Tarîkâtte hilâfet rüyâda verilmez

 Yatsı vakti Ahmed Mekkî efendi ile hocamızı ziyârete gittik. Evden, kapıyı açıp, namazdadır, siz içeri buyurun, dediler. Girip oturduk. Biraz sonra hocamız geldi. Merhum Mekkî efendi, namazınızı bitirseydiniz, buyurdu. Sünneti kıldım, salât-i vitri sonra kılarım, sizi bir dakika bekletmek bana girân [ağır] gelir, cevâbını verdi. İsterseniz o gece konuşulanlardan bir hikâyeyi arz edeyim.

 Mekkî efendi anlattı:

Babam İstanbul'a geldikten bir müddet sonra, Erbil'li Es'ad efendiyi ziyârete gitti. Tanıdığı halde, gereken hürmeti göstermedi. Kendisi divanda oturduğu halde, babamı kapının yanında, yerde oturttu. Başının üstünde (yâ Seyyidem Tâhâ) yazılı bir levha asılı idi. Babam, bu Seyyidim Tâhâ dediğiniz, bizim bildiğimiz Seyyid Tâhâ hazretleri midir? diye sûâl edince, hayır, o Tâhâ-i Harîrî'dir, Seyyîd Tâhâ hazretlerinin halîfesidir, dedi. Babam, bendeniz, Seyyîd Tâhâ hazretlerinin bütün halîfelerini, menkıbeleri ile bilirim, içlerinde bu isimde bir zât yoktur, buyurunca, Es'âd efendi, o, Seyyid Tâhâ'dan rüyâda hilâfet almıştır, cevâbını verdi. Biraz sonra kalktılar ve Efendi babam: "O kadar câhil ki, hilâfetin rüyâda değil, ayıkken, uyanıkken, yazılıp verileceğini dahi bilmiyor. Kusuruna bakılmaz. Sultan Abdülhamîd Hân tahta geçince, bu, sarayın etrafında dolaşıp, hizmetçi kadınlara fal bakardı. Bunun için Sultan onu İstanbul'dan çıkardı ve Abdülhamîd Hân tahttan indirilince tekrâr İstanbul'a geldi, ama şeyh olarak. Eh, zaman değişti. Bize muâmelesine gelince, kaba bir Kürd hocaya yapılsa dahî, ayıb sayılacak harekette bulundu" buyurdu.


[Gün batarken gördüğüm son ışık, sf: 110-111]


Not: Burada dikkat edilmesi gereken asıl mevzu, tarikatte rüyada hilafet verilemeyeceği hususudur. Çünkü rüyada hilafet verileceği hususu meşru kabul edilirse, o zaman kötü niyetli kimselerin de yalan bir rüya uydurarak hilafet almasının önü açılmış olur. Bu durumda tarikatte sahte şeyhler çıkmasının yolunu açar. Onun için tarikatte hilafet uyanık iken ve şahitler huzurunda yazılı olarak verilir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu büyükler, gelen talebelerde kâbiliyet aramazlar. Zîra onlar, bir *Taş*’a teveccüh etseler veyâ dokunsalar, hattâ sâdece baksalar, o taş *Feyz* alır, feyz verir. Hattâ *bin sene* geçse bile, o feyz, o taşdan gitmez efendim. 


O büyüklerin tahmînî konuşmaları, *Allahü a’lem* demeleri, yâni *Allah bilir ki*, demeleri veyâ öyle zannediyorum ki, demeleri *Kat’iyyet* ifâde eder. 


Çünkü onlar, *Mutlak böyledir* demezler, bir açık kapı bırakırlar. 


Meselâ Efendi hazretleri; *Bu gün, dünyâda bir mürşid-i kâmil, şurada yok, şurada yok, şurada yok, belki Hindistân’da vardır*, buyurdular. 


İşte o *Belki* kelimesi, kat’iyyet ifâde eder. O gün Hindistân’da vardı efendim, İsmi de, *Ehlisünnet Hân*. Hattâ bu zât, bir kitap yazmış. Ben okudum o kitâbı. 


Bir yerinde yazmış ki: *Bizi seven, yolumuzu seven, bu büyükleri seven kimseye, kabir azâbı olmaz*. Öyle buyurmuş Mübârek. 

*******

Bir kadıncağız, kocasına devâmlı söylermiş, dermiş ki: *Ne olur, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine söyle, ben Ona bağlanmak istiyorum*. O da; Söylerim hanım! dermiş, ama gidince unuturmuş. 


Ertesi gün bir daha sormuş: *Söyledin mi efendi?* Aaa, Vallâhi unutdum hanım. *Niye unutdun?* Hanım, bu gün öyle bir sohbet vardı ki, Vallâhi aklıma bile gelmedi. Hanımı; *Bâri bugün söyle*, demiş. 


Adam da; Hayhay hanım söylerim, demiş, ama gene unutmuş. Derken hanım vefât etmiş efendim. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri namâzını kıldırmış ve *Allahü a’lem, bizi sevenler kabir azâbı çekmez*, buyurmuş. 


Ertesi gün, bu kadıncağızı rüyâda görüyorlar. Diyorlar ki: Allahü teâlâ sana ne muâmele etdi? 


Kadıncağız sevinç içinde; *O zâtı sevdiğim için kabir azâbı çekmiyorum*, demiş. Kabir azâbı yok. Niçin? O zâtı sevdiği için. Sevmek kâfi, ne büyük *müjde* kardeşim

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın dînine hizmet edenlere, meselâ bizim kitaplarımızı satanlara, hediye edenlere, dağıtanlara, yâni Allahü teâlânın dînini öğretenlere veyâ öğretilmesine sebep olanlara ne mutlu.


Çünkü Allahü teâlâ onlara, Cennette öyle *Köşk*’ler verecek ki, insanlar o köşkleri görünce şaşıracaklar, hattâ merak edecekler.


*Allah Allaaah! Bu köşkler, acabâ hangi *Peygamberin* köşkü? Hangi *Evliyânın* köşkü? diye birbirlerine soracaklar. Cenâb-ı Hak da bunu bildirecek ve: 


*Hayır hayır, onlar ne Evliyâlarındır, ne de Peygamberlerin. Onlar, âhir zamanda gelip de, benim dînimi, benim kullarıma öğretenlere âitdir*, diye buyuracak. 


*Tam İlmihâl*, bir hazîne kardeşim. İçinde herşey var. Bu bilgilerin hepsi, ehl-i sünnet âlimlerinin kelâmlarıdır. O büyüklerin sözleridir. Bu kitâbın içinde, bize âit tek bir *Satır*, hattâ tek bir *Kelime* yok. 


Peki, bu bilgileri nerden aldık? Bu *İlmihâl*, tanınmış büyük İslâm âlimlerinin, *Arabî* ve *Fârisî* olarak yazdığı *Bin*’den fazla kıymetli kitâplardan alınarak hazırlanmışdır. 


Yâni bu *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbı, binlerce *Çiçek*’den, tek tek toplanarak yapılan *Tatlı* ve *Şifâlı* bal gibidir kardeşim. 


Bu ilmihâli okuyan, *Âlim* olur. Hele içindekilerini yaparsa, *Evliyâ* olur efendim. Böyle bir hazîne varken, başka kitâba ihtiyâç var mı? 


Efendim her *Kitap*, o günün şartlarında, o günün insanlarına, o insanların suâllerine cevap olarak yazılmışdır. 


İşte o kıymetli kitaplardan, bugüne âit olanları, yâni bu zamânın insanlarına lâzım olanları seçilmiş ve *Tam İlmihâle* konmuşdur. Çok mühim bu. 


Benim ömrüm, bu kitâbın içinde geçdi. Onun için bu asrın mürşid-i kâmili, *Tam İlmihâl*’dir efendim. 


Bir insan, birini çok seviyorsa, ondan çok bahsedilmesini ister veyâ kendisi, hep ondan bahseder. Benim ömrüm, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerini ve *Abdülhakîm Efendi* hazretlerini anlatmakla geçdi. 


Tekrar tekrar anlatıyorum. Hattâ siz bunları biliyorsunuzdur, daha önce duymuşsunuzdur. Ama ben yine de anlatırım. Benim işim bu. Peki, tekrar tekrar anlatmanın ne fâidesi var? 


Efendim, 1000 defâ da dinleseniz, 1001 inci defâsında yine bir şey istifâde edersiniz. Çünkü her seferinde, o *Büyükler*’in rûhâniyeti orada hazır olur. *Feyz* alırsınız, kalbiniz nûrlanır. Mühim olan da, beyin değil, *Kalb*’dir.

İlm-i ledünnî

 Bu ilmin yetmiş iki derecesi vardır. En aşağısı, bir ağaca bakınca yapraklarının, denize bakınca katrelerinin, kumsala bakınca kum danelerinin sayısını bilmek ve saîd ile şakî olanı ayırmaktır.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

Namaz kılmak Allahu teâlâya teveccüh etmek demektir

 "Namaz kılmak, Allahu teâlâya teveccüh etmek demektir. Dünyâda şer'i şerîfe muvâfık namaz kılanlara hakaik münkeşif olur. İlm-i ledünnî ihsân olunur. Bu ilmin yetmiş iki derecesi vardır. En aşağısı, bir ağaca bakınca yapraklarının, denize bakınca katrelerinin, kumsala bakınca kum danelerinin sayısını bilmek ve saîd ile şakî olanı ayırmaktır. [Bursa'daki Emîr Sultan ledünnî ilme sâhib olanlardandı, ama o hâli ile Molla Fenârî hazretlerinin eline su dökecek mertebede değil idi. Efendi'ye, Fahreddîn Râzî hazretlerinin İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe Efendimize (radıyallahü anh) bazı itirazları suâl edildiğinde, "Fahreddîn Râzî, Ebû Hanîfe hazretlerinin eline su dökecek mertebede değildi" buyurmuşlardır.] Bunlar kabirde namaz kılarlar. O namaz kıyâm ve rükû' değildir. Allahu teâlâya teveccüh etmektir."

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Gün batarken gördüğüm son ışık, sf: 62-63]

Yâdigâr mektûblar 79.mektûb

 Erzincan'da askerlik yaparken talebesi olup, köyündeki eski ilkokul binasının Kur'ân-ı kerîm kursuna tahsis edilip edilemeyeceğini soran İzmirli Kenan Can'a cevaben 9.10.1967'de yazılmıştır.

Ve aleyküm selâm kardeşim.

Mektubunuza ve alâkanıza teşekkür ederim. Cenâb-ı Hak cümlemizi hayırlı teşebbüslerimizde muvaffak buyursun.

Kur'an kursu binası için düşünceniz güzel. Ancak Mearif Vekâleti ile Diyânet İşleri Başkanlığı, bütçesi tamamen ayrı birer teşkilât. Bunlar aynı vekâletin idaresinde olsaydı, belki bir çare düşünülebilirdi. Hâlihâzır durumda eski ilkokul binasının kurs yapılmasına müsaade etmeleri imkânsız gibidir.

Size yardım edememekten üzülüyoruz.

Selâm eder, duâlarınızı bekleriz.

H. Hilmi Işık 

Yâdigâr mektûblar 78.mektûb

 Enver Ören Bey'e [Napoli'ye] yazılan mektûb

26 Ramezân-ı Mübarek 1387 Perşembe [28.12.1967]

Selâmün aleyküm kıymetli yavrum Enver Bey

Bugün Cum'a ve Kadr gecesine dâhil oluyoruz. Bu iki en kıymetli gecenin ve önümüzdeki ıyd-ı fıtrın hepimiz hakkında ve bilcümle ehl-i imân hakkında hayırlı olmasını Cenâb-ı Hak'dan duâ ederim. Orada kalma müddetinizin temdîd edilmesine [uzatılmasına] üzüldüğünüzü yazıyorsunuz. El-hayrü fî mâ vakaa. [Vâki olan] Her şeyde hayır vardır. Orada bulunmanızın uzun olmasını, daha istifâde etmenizi arzu ediyoruz. Vaktinden evvel çağırsalar da çok üzülürdük. Lehülhamd öyle olmamış. Hakkınızda inşâ[allah] hayırlı olur. Ömürler çabuk geçiyor. Bugünleriniz size bir daha bulunmaz tatlı bir hâtıra olarak kalacakdır. Cenâb-ı Hak hepimize sıhhat ve âfiyet versin. Ömür olunca, vakitlerin nasıl geçdiği anlaşılamaz bile.

Lehülhamd hepimiz çok iyi ve rahatız. Vâlideniz hanımın sıhhati iyidir.

Halîfe-i rûy-i zemîn, imâmü'l-müslimîn Cennetmekân merhûm ve mağfûr sultan Abdülhamîd hân-ı sânî rahmetullahi aleyh hazretlerinin zevce-i mutahharaları [Behice] kadın hanım efendiye âcizâne selâm ve hürmet ederim. Bu mübârek günlerde müstecâb duâlarına biz fakirleri de idhâl buyurmalarını istirhâm eylerim. Onlardan bahseden satırlarınızı büyük bir zevk ve lezzetle okuyoruz. Bu dünyâda rü'yet-i âlileri ile müşerref olmaklığımız için duâ ediyorum. Yahyâ Efendi Dergâhı'nın hâlen imâmı talebelerimizdendir. Merhûm mahdumlarının isimlerini ve târih-i vefatlarını bildirirseniz gidip kabrini ziyâret etmek ve vâlidelerinin selâmlarını âcizâne rûh-i pür-fütuhlarına arz etmek istiyorum.

[Behice İkbal'in ağası] Muhterem Celâl Beyefendi'ye selâmlarımı ve âciz duâlarımı sunarım. O fedâkâr ve sâdık birâderimin duâ buyurmalarını çok ricâ ederim.

Din ve dünyâ selâmetinize âcizâne duâ ederim. Dâhilden dâhîle [hanımlar da] selâm, duâ ve hürmet ediyorlar.

Mualliminiz Hüseyn Hilmi Işık 


Kıymetli oğlumuz Enver Bey,

Karşılaşmış olduğumuz mübârek şeker bayramınızı candan tebrîk eder daha birçok hayırlı bayramlara sağlık, neş'e ve sevdikleriniz ile yetişmenizi Cenâb-ı Hakdan temenni ederim.

Dünyevî ve uhrevî bütün iyiliklerinize duâ eder, sizden duâlarınızı bekleriz.

Sîret Işık


Not: Enver Bey'in Napoli günlerinin tafsilatı için bkz. Ekrem Buğra Ekinci: Sultan Abdülhamid'in Son Zevcesi Behice Sultan'la Altı Ay, İstanbul 2017.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâmın hepsi *Şehîd*’dir kardeşim. Neden? Allah yolunda cihâd etdikleri için. Dîn-i islâmı yaymak için Arabistânı terk etdiler. Allah yolunda cihâd için yürüdüler ve şehîd oldular. 


Bizim âbiler de hepsi *Şehîd* olacaklar, yatakda ölseler bile. Niçin? Allah yolunda yürüdükleri için. Şehitler, ölürken hiç acı çekmezler. Daha doğrusu, öldüklerinin farkına bile varmazlar.


*Nevm-ül âlimi ibâdetün*. Ne demek bu? Âlimin uykusu ibâdetdir. Âlim, çok kitap okuyan, çok şey bilen değil efendim. *Âlim*, hakkı bâtıldan ayırandır. Yâni bu *Doğru*, bu *Yanlış* diyebilendir. 


Biz Efendi hazretlerinden bunu öğrendik. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*. Bizim âbiler de bunu biliyorlar. O hâlde arkadaşlarımızın hepsi *Âlim*’dir kardeşim. Neden? 


Çünkü onlar da hakkı bâtıldan ayırıyorlar. Kim sevilir, kim sevilmez, bunu da iyi biliyorlar. O hâlde bütün arkadaşlarımız *Âlim*’dir, uykuları *İbâdet*’dir. 


Bu ni’mete nasıl şükredilir kardeşim? İşte bunun için bizim arkadaşlar, *Bid’at* ehli olmazlar. *Müşrik* hiç olmazlar. 


Çünkü onların îmânları ve îtikâdları çok sağlam. Onların kalblerinde bu doğru *Îmân*, bu doğru *Îtikad* olduğu müddetçe, onlar dalâlete düşmezler. 


Günâhkâr olabilirler, ama dalâlete düşmezler. Öyleyse birbirimizin kıymetini bilelim. Hepimiz çok *Şanslı*’yız, çok *Bahtiyar’ız kardeşim. 


Mektûbâtda yazıyor ki: *Allahü teâlânın sevgili kulu olmanın ölçüsü, O’nun dînini, O’nun kullarına yaymakdır. Onlara islâmiyeti anlatmakdır*. 


Hattâ Mehmed Ma’sûm hazretlerinin bir mektûbu var. Orada da; *Sizin Allah indinde bu kadar makbûl olmanızın sebebi, orada fıkh bilgilerini yaymakdan dolayıdır*, diyor. 


Yoksa gösterdiğiniz hârikulâde hâller, kerâmetler değildir. Öyle yazıyor mektûbunda. Böyle şeylerle bizim de hiç ilgimiz ve alâkamız yok efendim. 


Böyle şeyleri düşünmek bile istemeyiz. Çünkü ihtiyâcımız yok. Zâten *Mûcize* ve *Kerâmet*, şüphesi olanlar, ihtiyâcı olanlar içindir. Bizim şüphemiz yok ki, elhamdülillah.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün dünyâda üç büyük Kerâmet var efendim. En büyük *Üç* kerâmet. Bunların dışında başka kerâmet aramaya gerek yok. Biri, bu büyükleri *Tanımak*. 


Bu, *Kerâmet*’dir efendim, herkese nasîb olmaz. Nitekim Peygamberimizi tanıyanlar, *Eshâb-ı kirâm* oldular, görenler değil. *Ebû Cehil* de gördü, *Ebû Leheb* de gördü, ama inanmadılar. 


Hattâ her görüşte, kinleri ve nefretleri artdı. Birincisi, onları *Tanımak*. İkincisi, onları *Sevmek*. İnsan tanıyabilir, ama sevemez. Sevmek çok mühim. Hubbu fillah, *Îmân*’ın şartıdır. 


Ümmeti arasında *Peygamber* neyse, talebeleri arasında *Hoca* da odur. Resûlullaha uydukları için. Üçüncüsü de, o *Büyükler*’in yolunda gitmek, başka yolda değil. İşte bu ni’mete kavuşanlar, yarın âhiretde kurtulurlar efendim. 


Efendi hazretleri bir gün buyurdular ki: 


*Kabirdekiler, dünyâdakilerden haber alırlar, dünyâda olanlardan haberdâr olurlar. Ben de haber alırım. Sevdiklerim yanlış bir iş yaparsa, haberim olur, üzülürüm*. 


Efendi böyle buyurdu. Demek ki âhirete gidenler, dünyâda olan yakınlarının hâllerini bilirler. 


Kardeşim ben yeni evlendiğim zaman, bir gün Efendi hazretlerine gitmişdim. Bana buyurdular ki: 


*Hanımı üzersen, kayınpederini üzersen, kayınvâlideni üzersen, bil ki kabirde kemiklerim sızlar. Kemiklerim sızlar ne demek? Yâni haberim olur, üzülürüm*. 


*Kabirdekiler, dünyâdan haber alırlar, dünyâda olanlardan haberdâr olurlar. Ben de haber alırım ve üzülürüm*, buyurdu. 


Az önce ne dedik? Kerâmetlerin en büyüğü *Üç* tânedir. Bu büyükleri *Tanımak*, onları *Sevmek* ve onlara *İtâat* etmek. 


Öyleyse, bizim arkadaşlarımız, birbirlerini gıybet ederlerse, birbirlerini çekemezlerse, birbirlerini üzerlerse, aralarına tefrika düşerse, ben de o zaman *Âhiret*’de olursam. 


Bütün bunlardan haberim olur ve *Üzülürüm*. Ama hizmet ederlerse, kitaplarımızı yayarlarsa, yine haberim olur ve çok *Sevinirim*.

Seyyîd Muhammed Efendi'nin İstikâmet risâlesinden bir bölüm

Hazret-i Şeyh’in (kaddesallahu teâlâ sirreh) mahdûm-ı kerîmi ve halîfe-i şerîflerinden [Allâme] sıfatlı Seyyîd Muhammed Emîn Efendi'nin (kuddise sirruh)  Nakşibendî yoluna dair yazdıkları [İstikâmet] risâlesinde buyuruyorlar ki;

“... O halde hevâ ve nefsin hazzına dâir olan ibâdetler böyle olursa, ibâdetlerin dışı ve belki şerîate muhâlif olup, sadece nefsin hevâ ve hevesine mübteni olup, diğer tarîkatlerde yapılmakta olan def çalmak, raks etmek, gazel okumak, ve tegannî etmek gibi işlerden ne fazîlet beklenebilir ve iyilik düşünülebilir? Âh, âh! Binlerle âh! Ve yazıklar olsun ki, şu bir nefis cevher olan Nakşibendî âlî tarîkatinin bir takım hâsılatsız ve sermâyesiz olan mensubları, Bu çirkin hareketleri ortaya koyup devam etmektedir. Şöyle ki, bazıları başlarına bir nikab (örtü) örtüp, yüzlerine perde [peçe] çekiyor. Bunun aslı ve ma'nâsı, şer'an ve aklen riyâ ve sümadan (gösteriş ve yapmacıklıktan) başka bir şey değildir. Bazıları da, Şeyh yolda yürürken, karşısında defler çalıp, yahud yüksek sesle gazel ve ilâhîler okuyup, bir taraftan şerîatin hilâfına, bir taraftan da gerçekten tarîkate aykırı iş yapıyorlar. Hattâ meşguliyet, susma, kendinde olmama ve nefsi sıkıştırma zamanları olan teveccüh ve hatimler esnâsında, şu gazellerin okunmasıyla, orada bulunanları zikir, fikir ve meşguliyetten alıp, nefislerinin istek ve hevâsını kuvvetlendirirler.

Sâir tarîklerde böyle meşrû' olmayan şeyleri işlemede, kendi şeyhlerini öne sürüp, biz onlara uyuyoruz, onları taklîd etmek bize gerektir, gibi sözler söyleyip bir ma'zeret ileri sürmek oluyorsa da, bu işlerin meşrû' olmamasıyla beraber Nakşibendî meşâyıh-ı kirâmı da bu gibi şeyleri şiddetle men' ve nehy ettikleri halde, böyle zâtların mensubu olanlarda şu fiillerin işlenmesinde asla özür ve behâne etmede tutunacakları hiçbir delil ve dal yoktur.

(Son Halkalar I,  sf.157-158)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Âhiretde herkes, kitaplarımızı dağıtan bu âbilere, bu arkadaşlara gıpta edecek. *Keşke, biz de bu ekibe dâhil olsaydık*, diyecekler. Neden? Çünkü bu kardeşlerimize *Cennet*’de çok büyük dereceler ihsân edilecek. 


Hocasından, bir dînî mesele öğrenmek için yola çıkan talebenin ayaklarının altına, melekler gelir, kanatlarını döşerler. Niçin? Şereflenmek için. 


Karadaki bütün *Hayvanlar*, yalnız kelebek türü bir milyondan fazla, havadaki bütün *Kuşlar* ve denizdeki bütün *Balıklar*, onun için duâ ve istiğfâr ederler. Bu, öğrenmek için gidene.


Ya öğretmeye giderse. Ya birine bir *Kitap* vermek için giderse, düşünün artık. Öğretmek için gitmek, emr-i mârufdur. *Emr-i mâruf* sevâbı yanında *Cihâd* sevâbı, deryâ’da damla bile değildir. 


Bu zamanda en iyi emr-i mâruf şekli, kitap vermekdir kardeşim. Birini sevindirmek mi istiyorsun? Ona, bir *Namaz Kitâbı* ver, o kadar. 


Bunu yapmak, hem *Cihad*’dır, hem de en güzel *Emr-i mâruf*’dur Bunu yapana, Allahü teâlâ, yüz şehîd sevâbı veriyor kardeşim. 


Bir genç, köyünden çıkıp mübârek bir zâta geliyor ve hizmet istiyor. Hoca Efendi; *Sana verecek bir iş yok*, dese de, o genç; Efendim, beni parçalasanız da gitmem buradan, ben size hizmete geldim, diyor. 


Allah Allaah! Hoca Efendi ne yapsın; *Al o zaman baltayı, git dağa, çalı çırpı topla, denk yap getir, birikdir, kışın yakar ısınırız*, diyor. 


Genç; *Emrin olur hocam*, diyor ve gidiyor dağa. Her sabah, hava buz gibi, yağmur, çamur dinlemiyor, soğukda karda kışta gidiyor, çalı çırpı topluyor, *Denk* yapıp getiriyor, biriktiriyor. 


Bir müddet sonra, kendi kendine; *Ben buraya hizmete geldim, ama şu denklerden başka bir faydam olmadı*, diye düşünerek, hocaya da sormadan köyüne geri dönüyor. Gitdiği gece bir *rüyâ* görüyor. 


Mahşerde hesâbı görülüyor. Günahları çok olduğu için melekler Cehenneme götürüyorlar. Tam ateşe atacaklar, o esnâda gökden bir sürü *Denk*’ler, patır patır yere düşüyor. Cehennemle o genç arasında *Perde* oluyor. 


Bir de bakıyor ki, kendi yapdığı, biriktirdiği  denkler. O anda uyanıyor. Tabii anlıyor hatâ ettiğini. *Eyvaah! Ben ne yapdım!* diyor. O gün dergâha geri dönüyor ve daha büyük bir aşkla, şevkle, denk yapmaya devam ediyor.