REŞHA-89

 Reşha-89:

Buyurdular: Bütün miskinlere ve dilencilere şefkat ve merhamet etmeli, lokmayı iyiden ve yaramazdan esirgememeli, onu yaradanın ve var edenin kim olduğuna bakmalıdır. İhsân etmek isteyince, Cüneyd ve Şiblî'ye ihsân etmek lâzım değildir. Himmeti yüksek ve takvâ ehli olan kimse, hiç dilencilik ile bir kimsenin kapısına gelir mi, dememelidir. O bilinmeyen elbisesinin içindekini veya örtünün altındakini, kim bilir kimdir,hâli nedir. Onun kerâmet ehli bir velî olmadığı nereden ma'lûm. Zirâ Hak sübhânehû ve teâlânın velî kulları ekseriya hallerini gizlemek için, fukara ve miskin halinde görünürler.

(Mevlânâ Abdurrahman Câmî kuddise sirruh)

[Reşahât, sf:225]

Asalet nedir?

 REŞHA -87:

Buyurdular: Hakîkat sâhiblerine göre asalet, kişinin baba ve dedelerinin ümerâ ve vüzerâ cinsinden olmasında, yahud zâlim ve fâsıklardan anılmalarında değildir. Asâlet güzel bir cevherden ibâret olup insanın zâtında bulunur. Selîm hilkat, temiz ve güzel tabîat ve ahlâk gibi.  Halkın, asâlet sandıkları şey bed [kötü] asıllılıktır [asaletsizliktir].

(Mevlânâ Abdurrahman Câmî kuddise sirruh)

[Reşahât, sf: 224]

Zâtî muhabbet

 REŞHA-92: 

Buyurdular: Zâtî muhabbet odur ki, bir kimse bir kimseyi sever, lâkin sevgisinin sebebini bilmez. Bu çeşit muhabbet insanlar arasında çoktur. Bir kimse ile Cenâb-ı Hak arasında böyle muhabbet olursa, ona muhabbet-i zatî derler. Muhabbetin bu kısmı, muhabbetin en yükseğidir. Muhabbet-i zâtî, lütf [iyilik] gördüğü zaman sevip, sertlik gördüğünde sevgisi gitmek değildir.

(Mevlânâ Abdurrahman Câmî kuddise sirruh)

(Reşahât, sf: 225)

REŞHA-91

 Buyurdular: Civânmerdliğin alâmeti, kişinin dâima üzüntülü ve mahzûn olmasıdır. Hak teâlânın huzûrunda işsiz oturmak ma’kul değildir. Hüznü ve üzüntüsü olmayandan gaflet kokusu gelir. Üzüntü ve hüzünlü olandan ise, cem'iyyet ve huzûr râyihası gelir. Hâcegân hazretlerinin nisbeti ekseriyâ hüzün ve üzüntü şeklinde zâhir olur.

(Mevlânâ Abdurrahman Câmî kuddise sirruh)

(Reşahât,sf:225)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Bir mü’min, bir mü’min için duâ ederse, melekler *(âmin)* der. Melekler âmin dediği ve günâh işlemedikleri için, o duâ kabûl olur. Günahkârın duâsı kabûl olmıyabilir ama mâsumunki kabûl olur. Melekler *(mâsum)* dur.


*(İhlâs)* nasıl elde edilir? İhlâs ne zaman düzelir? İhlâsı elde etmenin tek bir yolu var, o da büyüklerin *(sohbeti)* dir. Peki, sohbet nedir?


Bu büyüklerle sohbet demek; severek kitaplarını okumak, sözlerine uygun yaşamak, onların yolunu öğrenmek ve onlarla berâber bulunmağa çalışmakdır. 


Sohbet demek, illâ bir şeyler dinlemek, bir şeyler öğrenmek demek değildir kardeşim. Sohbet, o büyüklerle *(berâber)* olmak demekdir. İsterse hiç konuşulmasın. 


Nitekim *(Şâh-ı Nakşibend)* hazretlerine, uzak yoldan bir tüccar gelmiş. İçeri girmiş, ama bakmış ki, hiç konuşma yok. Herkes başını önüne eğmiş, sessizce oturuyorlar. 


Tüccar içinden; *(Bu kadar uzak yoldan geldim, bir şeyler anlatsa da, istifâde etsem)* diye düşünmüş. O anda Şâh-ı Nakşibend hazretleri başını kaldırmış. O adama dönmüş ve;


*(Bizim sükûtumuzdan istifâde edemiyen, konuşmamızdan hiç istifâde edemez)* demiş. Meğer Şâh-ı Nakşibend hazretleri, ordakilere kalbinden *(feyz)* akıtıyormuş. 


Müslümânın sîmâsında *(feyz)* vardır. Bu sîmâya bakan, bu feyzden istifâde eder. Hiç konuşmasa da, kalbinden yayılan feyz, çevresine çok fâideli olur. Çocukların kalbi, daha günah pisliğine bulaşmadığı için çok *(temiz)* dir. 


Büyüklerin kalbinden *(feyz)* gelir efendim. Evliyânın kalbinden feyz alınır. Eğer kalbinize feyz geliyorsa, bütün dünyâyı, herkesi ve her şeyi *(resim)* gibi görürsünüz. 


Eğer o feyz yoksa, her şey *(diken)* gibi batar. Büyüklere âşık olan, Allaha âşık olan, Peygambere âşık olan bir insan ne görür? Sâdece *(güzel)* şeyler görür. 


Büyükleri sevmek için, o büyüklerin hayâtını çok okumak lâzım, *(Mektûbâtı)* çok okumak lâzım, arkadaşları çok sevmek lâzımdır. 


Çok şeyler öğrenmek o kadar mühim değildir. Şeytan da çok şey biliyordu. Yâni *(ilmi)* vardı, *(ameli)* de vardı, ama buna rağmen Cehenneme gitdi. Niçin? Çünkü *(ihlâsı)* yokdu.

Sünneti seniyyeye sıkı sarılmamız lazımdır

Biz fakirlerin,Allahu Tealaya karşı aşağı,küçüklük düşüncesi içinde olmamız herşeyi Ondan beklememiz,kalbi kırık,hep yalvarıcı,Ona sığınıcı olmamız, kulluk vazifelerini yapmamız, şeriatin dışına taşmamamız ve sünneti seniyyeye sıkı sarılmamız lazımdır.


İmamı Rabbani hazretleri

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

*(El ulemâ vereset-ül enbiyâ.)* Efendimiz aleyhisselâm böyle buyuruyor. Yâni âlimler Peygamberlerin vârisleridir. Ne büyük ni’met içindeyiz kardeşim. 


Bu gün çok yoruldum efendim. Lâkin insanın kalbinde *(Allah)* sevgisi varsa, *(Din)* sevgisi varsa, o kalbin zindeliği, vücûdun yorgunluğunu giderir efendim. 


Ben zindeyim elhamdülillah. Bana; *(Çok yoruluyorsun, üzülüyoruz)* diyorlar. 


Evet yoruluyorum, ama insanın kalbinde *(sevgi)* varsa, *(hizmet aşkı)* varsa, muhabbet varsa, vücûdunun yorgunluğu ona te’sîr etmiyor. Yeter ki kalb zinde olsun. Ben zindeyim elhamdülillah. 


Benim kurtulmam, sizin kurtulmanız, hepimizin kurtulması, bu kitapların dağılması, hep Efendi hazretlerinin, bana; *(Sen lâf dinlersin)* iltifâtıyla olmuşdur. Sen lâf dinlersin dedi bana. Elhamdülillah. Allahü teâlânın ihsânı efendim. 


Ya kovsaydı, *(Git, artık gelme)* deseydi. Çünkü ben, en çok ondan korkardım efendim. *(Bir daha gelme)* diyecek diye ödüm kopardı. Bu korkuyla yüzlerine bakamazdım. Hep önüme bakardım. 


Âlimler, Allah korkusundan, kendilerini âdeta arslanın ağzının içindeki *(yem)* gibi görürler. Arslan ağzını kapatdığı zaman ölecek, o kadar Allahdan korkarlar. 


Ben, Efendi hazretlerinin, her zaman tam karşısına otururdum. Hattâ, Eyüp Sultân câmiinde, ilk tanıdığımda, en önde, burun buruna oturmuşduk. 


Allahü teâlâ; *(Her istiyene veririm, bâzan da istemiyenler arasından seçdiğime veririm)* buyuruyor. İnnâ Fetahnâ leke sûresinin son âyet-i kerîmesidir bu. 


Bu âyet-i kerîmede hem adâlet, hem de ihsân var. Her istiyene veririm buyurması, *(adâlet)* dir. İstediğime veririm buyurması da *(ihsân)* dır. 


İstiyene nasıl verir? Meselâ benim gibi. Ben istedim, Rabbim de verdi. Askerî okulda, birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilecek ve tutamıyacak olanları ayırdı. 


Oruç tutmak istiyen (seksen) kişi vardı. Bunların içinden, güçlü kuvvetli olanlarından (otuz) kişiyi, *(tutabilir)* diye ayırdı. (Elli) kişiyi de, zaîf gördüğü için *(tutamaz)* diye ayırdı. 


Ben de ufak tefek ve zaîfdim. Beni de tutamıyacakların içine ayırdı. Hâlbuki ben tutmak istiyordum. Çünkü evimde, böyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. Bunun için üzülmüşdüm. 


Hemen doktora; *(Ben tutmak istiyorum)* dedim. O zaman doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. (Sen oruç tutacak adam mısın? Tutarsan sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün!) dedi. 

Nasihat

 Dostlarımıza olan nasihatimiz şudur: İtikadı ehli sünnet vel cemaat alimlerinin kitaplarında bildirdiğine uygun olarak düzeltmelidir. Bundan sonra farz,vacip,sünnet mendub, helal, haram,mekruh olan fıkıh hükümlerini öğrenmeli,her işi bunlara uygun yapmalıdır.


(İmam-ı Rabbani kuddise sirruh)

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 1.cild, 80.mektûb

 Bu mektûb,Mirzâ Muhammed Faruk'a gönderilmiş olup, kullukla irâdenin birlikte olamayacağını ve ayrıca İmâm-ı Rabbânî'nin "kuddise sirruh" mübârek mezarlarını medhetmekte,Serhend'in şerefini bildirmektedir:

Allahu teâlâ, sizi, arzularınıza kavuştursun. Belki bütün arzulardan kalbinizi boşaltsın ve kendi irâdesi ile bulundursun. Kulluk makâmı olan yokluk ve kendinden haberi olmamak, varlık ve kendinde olmanın işaret ve alâmeti istek ve arzuyla bulunmak gibi değildir. Varlık noktası ve benlik davası, muhibbin, ya'nî sevenin kalbinde Kafdağı gibi ve Sedd-i İskender gibidir. Ezelî bir ihsân olmayınca, bunları aşmak imkânsızdır.

Ma'nevî kuvvetle bir çekilme olmadan, yalnız sûrî ameller ile bu girdâbdan kurtulunmaz. Aşk ateşi kalbde, alev alev parlamayınca, sevgiliden başka bütün sevilenler bu ateş ile yanmayınca, bu kasırga ve fırtınadan kurtulmak muhâldir. Sâlik, kendi arzusuna bağlı olduğu müddetçe, irâde, istek sahibidir. İrâdeden, istekten ve bütün arzulardan geçer ve Allahu teâlânın irâdesi ile sıfatlanırsa, irâde, istek ve müridlik makâmından kurtulur. Üstâdlık makâmına lâyık olur. 

Bu zamanda evliyâlığın ilk kemâl mertebesi olan bu hâl ve bunun gibi evliyâlığın diğer olgunlukları, yüksek önderimiz, imamların imamı, doğru yolu göstericimiz İmâm-ı Rabbânî'nin (kuddise sirruh) feyizli mezarından, elde edilmektedir. O nûrlu bahçede hizmet edenler, hattâ etraftan, civârlardan sıdk ile gelen talebeler, o temiz yüksek yere ihtiyac yüzlerini iştiyakla sürünce, bu saâdet ve devletten istifâde ediyor, o feyze kavuşuyorlar. Muhabbet şarabından, o huzûrda bir yudum içince, yüzlerce coşma, kaynama ve dalgalanma ile kendilerinden geçiyor, matlûb ve maksuduna götürülüyorlar.

Bugün, Serhend şehri, feyiz ve nûrun fazlalığından, sırların zuhûrunun çokluğundan Hindistan'ın ve diğer memleketlerin gıbta edecekleri bir yerdir. Onu Hindistan'dan bilmemelidir. Çünkü o velâyetin kapısıdır. Hind toprağı, velâyet suyu ile birleşti ve muhabbet şarâbı onun tıynetindeki afyon ile bir araya geldi. Sekrin, sarhoşluğun, ya'nî aşk ve muhabbet sarhoşluğunun coşmasından, dalgalanmasından, taleb edenlerden ayn ve eser alınır, orada muhabbetle yanan, dönen ve dolaşanın başından ve sarığından haberi olmaz. Onların hâllerini şu beyit ne güzel anlatıyor:

Beyt:

Vakta ki sâkî şaraba afyon kattı,

Sarhoşlarda ne baş ne sarık kaldı.

Bununla beraber, cem'ül cem' şerbetinden doymuştur. Uyanıklık ve davet sütü ile taze ve yenidir. Bütün bu irşâd ve hidâyet o mübârek mezardan geliyor. Bu görünen ve elde edilenler, bu memleketin (bu toprağın) tıynetinin letâfetini gösteriyor. Gerçek talebelerin anladıkları gibi, onun feyizleri, vücûdunun sırları ve ihsânları olduğu açık ve şübhesizdir. Safâ yolunda gidenlerde bunu gayet iyi görmektedirler. Onun esrar denizinden elde edilen cevher, diğer yerlerde bulunmaz. O muhabbet meclisinden, arzû edenlerin şevk ile arayanların damağına değen bir yudum şerbet, âlemi de, kendini de unutturuyor.

Beyt:

Burada bitsin artık, aklı olanlar anlar,

İki kere seslendim, duymak isteyen duyar,


Vesselâm evvelen ve âhıran!

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Rabbimize nasıl şükredeceğimizi bilemiyorum. Çok rahatız, ni’metler içinde yüzüyoruz. Nereden geliyor bu ni’metler? Hep *(Efendi)* hazretlerinden. 


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden geliyor. O büyüklerin himmeti, onların teveccühleri, çok şükür bizleri böyle mesrûr ediyor. Öyle seviniyorum ki, nerdeyse uçacağım.


Yâni sevincimden uçacağım. Bu kardeşlerimizin hizmetleri beni o kadar sevindiriyor. Hepinizden Allah râzı olsun. Efendi hazretleri, dünyaya  *(Nûr)* saçıyor kardeşim. Onun *(Nûr’u)* bunlar. Onun *(himmeti)* ile oluyor bu hizmetler. 


Allahın dînini yaymak ni’metınin devâm etmesi için, bu ni’mete *(Şükr)* etmek lâzım. Nasıl şükredeceğiz? Ni’mete şükretmek nasıl olur? O ni’meti yerinde kullanmakla olur. Yerinde kullanmanın birinci şartı nedir? 


*(Fitne)* den sakınacağız. Fitnenin sebepleri var. Fitne demek, müslümâna zarar gelmesi demekdir. Birinci sebep, müslümânların birbirlerine olan sevgilerinin azalmasıdır. 


Öyleyse, fitne çıkmaması için, birbirimizi çok seveceğiz. Ayrıca sevgimizi de onlara bildireceğiz. Peygamber Efendimiz buyuruyor bunu. Yâni hadîs-i şerîf. Lâlettâyin bir söz söylemiyorum size.


Resûlullah Efendimizin mübârek ağzından çıkan cümleyi söylüyorum: *(Men ehabbe ehâhü, fel yuhbir iyyâhu.)* Yâni bir kimse, bir din kardeşini seviyorsa, sevdiğini ona bildirsin. 


Ona sevdiğini bildirmek, (Seni seviyorum) demekle olmaz. Sevginin şartlarını yerine getirmek lâzım. Meselâ biri, bir din kardeşimizin aleyhinde konuşursa ne yapacağız? O kimseye;


*(Sus! Din kardeşimin aleyhinde konuşma!)* diyeceğiz. Onu susturacağız. Mümin kardeşimizi bir müşkilâtda görünce, hemen imdâdına koşacağız, onun için arkasından *(duâ)* edeceğiz. 


Bakın, ben namazda duâ ederken ne dedim? Siz de duydunuz. *(Mesâimize, hizmetlerimize iştirak eden din kardeşlerimize)* diye, sizlere duâ etdim. Beş vakit namazda ben size duâ ediyorum kardeşim.


Neden? Sizleri seviyorum da onun için. Hadîs-i şerîfde öyle buyuruluyor. *(Bir kimse, bir din kardeşini severerse, sevgisini ona bildirsin.)* Ama bu, lâfla olmaz ki. 


(Ben seni seviyorum) demek kâfi değil. Sevgisini ona bildirsin demek, sevginin şartlarını yerine getirsin demekdir. Ben seni seviyorum demeye, *(Lisân-ı kâl)* denir. Kâl, söz demekdir.


Ama sevginin şartlarını yerine getirirse, buna da *(Lisân-ı hâl)* denir. Yâni biz sevgimizi, hâlimizle tavrımızla davranışımızla bildireceğiz kardeşim. Âlimlerimiz; *(Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entakdır)* buyuruyor.

Gönül ehli olan birinin kalbine girmeğe çalışmalıdır

 "İyi bir ahlak ve hizmet ile, gönül ehli olan birinin kalbine girmeğe çalışmalıdır. Zira bu tâifenin kalbi, nazârgâh-i ilâhî olduğundan, o kalbde bulunanlara da elbette o nazardan nasîb yetişir"


(Hâce Alî Râmitenî)

“Kaddesallahu te'âlâ sirreh”


(Reşâhât, sf.46)