“Küfürden sonra en büyük cürüm, kalb kırmaktır.”
(İmâm-ı Rabbânî)
“Kaddesallahu teâlâ sirrehu ve azizuhu”
“Küfürden sonra en büyük cürüm, kalb kırmaktır.”
(İmâm-ı Rabbânî)
“Kaddesallahu teâlâ sirrehu ve azizuhu”
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (kaddesallahu teala sirrehu ve azizuhu), Mektûbât-ı şerîf, ikinci cild 99. mektûbda buyuruyorlar ki;
“Derd ve belâ, Allahu teâlânın iki kemendidir. Sevdiklerini bu kemend ile kendine çeker. Ya’nî, derd ve belâ görünüşte musîbettir. Aslında ise, kulu Allahu teâlâya yaklaştıran vesîlelerdir.”
(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 270)
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisidir. “Sultân-ül-Ârifîn” lakabıyla meşhûrdur. Tasavvufta derecesi çok yüksek idi. Talebelerine sık sık şöyle nasîhat ederdi:
“Müslüman kardeşinize saygılı olmanızdan daha kolay ne vardır? Onlara hürmet etmek, haklarını korumak ne güzel haslettir! Müslüman kardeşlerimize kin beslemek, onlara karşı saygısız olmak ne zararlı şeydir! Bu yol hiç kimseye fazîlet kapısını açmamış, hiç kimseyi başarıya ulaştırmamıştır...”
Buyurdu ki: “Dilini, Allahü teâlânın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesâba çek. İlme yapış ve edebi muhâfaza et. Hak ve hukûka riâyet et. İbâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sâhibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma.”
Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin Mecûsî olan bir komşusu ve süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu Mecûsî sefere çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Bâyezîd hazretleri her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî seferden dönüp de bu durumu öğrenince, kendisinde değişiklikler hissetti. Bâyezîd hazretlerine karşı kalbinde bir sevgi hâsıl oldu ve; “O zâtın aydınlığı varken bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir” diyerek hemen huzûruna gidip Müslüman oldu...
Ebû Türâb Nahşebî hazretlerinin bir talebesi vardı. Allahü teâlâya olan muhabbetinin çokluğundan dolayı hemen her gün yüzlerce defa kendinden geçip bayılırdı. Bir gün hocası, kendisine “Sen Bâyezîd hazretlerini görsen daha çok derecelere kavuşurdun” dedi ve o talebe ile berâber o mübareğin yanına geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri ile o talebe göz göze geldikleri anda talebe düşüp orada hemen vefât etti. Bunun üzerine; Ebû Turâb Nahşebî dedi ki:
“Yâ Bâyezîd! Bu talebe öyle idi ki, Allahü teâlânın aşkı ile kendisinde bazı hâller olur, kendisinden geçerdi. Fakat sizi bir defa görmekle düşüp can verdi. Bu nasıl oluyor?”
Bâyezîd hazretleri buyurdu ki:
“O kişinin hâli doğru idi. Önceden, onun müşâhedesi kendi makamı kadar idi. Beni gördüğü anda, müşâhedesi benim makamım kadar oldu. Lâkin o kimse buna takat getiremeyip, can verdi.”
İstanbul Evliyasından Seyyid Ahmet Mekki Efendi hazretleri “rahmetullahi aleyh“, bir sohbetinde;
- Ahirette Müslüman hanımların işi kolay, buyurdu.
- Neden efendim? dediler.
- Çünkü onların hesabı, beylerinden sorulacak ahirette.
- Her hanımın mı efendim?
- Hayır. Sadece beş vakit namazını kılan, orucunu tutan, kocasına itaat eden ve tesettüre riayet eden hanımların hesabını kocaları verecek.
- Hikmeti ne acaba efendim?
- Çünkü erkekler, hanımlarından mesuldür. Ama hanımlar, erkeğin günahından sorumlu değildir.
Ahirette iltimas var mı?
Bir gün de bazı sevdikleri;
- Efendim, ahirette iltimas olacak mı? diye sordular bu zata.
Cevaben;
- Evet, ahirette iltimas vardır, buyurdu.
Sordular:
- Nasıl iltimas eder efendim?
- Allahü teâlânın sevdiği bir kulun üzerinde “kul hakkı” var diyelim. Bu hakları ödemeden Cennete giremez. Allahü teâlâ, o hak sahiplerine;
- “Hakkınızı mı istersiniz, yoksa Cenneti mi?” diye sorar.
Onlar;
- Cenneti isteriz, derler.
- “Öyleyse hakkınızdan vazgeçin!” buyurur.
- Vazgeçtik ya Rabbi! Derler.
Ve hep birlikte Cennete girerler.
Üç şeyi yaparsanız...
Bir gün de nasihat istediler bu zattan.
- Size, hazret-i Ömer’in “radıyallahü teâlâ anh” bir nasihatını nakledeyim mi? buyurdu.
- Seviniriz efendim, dediler.
Şöyle anlattı:
- O büyük zat, bir gün bazı sahabilere: “Üç şeyi yaparsanız, mahvolursunuz” buyurmuş.
O sahabiler;
- Onlar nedir ya Ömer? demişler.
Buyurmuş ki;
- Eshab olmak şerefinden daha üstün bir şeref ararsanız. Dini, dünya menfaatlerine alet ederseniz. Bir de dünyalığı, dünya için isterseniz.
-14 EKİM 1092 -
Hadîs ve fıkıh âlimi; Büyük Selçuklu Devleti sultanlarından Alb Arslan ve oğlu Melikşâh’ın vezîri, büyük devlet adamı. Künyesi Ebû Ali olup, ismi Hasen bin Ali bin İshâk bin Abbâs’dır. 1018 (H. 408) senesinin Zilkade ayında, Tûs civarında Nûkan kasabasında doğdu. 1092 (H. 485) yılında Nihâvend’de, Hasen Sabbah’ın fedaisi bir Bâtınî tarafından şehîd edildi.
İlk tahsilini babasının yanında kardeşi Ebü’l-Kâsım Abdullah’la birlikte yapan Nizâm-ül-Mülk, önce Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Daha sonra Arabça ve Farsçayı mükemmel bir şekilde öğrendi. Fıkıh, hadîs, tefsîr, kelâm, edebiyat, matematik, mühendislik ve diğer fen bilgilerine vâkıf oldu. Şafiî mezhebi fıkıh bilgilerinde söz sahibi idi. Bir çok âlimden ders alıp hadîs-i şerîf dinledi. Zamanın meşhûr âlim ve edîblerinin sohbet ve derslerini hiç kaçırmazdı.
Nizâm-ül-mülk; vezir olduğu 1064 (H. 451) yılından şehîd edildiği 1092 (H. 485) yılına kadar, aralıksız yirmi dokuz sene Büyük Selçuklu Devleti’ne tam bir dirayet ve adalet ile hizmet etti. Sultan Alb Arslan’ın vefatından sonra, veliahd Melikşâh’ın tahta geçmesini sağlayıp, nizâm ve asayişin korunmasını te’min etti. Sultan Melikşâh zamanı, Büyük Selçuklu Devleti’nin en parlak ve en şanlı devri olmuştur.
Nizâm-ül-mülk, hiç abdestsiz bulunmazdı. Her abdest alışında iki rek’at namaz kılar ve Kur’ân-ı kerîm okurdu. Kur’ân-ı kerîme hürmet eder ve bir yere yaslanarak okumazdı. Kur’ân-ı kerîmi tazim ile okur ve nereye gitse yanında taşırdı. Müezzin, ezân-ı Muhammedî’yi okumaya başladığı zaman her ne iş yaparsa yapsın hemen bırakır, ezanı dinlerdi. Pazartesi ve Perşembe günleri devamlı oruç tutardı.
Nizâm-ül-mülk, bir Ramazan ayında şehîd edildi. O gün iftar sofrasında, bir çok âlim, evliya ve diğer insanlarla beraber bulunuyordu. Yemek bittikten sonra, Nizâm-ül-mülk odasına çekileceği sırada, bir gencin kendisine doğru yürüdüğünü gördü. Nizâm-ül-mülk, bir ihtiyâcı vardır diye o genci bekledi. Genç, Nizâm-ül-mülk’ün yanına gidince, hançerini çıkarıp saldırdı ve ağır yaraladı. Katil kaçmaya çalışırken, yakalanarak hemen öldürüldü. Nizâm-ül-mülk, olaydan sonra bir saat kadar yaşadı. Vefat ettiğinde, baş ucunda bir çok âlim, Sultan Melikşâh ve yakınları bulunuyordu. Herkes arkasından gözyaşı döktü. İsfehan’da Mahalle-i Giran’da, ortasından su geçen güzel bir yere defn edildi.
Muâz bin Cebel şöyle rivâyet etmiştir:
Resûl-i ekrem bana; "Yâ Muâz! Allah'tan kork! Doğru konuşmak, sözüne vefâ, emâneti edâ, hıyâneti terk, komşuyu himâye, öksüze acımak, yumuşak konuşmak, herkese selâm vermek, kanatları alçaltmağı (tevâzu'u) sana tavsiye ederim." dedi.
(Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde; *Bu din geldikden sonra, birbirlerinizle kardeş oldunuz. Değil öldürmek, birbiriniz için canlarınızı fedâ eder hâle geldiniz*, buyuruyor.
Nitekim, bir savaşta kan kaybetmiş ve *Suuu! Suuu!* diye inliyen bir sahâbîye, bir başka sahâbî, bir bardak *Su* götürüyor efendim. Tam suyu içecekken, başka bir sahâbî *Suuu!* diye inliyor.
O, bunu işitince suyu içmiyor ve işâretle; *Suyu ona götür!* diyor. Ona götürürken bir başkası, *Suuu!* diye inliyor. O da içmeyip, *Ona götür!* diyor.
Böylece o suyu, birbirlerine ikrâm ederken, üçü de *Şehîd* oluyor efendim. İşte Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bizi himmetleri altına almasaydı, kim bilir ne hâlde olacaktık.
********
Mahşer meydanı, bu dünyâda olacak kardeşim. Sûriye, Arabistân, Ürdün, Yemen, buralarda. Dümdüz olacak bu yerler. Hiç engebe kalmıyacak. Mahşer, orada kurulacak.
Düşünün ki, her taraf *mermer*, güneş iyice alçalmış. Herkes, günâhları nisbetinde tere garkolmuş. Tek bir ağaç gölgesi yok, *rüzgâr* yok, insanlar feryâd edecek;
*Yâ Rabbî, ne olur hesâbımızı gör! Cennetse Cennet, Cehennemse Cehennem, yeter ki şu izdihâmdan kurtulalım!* diyecekler.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyuruyorlar ki: *Mahşer, elli bin âhiret senesi sürecek*. Ama bu, kâfirler için böyle.
Onlar, o yakıcı güneşin altında, o müthiş izdihâmda, sıkış sıkış, Elli bin sene bekliyecekler. Ama bu kadar uzun süre, mü’minlere, iki rekât namaz kılacak kadar *Kısa* gelecek efendim.
İki rekât namaz kılacak kadar. Yâni en fazla *Beş dakîka*. Hem de Arş-ı âlânın altında, serinde. Bir de bakacaklar ki, mahşer bitmiş.
*******
En büyük bayram, o *Büyük*’leri tanımak ve sevmekdir kardeşim. Çünkü bu ni’met, dünyâ ve âhiret ni’metlerinin en büyüğüdür, bundan büyük ni’met yok. Niçin? Çünkü Cennete girmek, buna bağlı.
O büyükleri görmiyen, kitaplarını okumıyan kimsenin, kurtulması çok *Zor*’dur. Meselâ biz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini görmeseydik, belki şimdi müslümân bile değildik, yâhut da *Sapık* bir müslümândık.
Silsile-i Aliyye büyüklerinden *Abdullah-ı Dehlevi* hazretleri *Mektubat-ı Şerif* hakkında buyurdular ki:
Bu ma’rifetler çok yüksekdirler.
*Âriflerin anlayışından ve akllıların idrâkinden çok uzakdır.*
Sonra şöyle buyurdular: Mektûbâtı anlamakdaki hâlimiz şöyledir:
*Acem diyârında birisi vardı. Hiç okuma-yazma bilmezdi. Abdest alıp kıbleye doğru oturur, Kur’ân-ı kerîmi açar parmaklarını satırlar üzerinde dolaşdırır ve: Yâ Rabbî! Doğru söyledin, doğru söyledin. Çok güzel buyurdun, çok güzel buyurdun, derdi.*
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
İçimizde en günâhkâr olan kim, biliyor musunuz? *Benim, Been!* En günahkâr benim. Niçin? En yaşlınız benim de onun için.
Çünkü insanın, Allahü teâlâyı unutarak, gafletle aldığı, verdiği her nefes, *Günâh* yazılır kardeşim. Hepimiz gaflet içindeyiz.
Gafletle alınan ve verilen nefesler, hep *Günâh* yazılır. İçinizde, en fazla nefes alıp veren benim, öyleyse içinizde en *Günahkâr* olan da benim.
*******
Büyüklerden feyz alabilmek için bir yol var efendim. Nedir o? Kendini acındırmak.
*Feyz* almak istiyorsan, kendini büyüklere acındıracaksın. Niçin? Çünkü onlar, acırlarsa verirler. Acıdıklarına lütfederler, ihsânda bulunurlar.
Acımadıklarına vermezler. Onların acıyarak bir şefkatli nazarı, kalbleri temizler. Her şeyin bir yolu vardır ya, büyüklerden *Feyz* almanın yolu da budur işte.
Bu gün, atom bombasının yapmadığını, *Güler yüz* ve *Tatlı dil* hâllediyor efendim. Yâni herkesle iyi olmak, iyi geçinmek. Buna diplomasi diyorlar. Bu haslet kimde varsa, o başarılı olur.
Onun için Enver âbi hep başarılı oluyor. Çünkü o, güler yüzlü, tatlı sözlüdür. Zâten bu, mü’min olmanın alâmetidir. *Mü’min*, güleryüzlü olur, tatlı dilli olur. *Münâfık* ise, somurtkan ve asık suratlı olur.
*******
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın, bir kuluna vereceği en büyük ni’met, sevdiği bir *Dost*’unu ona tanıtmasıdır. Aynen Eshâb-ı kirâma Peygamber Efendimizi tanıtdığı gibi.
Onun için bu gün, o büyükleri tanıyanlar, Peygamberimizin zamânında dünyâya gelselerdi, hepsi *Eshâb-ı kirâm* olurlardı. Ve bu gün, o büyükleri inkâr edenler, o zaman dünyâya gelselerdi, *Ebû Cehil*’den beter olurlardı.
Efendi hazretlerini görmeseydik, Onu tanımasaydık, ne biz olurduk, ne de bu hizmetler olurdu. Çünkü cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde öyle diyor.
Yâni, *Ey habîbim, eğer bu din gelmeseydi, siz evvelce olduğu gibi, kabîleler arasında kavga ederdiniz, birbirinizi öldürürdünüz*, buyuruyor.
Sual: Tefsir ne demektir?
CEVAP
Tefsir, kelam-ı ilahiden murad-ı ilahiyi anlamak demektir.
Tefsir için gereken 15 ana ilimden biri (Kalb ilmi)dir. Allahü teâlânın rasih ilimli âlimlere vasıtasız olarak ihsan ettiği bu kalb ilmine Mevhibe de denir. Bir kimse diğer 14 ilmi bilse, mevhibeye sahip olmazsa tefsiri muteber olmaz. Yaptığı tefsir kendi görüşü olduğundan Cehennemde azaba düçar olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kur’andan kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mana çıkaran kâfirdir!) [Mektubat-ı Rabbani]
Yani kendiliğinden verdiği mana doğru olsa bile meşru yoldan çıkarmadığı için hata olur. Verdiği mana yanlış ise imanı gider.
Kur’an-ı kerim, hiçbir dile, hatta Arapçaya bile tercüme edilemez. Her hangi bir şiirin kendi diline bile tam olarak tercümesine imkan yoktur. Hadis-i şeriflerde de durum aynıdır. Hadis kitaplarından hadis nakletmek için hadis âlimlerinden icazet almak gerekir. (Berika c.1)
Hadis-i şerifleri ve âyet-i kerimeleri, hadis kitaplarından ve Kur’an-ı kerimden değil, hakiki İslam âlimlerinin kitaplarından nakletmelidir. Mesela, (İhya’daki hadis-i şerifte) veya (Mektubat’ta bildirilen âyet-i kerimede buyuruluyor ki...) diyerek nakletmek gerekir.
Peygamber efendimiz bir gün, bir âyetin manasını Hazret-i Ebu Bekir’e anlatırken, orada bulunan Hazret-i Ömer, yapılan izahtan hiçbir şey anlamamıştır. Halbuki hadis-i şerifte (Eğer benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyuruldu. Böyle yüksek olduğu ve arabiyi çok iyi bildiği halde, Hazret-i Ömer Kur’an-ı kerimi değil, tefsirini bile anlayamadı. Kur’an-ı kerimin manasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Hadis-i şerifler Kur’an-ı kerimi, mezhep imamları hadis-i şerifleri, İslam âlimleri de mezhep imamlarının sözlerini açıklamışlardır. Kur’an-ı kerimde, namazların kaç rekat olduğu, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağı, zekât nisabı, orucun ve haccın farzları ile hukuk bilgileri açıkça bildirilmemiştir.
Fıkıh bilgilerini, İslam âlimleri, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. Bu bilgiler ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh kitapları varken, din bilgilerini tefsirlerden öğrenmeye kalkışmak nafile ibadet olur. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak caiz değildir. Zaten müctehid olmayanların, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana çıkardıkları için sapıtmışlardır. Âlimler sapıtınca, âlim olmayanların tefsir, okuması felaket olur. (Hadika)
Türkiye’de Kur’an tercümesi modası, Misak adında bir Ermeni tarafından başlatılmıştır. Gençlerin önüne Kur’an tercümelerini sürerek, “Öz Türkçe Kur’an okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur’anı okumayınız!” demesi bu millete ihanetten başka bir şey değildir.
Kur’an-ı kerim Tercümeleri Sempozyumu’nda 1500’den fazla Kur’an-ı kerim tercümesi incelenmiş birbirini tutmayan hükümler görülmüştür. Bunun hakiki sebebi, naklin esas alınmayışıdır. Kur’an-ı kerimin hakiki manasını öğrenmek isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Efendim, şimdi burda kendi kendime düşündüm, dedim ki: Ben şimdi ölsem, ne yapacaklar beni? Önce *teneşir* tahtasına koyacaklar, yıkayacaklar, sonra da kefenleyip *kabre* koyacaklar.
Diyelim ki, kabre girdim, oradaki böcekler, yılanlar, akrepler üzerime üşüşdüler. Kimi ısırıyor, kimi kanımı emiyor. Acıdan kıvranıyorum.
Ben böyle düşünürken bir hadîs-i şerîf hâtırıma geldi. *Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdün Cenneti*.
Yâni, *mü’minin kabri, Cennet bahçesidir*. O vakit râhatladım efendim.
Çünkü Cennetde olan, o haşerelerin eziyetini hissetmez ki. Ben yemîn etsem ve dünyâda iken, *ben Cennete girdim ve çıkdım* desem, bana günâh olmaz efendim. Niçin?
Çünkü Efendi hazretlerini, kabr-i şerîfine ben koydum. Efendimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? *Mü’minin kabri, Cennet bahçesidir*.
Ben o kabre girdim. Öyleyse ben, Cennet bahçesine girdim. Bu aklıma geldi ve râhatladım efendim.
*****
Bir gün âilece Bursa’ya gitmişdik. *Sâim Şensöz* kardeşimizin evinde misâfir olduk. Bir akşam oturuyorduk, çay içiyorduk. 1980 senesiydi gâliba. Gazetemiz yeniydi.
Tirajımız azdı. Zannedersem 1500 kadardı. Postayla adreslere gönderiliyordu. *Enver bey* de gençti henüz, şimdiki gibi çok tanınmış değildi. Bir gece rüyâ görmüş efendim.
Cağaloğlunda, Çatalçeşme sokakta, ikinci kattalarmış. Bir ara kapı açılmış ve *Efendi hazretleri*, bildiğimiz şekliyle, mübârek sakalı, mübârek sarığı, mübârek pardesüsü ile.
Elinde baston, içeri girmiş efendim. Enver âbi; *Yerimden bir fırladım, elini öptüm*, diyor. Mübârek, tak, tak, tak, gidip, Enver âbi’nin yerine oturmuşlar ve Enver âbi’ye dönüp;
*Bu gazete benim, bugün burada gazete sâhipleri toplanacak, bu toplantıya ben başkanlık yapacağım. Benden sonra da sen devam edersin*, buyurmuşlar.
Sonra kalkmışlar. Yine tak, tak, tak, yürüyüp, kapıdan çıkıp gitmişler. Ben Enver âbiye sordum, *Bu gün en meşhur gazeteci kim?* diye. Bir isim söyledi.
Ben de kendisine; *Hepsinin saltanatı bitecek, bir gün en meşhur gazeteci, Enver Ören olacak ve Enver âbiyi şu Türkiye’de tanımayan kimse kalmıyacak*, dedim.