Felsefecilerin üstünde olan islâm âlimleri vardır

 Aklı olmıyan delidir. Aklını kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhetdir. Aklı az olan da ahmakdır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, eski kafalı felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde, ona güvenen, aklın ermediği,yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde islâmiyyetde felsefe yokdur, islâm felsefesi, islâm felesofu yokdur. Felsefenin üstünde olan islâm ilmleri ve felsefecilerin üstünde olan islâm âlimleri vardır.

(Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi teâlâ aleyh ")

Kalb hastalığı sonsuz ölüme sebebdir

 Ey mes’ûd ve temiz kardeşim! İnsanın bedenine bir hastalık gelince ve uzvunda bozukluk olunca, o hastalığı gidermek ve o bozukluğu düzeltmek için, o kadar uğraşır da, kalb hastalığı kendisini sonsuz ölüme ve bitmez tükenmez azâblara sürüklediği hâlde, bu korkunç hastalıkdan kurtulmağı hiç düşünmemekdedir ve onu gidermek için hiç kıpırdamamakdadır. Kalbin hasta olması demek, Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olmasıdır. Eğer, kalbin bu tutulmasını hastalık bilmezse, çok alçak kimsedir. Eğer bilir de, aldırış etmezse, çok pisdir.

(Mektûbât-ı Rabbânî,1/219)

Müslümanlar dört mertebe içinde yer alır

 Seyyid Ahmet Arvasi'den (Doğrudan Kur'an diyerek milletimizi mezhebsizliğe teşvik ederek 1400 seneden beri bozulmadan bize kadar gelen dinimizi, itikadımızı bozmak isteyenlere cevap...)


«Tarik-ün Necat» adlı kitabın yazarı Hace Muhammed Hasan Sahib Serhendî'ye göre, yukarıda sayılan kaynaklar karşısında, müslümanlar, dört mertebe içinde yer alırlar:


 1. Mertebe yüce Peygamberimizin mertebesidir. Dinimizin en yüce ve şerefli merkezi O'dur. Kitap O'na indirilmiştir. O, Kur'ân-ı Kerîm'in bütün sırlarına vakıf tek kişidir. Peygamberimiz, «doğrudan doğruya Kur'an-ı Kerimden ilham alan ve başka bir kaynağa ihtiyacı olmayan tek insandır» ve O'ndan gayrisi bu iddiaya kalkışırsa küstahlık etmiş olur. Hiç kimse. yüce Kitabımızı, Peygamberimizin tebliğleri dışında tefsir ve tevil edemez.


 2. Mertebe, Ashab-ı Kiram'ın mertebesidir. Onlar yüce Peygamberimizin sohbetiyle bereketlenmiş yüce bir kadrodur. Onlara Kitap ve Sünnet kâfi geldi. Yüce Peygamberimiz, hazır bulundukça, onlar asla başka bir kaynağa baş vurmadılar.


 3. Mertebe, Tabiînin mertebesidir. Tabiinin, Peygamberimizi göremeyip O'nu görenleri (yani Ashab'ı) görenlerdir. Bunlar, ashab'dan Kitap ve Sünnet'i öğrenmekle kalmadılar, onların icma'ına da şahit oldular ve onlara uydular. Peygamberimizin «Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtulursunuz» hadîsine uyarak yaşadılar. Üçüncü nesil olan <te-be-i tabiin» de onların izlerinden gittiler. Yani onlar için üç kaynak vardı: Kitap, Sünnet ve İcma-ı Ümmet. Bunlara «Selef-i Sâlihin» adı verilir.


 4. Mertebe, yukarıda saydıklarımızdan sonra gelen müslümanların mertebesidir. Nur kaynağından uzaklaştıkça müslümanların işi güçleşiyordu. Yüce Allah, dinini, büyük âlimler eliyle korudu ve müslümanların işini kolaylaştırdı. Hicretin birinci ve ikinci asrında büyük müctehidler yetişti. Aralarından Imam-ı Âzam, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Hanbel gibi «mutlak müctehidler» çıktı. Ümmetin büyük çoğunluğu, onların «mezhep»lerini kabul ettiler, işleri kolaylaştı ve sapıklığa düşmediler.


Bu «mezhep' imamlarının» Kitaba, Sünnete, İcma'a uygun olarak ortaya koydukları «ictihadlarından» Ehl-i Sünnet Vel Cemaat» adı verilen «ana cadde» açıldı. Selçuklu ve Osmanlı âlimleri bunların izlerinde yürüyerek tertemiz bir dinî hayat yaşadılar ve Türk milletine yaşattılar. Bunun tabiî bir neticesi olarak da Türkler, tam dört yüzyıl «Yüce Peygamberimizin Halifesi olmakla» şereflendiler. Dinde sapık akımların ve yolların doğmasını engellediler.


 (Seyyîd Ahmet Arvasi, Türk-İslam Ülküsü 2. cilt)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben, Cum’a akşamı atlardım trene, İstanbul’a gelirdim. Pazar günü de, akşam oradan trene biner, Ankara’ya gelirdim. Yâni bir gün için gelirdim. Niçin? *Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini göreyim*, diye. 


Onu, o kadar çok severdim. Bir gün Efendi hazretleri ile, bir bahçede baş başa oturuyorduk. 1939 senesi idi. Ben yirmisekiz yaşındayım o zaman. 


Nasıl olduysa, orada usûlümü bozdum. Esâsen Efendi’ye hiç birşey söyliyemezdim, suâl soramazdım efendim. Ama o gün bahçede oturuyorduk. 


Ben, birden bire; *Efendim ben evlenmek istiyorum*, deyiverdim. Nasıl söyledim bilmiyorum, ama söyledim. Nasıl söylediğime hâlâ şaşıyorum. Hiç böyle şey yapmazdım.


Ben böyle deyince, Efendi; *Öyle miii? Ciddî mi söylüyorsun?* buyurdular. Hiç unutmam. *Ciddî* kelimesini söyledi orada. Ben de; Evet efendim, dedim. 


*Peki, kiminle evleneceksin?* buyurdu. Siz kimi emrederseniz onunla, dedim. Hoşuna gitdi tabii. Tekrar bana; *Ciddî mi söylüyorsun?* buyurdu. Evet efendim, dedim. 


*Peki öyleyse, sen Ziyâ beyin kızı Sîret’i alacaksın*, buyurdu. Sonra da bana; *Olur mu?* dedi. Ben; Elbet olur, tamam efendim, dedim. 


Bu, benim için bir *Müjde* oldu. Çünkü Ziyâ beyi çok severdi. Bunu herkes de bilirdi. Hattâ, her zaman ona duâ ederdi. Onun üzülmesini istemezdi 


Efendi hazretleri İzmir’de tutuklu iken, izinle Ankara’ya getirildiğinde bile, evvelâ, *Ziyâ beye telefon edin, iyi olduğumu bildirin, tek üzüntüm Onun üzülmesidir*, demişdi. 


Ziyâ bey, Karamürsel kumaş fabrikaları’nın müdürü idi. Efendi hazretleri, evlilik için bana; Ben *Ziyâ beyle konuşunca sana haber gönderirim*, buyurdu. 


Ben yine; Efendim, ben merak ederim, gitmeden konuşsanız, dedim. Çünkü Ertesi gün gidecekdim. Bir günlüğüne gelirdim. Bâzen cumartesi gelir, Pazar günü dönerdim. 


Ben öyle söyleyince; *Öyleyse Ziyâ beyi çağır, gelsin*, buyurdu. Hemen Vefâ’daki, fabrikaya gitdim. Masanın üzerine birçok evrak çıkarmış, çalışıyordu. Kendisine;


*Efendi hazretleri sizi çağırıyor*, dedim. Ziyâ bey korkdu; *Hayrdır inşallah, bir şey mi oldu acaba?* dedi. Yok efendim, neş’eliydi, size hayrlı bir haber verecek, dedim. 


*Peki, sen git, ben de geliyorum*, dedi. Ben Efendi hazretlerinin yanına girdiğimde, hemen arkamdan Ziyâ bey de içeri girdi. Efendi, bana; *Sen çık, Ziyâ beyle yalnız konuşayım*, dedi. 


Ve ikisi baş başa konuşdular. Sonra Efendi hazretleri beni çağırıp; *Ziyâ bey tamâm diyor, bir de kızın annesiyle konuşayım, belki kızımız küçük der*, dedi. 


Ardından da; *Ben kızın annesiyle görüşeyim, sonra sana haber gönderirim*, dedi. Ben yine; Efendim ben merak ederim, râhat edemem, ben gitmeden konuşsanız, dedim.


Efendi; *Peki!* buyurdu. İkimiz, Fâtih’deki şimdi oturduğumuz eve geldik. Ben işte bu odada oturuyordum. Yan odada, Efendi hazretleri Ziyâ beyle konuşdu. Yalnız annesi; *Kızımız henüz küçük*, demiş. 


Efendi hazretleri de; *Küçük değil*, demiş. Sonra Ziyâ bey, hanımına; *Efendi hazretlerinin sözüne îtirâz edilmez, O ne derse o olur. Sîret’i Hilmi’ye vereceğiz*, demiş. 


Ertesi gün Efendi hazretleri, hem *Hanefî*, hem *Şâfiî* mezhebine göre nikâhımızı kıydı, düğünümüz de oldu. Velhâsıl beni Efendi hazretleri evlendirdi.


Düğün olduğunun ertesi gün, aldım ben bizim hanımı, birlikte Efendi hazretlerine gitdik. *Fâtih*’den *Eyübe*, Efendiyi ziyârete gitdik. Odada başka kimse yokdu. 


Efendim, bu sabah bunlar hâtırıma geldi de anlatıyorum size. Çok tatlı hâtıralar bunlar. Evde bugün bunları, o tatlı günleri hatırladım da *Ağladım* evde bu sabah. 


Velhâsıl ertesi gün Efendi hazretlerine gitdik. Odaya girdik, tenhâ idi, kimseler yokdu. Efendi hazretleri tek başına oturuyordu. Bizi de karşısına oturtdu, yan yana. 


Efendi hazretleri benimle başdan konuşmadı. Evvelâ bizim hanıma; *Hilmi’den memnûn musun?* buyurdu. Çok büyük bir imtihân geçirdim. 


Ya, *Râzı değilim, memnûn değilim!* derse, diye ödüm patladı orada. Acabâ ne cevap verecek diye merakla bekledim. Bizim hanım da; *Memnûnum*, dedi, o kadar. 


Başka birşey demedi. Ben de sevindim tabii. Bu sefer bizim hanıma ne dedi biliyor musunuz? *Sen benim kızım mısın, gelinim misin?* diye sordu. 


Tabii hanımanne sustu, şaşırdı çünkü. Ben de öyle dinliyorum. Bizim hanım cevap vermeyince, Efendi hazretleri kendisi cevap verdi. Ne dedi biliyor musunuz?


Bana, en büyük müjdeyi verdi orada. *Sen benim, hem kızımsın, hem de gelinimsin*, dedi. Ne demek gelinimsin? Bunun mânâsı; *Hilmi, benim oğlumdur*, demekdir. 


Bunun mânâsı budur. Ben bu *Müjde*’yi aldım elhamdülillâh. Ne büyük ni’met. Bu da, benim için ikinci *müjde* oldu. Efendi hazretleri, benim için *Oğlum* dedi. 


Efendi hazretleri beni şımartmamak için; *Hilmi benim oğlumdur*, demiyor da, bizim hanıma; *Sen benim, hem kızımsın, hem de gelinimsin*, diyor. Orada bu *Müjde’yi aldım elhamdülillah.

Kul hakkı

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *Otuz sene, bu insanlara islâmiyeti anlatdım, îmânı anlatdım, anlıyan çok az, üç beş kişi ancak çıkar*, buyurdu. Tabii buna şaşırmamak mümkün değil. 


Çünkü efendim, böyle bir mübârek zât, bu kadar mümtaz bir insan, mümtâz bir cemâate *Îmânı* anlatıyor. Anlıyan üçü beşi geçmiyor. 


Hâlbuki bizim *Îmân ve İslâm* kitâbını birisi okusa, bir saatde biter, yarım saatde biter. Ne hikmeti var acabâ? Cevâbı şöyledir ki: 


Bir kimse kul hakkına inanmış olsa, kul hakkı, yalnız *para* değil ki. Bir sert bakış, bir yan bakış, bir kalb kırmak, bir mü’mini incitmek, bunların hepsi *Kul hakkı*’na girer. 


*Gıybet* ve *Sû-i zan* da kul hakkıdır. Ve kul hakkını Allahü teâlâ affetmiyor. İllâ ki, özür dileyip helâllık alacaksın. İşte bunu bilen bir kimse, ayağını uzatıp da yatabilir mi? 


İşte Efendi hazretlerinin bahsetdiği *Îmân*, bu îmân efendim. *Kul hakkı* nın ehemmiyetini bilen bir insan, öyle rahat rahat yatıp uyuyamaz. İşte *Îmân* budur. 


Ben, bizim hastânede yatarken, *Enver âbi* geldi bir gün, *Efendim*, dedi. Şu karyolanın üzerine, gökden kim bilir ne kadar çok *Sevap* yağıyor, târifi mümkün değil, dedi. 


Ben de ona; *Nereden biliyorsun?* dedim. Efendim, bu kadar insanlar kitaplarımızı okuyor, istifâde ediyorlar. Yalnız burada değil, bütün dünyâya gidiyor.


Her ülkeye kitaplarımız dağılıyor. Bu kadar insan bu kitaplardan öğrenip doğru *Îmân* ediyorlar, *Namaz* kılıyorlar. Bu sevâbların bir misli de size geliyor, dedi. 


Ben de ona; *Evet, doğru* dedim. *Doğru diyorsun, kitapları ben yazdım. Ama arkadaşlar dağıtdılar. Siz dağıtıyorsunuz*, dedim. 


*Bana ne sevap geliyorsa, size de, arkadaşlara da aynısı yazılıyor, hepimiz kazanıyoruz*, dedim. 


Bütün bu *sevâblar*, Efendi hazretlerine âitdir. Çünkü biz herşeyi Ondan öğrendik kardeşim.

KALB TEMİZLİĞİ

Reşâhat kitabında, Seyyid Kâsım-ı Tebrîzî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretleri buyurdular ki;

“Meârif ve hakâikin ( tasavvuf ma’rifetleri ve hakîkatleri) bu zamanda ne için az zâhir olduğunun sebebi; asıl iş bâtının (kalbin) tasfiyesindedir (parlatılmasındadır). Tasfiye de helâl lokmasız olmaz. Bu zamanda helâl lokma az olduğundan, saf bâtın da kalmamıştır ki, ondan ilâhî sırlar zâhir olsun (görünsün).”

...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İşin esâsı, sevgi ve muhabbetdir kardeşim. Peygamber Efendimiz; *Kişi kimi severse, âhiretde onunla berâber haşr olunur*, buyuruyor. Ne demek sevmek? 


Yâni onun yolunda olmak, onun sevdiklerini sevmek demekdir. Rabbimize şükürler olsun, elhamdülillah biz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin yolundayız ve tam Onun hayâtını yaşamaya çalışıyoruz.


Buna çok ehemmiyyet veriyoruz, dikkat ediyoruz kardeşim. İnşallah âhiretde de Onun yanında oluruz. *El mer’u mea men ehabbe*. Hadîs-i şerîfdir bu ve bize büyük müjdedir. 


Herkes, dünyâda kimi seviyorsa, âhiretde onun yanında olacak. Ne güzel! İnşallah biz de âhiretde o büyüklerin yanında olacağız kardeşim. Bırakmazlar inşallah. 


*Kerîm*, yâni kerem ve ihsân sâhibi, kereminden vaz geçmez. *Men dakka bâb-el kerîmi infetehâ*. Efendi’den işitdik biz bunu. Ne demek? 


Yâni kerîmin kapısını çalarsanız, muhakkak açılır. İhsân kapısıdır o. O büyükler, istiyene verirler. 


Askerî liseyi bitirmişdim, talebeleri sınıflara ayırıyorlardı. Harbiyeye gidecekdik. Ben de sınıfın birincisiydim. Bana; *Sen ne olmak istiyorsun?* dediler. 


Ben, *Tıbbiyeye gideceğim*, dedim. *Hay hay, zâten senin gitmen lâzım* dediler. Tıbbiyeye ayırdılar. 


1,5 sene *Tıbbiye*’de okudum. Birinci sınıfa *F.K.B.* diyorlar. Yâni Fizik-Kimyâ-Biyoloji. Birinci sınıfda bunları okuduk. 


Tıbbiye birinci sınıfda iken, onların içinde ben sınıfın birincisi oldum. İkinci sınıfda da sınıfın birincisiydim. Sene ortası oldu.


Ben *Tıbbiye*’de okurkan, bir sömestre, yâni altı ay kadar anatomide yalnız *Kemikleri* okuduk. Profesör, *Moşe* isminde bir *Fransız* idi. 


İkinci sömestrede *Kadavra* dersi vardı. Birgün laboratuvarı merak etdim, gidip bakdım. Masalar var, her masanın üstünde erkek, kadın, çırılçıplak *Ölüler* var. 


Kimsesizleri toplayıp getiriyorlar. Talebeler, onların üzerinde öğrenecekler. Ellerine de birer *Bıçak* veriyorlar, ölüleri kesip insan vücûdunda neler var, onu öğrenecekler. 


Her hafta Efendi hazretlerine giderdim. Efendi’nin sözlerine bayılırdım. *Bir şeyler söylese de dinlesem*, derdim. Efendi’yi dinlemek çok hoşuma giderdi. 


Sene ortasında sömestre tâtili oldu. O hafta Efendi hazretlerine gitdiğimde, bahçede oturuyordu. Ben de gittim yanına oturdum. İkimiz, *baş başa* yalnız olarak oturduk. 


Bana, ne okuduğumu sordu. Hâlbuki 1,5 senedir *Tıbbiyede* okuyorum. Daha önce hiç sormadı da mübârek, o gün sordu. *Sen mektebinde ne okuyorsun?* dedi. Ben cevâben dedim ki:


*Kadavra* okuyoruz efendim. Ölüleri keseceğiz, içinde ne var, ne yok, sinirlerini, kemiklerini öğreneceğiz. Altı sene sonra *Tıbbiyeyi* bitireceğim, inşallah *doktor* olacağım, şimdi ikinci sınıfdayım, dedim. 


Efendi hazretleri; *Öyle miii, ben sana bir şey söylesem, beni dinler misin?* dedi. Elbette efendim, dedim. *Sen doktor olma, eczâcı ol!* buyurdu. Baş üstüne efendim, dedim. 


Ancak annem ve ablalarım, benim eczâcıya geçmeme şiddetle karşı çıkdılar. Annem, üzüntüden düşüp *bayıldı*. Ne yapacağımı şaşırdım. 


Kendi kendime; *Yârın erkenden çıkıp, sabah namâzına câmiye gideyim, câmiye ilk gelene, bu işi danışayım*, diye düşündüm. 


Ve erkenden *Süleymâniye* câmiine gitdim. Biraz sonra *iri* yapılı, *heybetli* bir bey câmiye geldi. İlk gelen o kimseye sordum.


Dedim ki: Efendim, ben *Tıbbiye*’de okuyorum. Mektebin de birincisiyim. Hocam bana; *Kaydını, Tıbbiye’den Eczâcılığa nakletdir, eczâcı ol*, diyor. 


Annem ise; *Hayır, sen doktor olacaksın!* diyor. Ben şaşırdım, şimdi ne yapayım? dedim. O zât; *Senin hocan kim?* dedi. Ben de; Abdülhakîm Efendi hazretleridir dedim. 


O zât; *Evlâdım, sen hakîkî bir büyük bulmuşsun. Böyle mübârek hocanın bir sözüne, bin ana fedâ olsun. Hocan ne diyorsa onu yap, hocanın sözünden çıkma!* dedi. 


Meğer o zât, Ehibbâ’dan *Cevad bey*’miş. Onun için Cevad bey, benim ilk mürşîdim oldu. 


Cevad bey, Efendi hazretlerinin talebelerinden, emekli bir *Paşa* idi. Herkes ondan çekinirdi. Çok heybetli biri idi. Ertesi gün hemen istîdâ yâni dilekce verdim. 


Ankara’dan cevap geldi. Diyordu ki: *Sınıfın birincisidir, çalışkandır, bunu eczâcıya geçirmeyiz, doktor olsun istiyoruz!* 


Yâni reddetdiler beni. Efendi’ye gitdim. *Efendim, böyle böyle, izin vermiyorlar*, dedim. Mübârek; *Tekrar istîdâ ver!* buyurdu. 


Ben tekrar dilekçe verdim, nihâyet kabûl edildi, Eczâcıya geçdim. Birkaç ay içinde üçüncü sınıfa gene birincilikle geçdim.

Tâlibin vasfı

 Tâlibin vasfı: Tâlib her nefeste pâsibânlık [bekçilik, gözcülük] eylemek gerektir. Cümle murâdı pîrin murâdı ve pîrin murâdı onun murâdı ola. Bu pâsibânlık sebebiyle tâlib bir seâdetle müşerref olur ki, onun fevkinde seâdet olmaz. O fenâ fillahdır. Tâlibe gerektir ki, pîrinin cemii evkatında kendi ahvâli muttali ve hâzırdır. Tâ ki pîrin cümle maksad ve murâdı, belki mevacid ve halâtı müride ayan ve müşâhid ola. Tâlibin zararlı hâtıralardan ve tabiatın icablarından kurtulmasının en güzel yolu, pîrini teveccüh kıblesi kılmasıdır ve himmetinden istimdâd etmesidir. [Yardım beklemesidir]. Zirâ kendisini Hak teâlâya teveccühten âciz bilip piri teveccüh vesîlesi etmiştir. Bu ma'nâ neticenin husûlüne sebeb olur. [İşte buradan râbıtanın ehemmiyeti anlaşılmaktadır]. 

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 105]

Şeyhin vasfı

 Şeyhin vasfı: Şeyh öyle olmak gerektir ki, müridin bâtınına tasarruf edip, ahlak-ı zemimesini [kötü ahlakını], yok ve görünmez ede. 

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 105] 

Kıymetsiz olana kıymet vermek

 * Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü teâlâ anh) buyurdu: Bir kimseye Kur'ân-ı azîmüşşân verilse, ya'nî hafız olsa, sonra başkasına verilen bir dünya ni'metini daha üstün görse, Allah katında kıymetli olanı kıymetsiz yapmış ve kıymetsiz olana kıymet vermiş olur.

Âlimler Peygamberlerin vârisleridir

 Son asrın, zahir ve batın (kalb) ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki:

“İmam-ı a’zam, imam-ı Yusuf ve imam-ı Muhammed de, Seyyid Abdülkadir Geylani gibi büyük evliya idiler. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani herbiri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife nübüvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Cafer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifadesini; “O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i aliyyenin en büyük halkasından olan Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, vilayetin (evliyalığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebu Hanife, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadis-i şerifte; “Âlimler Peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zahiri ve bâtıni ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemaldeydi.”