Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kaddesallahu teala sirreh) haretleri buyurdular:
“Evliyâyı inkâr etmekten sakınmak vâcib olduğu gibi, onlara itikadda taşkınlık yapmaktan kaçınmak da vâcibdir.”
(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 144)
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kaddesallahu teala sirreh) haretleri buyurdular:
“Evliyâyı inkâr etmekten sakınmak vâcib olduğu gibi, onlara itikadda taşkınlık yapmaktan kaçınmak da vâcibdir.”
(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 144)
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bu zamanda, beş vakit namâzını doğru dürüst kılan kimse, *100 Şehîd* sevâbı alır. Onun için biz çok şanslıyız kardeşim, çok bahtiyârız.
Arkadaşlardan birine sordum efendim. *Seâdeti Ebediyye kitâbını okudunuz mu?* dedim. Evet efendim okudum, dedi. *Kaç defâ okudunuz?* dedim. *Bir kere* dedi. Şaşırdım efendim.
Bir kere okumakla ne olur ki? Çünkü bu, *İlim* kitâbıdır, bir defâda hiçbir şey anlaşılmaz. Onun için kendisine; *Bu kitâbı bir kere okuyan, hava alır*, dedim.
*Böyle bir kitap, bir defâda anlaşılır mı kardeşim? Ben yirmi kere okudum, zevkini alamadım, hâlâ da okuyorum*, dedim.
********
Bir gün, bir arkadaş geldi. Ona bir *Hadîs-i şerîf* öğretdim efendim. Birkaç defâ tekrar edince *Ezberledi*. Ona dedim ki:
Ben size bir tâne *Hadîs-i şerîf* öğretdim. Siz de hergün *Bir tâne* öğrenseniz, otuz günde *Otuz* tâne eder. Bir senede *Üçyüz altmış*, on senede *Üç bin* eder, daha ne istiyorsunuz, dedim.
Bilmiyorum ne yapdı? Her gün bir tâne öğreniyor mu acabâ? İnşallah öğreniyordur.
********
Herkes *Ölüp* de kabrine konulduğunda, *Toprak* onu sıkacak kardeşim. Bu, herkese olacak, yâni herkes kabre girince, kabri onu *Sıkacak*, ama herkesi *Farklı* sıkacak.
Meselâ mü’minleri, *Ana* şefkatiyle, yâni *Severek*, *Muhabbet* le sıkacak. Bir anne, yavrusunu severken nasıl sıkarsa, öyle sıkacak. Ama *Kâfirleri* böyle değil.
Onları *Azâb-ı ilâhî* olarak sıkacak, Allah korusun. *Azap* olarak sıkacak, *Acıtacak*, öyle ki kemikleri birbirine geçecek efendim.
Yâni mü’minleri, *Sevgi* ile, *Muhabbet* le sıkacak, kâfirleri ise, *Nefret* ile ve *Gadab* ile sıkacak. Allah muhâfaza etsin.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Arabîyi iyi bilen, Kur’ân-ı kerimi ve arabî kitapları anlar efendim. Arabî lisânı, diğer lisânlardan daha efdâldir. Çünkü arabî lisânı, *Lisân-ı Cennet*’dir. Yâni Cennet lisânıdır.
Cennetde *Arapça* konuşulacak, fransızca değil, İngilizce de değil. Kur’ân-ı kerîm arabîdir. *Lisân-ı Kur’ân*, lisân-ı Cennetdir. Diğer lisânlar, insanlar tarafından yapıldı.
İngilizce’yi İngilizler yapdı, Fransızca’yı Fransızlar yapdı. Peki, Arapçayı kim yapdı? *Allahü teâlâ* yapdı. Nerden biliyoruz? Çünkü Arapça lisânı, insanlar yaratılmadan evvel vardı.
İlk insan olan *Âdem* aleyhisselâm Cennete girdiğinde bir bakdı, her yerde *Lâ ilâhe illâllah* yazılı. Demek ki, insanlar yokken, bu harfler vardı.
Şimdiki insanlar, şeytana değil, nefsine tâbi. Nefse uymak daha kötüdür. Çünkü mahlûkların en ahmağı *Nefs*’dir.
Kur’ân-ı kerîmde; *Küllü şey’in hâlikün illâ vecheh*, buyuruluyor. Bunun mânâsı, *Küllü şey’in*, her şey, *Hâlikün*, helâk olacaktır, yok olacakdır.
*İllâ vecheh*, ancak Allah yok olmaz. Allahdan başka her şey yok olacak. Allahü teâlâ yok olmaz.
Bir zındık Bağdat’a gelmiş ve İmâm-ı Âzam hazretlerini bulup; *Siz, Allahü teâlâ hiç yok olmaz diyorsunuz. Hâlbuki her şey yok oluyor, Allah da yok olur*, demiş.
İmâm-ı âzam sormuş o dinsize: *Sen sayı saymasını biliyor musun?* Elbet biliyorum, deyince, *Say bakalım*, buyurmuş. Zındık yirmiye, otuza, kırka kadar saymış.
Yorulmuş. İmâm-ı âzam; *Daha saysana!* buyurunca, yoruldum demiş. *Sonuna kadar say!* deyince de; bunun sonu yok ki, demiş.
O böyle deyince, İmâm-ı âzam hazretleri; *İşte nasıl ki sayıların sonu yok. Allahü teâlânın da sonu yok*, buyurmuş.
Hazret-i İmâm böyle deyince, zındık; *Çok doğru söylüyorsun, Allah birdir, O’nun sonu yokdur*, demiş ve müslümân olmuş.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bu gün *Hak* gizlenmiş, *Bâtıl* ise hak şekline bürünmüş, hak gibi görünüyor. Mektûbât’da var bu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
*Peri yanaklarını saklamış, şeytan naz ediyor. Şaşırdım kaldım, hayretden aklım gidiyor.
*Şeytan*, yâni bâtıl, peri şekline girmiş, melek şekline girmiş, herkese sevimli, nûrlu, güzel gözüküyor. *Melek*, yâni hak ise, saklanmış, gizlenmiş, görünmüyor.
Şeytan, *Peri* şekline girmiş, her tarafda cilve yapıyor, süslü püslü dolaşıyor, kendini gösteriyor. Şaşırdım kaldım hayretden aklım gidiyor. Böyle diyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri.
Abdülhakîm Arvasi Efendi Hazretleri, bir gün cebinden kâğıt kalem çıkardı. Üzerine birşeyler yazdı, yazdı, yazdı, sonra bana uzatıp; *Al, bunları oku!* dedi.
Bir de bakdım ki: na-sa-ra yen-su-ru nas-ran nâ-sı-run men-sû-run diye yazmış mübârek. Devâmı var, hem de sayfalarca. *Bunları ezberle!* buyurdu. Tabii başüstüne efendim, dedim.
Bir ay içinde ezberledim. Bir gün bana; *Yazdıklarımı okudun mu?* buyurdular. Evet efendim, dedim. *Oku bakalım!* dediler. Ezberden okudum. Çok hoşuna gitdi mübâreğin.
Gene bir kâğıt çıkardı, birşeyler daha yazıp; *Al, bunları da ezberle!* buyurdu. Birkaç kerrede, bu fiil çekimlerini bitirdik. Efendi, bana; *Bunlar, Kur’ân-ı kerîmin anahtarıdır*, dedi.
Arabîyi iyi bilen, Kur’ân-ı kerîmi ve arabî kitapları anlar efendim. Arabî lisânı, diğer lisânlardan daha efdâldir. Çünkü arabî lisânı, *Lisân-ı Cennet*’dir. Yâni Cennet lisânıdır.
Bu dînin aslı; Bu *İyi*, bu da *Kötü*, diyebilmekdir. Yâni hakkı bâtıl’dan ayırmakdır. Ama sırf bilmek insanı kurtarmaz. *İcraat* da lâzım. Çünkü *İyi*’yi bilen, ona tâbi olacak.
*Kötü*’yü bilen de, kötülükden sakınacak ki, fâidesini görsün. Mektûbât’da İmâm-ı Rabbânî hazretleri kuddise sirruh buyuruyor ki: *İlim, edinmek içindir*.
Yâni *İlâç*, içmek içindir. *Su*, içip kanmak içindir. Her şeyin sebebine yapışacağız. *Şifâ* istiyorsak, ilâcını içeceğiz kardeşim.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bu gün *Hak* gizlenmiş, *Bâtıl* ise hak şekline bürünmüş, hak gibi görünüyor. Mektûbât’da var bu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
*Peri yanaklarını saklamış, şeytan naz ediyor. Şaşırdım kaldım, hayretden aklım gidiyor.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Her an, bizi varlıkda tutan kimdir? Allahü teâlâdır. Meselâ ben şu takkeyi elimle burada durduruyorum. Bu takke yere düşüyor mu? Düşmüyor, havada duruyor. Neden?
Çünkü ben tutuyorum. Bunu havada durduran kimdir? Benim elim. Ben bunu bir an bıraksam, hemen yere düşer.
İşte Allahü teâlâ da, bizi ve bütün bu kâinâtı, kendi kudretiyle, her an varlıkda durduruyor.
Bir an bıraksa, bir an kudretini çekse, biz de Yok oluruz, bütün bu kâinât da hepsi Yok olur…
Meselâ bir an için ceryan kesilse, elektrik gitse, lâmbalar söner. Allahü teâlâ da, bir an bizi bıraksa, kudretini çekse, hemen Yok oluruz. Bütün bu kâinat da Yok olur.
İşte Allahü teâlâ, her an bizi ve bütün bu kâinâtı varlıkda durduruyor kardeşim. Âyet-el kürsîde var bu. *Allahü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm*, buyuruluyor.
Her namazdan sonra *âyet-el kürsî* okuyoruz ya. İşte orada geçiyor. *El hayyül* demek, Allahü teâlâ hayâtdadır, diridir, demekdir.
*Kayyûm* ise, bütün mahlûkları her an varlıkda durduruyor mânâsınadır. Hattâ Muhyiddîn-i Arabî hazretleri ne buyuruyormuş, Mektûbât’da var bu.
Her an, bütün bu kâinât, yerler, gökler, dağlar, güneşler, her an, *Var* olur, *Yok* olur buyuruyor.
Allahü teâlâ her an yaratıcıdır ve yok edicidir. Her an yaratıyor, ve her an yok ediyor. *Yuhyî*, yaratıcı demek. *Yümît*, yok edici demek. Allahü teâlâ her an yok edicidir.
Bizi, her an *Yok* ediyor, her an da *Var* ediyor. Ne gibi? Elektrik cereyânının frekansı gibi. Elektrik cereyanı, her an, her sâniye, 50 kere yanıp sönüyor.
Her sâniyede, bu lâmba elli kere sönüp yanıyor. Yâni elektrik yön değişdiriyor, kesiliyor. İşte bunun gibi, Bu kâinât da her sâniyede, bir *Var* oluyor, bir *Yok* oluyor. Böyle diyor Muhyiddîn-i Arabî hazretleri.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Gençliğimde Efendi hazretlerinin huzûruna gitdiğimde, bana; *Gel, otur!* buyururdu. Hemen yanlarına otururdum. Sonra, *Elimi tut!* derdi. Ben de tutardım mübârek avucunu.
Sonra, *Sık!* derdi, sıkardım. Ama biraz sonra yorulup, az gevşetirdim. O zaman hemen, *Sık!* derdi yine. Ben de sıkardım. Beş dakîka, on dakîka, onbeş dakika. Nihâyet yorulurdum efendim.
Bakardım ki gözlerini kapatdı, uyukluyor. O uyuklarken, fırsat bu fırsat der ve elimi gevşetirdim. Ama ben gevşetince, Efendi hemen gözünü açar, *Sık!. Sık!.* derdi.
Tekrar sıkardım, sıkardım, sıkardım, tâ ki kalkıp namâza gidinceye kadar. Bir sene hep böyle devâm etdi. O büyüklerin *Vücut*’ları, hattâ bütün *Hücre*’leri zikredermiş efendim.
*Sultân-ı zikr* denir ona. Belki de, o *Zikr*’ler benim elime de geçsin, benim hücrelerime de te’sîr etsin diyedir herhâlde. Ama bizimki, *Taş* gibi. Nereye te’sîr edecek?
Efendi hazretlerinin vasiyyetnâmesinde, *Benim, dünyalık hiçbir şeyim yokdur*, diyor mübârek. Şimdi ben de öyleyim efendim. Dünyâlık hiçbir şeyim yok.
İşte bir çamaşırlarım, bir de kitaplarım var. Başka hiçbir şeyim yok. Hâlbuki eskiden neler kurardım neler. O şeyler kalbimden çıkıp gitdi. Efendi hazretleri onları sildi süpürdü, çok şükür.
Efendim, Ankara’da iken, bana *Elmalılı Tefsîri*’ni hediye etdiler. Efendi hazretlerine sordum; *Bunu okuyabilir miyim?* dedim. Cevâben; *Bunu okuyanın îmânı gider*, buyurdular.
Ben de o kitâbı hemen yakdım. Aradan bir sene geçti. Mamak’da bir gün, ticâret müdürü ile yüzbaşı konuşuyorlardı. Biri ötekine dedi ki:
Önceden ölülere *Yasîn* okurdum, şimdi okumuyorum. Çünkü Yasîn sûresi biraz *Fen*’den, biraz *Coğrafya*’dan, biraz da *Târih*’den bahs ediyor. Bunun ölülere ne fâidesi olur? Böyle dedi.
Köpek havlayınca cevap verilir mi? Verilmez. Ama ben orada dayanamadım efendim. Öyle konuşana; *Nereden biliyorsun öyle olduğunu?* dedim. *Tefsîr’den okudum*, dedi.
*Kimin tefsîrini?* deyince de, *Elmalılı*’nın derken, içim sızladı. Bir sene önceki Efendi hazretlerinin o sözünü hâtırladım ve okuyanın îmânının nasıl gitdiğini bizzât gördüm, şâhit oldum.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Hocam Seyyid *Abdülhakîm Arvasi Efendi* hazretleri bir gün buyurdular ki:
Başkale şehrinde bir medresem vardı. Bu medresede 20-30 talebe okutuyordum. Talebenin yemesi, içmesi, elbiseleri, bütün masrafları hep bana âit idi.
Bir gün medresede ders veriyordum ki, kapı açıldı. Gâyet temiz giyinmiş bir beyefendi içeri girdi, selâm verdi ve dersi dinledi. Ders sonunda yanıma geldi.
Ve *Efendim, kaç talebeniz var? Hangi kitapları okutuyorsunuz? Hangi kitaplara ihtiyâcınız var?* diye sordu. Ben de, lâzım olan birçok kitap ismi verdim.
Cebinden defterini çıkardı, bütün ihtiyâçlarımı o deftere yazdı. Sonra da vedâ edip ayrıldı. Konuşması gâyet nâzik, elbisesi gâyet muntazam ve temiz olduğundan, bunun bir *İstanbul beyefendisi* olduğunu anladım.
Aradan iki ay geçdi. Ben artık bunu unutmuşdum. Bir gün medreseye postacı geldi ve *Seni postâneden istiyorlar*, dedi. Hemen kalkıp gitdim.
Postânedeki memurlar; *Bunlar sana geldi*, dediler ve bana iki büyük *sandık* gösterdiler. Bakdım, koca koca iki sandık. İki sandık da *Kitap* doluymuş. Kitapları, sandıkları aldım.
Hayvana yükletip medreseye getirtdim. Sandıklar açıldı. Bir de ne göreyim, sandığın içinde, iki ay evvel, İstanbul’dan gelen o beyefendiye isimlerini yazdırdığım *Kitaplar* bunlar.
Üzerine de bir kâğıt konulmuş. Alıp okudum. Kâğıtda; *Halîfe-i müslimîn sultân Abdülhamîd Hân’ın hediyesidir*, yazılıydı. Çok sevindim. Efendi hazretleri, bize böyle anlattı efendim.
Efendim, ben *albay* idim. Beşiktaş’da, Hamîdiye câmiini ziyârete gitdim. İhtiyâr bir imâm beni gezdirdi. Câmi-i şerîfde, Sultân Abdülhamîd Hâna hediye edilmiş *Kâbe* örtüsünü ve *Levha*’ları gezdirdi.
Sonra da, *Hünkâr*’ın namaz kıldığı yeri gösterdi. Daha sonra bir odaya ve afedersiniz abdesthâneye girdik. Ab-desthâne taşının üstünde, iki tâne *Nalın* [takunya] vardı.
İmâm bana; *Bu nalınları, Sultân Abdülhamîd Cennetmekân giyerdi*, dedi. Sultân Abdulhamîdin mübârek ismini işitince, gözlerim sulandı.
Halîfe-i müslimînin mübârek ayaklarının temas etdiği o nalınlara eğildim. Yüzümü, yanaklarımı sürdüm, öpdüm. Gözlerimin *Yaşı* nalınlara damladı.
Yatsı vakti Ahmed Mekkî efendi ile hocamızı ziyârete gittik. Evden, kapıyı açıp, namazdadır, siz içeri buyurun, dediler. Girip oturduk. Biraz sonra hocamız geldi. Merhum Mekkî efendi, namazınızı bitirseydiniz, buyurdu. Sünneti kıldım, salât-i vitri sonra kılarım, sizi bir dakika bekletmek bana girân [ağır] gelir, cevâbını verdi. İsterseniz o gece konuşulanlardan bir hikâyeyi arz edeyim.
Mekkî efendi anlattı:
Babam İstanbul'a geldikten bir müddet sonra, Erbil'li Es'ad efendiyi ziyârete gitti. Tanıdığı halde, gereken hürmeti göstermedi. Kendisi divanda oturduğu halde, babamı kapının yanında, yerde oturttu. Başının üstünde (yâ Seyyidem Tâhâ) yazılı bir levha asılı idi. Babam, bu Seyyidim Tâhâ dediğiniz, bizim bildiğimiz Seyyid Tâhâ hazretleri midir? diye sûâl edince, hayır, o Tâhâ-i Harîrî'dir, Seyyîd Tâhâ hazretlerinin halîfesidir, dedi. Babam, bendeniz, Seyyîd Tâhâ hazretlerinin bütün halîfelerini, menkıbeleri ile bilirim, içlerinde bu isimde bir zât yoktur, buyurunca, Es'âd efendi, o, Seyyid Tâhâ'dan rüyâda hilâfet almıştır, cevâbını verdi. Biraz sonra kalktılar ve Efendi babam: "O kadar câhil ki, hilâfetin rüyâda değil, ayıkken, uyanıkken, yazılıp verileceğini dahi bilmiyor. Kusuruna bakılmaz. Sultan Abdülhamîd Hân tahta geçince, bu, sarayın etrafında dolaşıp, hizmetçi kadınlara fal bakardı. Bunun için Sultan onu İstanbul'dan çıkardı ve Abdülhamîd Hân tahttan indirilince tekrâr İstanbul'a geldi, ama şeyh olarak. Eh, zaman değişti. Bize muâmelesine gelince, kaba bir Kürd hocaya yapılsa dahî, ayıb sayılacak harekette bulundu" buyurdu.
[Gün batarken gördüğüm son ışık, sf: 110-111]
Not: Burada dikkat edilmesi gereken asıl mevzu, tarikatte rüyada hilafet verilemeyeceği hususudur. Çünkü rüyada hilafet verileceği hususu meşru kabul edilirse, o zaman kötü niyetli kimselerin de yalan bir rüya uydurarak hilafet almasının önü açılmış olur. Bu durumda tarikatte sahte şeyhler çıkmasının yolunu açar. Onun için tarikatte hilafet uyanık iken ve şahitler huzurunda yazılı olarak verilir.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bu büyükler, gelen talebelerde kâbiliyet aramazlar. Zîra onlar, bir *Taş*’a teveccüh etseler veyâ dokunsalar, hattâ sâdece baksalar, o taş *Feyz* alır, feyz verir. Hattâ *bin sene* geçse bile, o feyz, o taşdan gitmez efendim.
O büyüklerin tahmînî konuşmaları, *Allahü a’lem* demeleri, yâni *Allah bilir ki*, demeleri veyâ öyle zannediyorum ki, demeleri *Kat’iyyet* ifâde eder.
Çünkü onlar, *Mutlak böyledir* demezler, bir açık kapı bırakırlar.
Meselâ Efendi hazretleri; *Bu gün, dünyâda bir mürşid-i kâmil, şurada yok, şurada yok, şurada yok, belki Hindistân’da vardır*, buyurdular.
İşte o *Belki* kelimesi, kat’iyyet ifâde eder. O gün Hindistân’da vardı efendim, İsmi de, *Ehlisünnet Hân*. Hattâ bu zât, bir kitap yazmış. Ben okudum o kitâbı.
Bir yerinde yazmış ki: *Bizi seven, yolumuzu seven, bu büyükleri seven kimseye, kabir azâbı olmaz*. Öyle buyurmuş Mübârek.
*******
Bir kadıncağız, kocasına devâmlı söylermiş, dermiş ki: *Ne olur, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine söyle, ben Ona bağlanmak istiyorum*. O da; Söylerim hanım! dermiş, ama gidince unuturmuş.
Ertesi gün bir daha sormuş: *Söyledin mi efendi?* Aaa, Vallâhi unutdum hanım. *Niye unutdun?* Hanım, bu gün öyle bir sohbet vardı ki, Vallâhi aklıma bile gelmedi. Hanımı; *Bâri bugün söyle*, demiş.
Adam da; Hayhay hanım söylerim, demiş, ama gene unutmuş. Derken hanım vefât etmiş efendim. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri namâzını kıldırmış ve *Allahü a’lem, bizi sevenler kabir azâbı çekmez*, buyurmuş.
Ertesi gün, bu kadıncağızı rüyâda görüyorlar. Diyorlar ki: Allahü teâlâ sana ne muâmele etdi?
Kadıncağız sevinç içinde; *O zâtı sevdiğim için kabir azâbı çekmiyorum*, demiş. Kabir azâbı yok. Niçin? O zâtı sevdiği için. Sevmek kâfi, ne büyük *müjde* kardeşim