Seyyid Abdülkadir Geylani hazretlerinden sohbetler

 *.Abdulkâdir-i Geylânî Hazretleri buyurdular:* 


Hâdis-i Şerifte: 

“Kul işlediği günah sebebiyle bol rızıktan mahrum olur.” buyrulmuştur.

Geçiminde darlık, rızkında zorluk ve halinde

dağınıklık gördüğün zaman, bu halin Allahu Teala'nın emrini terk nefsinin hevasına uyduğundan

olduğunu bil.

Sana başkalarının eli ve dili ile saldırdığını,

zalimlerin âilene ve malina kast ettiğini gördüğünde,

Allahu Teala’nın haram ve yasaklarını işlediğini,

üzerine düşen hukuku yerine getirmediğini, dinin

hududunu aştığını bilmelisin.

Kalbinde hüzün, gam, şiddetli sıkıntı ve endişeler

toplandığı zaman, Allahu Teala'nın sana takdir ettiği

şeye itiraz üzere bulunduğunu, senin ve diğer

yaratılanlar hakkında Cenâb-ı Hakk'ın tedbirine razı

olmadığını, Hakka itimadında noksanlık olduğunu

muhakkak bilmelisin.

Sen bu hallerden birini kendinde gördüğünde

hemen o hâlini düzeltmeğe çalış ve tevbe et.

Resûlullaha Arzettim

Kilisli Mustafa Işkî efendi Mevârid-i Mecîdiyye Tarîh kitabında diyor ki:

Mekke'de 20 sene kaldım. 1831 senesinde 60 altın biriktirip, çoluk çocuk ile Medine'ye geldik. Paralar yolda bitti. Bir tanıdığıma misâfir olup, Hücre-i saadete geldim. Resûlullahtan yardım istedim. Üç gün sonra, bulunduğum eve bir bey gelerek, benim için bir ev kiraladığını söyledi. Eşyalarımı oraya taşıttı. Bir senelik kira bedelini ödedi.

Birkaç ay sonra, bir ay hasta yattım. Evde yiyecek ve satacak birşey kalmadı. Hanımın yardımı ile dama çıkıp, Ravda-i Mutahharaya karşı, sıkıntımı anlatıp yardım dilemek istedim. Ellerimi kaldırınca, dünyalık istemekten utandım. Birşey söyleyemedim. Odama indim.

Ertesi gün, bir kimse gelip dedi ki:

- Filân efendi bu altınları sana hediye gönderdi.

Keseyi aldım. Geçimimiz düzeldi ise de, hastalıktan kurtulamadım. Yardımla Hücre-i Saadet önüne gelip, Resûlullahtan şifâ istedim. Mescidden çıkıp, kimseden yardım istemeden evime yürüdüm. Eve girerken, hastalığım hiç kalmadı. Nazar değmemesi için, sokağa birkaç gün bastona dayanarak çıktım. Fakat, para yine bitmişti. Çoluk çocuğu karanlıkta bırakıp, Mescid-i Nebevîye geldim. Yatsı namazından sonra, sıkıntımı Resûlullaha arzettim. Yolda tanımadığım bir kimse yanıma gelip, elime bir kese verdi. İçinde 49 altın vardı. Mum ve lüzumlu şeyleri aldım, eve geldim.

Oğlum Muhammed Salih kundakta iken, anası hastalandı. Sütü kesildi. Çok sıkıldık. Çocuğu Hücre-i Saadete götürdüm. Perde eteğine bıraktım.

Sabah, Şerif isimli bir subay gelip dedi ki:

- Efendim! Üç aylık kızım vefât etti. Vâlidesinin sütünü kesemiyoruz. Acaba, süt anası arayan var mı?

Çocuğu gösterdim. "Çocuğu bize verirseniz, Allahü teâlânın rızası için ona süt veririz. İyi terbiye ederiz. Hanım da, buna sevinir." dedi ve çocuğu götürdü.

Namaz kılmayana iyi denmez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Namaz kılmıyana, *iyi* denmez kardeşim, hattâ namaz kılmıyan birine *İyi* kimse demek tehlikelidir. Bir gün bizim Mehmet Dârende’ye dedim ki: 


Mâşallah, çok kitap satıyorsun, çok gayretlisin, çok sevap kazanıyorsun. Ama şunu bil ki, kitap satışları sebebiyle dahî olsa, bir vakit namâzın kazâya kalırsa, bütün bu sevâbları kaybedersin. 


Çünkü *Allah, kulunu, namaz kılmak için yaratmışdır*, dedim. Çok mühim bu. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan  îtibâren her ümmete, namâzı emretmişdir. *Namaz* çok mühim kardeşim, Allahın bize emri. 


Bizim *İlk* işimiz, namaz kılmakdır, diğer işler sonra gelir. İslâma hizmet de çok kıymetliyse de, Allahü teâlâ dilerse, fâcirlerle de dînini kuvvetlendirir. Onun için önce *Namaz*, sonra *Hizmet*. 


Efendimiz aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâmdan birini üzgün görünce, sebebini sormuşlar. O sahâbî de *Dünyevî* bir sebep söylemiş. 


Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselâm; *Ben de, bir namâzı, evvel vaktinde kılamadın da, onun için üzgünsün sandım*, buyurmuşlar. 


Yine bir gün de, namâzın ehemmiyyeti hakkında; *Birinin, binlerce devesi olsa, hepsini fakirlere dağıtsa, bir namâzın evvel vaktinde kılınması sevâbına kavuşamaz*, buyurmuşlar.

*******

*Nakşibendî* büyüklerinin bir husûsiyeti var kardeşim. Diğer tarîkatlarda, talebeyi alırlar, öğretirler, yetişdirirler ve ona derler ki: 


*Bak evlâdım, işte doğru yol budur. Bu yoldan hiç sapmadan dosdoğru gidersen, Cennete girersin. Haydi, Allah selâmet versin!* Böyle deyip, bırakırlar. 


Fakat bu yolun büyükleri öyle değil. Bu yol garantili. Nasıl garantili? Şöyle ki, bu *Büyük*’ler talebesinin elinden bir tutdu mu, bir daha bırakmazlar. 


Tâ ki, onu alıp, Cennetin kapısına kadar götürürler, hattâ Cennetin içine sokarlar, hattâ, ona âit köşkü gösterip, *İşte bak! Senin köşkün şu!* derler, sonra bırakırlar.

HANEFÎ HOCA

Merhum Süleyman Kuku (rahmetullahi teala aleyh) hocamızın sarf ve nahivde hocası olan Muhammed Salihoğlu (Allahu teâlâ rahmet eylesin), Hanefî Hoca nâmı ile bilinirdi. 

Ehl-i takvâ ve hâfız-ı Kur’ân bir zat idi. Otuz sene hatm-i Kur’ân ile teheccüd namazı kıldı. Hafta geçmezdi ki Resûlullah’ı (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) rüyâda görmesin.

Merhum Hanefî Hoca, vefatından birkaç ay evvel kendisini ziyaret eden hocamıza sorar;

“Sizce, Eshâb-ı kirâm (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmain) ne için o kadar sevgili, o kadar kıymetli ve fazîletlidir?”

Cevâbı da kendileri verir:

“Resûlullah’ın (Sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) uğruna canlarını, mallarını ve yurtlarını fedâ ettikleri için mi?

Hayır! Vallahi, ben bir zaid ümmeti olarak, canımı, malımı, her şeyimi O’nun uğruna veririm. 

Onların fazîleti bana göre, Allahu teâlânın onları, Habîbine (Sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) eshab olarak seçmesinden ve beğenmesinden geliyor.”

(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 271)

Kalp kırmak

“Küfürden sonra en büyük cürüm, kalb kırmaktır.”

(İmâm-ı Rabbânî)

“Kaddesallahu teâlâ sirrehu ve azizuhu”

KEMEND

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (kaddesallahu teala sirrehu ve azizuhu), Mektûbât-ı şerîf, ikinci cild 99. mektûbda buyuruyorlar ki;

“Derd ve belâ, Allahu teâlânın iki kemendidir. Sevdiklerini bu kemend ile kendine çeker. Ya’nî, derd ve belâ görünüşte musîbettir. Aslında ise, kulu Allahu teâlâya yaklaştıran vesîlelerdir.”

(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 270)

Bâyezîd-i Bistâmî ve Ebû Türâb'ın talebesi

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisidir. “Sultân-ül-Ârifîn” lakabıyla meşhûrdur. Tasavvufta derecesi çok yüksek idi. Talebelerine sık sık şöyle nasîhat ederdi: 

“Müslüman kardeşinize saygılı olmanızdan daha kolay ne vardır? Onlara hürmet etmek, haklarını korumak ne güzel haslettir! Müslüman kardeşlerimize kin beslemek, onlara karşı saygısız olmak ne zararlı şeydir! Bu yol hiç kimseye fazîlet kapısını açmamış, hiç kimseyi başarıya ulaştırmamıştır...”

Buyurdu ki: “Dilini, Allahü teâlânın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesâba çek. İlme yapış ve edebi muhâfaza et. Hak ve hukûka riâyet et. İbâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sâhibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma.”

Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin Mecûsî olan bir komşusu ve süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu Mecûsî sefere çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Bâyezîd hazretleri her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî seferden dönüp de bu durumu öğrenince, kendisinde değişiklikler hissetti. Bâyezîd hazretlerine karşı kalbinde bir sevgi hâsıl oldu ve; “O zâtın aydınlığı varken bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir” diyerek hemen huzûruna gidip Müslüman oldu...

Ebû Türâb Nahşebî hazretlerinin bir talebesi vardı. Allahü teâlâya olan muhabbetinin çokluğundan dolayı hemen her gün yüzlerce defa kendinden geçip bayılırdı. Bir gün hocası, kendisine “Sen Bâyezîd hazretlerini görsen daha çok derecelere kavuşurdun” dedi ve o talebe ile berâber o mübareğin yanına geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri ile o talebe göz göze geldikleri anda talebe düşüp orada hemen vefât etti. Bunun üzerine; Ebû Turâb Nahşebî dedi ki: 

“Yâ Bâyezîd! Bu talebe öyle idi ki, Allahü teâlânın aşkı ile kendisinde bazı hâller olur, kendisinden geçerdi. Fakat sizi bir defa görmekle düşüp can verdi. Bu nasıl oluyor?” 

Bâyezîd hazretleri buyurdu ki: 

“O kişinin hâli doğru idi. Önceden, onun müşâhedesi kendi makamı kadar idi. Beni gördüğü anda, müşâhedesi benim makamım kadar oldu. Lâkin o kimse buna takat getiremeyip, can verdi.”

Hanımların işi kolay

İstanbul Evliyasından Seyyid Ahmet Mekki Efendi hazretleri “rahmetullahi aleyh“, bir sohbetinde;

- Ahirette Müslüman hanımların işi kolay, buyurdu.


- Neden efendim? dediler.

- Çünkü onların hesabı, beylerinden sorulacak ahirette.


- Her hanımın mı efendim?

- Hayır. Sadece beş vakit namazını kılan, orucunu tutan, kocasına itaat eden ve tesettüre riayet eden hanımların hesabını kocaları verecek.


- Hikmeti ne acaba efendim?

- Çünkü erkekler, hanımlarından mesuldür. Ama hanımlar, erkeğin günahından sorumlu değildir.


Ahirette iltimas var mı?


Bir gün de bazı sevdikleri;

- Efendim, ahirette iltimas olacak mı? diye sordular bu zata.


Cevaben;

- Evet, ahirette iltimas vardır, buyurdu.


Sordular:

- Nasıl iltimas eder efendim?


- Allahü teâlânın sevdiği bir kulun üzerinde “kul hakkı” var diyelim. Bu hakları ödemeden Cennete giremez. Allahü teâlâ, o hak sahiplerine;

- “Hakkınızı mı istersiniz, yoksa Cenneti mi?” diye sorar.


Onlar;

- Cenneti isteriz, derler.

- “Öyleyse hakkınızdan vazgeçin!” buyurur.


- Vazgeçtik ya Rabbi! Derler.


Ve hep birlikte Cennete girerler.


Üç şeyi yaparsanız...


Bir gün de nasihat istediler bu zattan.

- Size, hazret-i Ömer’in “radıyallahü teâlâ anh” bir nasihatını nakledeyim mi? buyurdu.

- Seviniriz efendim, dediler.


Şöyle anlattı:

- O büyük zat, bir gün bazı sahabilere: “Üç şeyi yaparsanız, mahvolursunuz” buyurmuş.


O sahabiler;

- Onlar nedir ya Ömer? demişler.


Buyurmuş ki;

- Eshab olmak şerefinden daha üstün bir şeref ararsanız. Dini, dünya menfaatlerine alet ederseniz. Bir de dünyalığı, dünya için isterseniz.

NİZÂM-ÜL-MÜLK'ÜN ŞEHİD EDİLMESİ

-14 EKİM  1092 -

Hadîs ve fıkıh âlimi; Büyük Selçuklu Devleti sultanlarından Alb Arslan ve oğlu Melikşâh’ın vezîri, büyük devlet adamı. Künyesi Ebû Ali olup, ismi Hasen bin Ali bin İshâk bin Abbâs’dır. 1018 (H. 408) senesinin Zilkade ayında, Tûs civarında Nûkan kasabasında doğdu. 1092 (H. 485) yılında Nihâvend’de, Hasen Sabbah’ın fedaisi bir Bâtınî tarafından şehîd edildi.


İlk tahsilini babasının yanında kardeşi Ebü’l-Kâsım Abdullah’la birlikte yapan Nizâm-ül-Mülk, önce Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Daha sonra Arabça ve Farsçayı mükemmel bir şekilde öğrendi. Fıkıh, hadîs, tefsîr, kelâm, edebiyat, matematik, mühendislik ve diğer fen bilgilerine vâkıf oldu. Şafiî mezhebi fıkıh bilgilerinde söz sahibi idi. Bir çok âlimden ders alıp hadîs-i şerîf dinledi. Zamanın meşhûr âlim ve edîblerinin sohbet ve derslerini hiç kaçırmazdı.


Nizâm-ül-mülk; vezir olduğu 1064 (H. 451) yılından şehîd edildiği 1092 (H. 485) yılına kadar, aralıksız yirmi dokuz sene Büyük Selçuklu Devleti’ne tam bir dirayet ve adalet ile hizmet etti. Sultan Alb Arslan’ın vefatından sonra, veliahd Melikşâh’ın tahta geçmesini sağlayıp, nizâm ve asayişin korunmasını te’min etti. Sultan Melikşâh zamanı, Büyük Selçuklu Devleti’nin en parlak ve en şanlı devri olmuştur.


Nizâm-ül-mülk, hiç abdestsiz bulunmazdı. Her abdest alışında iki rek’at namaz kılar ve Kur’ân-ı kerîm okurdu. Kur’ân-ı kerîme hürmet eder ve bir yere yaslanarak okumazdı. Kur’ân-ı kerîmi tazim ile okur ve nereye gitse yanında taşırdı. Müezzin, ezân-ı Muhammedî’yi okumaya başladığı zaman her ne iş yaparsa yapsın hemen bırakır, ezanı dinlerdi. Pazartesi ve Perşembe günleri devamlı oruç tutardı.


Nizâm-ül-mülk, bir Ramazan ayında şehîd edildi. O gün iftar sofrasında, bir çok âlim, evliya ve diğer insanlarla beraber bulunuyordu. Yemek bittikten sonra, Nizâm-ül-mülk odasına çekileceği sırada, bir gencin kendisine doğru yürüdüğünü gördü. Nizâm-ül-mülk, bir ihtiyâcı vardır diye o genci bekledi. Genç, Nizâm-ül-mülk’ün yanına gidince, hançerini çıkarıp saldırdı ve ağır yaraladı. Katil kaçmaya çalışırken, yakalanarak hemen öldürüldü. Nizâm-ül-mülk, olaydan sonra bir saat kadar yaşadı. Vefat ettiğinde, baş ucunda bir çok âlim, Sultan Melikşâh ve yakınları bulunuyordu. Herkes arkasından gözyaşı döktü. İsfehan’da Mahalle-i Giran’da, ortasından su geçen güzel bir yere defn edildi.

Resulullahın Muâz bin Cebel'e bir tavsiyesi

 Muâz bin Cebel şöyle rivâyet etmiştir:

Resûl-i ekrem bana; "Yâ Muâz! Allah'tan kork! Doğru konuşmak, sözüne vefâ, emâneti edâ, hıyâneti terk, komşuyu himâye, öksüze acımak, yumuşak konuşmak, herkese selâm vermek, kanatları alçaltmağı (tevâzu'u) sana tavsiye ederim." dedi. 

(Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde; *Bu din geldikden sonra, birbirlerinizle kardeş oldunuz. Değil öldürmek, birbiriniz için canlarınızı fedâ eder hâle geldiniz*, buyuruyor. 


Nitekim, bir savaşta kan kaybetmiş ve *Suuu! Suuu!* diye inliyen bir sahâbîye, bir başka sahâbî, bir bardak *Su* götürüyor efendim. Tam suyu içecekken, başka bir sahâbî *Suuu!* diye inliyor. 


O, bunu işitince suyu içmiyor ve işâretle; *Suyu ona götür!* diyor. Ona götürürken bir başkası, *Suuu!* diye inliyor. O da içmeyip, *Ona götür!* diyor. 


Böylece o suyu, birbirlerine ikrâm ederken, üçü de *Şehîd* oluyor efendim. İşte Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bizi himmetleri altına almasaydı, kim bilir ne hâlde olacaktık. 

********

Mahşer meydanı, bu dünyâda olacak kardeşim. Sûriye, Arabistân, Ürdün, Yemen, buralarda. Dümdüz olacak bu yerler. Hiç engebe kalmıyacak. Mahşer, orada kurulacak.


Düşünün ki, her taraf *mermer*, güneş iyice alçalmış. Herkes, günâhları nisbetinde tere garkolmuş. Tek bir ağaç gölgesi yok, *rüzgâr* yok, insanlar feryâd edecek; 


*Yâ Rabbî, ne olur hesâbımızı gör! Cennetse Cennet, Cehennemse Cehennem, yeter ki şu izdihâmdan kurtulalım!* diyecekler. 


Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyuruyorlar ki: *Mahşer, elli bin âhiret senesi sürecek*. Ama bu, kâfirler için böyle. 


Onlar, o yakıcı güneşin altında, o müthiş izdihâmda, sıkış sıkış, Elli bin sene bekliyecekler. Ama bu kadar uzun süre, mü’minlere, iki rekât namaz kılacak kadar *Kısa* gelecek efendim. 


İki rekât namaz kılacak kadar. Yâni en fazla *Beş dakîka*. Hem de Arş-ı âlânın altında, serinde. Bir de bakacaklar ki, mahşer bitmiş. 

*******

En büyük bayram, o *Büyük*’leri tanımak ve sevmekdir kardeşim. Çünkü bu ni’met, dünyâ ve âhiret ni’metlerinin en büyüğüdür, bundan büyük ni’met yok. Niçin? Çünkü Cennete girmek, buna bağlı. 


O büyükleri görmiyen, kitaplarını okumıyan kimsenin, kurtulması çok *Zor*’dur. Meselâ biz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini görmeseydik, belki şimdi müslümân bile değildik, yâhut da *Sapık* bir müslümândık.