İnsanlığın Kurtuluşu İslâm'dadır

 İnsanlığın kurtuluşu İslâm'dadır: 

Merhûm Seyyid Ahmed Mekkî bin Abdülhakîm Arvâsî'nin (kuddise sirruh) kısa, fakat çok mühim bir makalesidir:

Sayısız hamdü senâ ve şükür, ol Hâlik-ı zülcelâle mahsûstur ki, peygamberler gönderip, insanlara ve cinlere doğru yolu gösterdi. Salâtü selâm kâinatın efendisi, bütün mahlûkatın medâr-ı iftiharı, Habîb-i Kibriyâ, mahlûkatın varlığının sebebi Server-i mükevvenât üzerine olsun ki, yeryüzünü îman nûru ile doldurup, dîn-i islâmı her tarafına yaydı. Yine salâtü selâm Onun Âl ve Eshabına olsun ki, takvâ yolunun öncüleri, hidâyet yıldızları ve ehl-i îmanın rehberleri, mürşidleri ve örnek olarak seçtikleri oldular.

Cenâb-ı Hak kemâl-i ta'zîm ve tevkîr ile Habîbine (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) gönderdiği Kitâb-ı kerîminde bir takım şeyleri halâl ve bir takım şeyleri de haram kılmıştır. Resûl-i Zîşân Efendimiz bu halâl ve haram şeyleri, Eshâb-ı kirâmına, onların anlayabileceği şekilde, hadîs-i şerîflerle îzâh etmiştir. Eshâb-ı Kirâm da aldıkları bu emirleri, bazen aynen, bazen de kısmen açıklayarak büyük müctehîdlere bildirmişlerdir. Müctehidîn-i izâm hazretleri de, her çeşit insanın anlayabileceği şekilde söz ve yazı ile açıklamışlardır. Gerek Cenâb-ı Hakkın halâl kıldığı ve gerekse haram kıldığı şeylerin küllisi ve cüz'isi, çoğu ve azı aynı hikmete tâbi'dirler. Ya'nî haram olan şeyler ki, kumar, içki, domuz eti, zinâ ve sâiredeki hurmet [haramlık] hükmü, çoğunda ne ise, azında da aynı şekildedir. Meselâ bir milyon lira zekât vermek, ne kadar Cenâb-ı Hakkın rızâsını celb ediyorsa, bir kuruş zekât da aynı rızayı celb etmektedir.

Binâen aleyh içkinin bir bardağı, bir zerresi de, bir küp içki gibi haramdır. Haram ve halâlın, arz olunduğu gibi açıklanması, müctehîdîn-i izâm ve ulemâ-i zevil-i ihtirama [saygıya lâyık âlimlere] âid bir mukaddes vazîfe olup, şimdiki şeyhlerin ve sâirenin bu hususta hak sözleri olmadığı gibi, bu mes'elede söyledikleri de merdûd ve münkerdir. 

Şimdiki şeyhlerin çoğu ve belki de hepsi, her ilimde, her sahada olduğu gibi bilhassa fıkıh ve kelâm sahasında tamamen câhildirler.

Resûl-i Zîşân (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) bütün mahlûkata ve bilhassa bütün insanlara peygamber olduğu gibi, getirdiği Kitâb-ı kerîm de, her insana ve her mıntıkaya, her insan topluluğuna müsâvî şekilde tefhîm ve teblîğ edileceği gibi, her insan da, emirlerinin ifâsına karşı aynı sevâbı ve yasaklarına karşı aynı azabı göreceklerinden, her beldede, her insan topluluğu doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde bulunsun, hep aynı hükme tâbidir. Binâen aleyh nerede olursa olsun, hiçbir vakit bir bardak içki, bir ufak yalan ve bir küçük hırsızlığın, büyükleri cezâsız kalmayacağı gibi, bunlar da cezâsız kalmayacaklardır. Bir bardak içki içmekten ne çıkar, bir parça domuz eti yemekte bir mahzûr yok, diyenlerin bu iddia ve sözleri tamamiyle İslâm ahkâmına aykırı ve bâtıl bir iddiadır.

(Esseyyid Ahmed Mekkî Arvâsî [Üç ışık])

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 426-427] 

Şeyh Abdülkâdir Geylânî ve arkadaşı ile Habeş'li câriye

 - Efendi hazretleri anlattı:

Şeyh Abdülkâdir Geylânî (radıyallahü anh) gençliğinde bir arkadaşı ile Hakkârî'de gezerdi. Arkadaşının ismi Adıy [bin Müsâfir] idi. Bir mağaraya girdiler. Mağaranın kapısında her gün birer nar ile birer ekmek hâsıl olur, yerlerdi. Akşamleyin yolda bir Habeşî câriyeye rast geldiler. Onu da müsâfir ettiler. O gece üçer nar ve ekmek hâsıl oldu. Sordular. Câriye dedi ki: "Hicâz'dan geliyorum. Bir nûrânî kubbe gördüm. Abdülkâdir Geylânî'nindir dediler. Ona doğru geldim, sizi buldum".

-Başka bir zamanda Abdülkâdir Geylânî hazretleri hacda kalabalıkta ayaklar altında kalmıştı. Habeş'li câriye, Yemen'den elini uzatıp onu kurtardı.

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 417)

Kusur arayıcı ve ayıplayıcı olma

 Hazreti Osman, minbere çıktı...

 Hutbe okudu ve dedi ki :

" Her şeyin bir helakı vardır.

 Bu ümmetin helakı da  kusur arayanlar ve ayıplayanlardır..."

BEDEVÎNİN DUÂSI

Hazret-i Ömer (radıyallahu teâlâ anh) Efendimiz, Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın kabr-i şerîflerini ziyaret ederler. Efendimiz aleyhissalatü vesselamın kabr-i şerîfi önünde bir bedevinin dua ettiğini görür ve arkasında durup duasını dinlemeye başlar.


“Ya Rabbi! Bu senin Habibin, ben de senin kulunum. Şeytan da senin düşmanın. Eğer beni afv eder isen Habîbin sevinir, kulun kazanır, düşmanın üzülür.

Beni afv etmez isen Habîbin üzülür, düşmanın sevinir, kulun helak olur.


Ya Rabbi! Sen Habîbini üzmekten, düşmanını sevindirmekten, kulunu helak etmekten daha kerîmsin.

Ya Rabbi! Araplar arasında asil insanlar vefat ettiklerinde kabri başında kölesini azat etme âdeti vardır. İşte Alemlerin Efendisi (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) vefat etti. Kabri başında beni cehennemden âzât et”. 


Bu duâya şahid olan Hazret-i Ömer efendimiz avazı çıktığı kadar:

“Ya Rabbi! Bu Bedevi’nin Senden istediğini ben de istiyorum” 

diye duâya durur.

Sakalı ıslanıncaya kadar hıçkıra hıçkıra ağlar. 


Bedevî dayanamaz:

“Ey Müminlerin Emiri! Sen de mi ağlıyorsun! “


...

Yâ Rabbî!

O bedevînin istediğini istiyoruz. Nihayetsiz kereminden, gadabını aşmış rahmet ve mağfiretinden ümîd ediyoruz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şimdi efendim, namaz kılanlar, helâle harâma riâyet edenler, dikkat edenler, büyüklerden gelen *Feyz’leri* alırlar. Feyz almak için, evvelâ o feyzin gelmesi lâzım. 


Feyzin gelmesi de *Sevgi* ile, *Muhabbet* ile olur. O gelen feyzi de kalbe almak için *istîdâd* lâzım, o da, *İbâdet* ile oluyor. İstîdâdın da azı var, çoğu var. İbâdetlerin mikdarına göre o istîdâd değişir. 


Fakat feyz almak için asıl mühim olan şey, mürşid-i kâmilin *Sohbeti*’dir, yâni *Teveccühü*’dür. Onların sohbeti, teveccühü olmazsa, o zaman ibâdetlerle feyz alınır. 


Efendi hazretlerini tanıdığımda, *onsekiz* yaşında bir gençdim. Elhamdülillah daha ilk görüşde bana *teveccüh* etdi. Teveccüh demek, *Sevmek* demekdir. 


Allahü teâlâ, kullarında bir *Dost*, bir de *Düşman* yaratmışdır. Dost, *Rûh*’dur, düşman ise, *Nefs*’dir. Nefse karşı da, büyük bir silâh yaratmışdır. Ancak o silâh, nefsi durdurabilir. 


O da, *Namaz*’dır işte. Onun için, bir kimse namaz kılmıyorsa, binlerle kerâmet gibi hâlleri olsa da, gene *Sıfır*’dır, gene *Hiç*’dir. Bid’at sâhibinden kaçmak, aslandan kaçmakdan daha mühimdir. 


Pâkistân’da Kutb-ül Abdurrahmân diye iyi bir *Âlim* vardı. Orada bir medresedeki hocaların başı idi. Daha yeni vefât etdi. Bu âlim 1981 senesinde hacca gitmiş. 


Mescid-i harâmda hoparlörle namaz kıldırdıkları için, oradaki imâma uymamış. Namâzını ayrı kılmış. Bunun imâma uymadığını gören vehhâbîler, Onu hemen tutuklamışlar. 


Ellerini kelepçeleyip hapse atmışlar ve kendisine; *Sen eğer bizim milletimizden olsaydın, senin cezân îdâmdı. Başka milletden olduğun için hapsetdik*, demişler. 


Sonra da, *Hac* gününden bir gün önce, alel acele memleketine geri göndermişler. 


Velhâsıl *Hoparlör* meselesini bütün dünyâ biliyor artık. Niye imâma uymadığını sordukları zaman, hoparlörün arkasında namaz kılınamıyacağını anlatmış. 


Kutb-ül Abdurrahmân, bunları kitâbında yazmış. Bu yazıları biz de, *Fitnet-i Vehhâbiyye* kitâbımızın arkasına ilâve etdik.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyânın *Sohbet*’inden istifâde etmenin şartları var kardeşim. Önce, o zâta karşı *Edebli* olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: *Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır*. 


İmtihan etmek için sorarsa, fayda değil, zarar görür. Sonra kerâmet istememelidir. Biz kazandıklarımızı, büyüklerimize olan *Edebimiz* sâyesinde kazandık. 


Efendi hazretleri çok *sevimli*, çok da *heybetliydi*. Heybetinden yüzüne bakamazdık kardeşim. Büyüklerin her bir zerresi, her bir hücresi, Allahü teâlâyı zikreder. 


Kalbin *Nûr’lu* olabilmesi için şartlar vardır. Bu şartları yerine getiren, kalbini nûrlu tutabilir, koruyabilir. Şartların birincisi, *İbâdetdir*. Yâni emir ve yasaklara uymakdır. 


Namazla olur, oruçla olur, hacla olur, zekâtla olur. Netîce îtibâriyle bunlar, insanın kalbini nurlandıran, aydınlatan unsurlardır. Bunların içerisinde en kıymetlisi, *Namaz*’dır. 


Son nefese kadar nefs, insanı kâfir yapmak ister, günâhkâr değil! Şeytan, insanı *Günâhkâr* yapar. Ama nefs, îmânını alır, insanı *Kâfir* yapar. 


Mü’minler bir araya toplanınca, kalblerindeki *Nûr*, birbirlerine akseder, te’sîr eder. Hele aralarında bir *Velî kul* varsa, Onun kalbindeki *Nûr*, şu lâmba gibi herkesi aydınlatır. 


Öyle biri yoksa, onlara olan sevgi ve muhabbet de aydınlatır. O zâtların yanlarında olması, hattâ *Diri* olması şart değildir. *Vefât* etmiş olsa da, Onun muhabbeti, *Feyz* almağa sebep olur. 


O büyüklerin sevgisini kazanmak ne büyük *Ni’met*’dir. İşte ben, böyle büyük bir *Zât* ile Eyyûb Câmiinde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. Üniversitede talebe iken, bir gün Bâyezid Câmiine girdiydim.


Tesâdüfen o *Zâtı* gördüm. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi, ama derse yetişecekdim, fazla duramadım. Çıkarken bu zâtın kim olduğunu, Cum’a günleri Eyyûb Sultân câmiinde *Vaaz* etdiğini öğrendim. 


O zaman tâtil *Pazar* değil, *Cum’a* günü idi. İlk Cum’a günü, *Eyyûb* Câmiine gittim. Orada Efendi hazretlerinin vaazında hiç duymadığım, bilmediğim şeyleri dinlerken çok *Zevk* aldım. 


Kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum ki; *Küçük efendi, ben seni sevdim. Bizim evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Arada bir gel, seninle sohbet ederiz*, diye bir ses işitdim. 


Meğer bunu diyen, *Efendi* hazretleriymiş. Beni ilk görüşde, *Seni sevdim*, dedi. Hâlbuki evliyânın sevgisine kavuşmak için *20* sene, *30* sene, *40* sene hizmet etmek lâzımdır. 


Beni ise daha ilk görüşde, *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Neden? Çünkü *Kalbi* okur onlar. Ben de, *Baş üstüne*, dedim. O günden beri Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık efendim, çok şükür.

Yâdigâr mektûblar 63.mekûb

 Kuleli'den talebeleri Zeki Celep'e Arabî harflerle yazılmışdır.

Mektûbunuzu okudum. Temiz rûhunuzun ızdırablarını çok güzel ifâde eden yazılarınız kalbimi ferâhlandırdı. Nurlu müslimânlardan gelen müteaddid mektûbları okudukça bir gülistanda meşrûh [gül bahçesinde açmış] çiçekleri koklayıp mest olan bîçâreler gibi meserrete [sevinçlere] gark oluyorum.

Cenâb-ı Hak cümlemizi ebedî felâketden muhâfaza buyursun. Kalbimizi, rızâsı ve sevgisi ile doldursun. Koyu karanlık bir gecede, bir ziyâ menbâına mâlik olan bahtiyârlar ne kadar mes'ud ve ne kadar râhatdır. Cenâb-ı Hak, hak ile bâtılı tefrîk eden nûrunu bizlere ihsân buyursun. Lutf etmiş olduğu ni'metlerini artdırsın. Bizler şükrden gâfiliz, küfrân-ı ni'met ediyoruz. O, rahmet sıfatını saçıyor. Gece gündüz şükr etmeliyiz. Şükr etmek, ni'meti mahallinde kullanmak demekdir. Aklımızı, her a'zâmızı, gençliğimizi onun emrlerini yapmakda, çok çalışmakda sarf edelim.

Mektûblara Besmele-i şerîfe ve bütün mübârek kelimeleri yazmamalıdır. Esmâ ve sıfât-ı ilâhî yerlere düşmemelidir.

1- Tahlîk, takdîr etmek demekdir. Mühendisin plânı takdîr, ta'yîn,keşf etmesi gibidir. Hak teâlâ Hâlık'dır, ya'nî var edeceği şeyleri takdîr ve ta'yîn edicidir. Yok iken var etdiği zemân, ademden [yokluktan] vücûda getirdiği zemân, (Bârî) ismi ve sıfatı söylenir. Mevcud maddelerden de bir şey yapar meydana getirir, evvelce var etmiş olduğu bu maddelere sonradan yeni bir şekil ve sûret de verir, bu zemân Musavvir'dir. Hâlık,Bârî,Musavvir ismleri Kur'ân-ı kerîm'de ayrı ayrı vardır.

2- Diş arasındaki taşlar herkesde olmaz. Dişlerini temizlemeyenlerde olur. Bir kere esaslı temizledikten sonra misvak kullanınca teşekkül etmez. Misvak kullanırken misvakin temâs etmediği yerde teşekkül edebilir. O halde misvâki dikkatle kullanmalı,ibâdet olarak ehemmiyetli kullanmalıdır. Özr değildirler. Mezheb taklîdine lüzum yokdur.

3- İbni Âbidîn'de uzun zemân evvel okudum. Buyuruyor ki, [kıraati] kendisi veya kulağını yaklaşdıran bir başkası işitmez ise nemâz kabûl olmaz, iâde lâzımdır. 

4- Farz nemâzdan sonra sünnet kılacak ise oturmaz, kazâ kılacak ise oturur. 

5- [Celsede] Ziyâde durunca secde te'hîr edileceğinden, secde-i sehv lâzım olur.

6- Yatsı farzını, kış geceleri sülüs-i leyle te'hîr [gecenin ilk üçte birine geciktirmek] efdal demişler ise de, her nemâzı vaktin evvelinde kılmak efdal olduğu Mektûbât'da yazılı. [Efendi Hazretleri] Öyle buyururlardı.

FAZÎLETLER MENBAI

''Ba’de kitâbillah ve ba’de kitâb-ı Resûlullah, efdâl-i kütüb, Mektûbâtest.”


Allâhü Teâlâ'nın kitâbından, Resûlullâh Aleyhisselâm'ın hadîs-i şerîflerinden sonra, kitâbların en fâziletlisi Mektûbâttır.


(Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî) 

“kaddesallahu teâlâ sirreh”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:


Elhamdülillâh ki, Allahü teâlâ bize, dînine Hizmet etmek, Onun kullarını Cehennem Ateş inden kurtarmak vazîfesini verdi. Bu vazîfe, ancak Peygamber lere verilir.


Bir de Onun Vârisleri ne verilir. O hâlde bu Hizmete tâlip olanlar, bu hizmet için koşduranların hepsi, Peygamberimizin Vârisleri olurlar.


İşte sizler, bu Kitap ları dağıtıyorsunuz kardeşim. Siz hepiniz, Onun Vârisi oluyorsunuz. Bu Ni’met in kıymetini bilin.


Âlim in mürekkebi, âhiretde Şehîd in kanı ile tartılacak, mürekkep daha Ağır gelecek efendim.


Ama hangi Mürekkep? Kitâbı yazmış, Rafa koymuş, öylece duruyor. Hiç kimse bundan İstifâde etmiyor. Bu mürekkep tartılmaz.


Orada kastedilen Mürekkep, milletin istifâdesine sunulan kitapların mürekkebidir. İnsanların dînini öğrendiği Kitapların mürekkebidir efendim.


O hâlde, bizim kitapların mürekkebine, hem Yazan, hem Satanlar, hem de Dağıtan lar dâhildir. Yâni bütün arkadaşlar dâhil kardeşim.


Peki niçin? Bizim Kitapları dağıttıkları için. İşte Sizler bizim kitapları dağıtıyorsunuz. Sizin dağıttığınız o Kitaplar dan, insanlar okuyup istifâde ediyorlar.


İslâmiyeti öğreniyorlar. Yâni bu kitapları dağıtmakla Emr-i mâruf yapıyorsunuz. Bunun için, siz de bu Mürekkep den payınızı alacaksınız kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Cihâd* ediyorsunuz kardeşim, cihâdın sevâbı, kıyâmete kadar, o insanın arkasından devâmlı gelir. Bir kişinin kazandığı *Sevaplar*, hidâyetine sebep olanlara da aynen gider. Bir evvelkine, onunkilerle toplanarak daha *Çok* gider. 


Peygamber aleyhisselâma ve Eshâb-ı kirâma ise, *Ceyhun Nehri* gibi sevap akıyor. Çünkü onlar olmasaydı, biz bu ni’mete kavuşamazdık. 


Dünyâ sevgisinin kalbden çıkması için, bir *Mürşid-i kâmile* muhabbet lâzımdır.


Veyâhut da Allahü teâlâyı çok *Zikretmek* lâzım. Zikretmek de, *Namaz kılmakla* oluyor. Demek ki namaz, günde beş kere Allahı zikretmek oluyor. 


Efendi hazretleri buyurdu ki: Dînimizin bütün emir ve yasaklarını bilen ve hepsini yerine getiren bir kimsenin, âhiretde azabdan kurtulma ihtimâli vardır. Yâni kurtulabilir. 


Ama bu yolun büyüklerine *muhabbeti* olanın, kurtulmamak ihtimâli yokdur. Neden? Çünkü bu büyükler, aldıkları emânete sâhip çıkarlar. Ona herşeyi öğretirler, yetişdirirler.


Ve âhiretde elinden tutup, tâ Cennetin içine kadar götürürler. Hattâ kendi köşkünü bile ona gösterip, *İşte, senin köşkün şu*, derler. 


Efendim her yolun kendine has bir husûsiyeti vardır. Ötekiler, sevdiklerini nihâyet otobana çıkarırlar ve derler ki: 


*Bak kardeşim, işte Cennete giden yol budur. Sağa sola sapmadan gidersen, netîcede Cennete varırsın*. Onlar bu kadar yaparlar. 


Bu yolun büyükleri ise, o kimsenin elinden tutarlar, tâ ki Cennetin kapısına kadar götürürler, hattâ birlikde içeri girerler, hattâ makâmını, köşkünü bile ona gösterir, sonra bırakırlar.


Allahü teâlâ, bizim nefsimizin *Îmân etmesini* isteseydi, asırlarda *bir* veyâ *iki* kişi kurtulurdu. Yâni yüz senede, *İki kişi* zor kurtulurdu. 


Ama Allahü teâlâ çok şefkatli, çok merhametlidir. Böyle olduğu için ve insanların çekeceği sıkıntıları en iyi O bildiği için, sâdece *Kalb’in* inanmasını kâfi görmüşdür. 


Kalb *Îmân* etdi mi, Allahü teâlâ onu kabûl ediyor. Ama kalbin îmân etmesi ve îmânlı kalması da çok *Zor*’dur Çünkü onun da düşmanları çokdur. 


Evvelâ bütün nefsin istekleri, bütün dünyâ istekleri, kalbi karartan unsurlardır. Onun için, kalbi bu unsurlardan temizlemek, kalbi *Nûr’lu* hâlde tutabilmek için, mü’min gayret etmelidir.

Geçti Gençlik

Eyüb Sultan’da, Vezirtekkesi’nde, bizim evin altında bir kulübe vardı. Bu kulübede fakir bir karı-koca yaşardı. Kadıncağız, gece börek, çörek, aşure pişirirdi. Adam da el arabasına dizer; sabahleyin Eyüb Sultan Câmii’nin önünde satardı. Her sabah mektebe giderken, bu evin önünden geçtiğim sırada, kadıncağızın çamaşır asarken yanık yanık bir beyit söylediğini işittim:

Geçti gençlik, tatlı bir rüyâ gibi, ey çeşmim zâr,

Beni mecnûn etti girye, meskenim olsun mezâr.

Kadıncağız genç idi; ama şiiri yazan her halde ihtiyardı. Girye, gözyaşı; çeşm, göz; zâr, ağla, demektir. Bir sabah yine mektebe giderken bu kadıncağızın bu beyiti okuduğunu işittim. O gün mektep dönüşü, bir de baktım ki o evin bahçesine kazan kurulmuştu. Sessiz bir hareketlilik vardı. Meğerse kadıncağız vefat etmişti.

Demek ki her zaman böyle söylememek lâzımmış. Allahü teâlânın duaları kabul ettiği bir eşref saat vardır. Kadıncağız gepegenç vefat etti. Adamcağız da onun müzâharetinden [desteğinden] mahrum kaldı. Bu şiiri ondan öyle dinlerdim. Şimdi de zaman zaman okuyorum, gözlerim yaşarıyor. Bu beyiti Seâdet-i Ebediyye kitabıma koydum.

Hüseyin Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh)