlıdır" buyurmuşlardı.


O, bunu biliyordu.


İbâdette yoruluyordu.


Bu defa tefekkür ediyordu.


Böyle dinleniyordu.


Sonra kendi kendine;


"Ey nefsim! İyi dinlendin, şimdi kalk, Rabbine ibâdet et" derdi.


Diline de;


“Ey lisânım! Sen de Allahü teâlânın zikrine başla" derdi.

Resulullah efendimiz ağlıyordu

 İmam-ı Gazali hazretleri “rahmetullahi aleyh” zamanında Mustafa Bekri diye bir seyyid vardı ki, Mescid-i Nebevi’de hizmet ediyordu.


O anlatıyor:

Hemen hemen her gece Resul-i kibriyayı “aleyhisselam” rüyada görüyordum.


Her gördüğümde bana tebessüm buyuruyordu.

Hizmetimden memnun diye seviniyordum ben de.


Fakat bir gece gördüğümde, ağlıyordu.

Çok üzüldüm.

“Acaba bir kusurum mu oldu?” diye düşündüm.


Senin kusurun yok


Ben böyle düşünürken, Efendimiz “aleyhisselam” bana dönüp;

- Senin kusurun yok, buyurdu.


Çok sevinip, sordum:

- Niçin ağlıyorsunuz öyleyse yâ Resulallah?

- İsmi, benim ismimden olan mübarek bir âlim vefat etti. Ona ağlıyorum, buyurdu.


O esnada uyandım.

Hayırdır inşallah dedim.


Bir müddet sonra duyduk acı haberi.

İmam-ı Gazali hazretleri vefat etmiş meğer.


Emrin baş göz üstüne!


Vefat edeceği günün gecesi, sabaha kadar namaz kıldı.

Kur’an-ı kerim okudu.


Sabah vakti girince, abdestini tazeleyip kefenini istedi yakınlarından.

Getirip arzettiler.


Öpüp yüzüne sürdü ve;

- Emrin baş göz üstüne yâ Rabbi, dedi yavaşça.


Sonra odasına girdi.

Uzun zaman çıkmayınca, ev halkı merak ettiler.

Kapısını açıp da girdiklerinde vefat etmiş buldular büyük İmamı.


Baş ucunda, yazılı bir kağıt vardı.

Ey beni ölmüş gören ehl-i beytim! Bilin ki, ben ölmedim. Asıl şimdi hayat başladı. Ruhuma bir Fatiha okuyun. Ben ahirete gittim, sırada siz varsınız yazıyordu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Allah*, bir kuluna *İyilik* murâd ederse, onun önüne, sevap kazanacak bir *İş* koyar. Yâni önüne bir iyilik yapma fırsatı çıkartır. Meselâ; *Şunu yap da, sana bir sevâp vereyim!* buyurur. 


Ne *Güzel* şey. Cenâb-ı Hak, sevdiklerine böyle *Fırsat* lar çıkarır. Yapsın da *Sevap* kazansın diye. İşte bu fırsatları kaçırmamak lâzım efendim. 


Çünkü o *Fırsatı* Allahü tâlâ koydu önümüze. Bir *İmtihân* dır bu. Tabii orda vereceğimiz karar, *Îmânımız* ın gücünü veyâ zayıflılığını gösterir. 


Bir kimse, karşısındakinin kalbinden neler geçiyor, neler düşünüyor, onları *Anlasa*, her etdiği duâ *Kabûl* olsa, bu, Allahü teâlânın o kimseyi sevdiğine *Alâmet* değildir. 


Allahü teâlânın sevgisi, şerîata *Uymak* dadır. Farzları, sünnetleri *Yapıyor* mu? Harâmlardan *Sakınıyor* mu? İşte Allahü teâlânın sevgisine *Alâmet* budur. 


Bunu, büyük *Velî* Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretleri, *Avârif* kitâbında uzun anlatıyor. 


Meselâ; Şu adam *Çok* mübârek, duâları *Kabûl* oluyor, herkesin ne düşündüğünü *Anlıyor*, kaybolan şeylerin nerde olduğunu *Biliyor*. Çok büyük evliyâ, diyorlar. 


Hayır, bu *Yanlış* Evliyâlık bu değil. Çünkü bu gibi hâller *Evliyâ* da olduğu gibi, *Kâfirler* de de olabilir. 


Evliyâda olursa *Kerâmet* denir. Kâfirlerde, fâsıklarda olursa, *İstidrac* denir. Bu ikisi, riyâzet çekenlerde de olur, riyâzet çekmiyenlerde de olur. 

● ● ● 

● ● ● 

Pâkistân'dan bir *Mektup* geldi. Yazmış ki: Âcizâne nakşibendî ve müceddidîyim. Çok talebelerim var. Geliyorlar, onlara *Mektûbât* dan okuyoruz, anlatıyoruz ve *Mektûbâtın* gösterdiği yolda çalışıyoruz, diyor. 


Bir gün talebelerim toplanmışlar, oturuyoruz. Ben onlara, *Mektûbât* dan anlatırken, postacı geldi. Bana bir paket getirdi. Bir de açdım ki, *Hakîkat Kitâbevi* nden geliyor. 


İçinde *Kitaplar* var, hem de İngilizce. Açdım bir kitâbınızı, bakdım İngilizce *Seâdet-i Ebediyye* Endless Bliss kitâbını alıp bir sayfasını açdım, seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* nin mektûbu çıkdı.


İngilizce bir mektup. O anda, Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin *Rûhâniyeti* salonu kapladı. Mübârek *Rûh’u* burada hâzır oldu. *Vallahi* senin şeyhinin rûhâniyeti salonu doldurdu! diyor.