İlim hayattır

 Bilgisizlik ölümdür. Allahü teâlâ ilim verdikçe canlanma başlar. Her bilgi bir vebaldir. Bu vebalden amel etmekle kurtulmak mümkün olur. Her amel fayda vermez. Fayda vermesi Allahü teâlâ için yapılmaya bağlıdır. İhlâs elde edilmedikçe, kurtuluşa erilmez.”

Seyyid Ahmed Rıfai Hazretleri

Kendi yolunda olmayanın sohbetinden sakın

 Hâce Muhammed Ma'sûm'un (kuddise sirruh) Mektûbât'ının 2.Cild,110. Mektûbunun Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretleri tarafından Farsça'dan Türkçe'ye tercümesidir:

[Mektûbun tamamı değil başından bir kısmı buraya alınmıştır.]

Ey Kardeşim! Kendi yolunda olmayanın sohbetinden sakın ve bid'at ehli ile oturup konuşmaktan kaçın! Yahyâ bin Muaz Râzî (kuddise sirruh) buyurur ki: Üç sınıf kimse ile sohbetten [ahbablıktan, arkadaşlıktan beraber olmaktan] sakın: "Gafil âlimler, dinde müdahene eden [gevşek] davranan ka'riler [Kur'an okuyucular] ve câhil mutasavvıflar".

Şeyhlik makamında oturup, ameli Resûlullah'ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) sünnetine uygun olmayan ve parlak şerîatin süsü ile ziynetlenmeyen kimseden, binlerce binlerce defa sakın ve uzak ol! Uzaklara kaç. Onun bulunduğu şehirden bile çık. Olmaya ki, zamanla kalbinde ona bir meyl hâsıl olur da helâkine sebeb olur. Zirâ o iktidaya [kendisine uyulmağa] lâyık değildir. O gizli hırsızdır. Şeytanın görülmeyen, anlaşılmayan tuzağıdır. Ondan çeşit çeşit hârikalar görsen de, zâhirde [görünüşte] onu dünya ile alâkasız bulsan da, onun sohbetinden aslandan kaçtığından daha çok kaç!

Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sirruh) buyurur: Resûlullah'ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve selem) izi üzerine giden kimse hâric, bütün yollar kapalıdır. Ona açıktır. Ve yine buyurdu: Kur'ânı ezberleyip okumayan, hadîs-i şerîfleri yazmayan kimse tasavvufda iktidaya sâlih [lâyık] değildir. Zirâ bizim ilmimiz, Kitâb ve sünnet ile mukayyeddir. Yine buyurdu ki; Mukarreb, sâdık ve sâbıkun olan büyüklerin yolları Kitâb ve sünnet ile mukayyeddir ki, hakîkatta sofiyye [tasavvuf ehli] onlardır ve şerîat ve tarîkat ile amel eden ulemâ onlardır. Peygamberimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) vârisleri dahî onlardır ki, sözlerinde, ahlâklarında ve işlerinde, Ona ittiba ve iktida eylemişlerdir. Allahu teâlâ bereketlerini üzerimize akıtsın!  Ve yine mükerreren yazmışlardır: Âdâb-ı nebevîde tehâvün ve Sünnet-i Mustafavi'yi (alâ masdarihissalâtü ves-selâm) terk eden kimseyi sakın ârif sanma ve dünyâdan kopmuş ve kesilmiş gibi görünmesine, hârikul-âdelerine aldanma ve zühd ve tevekkülüne ve tevhîdle alakalı sözlerine kanma! Zirâ Yahudî, hristiyan,cûkiyye [yogiler] ve brehmenler gibi bâtıl fırkalar dahî, bu gibi işlerde, hak olan cemâat ile müştereklerdir" diye tenbîh eylemiştir. 

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, 427-428]

Veli’nin attığı ok geri dönmez

Seyyid Ebül Vefa hazretleri “rahmetullahi aleyh”, bir köye uğramıştı.

Köylülerden biri yanına gelerek;

- Efendim, bu köyde âlim bir zat var, herkes onu çok sever ve saygı duyarlar, dedi.

Ve ekledi:

- O benim babamdır ve çok hastadır şu anda. Ayağa kalkamıyor. Bir ziyaret etseniz kendisini.

Büyük Veli kabul edip vardı hastanın yanına.

Biraz konuşunca, bozuk bir itikada saplanmış olduğunu anladı.

Sordu kendisine:

- Şifa bulursan, bu bozuk itikattan dönecek misin?

- Evet döneceğim.

Namaz kılıp, dua etti

Ebül Vefa hazretleri “rahmetullahi aleyh” memnun oldu.

Kalktı ve iki rekat namaz kılıp şifa bulması için dua etti.

Sonra da ihtiyarın kolundan tutarak;

- Haydi, Allah’ın izniyle ayağa kalk! buyurdu.

Hiç hastalığı yokmuş gibi ayağa fırladı yaşlı adam.

Sapsağlam olmuştu.

Hazret-i Ebül Vefa;

- Az önceki sözünde durmazsan, bu hastalık tekrar gelir sana, haberin olsun, buyurdu.

Ve ayrıldı o evden.

Aradan birkaç sene geçti.

Yine aynı köyden gelip çağırdılar bu büyük Veli’yi.

Zira adam sözünde durmamıştı.

Ve tekrar yakalanmıştı aynı hastalığa.

Ancak Ebül Vefa hazretleri “rahmetullahi aleyh” gitmedi bu defa.

- Ben ona söylemiştim, buyurdu. Demek ki, o kendi zararına razı olmuş. Böyleleri merhamete lâyık değildir.

Ve ekledi:

- Veli’nin attığı ok, çıkınca geri dönmez.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün kâfirler, *Bilâl-i Habeşî* hazretlerini, çırılçıplak, yalnız don ile, kızgın kumların üstüne yatırmışlar. Karnına da gaz tenekesi gibi kocaman bir *Taş* koymuşlar. 


Ayaklarına da kalın bir *İp* bağlamışlar. Çocuklar, Onu araba gibi çekiyorlar. Sivri ve keskin kumlar, çıplak vücûdunu bıçak gibi kesiyor. Onlar öyle çekerken, o da hep; *Ehad! Ehad!* dermiş. 


Yâni, *Allah bir! Allah bir!* dermiş. O sırada oradan Peygamber Efendimiz geçiyor. Bilâl-i Habeşî hazretlerinin vücûdu kanlar içinde, kumlar kesmiş her tarafını. 


O hâlde görünce Peygamber aleyhisselâmın yüreği sızlıyor ve yanına gidip; *Yâ Bilâl sabret, Allah demen, seni kurtarır*, diyor ve mescide gidiyor, ama kan ağlıyor içerisi. 


Biraz sonra oradan *Hazret-i Ebû Bekr* geçiyor. Onu böyle kanlar içinde, çocukların çekdiğini görünce çok üzülüyor. Hemen *Bilâl-i Habeşî* hazretlerinin kâfir olan efendisine gidiyor. 


Ve ona; Yâhu sen ne *aptal* adamsın. Bu köleni çıplak vaziyetde, şu sıcak kumların üstünde süründürüp niçin böyle eziyet çekdiriyorsun? 


Hem bu gidişle yarın, öbür gün, *ölür* bu adam. O ölünce, senin eline ne geçecek, *hiç!* İyisi mi, sen şimdi bunu bana sat, hem *para* da kazanırsın, diyor. 


Adam adam kabûl etmiyor. Isrâr edince de, normal köle fiyatının *On* mislini istiyor. Hazret-i Ebû Bekr; *Tamam, kabûl ediyorum*, deyip, istediği sayıda altınları getirtiyor evden. 


Zîra kendisi *çok zengin* bir tüccar idi. Altınları verip *Bilâl-i Habeşîyi* alıyor, doğru evine götürüyor. Hamamda yıkatıyor. Bir de yeni çamaşır, yeni elbise giydirip, *serbest* bırakıyor. 


*Bilâl-i Habeşî* de sevinç içinde doğru Mescid-i Nebevî’ye gidiyor. Peygamber Efendimiz, üzüntülü otururken bir de bakıyor ki, karşıdan *Bilâl* geliyor, tertemiz ve *neşeli*. 


Çok sevinip; *Ne oldu yâ Bilâl, anlat!* diyor. O da olanları anlatıyor. Yâ Resûlallah, oradan hazret-i Ebû Bekr geçerken beni öyle gördü, acıyıp satın aldı ve âzâd etdi diyor. 


Peygamber Efendimiz çok sevinip; *Ebû Bekr atîkun minen nâr!* buyuruyor. Yâni Ebû Bekir, Cehennemden âzâd olmuştur. Onun için hazret-i Ebû Bekr’in bir ismi de *Atîk*’dir.

İnsanlığın Kurtuluşu İslâm'dadır

 İnsanlığın kurtuluşu İslâm'dadır: 

Merhûm Seyyid Ahmed Mekkî bin Abdülhakîm Arvâsî'nin (kuddise sirruh) kısa, fakat çok mühim bir makalesidir:

Sayısız hamdü senâ ve şükür, ol Hâlik-ı zülcelâle mahsûstur ki, peygamberler gönderip, insanlara ve cinlere doğru yolu gösterdi. Salâtü selâm kâinatın efendisi, bütün mahlûkatın medâr-ı iftiharı, Habîb-i Kibriyâ, mahlûkatın varlığının sebebi Server-i mükevvenât üzerine olsun ki, yeryüzünü îman nûru ile doldurup, dîn-i islâmı her tarafına yaydı. Yine salâtü selâm Onun Âl ve Eshabına olsun ki, takvâ yolunun öncüleri, hidâyet yıldızları ve ehl-i îmanın rehberleri, mürşidleri ve örnek olarak seçtikleri oldular.

Cenâb-ı Hak kemâl-i ta'zîm ve tevkîr ile Habîbine (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) gönderdiği Kitâb-ı kerîminde bir takım şeyleri halâl ve bir takım şeyleri de haram kılmıştır. Resûl-i Zîşân Efendimiz bu halâl ve haram şeyleri, Eshâb-ı kirâmına, onların anlayabileceği şekilde, hadîs-i şerîflerle îzâh etmiştir. Eshâb-ı Kirâm da aldıkları bu emirleri, bazen aynen, bazen de kısmen açıklayarak büyük müctehîdlere bildirmişlerdir. Müctehidîn-i izâm hazretleri de, her çeşit insanın anlayabileceği şekilde söz ve yazı ile açıklamışlardır. Gerek Cenâb-ı Hakkın halâl kıldığı ve gerekse haram kıldığı şeylerin küllisi ve cüz'isi, çoğu ve azı aynı hikmete tâbi'dirler. Ya'nî haram olan şeyler ki, kumar, içki, domuz eti, zinâ ve sâiredeki hurmet [haramlık] hükmü, çoğunda ne ise, azında da aynı şekildedir. Meselâ bir milyon lira zekât vermek, ne kadar Cenâb-ı Hakkın rızâsını celb ediyorsa, bir kuruş zekât da aynı rızayı celb etmektedir.

Binâen aleyh içkinin bir bardağı, bir zerresi de, bir küp içki gibi haramdır. Haram ve halâlın, arz olunduğu gibi açıklanması, müctehîdîn-i izâm ve ulemâ-i zevil-i ihtirama [saygıya lâyık âlimlere] âid bir mukaddes vazîfe olup, şimdiki şeyhlerin ve sâirenin bu hususta hak sözleri olmadığı gibi, bu mes'elede söyledikleri de merdûd ve münkerdir. 

Şimdiki şeyhlerin çoğu ve belki de hepsi, her ilimde, her sahada olduğu gibi bilhassa fıkıh ve kelâm sahasında tamamen câhildirler.

Resûl-i Zîşân (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) bütün mahlûkata ve bilhassa bütün insanlara peygamber olduğu gibi, getirdiği Kitâb-ı kerîm de, her insana ve her mıntıkaya, her insan topluluğuna müsâvî şekilde tefhîm ve teblîğ edileceği gibi, her insan da, emirlerinin ifâsına karşı aynı sevâbı ve yasaklarına karşı aynı azabı göreceklerinden, her beldede, her insan topluluğu doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde bulunsun, hep aynı hükme tâbidir. Binâen aleyh nerede olursa olsun, hiçbir vakit bir bardak içki, bir ufak yalan ve bir küçük hırsızlığın, büyükleri cezâsız kalmayacağı gibi, bunlar da cezâsız kalmayacaklardır. Bir bardak içki içmekten ne çıkar, bir parça domuz eti yemekte bir mahzûr yok, diyenlerin bu iddia ve sözleri tamamiyle İslâm ahkâmına aykırı ve bâtıl bir iddiadır.

(Esseyyid Ahmed Mekkî Arvâsî [Üç ışık])

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 426-427] 

Şeyh Abdülkâdir Geylânî ve arkadaşı ile Habeş'li câriye

 - Efendi hazretleri anlattı:

Şeyh Abdülkâdir Geylânî (radıyallahü anh) gençliğinde bir arkadaşı ile Hakkârî'de gezerdi. Arkadaşının ismi Adıy [bin Müsâfir] idi. Bir mağaraya girdiler. Mağaranın kapısında her gün birer nar ile birer ekmek hâsıl olur, yerlerdi. Akşamleyin yolda bir Habeşî câriyeye rast geldiler. Onu da müsâfir ettiler. O gece üçer nar ve ekmek hâsıl oldu. Sordular. Câriye dedi ki: "Hicâz'dan geliyorum. Bir nûrânî kubbe gördüm. Abdülkâdir Geylânî'nindir dediler. Ona doğru geldim, sizi buldum".

-Başka bir zamanda Abdülkâdir Geylânî hazretleri hacda kalabalıkta ayaklar altında kalmıştı. Habeş'li câriye, Yemen'den elini uzatıp onu kurtardı.

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 417)

Kusur arayıcı ve ayıplayıcı olma

 Hazreti Osman, minbere çıktı...

 Hutbe okudu ve dedi ki :

" Her şeyin bir helakı vardır.

 Bu ümmetin helakı da  kusur arayanlar ve ayıplayanlardır..."

BEDEVÎNİN DUÂSI

Hazret-i Ömer (radıyallahu teâlâ anh) Efendimiz, Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın kabr-i şerîflerini ziyaret ederler. Efendimiz aleyhissalatü vesselamın kabr-i şerîfi önünde bir bedevinin dua ettiğini görür ve arkasında durup duasını dinlemeye başlar.


“Ya Rabbi! Bu senin Habibin, ben de senin kulunum. Şeytan da senin düşmanın. Eğer beni afv eder isen Habîbin sevinir, kulun kazanır, düşmanın üzülür.

Beni afv etmez isen Habîbin üzülür, düşmanın sevinir, kulun helak olur.


Ya Rabbi! Sen Habîbini üzmekten, düşmanını sevindirmekten, kulunu helak etmekten daha kerîmsin.

Ya Rabbi! Araplar arasında asil insanlar vefat ettiklerinde kabri başında kölesini azat etme âdeti vardır. İşte Alemlerin Efendisi (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) vefat etti. Kabri başında beni cehennemden âzât et”. 


Bu duâya şahid olan Hazret-i Ömer efendimiz avazı çıktığı kadar:

“Ya Rabbi! Bu Bedevi’nin Senden istediğini ben de istiyorum” 

diye duâya durur.

Sakalı ıslanıncaya kadar hıçkıra hıçkıra ağlar. 


Bedevî dayanamaz:

“Ey Müminlerin Emiri! Sen de mi ağlıyorsun! “


...

Yâ Rabbî!

O bedevînin istediğini istiyoruz. Nihayetsiz kereminden, gadabını aşmış rahmet ve mağfiretinden ümîd ediyoruz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şimdi efendim, namaz kılanlar, helâle harâma riâyet edenler, dikkat edenler, büyüklerden gelen *Feyz’leri* alırlar. Feyz almak için, evvelâ o feyzin gelmesi lâzım. 


Feyzin gelmesi de *Sevgi* ile, *Muhabbet* ile olur. O gelen feyzi de kalbe almak için *istîdâd* lâzım, o da, *İbâdet* ile oluyor. İstîdâdın da azı var, çoğu var. İbâdetlerin mikdarına göre o istîdâd değişir. 


Fakat feyz almak için asıl mühim olan şey, mürşid-i kâmilin *Sohbeti*’dir, yâni *Teveccühü*’dür. Onların sohbeti, teveccühü olmazsa, o zaman ibâdetlerle feyz alınır. 


Efendi hazretlerini tanıdığımda, *onsekiz* yaşında bir gençdim. Elhamdülillah daha ilk görüşde bana *teveccüh* etdi. Teveccüh demek, *Sevmek* demekdir. 


Allahü teâlâ, kullarında bir *Dost*, bir de *Düşman* yaratmışdır. Dost, *Rûh*’dur, düşman ise, *Nefs*’dir. Nefse karşı da, büyük bir silâh yaratmışdır. Ancak o silâh, nefsi durdurabilir. 


O da, *Namaz*’dır işte. Onun için, bir kimse namaz kılmıyorsa, binlerle kerâmet gibi hâlleri olsa da, gene *Sıfır*’dır, gene *Hiç*’dir. Bid’at sâhibinden kaçmak, aslandan kaçmakdan daha mühimdir. 


Pâkistân’da Kutb-ül Abdurrahmân diye iyi bir *Âlim* vardı. Orada bir medresedeki hocaların başı idi. Daha yeni vefât etdi. Bu âlim 1981 senesinde hacca gitmiş. 


Mescid-i harâmda hoparlörle namaz kıldırdıkları için, oradaki imâma uymamış. Namâzını ayrı kılmış. Bunun imâma uymadığını gören vehhâbîler, Onu hemen tutuklamışlar. 


Ellerini kelepçeleyip hapse atmışlar ve kendisine; *Sen eğer bizim milletimizden olsaydın, senin cezân îdâmdı. Başka milletden olduğun için hapsetdik*, demişler. 


Sonra da, *Hac* gününden bir gün önce, alel acele memleketine geri göndermişler. 


Velhâsıl *Hoparlör* meselesini bütün dünyâ biliyor artık. Niye imâma uymadığını sordukları zaman, hoparlörün arkasında namaz kılınamıyacağını anlatmış. 


Kutb-ül Abdurrahmân, bunları kitâbında yazmış. Bu yazıları biz de, *Fitnet-i Vehhâbiyye* kitâbımızın arkasına ilâve etdik.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyânın *Sohbet*’inden istifâde etmenin şartları var kardeşim. Önce, o zâta karşı *Edebli* olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: *Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır*. 


İmtihan etmek için sorarsa, fayda değil, zarar görür. Sonra kerâmet istememelidir. Biz kazandıklarımızı, büyüklerimize olan *Edebimiz* sâyesinde kazandık. 


Efendi hazretleri çok *sevimli*, çok da *heybetliydi*. Heybetinden yüzüne bakamazdık kardeşim. Büyüklerin her bir zerresi, her bir hücresi, Allahü teâlâyı zikreder. 


Kalbin *Nûr’lu* olabilmesi için şartlar vardır. Bu şartları yerine getiren, kalbini nûrlu tutabilir, koruyabilir. Şartların birincisi, *İbâdetdir*. Yâni emir ve yasaklara uymakdır. 


Namazla olur, oruçla olur, hacla olur, zekâtla olur. Netîce îtibâriyle bunlar, insanın kalbini nurlandıran, aydınlatan unsurlardır. Bunların içerisinde en kıymetlisi, *Namaz*’dır. 


Son nefese kadar nefs, insanı kâfir yapmak ister, günâhkâr değil! Şeytan, insanı *Günâhkâr* yapar. Ama nefs, îmânını alır, insanı *Kâfir* yapar. 


Mü’minler bir araya toplanınca, kalblerindeki *Nûr*, birbirlerine akseder, te’sîr eder. Hele aralarında bir *Velî kul* varsa, Onun kalbindeki *Nûr*, şu lâmba gibi herkesi aydınlatır. 


Öyle biri yoksa, onlara olan sevgi ve muhabbet de aydınlatır. O zâtların yanlarında olması, hattâ *Diri* olması şart değildir. *Vefât* etmiş olsa da, Onun muhabbeti, *Feyz* almağa sebep olur. 


O büyüklerin sevgisini kazanmak ne büyük *Ni’met*’dir. İşte ben, böyle büyük bir *Zât* ile Eyyûb Câmiinde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. Üniversitede talebe iken, bir gün Bâyezid Câmiine girdiydim.


Tesâdüfen o *Zâtı* gördüm. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi, ama derse yetişecekdim, fazla duramadım. Çıkarken bu zâtın kim olduğunu, Cum’a günleri Eyyûb Sultân câmiinde *Vaaz* etdiğini öğrendim. 


O zaman tâtil *Pazar* değil, *Cum’a* günü idi. İlk Cum’a günü, *Eyyûb* Câmiine gittim. Orada Efendi hazretlerinin vaazında hiç duymadığım, bilmediğim şeyleri dinlerken çok *Zevk* aldım. 


Kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum ki; *Küçük efendi, ben seni sevdim. Bizim evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Arada bir gel, seninle sohbet ederiz*, diye bir ses işitdim. 


Meğer bunu diyen, *Efendi* hazretleriymiş. Beni ilk görüşde, *Seni sevdim*, dedi. Hâlbuki evliyânın sevgisine kavuşmak için *20* sene, *30* sene, *40* sene hizmet etmek lâzımdır. 


Beni ise daha ilk görüşde, *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Neden? Çünkü *Kalbi* okur onlar. Ben de, *Baş üstüne*, dedim. O günden beri Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık efendim, çok şükür.

Yâdigâr mektûblar 63.mekûb

 Kuleli'den talebeleri Zeki Celep'e Arabî harflerle yazılmışdır.

Mektûbunuzu okudum. Temiz rûhunuzun ızdırablarını çok güzel ifâde eden yazılarınız kalbimi ferâhlandırdı. Nurlu müslimânlardan gelen müteaddid mektûbları okudukça bir gülistanda meşrûh [gül bahçesinde açmış] çiçekleri koklayıp mest olan bîçâreler gibi meserrete [sevinçlere] gark oluyorum.

Cenâb-ı Hak cümlemizi ebedî felâketden muhâfaza buyursun. Kalbimizi, rızâsı ve sevgisi ile doldursun. Koyu karanlık bir gecede, bir ziyâ menbâına mâlik olan bahtiyârlar ne kadar mes'ud ve ne kadar râhatdır. Cenâb-ı Hak, hak ile bâtılı tefrîk eden nûrunu bizlere ihsân buyursun. Lutf etmiş olduğu ni'metlerini artdırsın. Bizler şükrden gâfiliz, küfrân-ı ni'met ediyoruz. O, rahmet sıfatını saçıyor. Gece gündüz şükr etmeliyiz. Şükr etmek, ni'meti mahallinde kullanmak demekdir. Aklımızı, her a'zâmızı, gençliğimizi onun emrlerini yapmakda, çok çalışmakda sarf edelim.

Mektûblara Besmele-i şerîfe ve bütün mübârek kelimeleri yazmamalıdır. Esmâ ve sıfât-ı ilâhî yerlere düşmemelidir.

1- Tahlîk, takdîr etmek demekdir. Mühendisin plânı takdîr, ta'yîn,keşf etmesi gibidir. Hak teâlâ Hâlık'dır, ya'nî var edeceği şeyleri takdîr ve ta'yîn edicidir. Yok iken var etdiği zemân, ademden [yokluktan] vücûda getirdiği zemân, (Bârî) ismi ve sıfatı söylenir. Mevcud maddelerden de bir şey yapar meydana getirir, evvelce var etmiş olduğu bu maddelere sonradan yeni bir şekil ve sûret de verir, bu zemân Musavvir'dir. Hâlık,Bârî,Musavvir ismleri Kur'ân-ı kerîm'de ayrı ayrı vardır.

2- Diş arasındaki taşlar herkesde olmaz. Dişlerini temizlemeyenlerde olur. Bir kere esaslı temizledikten sonra misvak kullanınca teşekkül etmez. Misvak kullanırken misvakin temâs etmediği yerde teşekkül edebilir. O halde misvâki dikkatle kullanmalı,ibâdet olarak ehemmiyetli kullanmalıdır. Özr değildirler. Mezheb taklîdine lüzum yokdur.

3- İbni Âbidîn'de uzun zemân evvel okudum. Buyuruyor ki, [kıraati] kendisi veya kulağını yaklaşdıran bir başkası işitmez ise nemâz kabûl olmaz, iâde lâzımdır. 

4- Farz nemâzdan sonra sünnet kılacak ise oturmaz, kazâ kılacak ise oturur. 

5- [Celsede] Ziyâde durunca secde te'hîr edileceğinden, secde-i sehv lâzım olur.

6- Yatsı farzını, kış geceleri sülüs-i leyle te'hîr [gecenin ilk üçte birine geciktirmek] efdal demişler ise de, her nemâzı vaktin evvelinde kılmak efdal olduğu Mektûbât'da yazılı. [Efendi Hazretleri] Öyle buyururlardı.