Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

*(El ulemâ vereset-ül enbiyâ.)* Efendimiz aleyhisselâm böyle buyuruyor. Yâni âlimler Peygamberlerin vârisleridir. Ne büyük ni’met içindeyiz kardeşim. 


Bu gün çok yoruldum efendim. Lâkin insanın kalbinde *(Allah)* sevgisi varsa, *(Din)* sevgisi varsa, o kalbin zindeliği, vücûdun yorgunluğunu giderir efendim. 


Ben zindeyim elhamdülillah. Bana; *(Çok yoruluyorsun, üzülüyoruz)* diyorlar. 


Evet yoruluyorum, ama insanın kalbinde *(sevgi)* varsa, *(hizmet aşkı)* varsa, muhabbet varsa, vücûdunun yorgunluğu ona te’sîr etmiyor. Yeter ki kalb zinde olsun. Ben zindeyim elhamdülillah. 


Benim kurtulmam, sizin kurtulmanız, hepimizin kurtulması, bu kitapların dağılması, hep Efendi hazretlerinin, bana; *(Sen lâf dinlersin)* iltifâtıyla olmuşdur. Sen lâf dinlersin dedi bana. Elhamdülillah. Allahü teâlânın ihsânı efendim. 


Ya kovsaydı, *(Git, artık gelme)* deseydi. Çünkü ben, en çok ondan korkardım efendim. *(Bir daha gelme)* diyecek diye ödüm kopardı. Bu korkuyla yüzlerine bakamazdım. Hep önüme bakardım. 


Âlimler, Allah korkusundan, kendilerini âdeta arslanın ağzının içindeki *(yem)* gibi görürler. Arslan ağzını kapatdığı zaman ölecek, o kadar Allahdan korkarlar. 


Ben, Efendi hazretlerinin, her zaman tam karşısına otururdum. Hattâ, Eyüp Sultân câmiinde, ilk tanıdığımda, en önde, burun buruna oturmuşduk. 


Allahü teâlâ; *(Her istiyene veririm, bâzan da istemiyenler arasından seçdiğime veririm)* buyuruyor. İnnâ Fetahnâ leke sûresinin son âyet-i kerîmesidir bu. 


Bu âyet-i kerîmede hem adâlet, hem de ihsân var. Her istiyene veririm buyurması, *(adâlet)* dir. İstediğime veririm buyurması da *(ihsân)* dır. 


İstiyene nasıl verir? Meselâ benim gibi. Ben istedim, Rabbim de verdi. Askerî okulda, birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilecek ve tutamıyacak olanları ayırdı. 


Oruç tutmak istiyen (seksen) kişi vardı. Bunların içinden, güçlü kuvvetli olanlarından (otuz) kişiyi, *(tutabilir)* diye ayırdı. (Elli) kişiyi de, zaîf gördüğü için *(tutamaz)* diye ayırdı. 


Ben de ufak tefek ve zaîfdim. Beni de tutamıyacakların içine ayırdı. Hâlbuki ben tutmak istiyordum. Çünkü evimde, böyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. Bunun için üzülmüşdüm. 


Hemen doktora; *(Ben tutmak istiyorum)* dedim. O zaman doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. (Sen oruç tutacak adam mısın? Tutarsan sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün!) dedi. 

Nasihat

 Dostlarımıza olan nasihatimiz şudur: İtikadı ehli sünnet vel cemaat alimlerinin kitaplarında bildirdiğine uygun olarak düzeltmelidir. Bundan sonra farz,vacip,sünnet mendub, helal, haram,mekruh olan fıkıh hükümlerini öğrenmeli,her işi bunlara uygun yapmalıdır.


(İmam-ı Rabbani kuddise sirruh)

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 1.cild, 80.mektûb

 Bu mektûb,Mirzâ Muhammed Faruk'a gönderilmiş olup, kullukla irâdenin birlikte olamayacağını ve ayrıca İmâm-ı Rabbânî'nin "kuddise sirruh" mübârek mezarlarını medhetmekte,Serhend'in şerefini bildirmektedir:

Allahu teâlâ, sizi, arzularınıza kavuştursun. Belki bütün arzulardan kalbinizi boşaltsın ve kendi irâdesi ile bulundursun. Kulluk makâmı olan yokluk ve kendinden haberi olmamak, varlık ve kendinde olmanın işaret ve alâmeti istek ve arzuyla bulunmak gibi değildir. Varlık noktası ve benlik davası, muhibbin, ya'nî sevenin kalbinde Kafdağı gibi ve Sedd-i İskender gibidir. Ezelî bir ihsân olmayınca, bunları aşmak imkânsızdır.

Ma'nevî kuvvetle bir çekilme olmadan, yalnız sûrî ameller ile bu girdâbdan kurtulunmaz. Aşk ateşi kalbde, alev alev parlamayınca, sevgiliden başka bütün sevilenler bu ateş ile yanmayınca, bu kasırga ve fırtınadan kurtulmak muhâldir. Sâlik, kendi arzusuna bağlı olduğu müddetçe, irâde, istek sahibidir. İrâdeden, istekten ve bütün arzulardan geçer ve Allahu teâlânın irâdesi ile sıfatlanırsa, irâde, istek ve müridlik makâmından kurtulur. Üstâdlık makâmına lâyık olur. 

Bu zamanda evliyâlığın ilk kemâl mertebesi olan bu hâl ve bunun gibi evliyâlığın diğer olgunlukları, yüksek önderimiz, imamların imamı, doğru yolu göstericimiz İmâm-ı Rabbânî'nin (kuddise sirruh) feyizli mezarından, elde edilmektedir. O nûrlu bahçede hizmet edenler, hattâ etraftan, civârlardan sıdk ile gelen talebeler, o temiz yüksek yere ihtiyac yüzlerini iştiyakla sürünce, bu saâdet ve devletten istifâde ediyor, o feyze kavuşuyorlar. Muhabbet şarabından, o huzûrda bir yudum içince, yüzlerce coşma, kaynama ve dalgalanma ile kendilerinden geçiyor, matlûb ve maksuduna götürülüyorlar.

Bugün, Serhend şehri, feyiz ve nûrun fazlalığından, sırların zuhûrunun çokluğundan Hindistan'ın ve diğer memleketlerin gıbta edecekleri bir yerdir. Onu Hindistan'dan bilmemelidir. Çünkü o velâyetin kapısıdır. Hind toprağı, velâyet suyu ile birleşti ve muhabbet şarâbı onun tıynetindeki afyon ile bir araya geldi. Sekrin, sarhoşluğun, ya'nî aşk ve muhabbet sarhoşluğunun coşmasından, dalgalanmasından, taleb edenlerden ayn ve eser alınır, orada muhabbetle yanan, dönen ve dolaşanın başından ve sarığından haberi olmaz. Onların hâllerini şu beyit ne güzel anlatıyor:

Beyt:

Vakta ki sâkî şaraba afyon kattı,

Sarhoşlarda ne baş ne sarık kaldı.

Bununla beraber, cem'ül cem' şerbetinden doymuştur. Uyanıklık ve davet sütü ile taze ve yenidir. Bütün bu irşâd ve hidâyet o mübârek mezardan geliyor. Bu görünen ve elde edilenler, bu memleketin (bu toprağın) tıynetinin letâfetini gösteriyor. Gerçek talebelerin anladıkları gibi, onun feyizleri, vücûdunun sırları ve ihsânları olduğu açık ve şübhesizdir. Safâ yolunda gidenlerde bunu gayet iyi görmektedirler. Onun esrar denizinden elde edilen cevher, diğer yerlerde bulunmaz. O muhabbet meclisinden, arzû edenlerin şevk ile arayanların damağına değen bir yudum şerbet, âlemi de, kendini de unutturuyor.

Beyt:

Burada bitsin artık, aklı olanlar anlar,

İki kere seslendim, duymak isteyen duyar,


Vesselâm evvelen ve âhıran!

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Rabbimize nasıl şükredeceğimizi bilemiyorum. Çok rahatız, ni’metler içinde yüzüyoruz. Nereden geliyor bu ni’metler? Hep *(Efendi)* hazretlerinden. 


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden geliyor. O büyüklerin himmeti, onların teveccühleri, çok şükür bizleri böyle mesrûr ediyor. Öyle seviniyorum ki, nerdeyse uçacağım.


Yâni sevincimden uçacağım. Bu kardeşlerimizin hizmetleri beni o kadar sevindiriyor. Hepinizden Allah râzı olsun. Efendi hazretleri, dünyaya  *(Nûr)* saçıyor kardeşim. Onun *(Nûr’u)* bunlar. Onun *(himmeti)* ile oluyor bu hizmetler. 


Allahın dînini yaymak ni’metınin devâm etmesi için, bu ni’mete *(Şükr)* etmek lâzım. Nasıl şükredeceğiz? Ni’mete şükretmek nasıl olur? O ni’meti yerinde kullanmakla olur. Yerinde kullanmanın birinci şartı nedir? 


*(Fitne)* den sakınacağız. Fitnenin sebepleri var. Fitne demek, müslümâna zarar gelmesi demekdir. Birinci sebep, müslümânların birbirlerine olan sevgilerinin azalmasıdır. 


Öyleyse, fitne çıkmaması için, birbirimizi çok seveceğiz. Ayrıca sevgimizi de onlara bildireceğiz. Peygamber Efendimiz buyuruyor bunu. Yâni hadîs-i şerîf. Lâlettâyin bir söz söylemiyorum size.


Resûlullah Efendimizin mübârek ağzından çıkan cümleyi söylüyorum: *(Men ehabbe ehâhü, fel yuhbir iyyâhu.)* Yâni bir kimse, bir din kardeşini seviyorsa, sevdiğini ona bildirsin. 


Ona sevdiğini bildirmek, (Seni seviyorum) demekle olmaz. Sevginin şartlarını yerine getirmek lâzım. Meselâ biri, bir din kardeşimizin aleyhinde konuşursa ne yapacağız? O kimseye;


*(Sus! Din kardeşimin aleyhinde konuşma!)* diyeceğiz. Onu susturacağız. Mümin kardeşimizi bir müşkilâtda görünce, hemen imdâdına koşacağız, onun için arkasından *(duâ)* edeceğiz. 


Bakın, ben namazda duâ ederken ne dedim? Siz de duydunuz. *(Mesâimize, hizmetlerimize iştirak eden din kardeşlerimize)* diye, sizlere duâ etdim. Beş vakit namazda ben size duâ ediyorum kardeşim.


Neden? Sizleri seviyorum da onun için. Hadîs-i şerîfde öyle buyuruluyor. *(Bir kimse, bir din kardeşini severerse, sevgisini ona bildirsin.)* Ama bu, lâfla olmaz ki. 


(Ben seni seviyorum) demek kâfi değil. Sevgisini ona bildirsin demek, sevginin şartlarını yerine getirsin demekdir. Ben seni seviyorum demeye, *(Lisân-ı kâl)* denir. Kâl, söz demekdir.


Ama sevginin şartlarını yerine getirirse, buna da *(Lisân-ı hâl)* denir. Yâni biz sevgimizi, hâlimizle tavrımızla davranışımızla bildireceğiz kardeşim. Âlimlerimiz; *(Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entakdır)* buyuruyor.

Gönül ehli olan birinin kalbine girmeğe çalışmalıdır

 "İyi bir ahlak ve hizmet ile, gönül ehli olan birinin kalbine girmeğe çalışmalıdır. Zira bu tâifenin kalbi, nazârgâh-i ilâhî olduğundan, o kalbde bulunanlara da elbette o nazardan nasîb yetişir"


(Hâce Alî Râmitenî)

“Kaddesallahu te'âlâ sirreh”


(Reşâhât, sf.46)

Afiyet

 Adamın biri bir zata “Sen her gün afiyette değil misin?” dedi. “Allahu Teala’dan öyle bir gün istiyorum ki sabahtan akşama kadar günah işlemeyeyim. Afiyetle geçen gün böyle olur.” buyurdu.Cenab-ı hak size de böyle afiyetli günler ihsan eylesin.


(İmamı Rabbani kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şehîd olanların *(kanları)*, Allahın dînini *(kitap)* ile yayanların *(mürekkebi)* ile tartılsa, mürekkep *(ağır)* gelir. 


Bundan maksad; *(kitap)* ile yayanların sevâbı, *(cihâd)* ile yâni döğüşerek şehîd olanların sevâbından daha çokdur. 


Ne mutlu Allahın dînini yayanlara! İşte islâmiyeti kitapla yayma hizmetini, siz yapıyorsunuz kardeşim. 


*(Cihâd)* etmek, harb etmek değildir, harb etmeği hükûmet yapar. Biz, kendi kendimize bu mânâda cihâd yapamayız. Kendi kendimize cihâd, *(emr-i mâruf)* dur.


Yâni Allahın dînini yaymakdır. Biz, bunu yapıyoruz el-hamdülillah. Allahın dînini yayanlar, beden ile cihâd edenlerden daha *(hayırlı)* dır. 


Hazret-i Alî ne buyuruyor? *(Bir kimse, Allahın dîninden bana bir kelime, yâni bir mesele öğretirse, ben onun kölesi olurum)* diyor. 


Elhamdülillah, İslâma hizmet bize nasîb oluyor kardeşim. Bize nasıl nasîb oldu? Allahın lûtf-u ihsânıdır bu. Allahü teâlâ herkese bir şey ihsân etmiş. 


Kimine, insanların sıhhatine hizmet etmeyi, yâni *(tabâbet)* ni’metini vermiş. Bize de Habîbinin, Resûlünün yolunu göstermek ni’metini vermiş. 


*(El ulemâ vereset-ül enbiyâ.)* Yâni âlimler, Peygamberlerin vârisleridir. Bunu, Peygamber Efendimiz buyuruyor. Peygamber Efendimizin vârisleridir bunlar. 


Vâris, mûrisin yanındadır. Ne büyük ni’met içindeyiz kardeşim. Sevinelim, şükredelim. Allahın dînini yaymak ni’metinin devâm etmesi için, bu ni’mete şükretmek lâzım. 


Şükretmek ne demek? Nasıl şükredeceğiz? Ni’mete şükretmek, o ni’meti yerinde kullanmak demekdir. Yerinde kullanmanın birinci şartı, *(fitne)* den sakınacağız kardeşim.

Büyüklere sevgiyi elden kaçırmayınız

 Allahu Teala’yı seven ve unutmayanlardan uzak kalman o saadet tohumunun açılıp büyümesine mani oldu.Fakat, o tohumun çürümemiş olması bu yavrunun yetişmeye elverişli, nefis bir cevher olduğunu göstermektedir. Her pahasına olursa olsun o büyüklere sevgiyi elden kaçırmayınız.


(İmamı Rabbani kuddise sirruhu)

Dedikodu yapanın sözü kabûl edilmez

 Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 2.cild, 123. mektûb. Bu mektûb, hakîkatler menba'ı yüksek oğulları Şeyh Ebûl Kasım'a gönderilmiş olup dostların kusûrlarını afv ve dedikodu yapanı dinlemekten men' etmektedir:

Allahu teâlâya hamd olsun! Sevdiği, seçtiği kullarına selâm olsun! Kıymetli mektûbunuz geldi. Bizi çok sevindirdiniz. Huzûr ve safâ hâsıl olduğunu yazıyorsunuz. Ne iyi haber! Fitne ateşi ne kadar söner, bastırılırsa, o kadar iyidir. Dostlarından, sevdiklerinden insanlık icâbı bir kusûr, sevgiye uymıyan, ters düşen bir şey meydana gelirse, bağışlamalı, iyi taraflarını görmelidir.

 Mısra':

Mert isen, kötülük yapana, iyilik yap.

Derler ki, bir kimse, bir kimsenin yanında, bir kimsenin bir kötülüğünden bahsetmiş. "Biz, bize iyiliğine bakarız; iyiliği kötülüğünden fazla ise, iyiliklerini alır, kötülüklerini geçeriz. Nitekim Efendi de kölesine böyledir. O hâlde kul kula karşı nasıl olmalıdır!" demiştir. Yazıyorsunuz ki, bazı sâlihler, bazı haberler getirdi. Hüsn-i zan gereği sözlerine inandım. Bu yüzden kalbim ağırlandı. Deriz ki, ilim sâhibinin böyle söylemesi, hayret vericidir. Onların sözlerini hüsn-i zanla kabûl etmişsiniz ve hüsn-i zan etmeğe lâyık olan diğer tarafa hüsn-i zan etmemişsiniz. Dedikodu yapanın sözü kabûl edilmez,red edilir. Kenz-ül hafi kitabında diyor ki:

Halid bin Sinân: "Dedikoduyu kabûl etmek, dedikodudan daha kötüdür". Çünkü dedikodu, delâlet, işâret; kabûl ise, icâzet ve tasdîktir. Bir şeye delâlet eden ile onu kabûllenip, hükmeden bir değildir. O hâlde dedikodu yapanın azâbı, sadece dedikodusudur. Eğer doğru ise ayıblamasında, bir kimsenin gizli bir şeyini ortaya dökmek, hürmetini gidermek, nâmusuyla oynamak vardır. Yalan ise Allahu teâlâya karşı gelmek, yalan ve iftira söz ile şeytana uymak vardır. Sana bir kimse gelip, filân kimse, senin hakkında şöyle şöyle dedi, senin için şöyle şöyle yaptı dese, senin üzerine altı şey vâcib olur:

1- Tasdîk etmemelisin, ya'nî doğruluğuna inanmamalısın. Çünkü nemmâm, ya'nî dedikodu yapanın şâhidliği, İslâmda merdûddur. Allahu teâlâ Hücûrât sûresi altıncı âyetinde: 

"Ey îmân edenler, eğer size bir fâsık, bir haber getirirse, onu araştırın, (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkîk edin). Değilse, bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da, yaptığınıza pişman olursunuz" buyuruyor.

2- Dedikodu yapanı men ediniz. Çünkü dedikodu yapmak münkerdir. Kötü işdir. Münkerden nehy ise vâcibdir. Allahu teâlâ Âl-i İmrân sûresi yüzonuncu âyetinde:

"Ey Muhammed aleyhisselâmın ümmeti! Siz beşeriyyet içim meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emr eder, fenalıktan alıkorsunuz ve Allaha îmânınızda devâm edersiniz!" buyuruyor.

3- Dedikodu edene, söz taşıyana, getirip götürene, ALLAH için kızmalısın. Çünkü o âsîdir, günâhkârdır, fâsıktır. Günâhkâra buğz ise vâcibdir.

4- Yanında olmıyan din kardeşine, onun sözü ile sû-i zan etmemelisin. Çünkü Müslümana sû-i zan haramdır. Haramdan sakınmak ise vâcibdir.

5- Dedikodu yapanın sözüne bakıp, tecessüs etmemeli, araştırmamalıdır. Çünkü Allahu teâlâ tecessüsü nehy ediyor ve Hücûrat sûresi onikinci âyetinde:

"Ey îmân edenler, zannın birçoğundan sakının, çünkü zannın bir kısmı günâhdır. [Müslümanların ayıb ve kusurlarını] araştırmayın..." buyuruyor.

6- Bu dedikoducunun yaptığını, beğenmediğin şeyi sen yapma. Âlimlerden biri buyurdu: " Bu zamanda günâhtan kurtulmak ve din kardeşleri ile kardeşliğinin devâmını istiyen, kendini hâkim yapsın, hâkimler gibi hükmetsin. Bir kimse hakkında, tek bir kimsenin sözünü kabûl etmeyip, birden çok şâhid olmayınca ve şâhidler âdil olmayınca, bir kimsenin sözünü tasdîk etmesin".

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 2.cild,137.ci mektûbun bir kısmı

 Bu mektûb Urvetü'l Vüska Muhammed Ma'sûm Fârûkî "kuddise sirruh) hazretleri tarafından Şeyh Cüneyd Mihtî'ye yazılmış olup, vâkı'asının ta'bîri, zarûrî nasîhatler ve on latîfeden bahsetmektedir. Mektûbun tamamı değil bir kısmı alınmıştır. 

... Soruyorsunuz: Şerîatta kula fâil-i muhtâr deniyor. Halbuki naslarda ve hadîslerde geldi ki: 

"Allahu teâlânın hidâyet verdiğini kimse delâlete götüremez. Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için yol gösteren yoktur. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir" gibi âyetler ve;

"Îmân, Rahmanın iki parmağı arasındadır"

"Kaderin, hayır ve şerri Allahdandır"

"Kendisinden başka ilah olmayana yemin ederim ki, sizden biriniz Cennet amelleri işler, hatta kendisi ile Cennet arasında bir kol boyu [bir arşın, yarım metre] mesafe kalır ve alın yazısı öne geçer ve Cehennemlik amelleri işler ve Cehenneme girer. Bir kimsede cehennemlik amelleri işler ve kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesafe kalır, kitab yazısı önüne geçer ve cennet amelleri işler ve cennete girer".

Deriz ki, sorudan hâsıl olan şudur ki, şerîat âlimleri kulda ihtiyâr vardır derler, ama bu âyetler ve hadîsler bunun aksini bildirmektedir ve ihtiyâr olmadığını haber vermektedir; burada bir çatışma olmuyor mu?

Cevab: Hiç çatışma yoktur. Açıklayalım, hiç şübhe yoktur ki, hidâyet ve delâlet Allahu teâlâya mahsûstur. Hayır, şer, îmân, küfür, tâat, isyan gibi ne varsa hepsi Allahu teâlânın takdîri ve irâdesi ile yaratılmaktadır. Âyet ve hadîsler de bunu göstermektedir.

Kulların yaptıklarını yaratan Hak teâlâdır, kullar değildir. Mu'tezile insanlar işlerinin yaratıcısıdır dediler ve delâlet, sapıklık derecesinde kaldılar. Çünkü Allahu Teâlâ:

"Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı" [Saffat-96] buyuruyor. Yine hiç şübhesiz biliyoruz ki, kul, işin de mecbûr değildir. Cebriye mecburdur dedi ve doğru yoldan saptı. Çünkü bir şeye isteyerek dokunma ile, elin veya bir uzvun titremesi farklı şeylerdir. Teklîf ve dâimî azâb hükmü cebriyyeyi nakz ve nefyetmektedir. Bununla beraber Allahu teâlâ sevâb ve azâbı kullarının ameline bağlamış ve:

"Yaptıklarının cezâsı [karşılığı] dır" buyurmuştur. O hâlde anlaşılmış oldu ki, kulun yaptığı işte dahli vardır, her ne kadar yaratması Allahu teâlâ tarafından ise de, işte kulun bu dahline kesb [kazanma] deniyor. Kula irâde ve ihtiyâr verildi. Lâkin kendi irâdesine bırakmadılar. Teklîf, azâb ve sevabı bu irâdeyi kullanarak iş yapmasına bıraktılar. İşte kul irâdesini sarf ettikten sonra, o işin yaratılması Hak teâlâdan vuku'a geliyor. O hâlde âyet ve hadîsler yaratma itibâriyle olanı ifâde ediyor ve din âlimlerinin sözü kesb bakımından oluyor ki, bu da irâdeyi sarf etmektir.

Derseniz ki, Allahu teâlâ ezelde ilm-i kadîmi ile biliyordu ki, filân kul filân zamanda filân işi, tâat veya ma'siyyeti işleyecek. O hâlde o işin o kimseden meydana gelmesi elbette olacaktır ve kul bunda mecbûrdur. Çünkü meydana gelmese Allahu teâlânın ilmi cehle dönüşür, bu ise muhaldir.

Cevabında deriz ki, ilim vuku'a tâbidir. Nasıl yapılacaksa ilm-i ilâhî ezelde ona bağlandı. Ya'nî sonra olacakları Hak teâlânın ezelde bilmesinde bir mahzûr yoktur.

Derseniz, tâat ve masiyet hep ezelî takdîr ve irâde iledir, ihtiyâr nerededir? Deriz ki, ezelde takdîr ve irâde öyle işledi ki, filân kendi ihtiyârı ile şu işi yapacaktır. Bu ihtiyârın isbâtı olup nefyi [olmaması] değildir. Şu kadar vardır ki, bu ihtiyâr lâzımdır ki, elbette ondan vuku'a gelecek. Gelecek ki, takdîr-i ezeliye muhâlif vâkî olmasın.

Nitekim yazısı öne geçti hadîsinde buna işâret vardır. Bununla mektûbumuza son verelim. Gaybi en iyi bilen Allahu teâlâdır.

Mahdûmâ; kaza ve kader mes'elesi en ince mes'elelerdendir. Herkesin anlayışı bu konuyu kavrayamaz. Belki bu mes'elenin hakîkatini en iyi Allâmül-guyub hazretleri bilir. Kısaca şu kadar îmân etmek lâzımdır: Kaderin hayrı da, şerri de Allahdandır. İnsanlar yaptıklarının karşılığını görürler, iyilik yapmışlarsa iyilik, kötülük yapmışlarsa kötülük görürler. Bundan ileri gitmek bize lâzım gelmez. İlmini Allahu teâlâya bırakmalı ve Onun emir ve yasaklarına uygun yaşamalıdır. Böyle yapmazsa kul âsi olmuş olur ve çeşitli cezâlara müstehak olur. Açık olarak ve kendi vicdanımızla anlıyoruz ki, Hak teâlâ bize emir ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret ve kuvvet vermiştir ve Hakka karşı gelmeyi, âsi ve günahkâr olmayı serkeşlik bilmeliyiz.

Yâ Rabbi, sen bize katından rahmet ver ve işlerimizi düzgün ve güzel yapmayı bize nasîb eyle.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Cihâd)* etmek, harbetmek değildir. Harb etmeği hükümet yapar kardeşim. Hükümet bize izin verirse, onun emrinde cihâd yapılır. 


Biz kendi kendimize cihâd yapamayız. Kendi kendimize cihâd, *(emr-i mâruf)* dur. Yâni Allahın dînini yaymakdır. Biz bunu yapıyoruz işte. 


Elhamdülillâh. Allahın dînini, *(söz)* ile, *(kitap)* ile yayanlar, beden ile yâni kılıç ile dövüşerek cihâd edenlerden daha kıymetli ve hayrlıdır. 


İşte Allahü teâlâ bâzı kullarına *(hâdî)* ismiyle tecellî etmiş, yâni onlara hidâyet nasîb etmiş, bunları kendi hizmetinde kullanıyor. 


Allahü teâlânın bir de *(mudil)* sıfatı, yâni dalâlete götürücü sıfatı vardır. Bu dalâlete gidenler de, hidâyete erenlerin yapdıklarının tersini yapmaya çalışırlar.


Allahü teâlâ, mülkün sâhibidir. Neden böyle yapar? suâl edemeyiz. Sebebini O bilir. Yâni *(hidâyet)* de, *(dalâlet)*  de, Allahü teâlânın takdîridir. 


Hidâyete erecek olan kullarını, bir *(mürşid-i kâmil)* ile karşılaşdırır. O mürşid-i kâmil, aynen mıknatısın cevheri çekdiği gibi, kendisine tâbi olacakların hepsini kendine çeker. 


*(Kendi)* si çeker, *(kitap)* ları çeker, *(talebe)* leri çeker, ama eninde sonunda çeker. Sevindirici haber şudur ki, bu büyükleri seven, şakî olmaz, yâni mürted olmaz. 


Amaaa, hâlisen değil de, şeklen inanır ve bunun kıymetini bilmezse, bu sefer mudîl sıfatı tecellî eder ve *(mürted)* olur. Allah korusun. Mürted olarak giden çok vardır. 


Çünkü bu verilen hidâyet sıfatının gereğini yerine getirmediği, ni’metin kıymetini bilmediği için, elinden gitmişdir. Öyleyse biz, elimize geçen bu ni’metin kıymetini bilelim, bu fırsatı iyi değerlendirelim kardeşim. 


Bu beden, bu îmân, bu ahlâk, bu fırsat çok kıymetlidir. Bize, hem *(îmân)*, hem de *(hizmet)* ihsân edildi. Bunlardan daha büyük ni’met düşünülemez. Elimizden gitmemesi için çalışalım. 


Bir gayri müslim; *(Müslümânlık çok kolay, eğer müslümânlık dünyâya anlatılsa, bütün dünyâ müslümân olur)* diyor. Bir kız söylüyor bunu, hem de fransız. 


İşte biz, o kızın dediği işle uğraşıyoruz. Yâni müslümânlığı bütün dünyâya anlatmağa çalışıyoruz. Arapça, fransızca, ingilizce, alamanca kitaplarımızla, hep dünyâya islâmiyeti tanıtmağa öğretmeğe çalışıyoruz. 


Çünkü biliyoruz ki, müslümânlığı doğru öğrenen, seve seve müslümân olur. İslâm dîni, kadınlara kızlara iltimas ediyor, kolaylık gösteriyor. Fakat kâfirler tam tersini söylüyor, yalan söylüyor, böylece gençleri aldatıyorlar.