Hasan-ı Basrî ve bir vezirin oğlu

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî hazretleri, bir gün arkadaşlarıyla birlikte yolda giderken vezirlerden birinin oğlu ile karşılaşır. Delikanlı, yağız atının üzerine kurulmuş, beraberinde de hizmetçileri, bütün ihtişamıyla yoluna devam etmektedir. Hasan-ı Basrî hazretleri yolun ortasında durarak gence şöyle seslenir: “ŞU İKİ SÖZÜ SATMAK İSTİYORUM”

“Ey vezir oğlu! Sizler her şeyi mal ve para ile değerlendirirsiniz. Size şu iki sözü satmak istiyorum, alır mısın? Bu sözler sizi aydınlık Allah yoluna sokacaktır.” Vezirin genç oğlu, “Peki kaça satacaksınız?” deyince Hasan-ı Basrî, “Birincisini bir, ikincisini de iki gümüş para karşılığında” der. Genç de “Tamam” deyince ilk sözünü söyler: 

“Ey vezir oğlu! Senin evin var mı?” diye sorar. “Var” cevabını alınca da, “Kendin mi yaptırdın, yoksa miras mı kaldı?” diye sorar. Delikanlı, “kendim yaptırdım” diye cevap verir. “Ne kadar zaman içinde yaptırdın?” sorusuna ise, “Epey uzun sürdü” karşılığını verir. “Neden her imkâna sahip olduğun halde çabuk bitirmedin?” deyince de, “Binanın taşlarını, ağaçlarını taşıyan hayvanlara acıdığım için fazla yük vurdurtmadım, bu sebeple inşaat gecikti” der.

Hasan-ı Basrî hazretleri “Ey genç! Mademki başkalarının hayvanlarına acıyarak fazla yük taşıtmaya razı olmuyorsun, neden öz nefsine acımayıp da onu dağlar kadar günah yığını altında eziyorsun?” buyurur.

Bu sözler vezirin oğlunun üzerinde büyük tesir yapar. Atından inerek Hasan-ı Basri hazretlerinin ellerine kapanır. Ardından da sabırsızlıkla “iki gümüşü hemen vereceğim, şu ikinci sözünü de hemen söyle” diye yalvarır. 

Hasan-ı Basrî hazretleri ikinci sözünü söylemek için;

“Yola koyulmuş böyle nereye gidiyorsunuz?” diye sorar. “Devlet reisine, bir memuriyet almak için gidiyorum” cevabını alınca, “Bak en değerli elbiseni giymiş, en enfes kokuları sürünmüşsün. Neden? Çünkü devlet reisi ve maiyetinde çalışanlara karşı mahcup olmak istemiyorsun. Şimdi sana sormak isterim. Yarın ölüp öbür dünyayı boyladığında omuzlarında taşıdığın bu kadar ağır günahlarınla ve kirli alnınla peygamberler ve gerçek mü’minler arasında Allah’a karşı hesap verirken utanmayacak mısın?..”

Vezirin genç oğlu hemen Hasan-ı Basrî hazretlerinin ellerine sarılarak “Allah” diye bir nâra atar ve oracıkta ruhunu teslim eder...

Felç hastası için duâ

 İmâm-ı Muhammed bin Sa’îd Busayrî hazretleri evliyanın büyüklerindendir. Kendisine felc hastalığı geldi. Bedeninin yarısı hareketsiz kaldı. Resûlullaha tevessül edip, insanların en üstününü öven meşhûr kasîdesini hâzırladı. Rüyâda Resûlullahı görüp huzurunda okudu. Resulullahın çok hoşuna gidip arkasından mubârek hırkasını çıkarıp, imâma giydirdi. Bedeninin felcli olan yerlerini mubârek eli ile sığadı. Uyanınca, bedeni sağlam gördü. Hırka-i se’âdet de arkasında idi. Bunun için, bu kasîdeye “Kasîde-i bürde” denildi.


İmâm-ı Busayrî sevinerek, sabâh namazına giderken, takva sahibi meşhûr bir zâta rastladı. Kendisine, kasîdeni dinlemek isterim dedi. Benim kasîdelerim çoktur. Hepsini herkes bilir dedi. Kimsenin bilmediği bu gece Resûlullaha okuduğunu istiyorum deyince, bunu hiç kimseye söylemedim. Nerden anladın dedi. O zat da, imâmın rüyâsını, olduğu gibi haber verdi.


Bu kaside, hastalara okununca, iyi oldukları, okunan yerlerin dertlerden, belâlardan emîn oldukları görüldü. İstenen faydasının hasıl olması için, inanmak ve hâlis niyyet ile orijinalinden, aslından okumak lâzımdır. Kasidenin aslı kitapçılardan temin edilebilir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Vaktiyle çok *(Zengin)* bir adam varmış efendim, böyle kalın demirlerden odalar, hazîneler yapdırmış. İçlerini de tıka basa *(Altın)* la doldurmuş, devâmlı da *(İlâve)* ediyormuş. 


Arada bir gider, o altınları *(Sever)* miş, *(Okşar)* mış. Bir gün yine gidiyor, o demirden, çelikden yapılmış hazînelerden birinin içine giriyor. Orada altınları *(Okşuyor)*, *(Seviyor)*, *(Öpüyor)*.


Derken nasıl oluyorsa *(Çelik kapı)* birden kapanıyor. Adam *(İçerde)* kalıyor. İçerden de açılmıyormuş. Adam bağırıyor, çağırıyor. 


*(Duyan)* yok, *(Bilen)* yok, *(Soran)* yok. Adam, o altınların içinde bağıra bağıra *(Ölüp)* gidiyor efendim. Dünyâ *(Sevgi)* si bu işte. 


*(Ehibbâ)* dan Hâlid Turan bey vardı, Allah rahmet eylesin, Menemen’e götürdüler onu da. Efendi hazretleri de orda. O da benim gibi uyuyamıyormuş. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine gitmiş; *(Efendim, ben geceleri hiç uyuyamıyorum, ne yapayım?)* demiş. Efendi hazretleri, pek söylemez böyle şeyler. 


Ama o gün, ona söylemiş. Buyurmuş ki: *(Bizi düşün, o vakit uyursun.)* Hâlid Turan bey kendisi anlatıyor. Artık Efendi’yi düşünüp, râhatça uyuyordum, dedi. 


Yaa, uyumak da bir *(Ni’met)* efendim. Uyuyabilmek bir *(Seâdet)*. Nice kimseler var ki, rahat uyuyamıyorlar. 


Peygamberimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *(Bütün mü’minler adâletle değil, ihsân-ı ilâhîyle Cennete girecekler.)* 


Eshâb-ı kirâm; *(Yâ Resûlallah, siz de mi?)* diye sordular. Efendimiz aleyhisselâm; *(Evet, ben de öyle)* buyurdu. 


Neden? Çünkü Mehmet Masûm hazretleri, Mektûbâtında buyuruyor. Allahü teâlâ, bu dîn-i mübîni, bir *(Şey)* için göndermişdir. O da şu: 


Sen, bir *(Hiç)* sin. Biz bir *(Hiç)* iz, bunu anlamamız için göndermişdir. Öyle buyuruyor Mehmed Mâsum hazretleri. Kul, *(Hiç)* olduğunu anlamadığı müddetçe huzûrlu olamaz efendim.

Hâtim-i Esam’ın Namazı

*Üsâm bin Yusuf hazretleri, Hâtim-i Esam hazretlerinin mescidine geldi. Hâtim-i Esam’a sordu:*

*– Siz namazı nasıl kılarsınız?*

*– Namaz vakti gelince, hem zâhiren hem de bâtınen abdest alırım.*

*– Bu iki abdest, nasıl olur?*

*– Zâhirî abdest, belli organlarımı su ile yıkarım. Bâtınî abdeste gelince, organlarımı tevbe, pişmanlık ile; dünya ve baş olma sevgisini, mahlûkun övmesini, kin ve hasedi terketmek sûretiyle yıkarım.*

*Kâbe’yi gözümün önünde tutarım, Allahü teâlânın beni gördüğünü düşünürüm. Cennetin sağımda, Cehennemin solumda, Azrâil aleyhisselâmın arkamda olduğunu ve sanki ayağımı Sırat Köprüsü’ne koymuş olduğumu, kıldığım bu namazın son namazım olduğunu kabul ederim. Sonra niyet eder, tekbir alırım. Namazda okurken, tefekkür ederek okurum. Tevâzu ile rükûa giderim.* *Tazarrû ve yakarma hâlinde secde yaparım. Ümit ile teşehhüdde otururum. İhlâs ile selâm veririm. İşte 30 seneden beri benim kıldığım namaz böyledir.*

*Bunun üzerine Üsâm bin Yusuf hazretleri; “Bunu herkes yapamaz.” buyurdu.*

İmâm-ı Mâtürîdî ve Mâtürîdîliğin esasları

Ehl-i sünnetin iki i’tikâd imamından birincisi Muhammed bin Muhammed Mâtürîdî’dir. (Diğeri İmam-ı Eş’aridir)  Semerkand’ın Mâtürid kasabasında doğup,  944’de Semerkand’da vefât etti.


İmâm-ı Mâtürîdî, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin naklen bildirdiği ve yazdığı Ehl-i sünnet i’tikâdını, kelâm bilgilerini, ondan naklederek izah ve isbât etti.


Yeni İslâm devletlerinin kurulduğu, çeşitli siyasî güçler ve i’tikâdî fırkalar arasında mücâdelenin arttığı bir zamanda, Ehl-i sünnet i’tikâdını müdâfaa etmiş, açık bir şekilde izah ederek Müslümanların bu doğru i’tikâda uymalarını sağlamıştır.


Peygamber efendimiz; “Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helak olacaktır” buyurduğunda Eshâb-ı kiram; “Kurtulan fırka hangisidir?” diye sorunca, “Ehl-i sünnet vel-cemâattir” buyurdu.


Ehl-i sünnet i’tikâdını ortaya koyan Resûlullahdır. Tâbiîn-i i’zâm da bu bilgileri, Eshâb-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevâtür yoluyla geldi.


İmâm-ı Mâtürîdî’nin naklen bildirdiği Ehl-i sünnet i’tikâdının başlıca esasları şunlardır:


“Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. Herşeyi, O yaratmıştır. O’ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir. Kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları da ezelidir.


Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, O’nun sözüdür. Mahluk değildir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur.


Allahü teâlâyı mü’minler Cennette görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O’nu görmeği akıl anlıyamaz.


Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzıdır, fenâlardan râzı değildir. İnsanın yaptığı işde, kendi kuvveti de te’sîr eder. Bu te’sîre “kesb” denir.


Peygamberler, Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.


İbâdetler imâna dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tenbellikle yapmayan kâfir olmaz. Mü’min ne kadar büyük günah işlerse işlesin imânı gitmez. Emîr ve yasaklardan herhangi birine inanmamak veya hafife almak veya alay etmek, değiştirmeğe kalkışmak imânı giderir ve sonsuz olarak Cehennemde yanmağa sebep olur.


Dîni delîller müctehidler için dörttür: Kitap, Sünnet, icmâ-i ümmet, Kıyâs-ı fukâha. Avamın delîli müctehidin fetvâsıdır.


Kabir azâbı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyâmette herşeyin yok olması, kıyâmette suâl ve hesap, iyiliklerin ve günahların oraya mahsûs bir terazi ile tartılması, Cehennem üzerinde sırat köprüsünün bulunması vardır.


Cennet, mü’minlere mükâfat ve ni’met için hazırlanmış; Cehenmem kâfirlere azâb için hazırlanmıştır. Cennet ve Cehennem ebedi, sonsuz kalınılacak yerdir. Zerre kadar imânı olan ve bu îmân ile âhırete göçen Cehennemde ebedî (sonsuz) kalmıyacaktır.


Halifelikten konuşmak, dinin esas bilgilerinden değildir. Dört halifenin yüksekliği halifelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kiramın hepsini istisnasız sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve din ilimlerinde müctehid idiler.


Muhammed aleyhisselama îmân edenler, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.


Resûlullaha, Eshâb-ı kirama, Tabiîne ve evliyâya tevessül ederek, ya’nî onları vesîle ederek duâ etmek, duânın kabûlüne sebep olur.


Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefaat edecek, araya girecektir.


Peygamberin mu’cizesi, evliyânın kerâmeti ve sâlih mü’minlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devam eder.


Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. (Bid’at, dine sonradan ilave edilen şey demektir.)


Mest üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.”


Bu hususların çoğunu günümüz ilahiyatçıların haylisi kabul etmez. Buna rağmen, imam-ı Matüridi ve İmam-ı a’zam Ebu Hanife sempozyumları düzenlemeleri düşündürücü değil mi?

Çay ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri

Abdülhakîm Arvasi Efendi Hazretleri ,çayı çok severdi. Yoğurtla beraber ve tek şekerli açık içerdi. Saatin aksi istikâmetinde karıştırır; dibinde biraz şeker kalınca karıştırmayı bırakırdı. Çay bittiğinde dibinde şeker de kalmamış olurdu. Çayı, bardağı baş, üçüncü ve dördüncü parmaklarının arasına kıstırarak içerdi. Çay “lebrenk (dudak renginde), lebrîz (dudaktan taşan) ve lebsûz (dudak yakan) olmalı” derdi ve “bir bardak ne kadar küçük ve ince olursa, çayın lezzeti o kadar büyük olur” buyururdu. [Seyyid Fehim efendi çayı çok sever ve buyururdu ki: “Çay, Resulullah efendimizin zamanında olsaydı, sünnet olurdu. Çünki sohbete sebeptir.”] Tütün içmez, ancak zaman zaman mübahlığını göstermek üzere eline çubuk alıp bir iki nefes çektiği olurdu. Yoğurdu çok sever, üzerine bal koyup yerdi. Ehibbâdan Râmi’de terzi Muhyiddin efendi taze yoğurt getirirdi. Van’dan otlu peynir gelirdi. Efendi hazretleri peynir demezdi de, şark şivesiyle “piynir” derdi. Hatta peynirleri alır, ekmek lokmasını iki kat edip sarar, öyle yerlerdi. Ekseriya sabah kahvaltısında çay, yoğurt, peynir ve domates bulunurdu. Efendi hazretleri bamya yemeğini ve domates dolmasını severdi. Yağda yumurtayı da severdi, üzerine yoğurt kordu. “Kızgın yağın zehirine karşı yoğurt panzehirdir” buyururdu. Makarnanın ve pilavın üzerine eliyle peynir ufalardı. Tabağına yemeği az alır; ekmeği bunun üzerine bükerek parçalar; severse yine alır; yutmadan yeni lokmayı yemezdi. Havucu da çok severler; “Al sarıyı, ver sarıyı” [yani bir havuç tanesi bir altın da olsa, alın] buyururlardı. Zeytinyağlı pek yemezlerdi. Dergâhda yemekler Van’dan gelme sade yağ veya Urfa yağı ile yapılırdı. Efendi hazretleri, “yemeği gösteren yağıdır” derdi. Abdülhakîm efendi, yemeklerden sonra, şu düâyı okurdu: (El-hamdülillâhillezî eşbe’anâ ve ervânâ min-gayri-havlin minnâ ve lâ kuvveh. Allahümme at’im-hüm kemâ at’amûnâ!). Efendi hazretleri masada ve ayrı ayrı tabaklarda yemek yerler, çatal-kaşık kullanırlar, günde birden çok öğün ve bir öğünde birkaç çeşit yemek yerlerdi. Va’zlarında ve hususî sohbetlerinde sık sık: Temiz ve yeni elbise giyiniz! Mevkı’ ve hürmet sâhibi olan kimseler gibi giyininiz! Halâl olan elbiseleri ve yemekleri ve şerbetleri lüzûmu kadar kullanınız! Gitdiğiniz yerlerde ahlâkınızla, sözlerinizle islâmın vekarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyinmenizle de saygı ve ilgi toplayınız! Çeşidli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedeninizi, nefslerinizi râhat ve hoş tutunuz!” buyururdu.

Hala Sultan (Ümmü Hırâm)

Ümmü Hırâm (radıyallahü anha) Ensârın (Medîneli Müslümanların) büyüklerinden olan Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) teyzesidir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin de teyzeleri tarafından akrabâsı olup süt teyzesidir. 647 (H. 28) senesinde Kıbrıs’ta şehid oldu... RESÛLULLAHA HİZMETLE ŞEREFLENDİ

Ümmü Hırâm, İslâmiyetten önce Amr bin Kays ile evlendi. Ondan Kays ve Abdullah adlı iki oğlu oldu. Peygamber efendimiz, İslâmiyeti tebliğe başlayınca Müslüman oldu. Kocası îmân etmeyince ayrıldılar. Daha sonra Ensar’ın büyüklerinden olan Ubâde bin Sâmit ile evlendi. Nikâhlarını Peygamber efendimiz kıydı. Bu evlilikten de Muhammed adında bir oğlu oldu. Medîne-i münevveredeki evini Resûlullah efendimiz ziyâret eder, o ise Resûlullah efendimize ikrâmda bulunup, hizmet etmekle şereflenirdi... 

Peygamber efendimiz bir ziyâreti esnâsında evinde uyumuştu. Gülerek uyandı. Ümmü Hırâm; “Yâ Resûllallah! Niçin güldünüz?” diye sorunca Peygamber efendimiz; “Yâ Ümmü Hırâm! Ümmetimden bir kısmını gemilere binip, kâfirlerle gâzaya gider gördüm” buyurdular. “Yâ Resûlallah! Duâ et de ben de onlardan olayım” dedi. Peygamber efendimiz; “Yâ Rabbî! Bunu da onlardan eyle” diye duâ buyurdular...

Hazret-i Osman zamânında hazret-i Muâviye’nin emrinde Kıbrıs Adasına düzenlenen deniz seferine kocası Ubâde bin Sâmit’le birlikte gönüllü olarak katılan Ümmü Hırâm seksen altı yaşında olmasına rağmen bu zahmetli yolculuğa katlanarak Kıbrıs Adasına geçti. Şiddetli çarpışmalar oldu. Kıbrıs Rum donanması İstanbul’a kaçtı. Rum donanması kaçınca çarpışmalar sâhilde devâm etmeye başladı. İslâm askeri bir çıkarma hareketiyle iç kısımlara daldılar... 


“MÜJDEYE KAVUŞMAK ÜZEREYİZ”

Askerlerle birlikte savaşa katılan Ümmü Hırâm genç askerleri gayrete getirmeye çalıştı. “Resulullah efendimizin müjdesine kavuşmama az kaldı” diyerek düşman üzerine atını sürüyordu. Ümmü Hırâm, Larnaka yakınlarında atının ayağının sürçmesiyle düşerek şehid oldu. İslâm ordusu da zafere ulaştı... 

Ümmü Hirâm’ın kabri Larnaka şehrinin Tuz Gölü kıyısındadır. Osmanlılar Kıbrıs Adasını 1570 (H. 978) senesinde fethedince, Ümmü Hırâm’ın kabrini îmâr ettiler. “Hala Sultan” adını verip kabri üzerine bir türbe, yanına bir dergâh ve câmi yaptırdılar...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, her insanın, doğumundan ölünceye kadar yapacaklarının hepsini *Ezel* de biliyordu. Hepsini biliyor. Meselâ *Kâfirler* in, sonsuza kadar yaşasalar da, yine *Îmân* etmiyeceklerini biliyor. 


Yâni bir kâfirin, sonsuz hayâtının bir devresinde *Îmân* edeceğini bilse, o kimse sonsuz yanmakdan kurtulur. Nitekim *Mıhrik* böyle kurtuldu. 


Fakat Cehennemde *Sonsuz* yanacakların hiçbirinin kurtulma *Ümîdi* yok. Neden yok? Çünkü *Elli* sene değil, *Elli katrilyon* sene yaşasa, hattâ *Sonsuz* yaşasa, gene *Îmân* etmiyecek. Yine *Kâfir* olacak. 


Herhangi bir gün îmân etme İhtimâli olsa, sonsuz yanmıyacak. Ama yok. Îmân etme ihtimâli *Yok* ve cenâb-ı Hak, bunu *Biliyor*. 


Hiçbir zaman, hiçbir şekilde *Îmân* etmiyeceğini, Allahü teâlâ *Ezel* de biliyor. Hayâtının her hangi bir devresinde îmân edecek olsa, sonsuz yanmakdan kurtulacak, ama böyle bir *İhtimâl* yok. 


Kâfirlerin *Sonsuz* yanmalarının sebebi, işte bu. Sonsuz yaşasalar da yine *Îmân* etmiyeceklerini, Allahü teâlâ *Biliyor*. 


********

*Kitap* vermekde, dört türlü *Sevap* var kardeşim. Birincisi, *Hediye* sevâbı. Adam oturuyor köyünde, ona bir *Kitap* geliyor, hem de parasız, *Hediye* olarak. 


İki, hediyeyi aldığı zaman bu adam *Seviniyor*. Bir mü’mini sevindirmek, *Allahı* sevindirmekdir. Bu da ayrı bir *Sevap*. Sonra, gönderdiğiniz kitap, bir roman değil.


Hikâye değil, bir *Din kitâbı*. Yâni ilim yayıyorsunuz. İslâmiyeti öğretiyorsunuz. Bu da *Cihâd* dır, mal ile cihad. Çünkü *Para* sarf ediyorsunuz. 


En mühimi de, *Emr-i mâruf* yapıyorsunuz. Emr-i mâruf sevâbı yanında *Cihâd* sevâbı, *Deryâ* da bir *Damla* bile değildir. Bir de emr-i mâruf yapmış oluyorsunuz. Ne güzel işte. Bir *Taş* la kaç *Kuş*. 


********

Zamânımızda düşmanlar çok *Kuvvetli*, müslümânlar ise *Zayıf* ve çalışmıyor. Ne demişdik? Düşmanda olanı bizim de yapmamız lâzım. Ama insanlar *Keyf* inde, herkes *Dünyâ* kazancında. 


Hiç Allahü teâlânın *Emri* ni düşünen, yapan *Yok*. Evet, kendisi ibâdet ediyor. Fakat din kardeşlerinin fısk-ı fücûra, zevk-i sefâya daldığını gördüğü hâlde, *Emr-i mâruf* yapmıyor. 


Olmaaaz, çok yanlış. Hiç olmazsa *Kitap* ver, herkese *Dağıt*. Bu gün, en büyük emr-i mâruf nedir biliyor musunuz? *Kitap vermek* dir. Biz bunu yapıyoruz işte, elhamdülillah.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim vazîfemiz, *Doğru* yu bildirmekdir kardeşim. Nasıl bildireceğiz? *Kitap* vermekle. Bu kitapları dağıtmak, en büyük *Cihad* dır. En güzel *Emr-i mâruf* dur. 


*Hidâyet*, Allahın elinde. *Kalpleri* çeviren, Allahü teâlâdır. Bu gün, birine bir *Namaz Kitâbı* vermek, insana yüz *Şehîd sevâbı* kazandırır. Yüz şehîd sevâbı. 


Yâni *Yüz* defâ, Viyana kapılarına kadar gidip, düşmanla dövüşüp, kan revân içinde *Şehîd* düşen askere verilen sevâpdan, *Bin* kat fazla *Sevap* alır. Niçin? 


Çünkü bu, hem *Emr-i mâruf* dur, hem de *Cihâd* dır. Asker inki ise yalnız cihâd. *Emr-i mâruf* sevâbı yanında cihâd sevâbı, *Deryâ* nın yanında *Damla* gibi kalır. 


********

Bakın kardeşim evleniyorsunuz. *Hanımla* iyi geçinmeniz lâzım. Onu *Üzmemek* lâzım. 


Çünkü hanım, erkeğe *Emânet* dir. Allahü teâlânın emânetidir. Mutlaka onunla *İyi* geçinmeli. Peki, nasıl iyi geçineceğiz? 


İyi geçinmenin, *Çâresi* var, *Yolu* var kardeşim. Nedir o? Kadınlar *Hassas* dır, *Nâzik* dir. Onu üzmemeye bakın, anlaşmaya çalışın. 


Meselâ ona, sevdiğinizi söyleyin. *Seni seviyorum* deyin. Ayrıca *Tenkit* etmek yok, *Münâkaşa* hiç yok. Ne derse *Peki* deyin.


Ama bunun da bir *Sınırı* var kardeşim. *Şer’î* sınır içerisinde her dediğini yapın. Sınıra yaklaşıldığı zaman kesin *Tavır* koyun. 


Yâni *Dînî mevzû* larda sizin dediğiniz olsun. Diğer işlerde, o ne derse öyle yapın. Onu üzmeyin. O zaman *Mutlu* olursunuz. 


Kardeşim, ben yeni evlendiğim zaman, bir gün *Efendi* hazretlerine gitmişdim. Bana buyurdular ki: 


*Hilmi! Hanımı üzersen, kayınpederini üzersen, kayınvâlideni üzersen, bil ki kabirde kemiklerim sızlar*. Kemiklerim sızlar ne demek? Yâni haberim olur, üzülürüm. 


Hemen ardından da; *Kabirdekiler, dünyâdan haber alırlar, dünyâda olanlardan haberdâr olurlar. Ben de haber alırım ve üzülürüm*, buyurdu

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında, münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden nedir bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da, -hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım!* demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit *Çocuk* imiş. Bunu duymuş.


Ve gidip, Peygamber aleyhisselâma söylemiş. Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz, hemen babasına koşmuş. 


Ve olanca hiddetiyle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile! Demediysen, demediğini söyle!* demiş. O da korkup, söylediğini *inkâr* etmiş. 


Bir de *Yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini çok iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için İzin istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine, münâfık babasına koşmuş ve yolunu kesip, yine olanca hiddetiyle; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir demedikçe, sana hayat yok!* demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

********

*Efendi* hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri *ameliyat* olmasını söylediler. Efendi hazretleri bir gün bana; 


*Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. Ben de cevâben; 


*Efendim, sizin, onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz!* buyurdular.

********

Şimdiki Lise hocaları hep *Çocuk*. Bizim zamânımızda oturaklı *Hocalar* vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce *Müdürlük* yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük* dü. Ama ne zamana kadar? *Efendi* hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi* hazretlerini gördüm, *Sohbetini* dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, *Efendi* hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.

Hâtim-i Esâm

Evliyânın büyüklerindendir. Belh şehrinde doğdu. Doğum târihi kesin belli değildir. Hâtim-i Esâm, Şakîk-i Belhî’nin talebesi, Ahmed-i Hadraveyh’in hocasıdır. 237 (m. 852) senesinde Vaşcer’de vefât etmiştir.
Kendisine “Esâm” (kulağı duymaz) denilmesinin sebebi şudur: “Birisi onunla konuşurken kazayla yellendi. Hâtim-i Esâm o şahıs utanmasın diye “Yüksek sesle konuş, ancak yüksek sesle konuşulanları duyabiliyorum” dedi. Bu yüzden ona Esâm denilmiştir.
BİRAZ MÜHLET TANI
Muhammed Râzî anlatır? “Senelerce Hâtim-i Esâm’ın hizmetinde bulundum. Sadece bir kere hariç, hiç kızdığını görmedim. O da, pazardan geçerken bir bakkal talebesini yakalamış, “Malımı alıp yedin, parasını ver” diyordu. Hâtim bunu görünce, “Ey Efendi! Biraz yardımcı ol, borcunu ödemesi için biraz mühlet tanı” dedi. Fakat bakkal, “Olmaz” diye dayattı. Bunun üzerine çok sinirlenen Hâtim-i Esâm, yanında taşıdığı havlusunu yere vurdu. Bir anda pazarın ortası altınla doldu. Hâtim-i Esâm bakkâla: “Alacağın ne kadarsa onu al, fazlasını alma, sonra elin kurur” dedi. Bakkal alacağını aldı: Fakat para hırsından biraz daha almaya kalkınca derhal eli kurudu ve çolak oldu.
Buyurdu ki: “Ey kul! Allahü teâlâya isyân ettikleri için insanlara buğzettiğin halde, kendin Allahü teâlâya isyân edince, kendi nefsine buğzetmeyişin sende insâfın olmayışındandır.”

NAMAZI GÜZEL KILIYOR MUSUN?
Rebâh bin el-Hirevî şöyle anlatır: Îsâ bin Yûsuf bir mecliste konuşan Hâtim-i Esâm’a uğradı ve şöyle sordu: “Ey Hâtim! Sen namazını güzel kılıyor musun?” Hâtim, “Evet” dedi. O, “Nasıl kılıyorsun?” diye sordu. Hâtim şöyle buyurdu: “Emre uyuyorum, korku ile yürüyorum, niyetle giriyorum, büyük bilip tekbir alıyorum, tertil ve tefekkürle okuyorum, huşû ile rükû ediyorum, tevâzu ile secde ediyorum, tam teşehhüd içinde oturuyorum, sünnete göre selâm veriyorum ve selâmı Allaha hâs kılarak veriyorum. Namazımın kabûl olunmayacağından korkarak, korkuyla nefsime dönüyorum. Ölmek kadar onu muhafaza ediciyim.” Bunun üzerine Îsâ bin Yûsuf: “Sen namazını güzel kılıyorsun” buyurdu.