Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Molla Câmî* hazretlerinin bir kitâbı var. *Şevâhid-ün Nübüvve*. Orada buyuruyor ki: Allahü teâlâ bir kulunu *Sever*’se, onu *Fıkh* ilmiyle meşgûl eder. 


Sonra da *Fıkh âlimi* olur. Demek ki, *Seâdet-i Ebediyye*’yi, bizim kitapları okumak, Allahü teâlânın *Sevdiği* kulu olmanın *Alâmet*’idir efendim.


*Allah* celle celâlüh, eğer bir kulunu *Sever*’se, pek çok kulunu, onun için *Fedâ* eder, hattâ *Yakar* efendim. Pek çok kulunu, o sevdiği kul için *Telef* eder. Nasıl mı? 


Meselâ o sevdiği kula *İftirâ* ederler, hakkında *Dedikodu* yaparlar, daha *Kötü* şeyler yaparlar. O sevdiği zât, *Sabr*’eder, ama öbürleri de *Helâk* olurlar. 


Çünkü bir *Mü'min*’in kalbini kırmak, incitmek, gücendirmek, *Kâbe*’yi yıkmakdan daha büyük *Günah*’dır. Onu yapanlar *Helâk* olur, ama bu, o mü’minin *Lehin*’e olur. 


Onun için, ne biz *Yanalım*, ne de bizim yüzümüzden bir başkası *Yansın*, tehlikeli çünkü. Peygamber Efendimiz aleyhisselâm; *Susan kurtuldu!* buyuruyor. Hadîs-i şerîfdir bu. 

● ● ●

Eyüplü *Hüseyin efendi* vardı. O bir gün; Size, Efendi hazretlerinin bir *Kerâmet*’ini anlatayım dedi. Ve şöyle anlatdı: 


*Câhillik* işte, biliyorum ki, piyango *Kumar*’dır, kumar da *Harâm*’dır, câiz değildir. Ama kendi kendime, içimden dedim ki: 


Eğer bana piyangodan *Para* çıkarsa, kışın *Odun Kömür* parası yaparım. Yâni *Yanacak* şeye harcarım. O parayla *Yiyecek*, *Giyecek* cinsinden bir şey almam, dedim.


Ve kimse görmeden bir *Piyango bileti* alıp, gizlice *Cüzdan*’ımın içine sakladım. Kimseye de söylemedim. O gün Efendi hazretleri, *Bâyezid* câmiinde *Vaaz* veriyordu. 


Ben de gidip, *Efendi*’yi dinlemeye başladım. Ama ben oturur oturmaz, Efendi hazretleri *Mevzû*’yu değişdirdi ve; 


Ey cemâat! *Harâm*’dan alınan parayı *Yiyecek* için, *Giyecek* için kullanmak harâm olduğu gibi, o parayla *Odun* ve *Kömür* almak da harâmdır, dedi. 


Hem de bunu söylerken *Bana* döndü de söyledi. Bu, Efendi hazretlerinin bir *Kerâmet*’i işte.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şimdi bir *Dünyâ* var, bir de *Âhiret* var efendim. Dünyâda iken, âhiretden hiç haberimiz yok! Şimdi bâzıları; *Kim gitmiş, kim görmüş?* diyorlar. Kâfirler ne diyor? 


Gidip gören *Var mı?* Cenneti, Cehennemi gören *Var mı?* diyorlar. Hâlbuki dünyâda iken âhireti görmek *Mümkün* efendim. Dünyâda, *Âhiret* nasıl görülür? *Kalp gözü* ile.  


Kalpden bir *Pencere* açılır, o pencereden *Âhireti* seyreder. Hattâ *Sırat* köprüsünü, *Mîzânı* yâni *Terâzi* yi, *Hesâbı*, *Kitâbı*, her şeyi görür. 


Zâten âhiretde *Zaman* yok ki. Zamansızdır orası. Peygamber Efendimiz *Mîrâca* çıkınca, *Hazret-i Osmân* ın koşa koşa *Cennete* girdiğini gördü. 


Peki, Hazret-i Osmân radıyallahü anh koşa koşa *Şimdi mi* girdi Cennete? Hayır, kıyâmet kopunca, *Âhiret* de girecek. 

● ● ●   

Rabbimize *Nasıl* şükredeceğimizi bilemiyorum kardeşim. Çok *Râhat* ız. *Ni’met* ler içinde yüzüyoruz. Nereden geliyor bu *Ni’met* ler? Hep Efendi hazretlerinden. 


Seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* hazretlerinden geliyor. O büyüklerin *Himmeti*, onların *Teveccüh* leri, çok şükr bizleri böyle *Mesrûr* ediyor. Öyle seviniyorum ki, nerdeyse uçacağım.


Yâni *Sevinc* imden uçacağım. Bu kardeşlerimizin *Hizmet* leri beni o kadar sevindiriyor ki, Allah *Râzı* olsun. Efendi hazretleri *Nûr* saçıyor, onların *Nûr’u* bunlar. 


*Vücûdumun her zerresi gelse de dile, şükrünün binde birini yapamam bile* buyuruyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. Ne büyük *Ni’met* yâ Rabbî. 


Hak teâlâ, kendi *Dîni* ni yaymak *Ni’met* ini bize nasîb ediyor. Çok büyük ni’mete mazhar olmuşuz elhamdülillah. Bu *Ni’met*, bütün dünyâ ve âhiret *Ni’met* lerinden daha *Üstün* dür. 


Evliyâ-i kirâm, bir *Sofra* ya oturdu mu, Besmelesiz pişen yemeğin *Zulmet* ini görürmüş. *Zulmet var bu sofra* da dermiş.

Bir gencin tövbesi

 Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri nefsin istemediklerini yapma ve haramlardan kaçmada kuvvetliydi. Yıllarca başını yastığa koyup uyumadı. Geceleri ibâdet ve zikirle meşgûl olur, bâzan dışarı çıkıp dolaşır, ihtiyaç sâhibi olanlara yardımcı olurdu. Bir gece Nahşeb'in mahallelerinde dolaşırken, âniden kulağına sesler geldi. Dikkat edince bâzı erkeklerin, bir kadınla tartıştıklarını anladı. Kendi kendine, buraya gitmeliyim, bir mazlum ise ona yardım etmeliyim." dedi. Yanlarına varınca kadın onu gördü ve yanına geldi. "Ey üstâd! Fâsık ve ömrünü kötü şeylerle harcayan bir oğlum var. Yaptığı kötülükler, işlediği günahlar hakîkaten çoktur. Dün gece fısk meclisi kurmak ve şarab içmek istedi. Akşamdan sonra, Allahü teâlâ ona bir hastalık gönderdi. Şimdi hasta yatağında yatıyor. Evimiz mescidin yanındadır. Cemâat geceki sesleri duyup geldi ve onu mahalleden çıkarmamı istedi. Ben de ağır hasta olduğunu bildirdim. Ölürse hepimiz ondan kurtulur, yâhut tövbe eder, kendisi kurtulur. Ölmez ve tövbe de etmezse, o zaman onu şehirden dışarı çıkarın dedim." Ebû Türâb-ı Nahşebî, kadına yardım etti ve kalabalık dağıldı. Sonra aklına o genci görmek ve tövbe ettirmek geldi. Evden içeri girince, genç onu görür görmez feryâd edip ağlamaya başladı. "Allah'ım ne kadar kerîmsin. Benim gibi ömrünü boşa geçirmiş bir zavallının duâsını ânında kabûl eyledin." dedi. "Ey genç! Ne duâ ettin?" dedi. "Üstâdım, bugün seher vaktinde iki duâ ettim. Biri; yâ Rabbî sabahleyin bana, Ebû Türâb'ın yüzünü görmek nasîb eyle, ikincisi; yâ Rabbî, nasûh tövbesi ihsân eyle dedim. Duâmın birini şu anda kabûl edilmiş görüyorum, umarım ikincisi de kabûl edilir. Ey hocam çok günahkârım. Tövbe etsem, kabûl olur mu?" deyince; "Ey genç! Ümitsiz olma! Çünkü Allahü teâlânın rahmet denizleri dalga dalga geliyor. Allahü teâlâ ziyâdesi ile tövbeleri kabûl edici ve affedicidir. Kulların günahlarını bağışlayıcıdır. Âsilerin tövbelerini kabûl edicidir. Âcizlere kâfidir. Düşkünlerin en iyi vekîlidir. Bütün günahlardan tövbe makbûldür." buyurdu. Genç elinde tövbe etti ve gözlerinden yaşlar döküldü. Ebû Türâb oradan ayrılınca, genç annesine; "Ey anneciğim! Sana bir vasiyetim var. Yerine getir." dedi. Annesi; "Evlâdım, ne vasiyetin var, söyle!" dedi. Beni bu yataktan ve yumuşak yastıktan, hakîr ve zelîl toprağa indir. Ebû Türâb'la tövbe ettiğim andan sonra, yerde Allahü teâlâya tekrar tövbe edeyim. Çünkü bu hastalık beni iyice sardı. Artık bu hastalıktan öleceğimi anlıyorum." dedi. Annesi isteğini yerine getirdi ve onu yere indirdi. Genç, yüzünü toprağa sürdü, kalp ve rûhunun derinliklerinden gelen bir ses ile; "Ey Allah'ım! Yaptıklarıma pişman oldum. Tövbe ettim. Senin dergâhından başka kapım yok. Dertlilerin dayanağı, muhtaçların sığınağı sensin. Toprakla bir olmuş, zamânını boşa geçirmiş ben kuluna rahmet et." diye yalvarıp inledi. Onu topraktan kaldırıp, yatağa yatırdılar. Gece olunca genç vefât etti. Ebû Türâb; "O gece rüyâda Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem gördü. Yanında iki yaşlı zât var idi. Onlarla berâber çok kalabalık geldi. Birisi ona; "Bu, Muhammed Mustafâ'dır sallallahü aleyhi ve sellem, diğer taraftaki yaşlı zât ise, İbrâhim Halîlullah'tır (aleyhisselâm), diğer taraftaki ise Mûsâ Kelîmullah'tır (aleyhisselâm). Bu kalabalık ise, yüz yirmi bin küsûr peygamberdir." dedi. Ebû Türâb ileri koştu. Selâm verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem selâmına cevap verdi. Onunla müsâfeha etti. "Yâ Resûlallah, siz Nahşeb'e gelmiş miydiniz?" diye arz etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ey Ebû Türâb! Dün senin elinde tövbe eden genç, bu gece vefât etti. Allahü teâlâ onu, dostları derecesine kavuşturdu. Ona velîlik makâmı ikrâm eyledi. Beni ve yüz yirmi bin küsür peygamberi, onu ziyârete gönderdi. Ey Ebû Türâb! O gence izzet gözü ile bakın. Cenâzesinde hazır bulunun." Ebû Türâb-ı Nahşebî uyandığında bu halden kalbine bir incelik geldi ve; "Ey Allah'ım! Ne kadar kerîmsin. Daha dün fıskı yüzünden, mahalleden çıkarmak istedikleri bir fâsıkı, bir ağlama ve inleme, bir tövbe ve pişmanlık ile bu dereceye kavuşturdun." dedi. Bu zevk ve halde iken, diğer odadan küçük kızın feryâdını duydu. Ağlıyordu. "Evlâdım, seni ağlatan şey nedir?" dedi. "Babacığım, rüyâmda filan mahallede tövbe eden bir gencin vefât ettiğini ve her kim onun cenâzesine bakarsa, Allahü teâlâ, ona, kendisinden istediği her şeyi verir dendiğini görüp duydum. Babacığım, evden dışarı çıkmayı aslâ istemezdim, fakat şimdi izin verirsen, gidip o gencin cenâzesini göreyim ve Allahü teâlâdan kendim ve diğer kullar için necât, kurtuluş isteyeyim." dedi. Ona izin verdi. Cenâzesine giderken yolda yaşlı bir kadın gördü. Ona; "Ey Ebû Türâb! Hakk'ın rahmetinin neler yaptığını gördün mü? Fıskının çokluğu yüzünden mahalleden çıkarılmak istenen genç, bu gece vefât etti. Evliyâ silsilesine dâhil edildi. Rüyâda bana, cenâzesinde bulunan magfiret olunur diye söylediler." dedi. Başka âlim zât da aynı rüyâyı gördü. İnsanlara bu durum haber verildi. Bütün şehir halkı akın akın gencin cenâzesine katılmak için geldi. Tam bir izzet ve ikrâm ile onun namazı kılındı, sonra defnettiler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Âhiret*’te zaman yok. *Ezel* ve *Ebed*, orada bir *An*’dır. Mebde ve müntehâ, yâni *Baş* ve *Son*, milyarlarla sene, orada bir *An*’dır. 


Biz zamanlı yaratıldık, zamanlı doğduk, zamanlı büyüdük. *Zaman*’sızlık ne demek, *Aklı*’mız ermez. Aklımız ermiyor bizim bu işe. 


Ama *Kalp* gözü *Açık* olanlar, *Kıyâmet*’i de görüyor, *Cennet*’i de görüyor, *Cehennem*’de yananları da görüyor. 


Şimdiki *İslâm Düşman*’ları geberip Cehenneme gidiyorlar ya, onların *Cehennem*’de yandıklarını, *Kalp* gözü açık olanlar *Görür* efendim. Nasıl görür? 


*Kalp*’lerinden bir *Pencere* açılır, o pencereden *Âhiret*’i görürler. Allahü teâlâ, niçin *Âhiret’e îmân*’ı emretmiş? Hâlbuki âhireti *Saklamış*. Görülmüyor, bilinmiyor. 


Bilinmiyen, görülmiyen, anlaşılmıyan bir şeye *İnan*'mak, *Îmân* etmek çok *Zor*’dur. Oradan bâzı *Şey*’leri bize gösterseydi ya. 


İşte *Onu* da gösteriyor Allahü teâlâ. Onun *Yolu*’nu da bize gösteriyor. *Âhiret*’i görmek mümkün mü? Elbette *Mümkün*. Nasıl mümkün? Bunun *Yol*’u nedir? 


Bunun yolu, *Kalp Gözü*’nün açılmasıdır. Kalp gözü *Açılır*’sa, kalp penceresinden görülür âhiret. Kalp gözü açık olanlar *Âhiret*’i görürler. Efendi hazretleri anlatdılar. 


Bir gün, Mazher-i Cân-ı Cânân hazretleri, bir *Kabristân*’ın önünden geçiyormuş. Bir *Kabir*’de, bir kadının *Fecî* şekilde *Yandığı*’nı görüyor. 


Nasıl görüyor? *Kalp Göz*’ü ile görüyor efendim. Kadın yanıyor, *Feryâd*’ını, insandan gayri her *Mahlûk* işitirmiş. Duruyor Mübârek. 


Ellerini kaldırıp; *Yâ Rabbî, nezdimde okunmuş yetmiş bin kelime-i tevhîd var. Onu, bu kadının rûhuna hediye ediyorum*, diyor. 


Ve yanındakilere dönüp; *Eğer îmânı varsa, azabdan kurtulur*, buyuruyor. Ânında *Te’sîr*’i görülüyor efendim, kadının kabri, o anda *Cennet Bahçe*’si oluyor.

Peygamber efendimizin Sakal-ı şerifi

İki cihan güneşi sevgili Peygamber efendimizin Sakal-ı şerifi... Bu Sakal-ı Şerif İnegöl'ün merkez camii olan İshak paşa camiine cennet mekan Sultan Abdülhamid Han tarafından hediye edilmiştir.

Peygamber efendimizin Bizans İmparatoru Heraklius'a gönderdiği bir mektup

Peygamber efendimizin Bizans İmparatoru Heraklius'a gönderdiği bir mektup.
 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıble-i teveccühü müteaddit kılmak, kendini tefrikaya bırakmakdır*. Büyükler böyle buyuruyor. Peki, ne demek bu? Şu demek: 


Yâni bir kimse, kendi *Hoca*’sı varken, başka *Hocalar*’a da soruyor. O *Başka* söylüyor, öbürü *Başka* türlü söylüyor. Kafası karışıyor. 


Böyle olan kimse, tabii ki şaşırır, *Tefrika*’ya düşer. Onun için, sâdece bir *Kimse*’ye güvenmeli, herşeyi ona *Sormalı*. Herkese sordu mu, herkesden *Başka* türlü işitir, ne yapacağını şaşırır. 

● ● ●  

*Âlim*’lerin *Zînet*’i nedir? Âlimlerin zîneti, *Bilmiyorum!* demekdir. İşte bütün hâdise bu. Bilmiyorum demesi, onun *Âlim* olduğuna alâmetdir. 


Büyükler; *El câhil-ü cesûrün*, buyurmuş. *Câhil* ne olur? *Cesur* olur. Her şeye *Cevap* verir. Atar atar, *Söyler*. 


*Âlim* ise, her *Kelime*’sinden korkar. Bir kelime söyliyecek olsa, *Vesîka*’sını bulmadan söyliyemez. Onun için soruyorlar İmâm-ı Şâfiî’ye; 


Sen *İmâm-ı Mâlik*’i gördün, *Nasıl* biriydi? Gerçekden medhetdikleri kadar *Âlim* miydi? diyorlar. 


İmâm-ı Şâfiî de; *Ben Onun, medhetdiklerinden daha fazla âlim olduğunu bir yerde iyi anladım*, diyor. Nasıl anladın? diyorlar. 


Şöyle anlatıyor: *İmâm-ı Mâlik*, bir yerde *Ders* veriyordu, *Sohbet* yapıyordu. Yüzlerce dinleyici vardı. Kendisine *Otuz* tâne suâl sordular. 


O suâllerden *Yirmi iki*’sine cevap verdi. Geri kalanlarına ise, *Bilmiyorum* dedi. Bunların *Cevâb*’ını bilmiyorum.


Araşdırayım, öğreneyim, o zaman *Söylerim*, dedi. İşte ben, Onun *Bilmiyorum* demesinden, derin *Âlim* olduğunu anladım, diyor *İmâm-ı Şâfiî* hazretleri.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Dînimiz emrediyor. Zevcelerinizin kıymetini biliniz! diyor. Hattâ, *Sofrada zevcesinin ağzına bir lokma ekmek koymak, ibâdetdir*, diyor Peygamber Efendimiz.


Onlar *Vedîat*’ullahdır, yâni Allahü teâlânın bizlere *Emânet*’idir kardeşim. *Namâz*’ını kılan ve *Tesettür* eden bir hanım, dünyânın en büyük *Ni’met*’idir, hattâ *Cennet* ni’metidir. 


Çünkü o, *Hayât*’ını bize *Vakf*’etmiş, bizden başka her *Şey*’den ümîdini kesmiş, biz neş’eliysek, o da *Neş*’elidir. Biz üzüntülüysek, o da *Üzüntü*’lüdür. 


Böyle bir müslümânın *Kalb*’ini incitmek, Beytullahı *Yıkmak*’dan daha büyük *Günâh*’dır. Yâa, öyle büyük günâhdır kardeşim. 


Çünkü o, her şeyden *Ümit*’sizdir. Onun, bir tek *Ümîd*’i, Allahdan sonra *Zevc*’idir. Onun için onlara *Sert* söylemiyelim, onların *Kusur*’larını affedelim. 


Onları tatlılıkla *Islâh* edelim. Kusurlu sözlerine de *Sabr*’edelim. Sabredenin gideceği yer, *Cennet*’dir. 

● ● ●  

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ne buyuruyor? *Mektûbât*’da yazılı. *Teşebbüs-ül esbâb, min sünen-il mürselîn*, buyuruyor. Ne demek bu? Yâni *Sebep*’lere yapışmak, Peygamberlerin *Yolu*’dur. 


Peygamberin *Yolu*’nda gitmek istiyen, *Sebep*’lere yapışır. Şifâ için de, *Doktor*’lar sebepdir. Kâfirde *Şifâ* olmaz, ama müslümânlarda *Şifâ* olur. 


Peygamber aleyhisselâm; Ey eshâbım, siz Allahü teâlânın *Emir* ve *Yasak*’larının onda dokuzunu *Yapıp*, birini *Yapmaz*’sanız *Helâk* olursunuz. 


Âhir zamanda gelecek *Ümmet*’im, emirlerin onda birini yapsa, *Kurtulacak*, buyurdu. Niçin böyle? Çünkü âhir zamanda, *Din* adamları da bozulacak. 


*Doğru*’yu söylemiyecekler, *Kendi* kafalarına göre söyliyecekler. Onun için bu *Âhir* zamanda, müslümânın *Îmân*’ını kurtarması çok *Zor* kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi Hazretleri, bana daha ilk görüşde; *Küçük efendi, ben seni sevdim!* dedi. Onların *Sevgi*’si, bizim *Sevgi*’mize benzemez. 


Demek ki, kendi *Kalb*’inde bana bir *Yer* ayırmış Mübârek, elhamdülillah. İşte o *Yer* ve o *Sevgi* bereketiyle bütün bu *Hizmet*’ler nasîb oldu kardeşim. 


Şurada toplanmamız bile o *Sevgi* bereketiyle *Nasîb* oldu. Ama ben, *Sevgi* nedir? Bir büyüğün muhabbetine *Mazhar* olmak ne demekdir? Hiç bilmiyordum ki. 


Sonradan anladım. Onların *Kalp*’leri, Resûlullah Efendimizin mübârek *Kalb*’inden açılan bir *Pencere*’dir. O pencereden bakan, Resûlullah Efendimizi görür. 

● ● ●

*Hak*, doğru demek, *Bâtıl* da bozuk demek. Hakkı bâtıldan ayırmak ne *Ni’met*’dir kardeşim. Hele bu zamanda. Aslında, Hakkı bâtıldan ayırmak çok *Zor*’dur. 


Ama Abdülhakîm Efendi hazretleri bize bunu *Kolay*’laşdırdı. *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir, bize öğretdi elhamdülillah. 


Elli *Sene* evvel, *Bâyezid* câmiinde *İkindi* namâzından sonra, Efendi *Vaaz* veriyor, bir başka *Vâiz* de kürsüye çıkmış konuşuyor. Ama ne konuşma! 


Heyecanla, *Bağıra Çağıra* birşeyler anlatıyor, öyle ki, *Sesi* kubbeyi çınlatıyor. Hem *Genç* hem de *Çene*’si kuvvetli biriydi. Câmi, *Mihrâb*’dan tâ *Kapı*’ya kadar hınca hınç dolu.  


Bütün cemâat *Kürsü*’nün etrâfında toplanmış, bu adamı dinliyor. Hâlbuki o adam *Bâtıl*’ı anlatıyor. kürsüde ikide bir *Ayağa* kalkıyor, elleriyle bâzı *İşâret*’ler yapıyor, yâni *Kendi*’ni satıyor. 


Ama anlatdığı şeyler hep *Yanlış*, hep *Bâtıl*. Millet de onun anlatdıklarını *Hak* zannedip dinliyorlar. Peygamber aleyhisselâmın bir *Duâ*’sı var. 


Nedir o? *Allahümme erinel hakka hakkan ve erinel bâtıla bâtılan*. Ne demek bu?


Yâni yâ Rabbî! Bana *Hakk*’ı hak olarak tanıt. *Bâtıl*’ı da, bâtıl olarak tanıt. İkisini birbirine karışdırmıyayım, diyor. 


O *Böyle* söylerse, biz *Ne* yapacağız? Biz de, *İhlâs Vakfı*’nın kitaplarını okuyup, *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir, öğreneceğiz kardeşim. Bu da, ne büyük bir *Ni’met*.

Kabir sıkması

 Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ hazretlerine dâima gelip giden azîzlerden birisi buyurdu: Birgün Hâce Şemseddin Muhammed Kösevî hazretlerinin va'z meclisinde idik. Hâce hazretleri minber üstünde iken buyurdular: Din âlimleri buyurdular ki, kabir sıkması bir müddet içinde olsa, müminler ve kâfirlere vakı'dır. Kabir sıkmasını öyle anlattılar ki; kaburga kemiklerinin sağındakiler sola, solundakiler sağa geçer. İşbu söz bana çok müşkül gelirdi. Çünkü bu hâl, şübhesiz azab etmenin kendisidir. Bunun için bu ma'nâyı Enbiya ve evliya hakkında, belki sâlih müminler için düşünmek nasıl olabilir derdim. Birden hâtırıma geldi ki, sağı sola, solu sağa getirmekten murad odur ki, cismânîyi rûhânîye iletip, rûhâniyi cismânîye getirirler. Hâce hazretlerinin bu tevili icmâl üzere idi.

Birgün Mevlânâ Câmî hazretlerinden, bu sözün ma'nâsı nedir? Diye suâl olundukta buyurdular ki: Sofiyye (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) berzaha kabir derler. Berzah ise, cismânî alem ile rûhânî alem arasında vâsıta olan mertebeden ibârettir. O hâlde rûhânîyi cismâniye iletirler dediklerinin ma'nâsı odur ki, ruhu, misâli bir sûret ile musavver ederler. Ya'nî. Onda nitelik ve nicelik olarak bir sûret peyda olur. Sonra cismâniyi de ruhânî ederler. Burada cisimden murad, kabirde bulunmakta olan değildir. Zirâ mücerred ruh onu tamamen bırakmıştır. Belki murad odur ki, uçan ruha bu kesîf [yoğun] cisimin taalluku bakımından mecâzi olarak derler. Ve bu kesîf cisimden ayrıldıktan sonra inkıta' hevâsında [kesilme zamanında] ona gayet latîf bir başkalık taalluk eder. Bu taalluk itibarı ile ona rûhânî derler.

Bu sözün tevilinden biri de şudur ki, bu âlem cismânî sıfatlar içinde, gizli ve saklı rûhânî sıfatlar taşımaktadır. Görünen cismânî sıfatlardır. Böylece her bir insanda dünyâ âleminde insanî sıfatlar görünmekte, ama yine dünyadakilerden hayvânî ve şehevî sıfatlar görünmemektedir. Dediklerine göre, mâdem ki, öbür dünyada bütün ma'nâlar şekil alacaktır, o hâlde hayvanî ve yırtıcılık sıfatı gibi bir sıfat kendisinde gizli olan kişi, öbür dünyada o hayvan sûretinde görünecektir. Bundan da lâzım gelir ki, rûhânî olan o ma'nevî gizli sıfat, cismânî olacak ve bu âlemde insandan görünen cismânî sıfatlar, orada ruhanî olacak, ya'nî gizli ve görünmez hâl alacak. Bu iki ma'nâ seâdet ehline göre azab vermek olmaz.

(Reşahât)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Yeryüzünde bizim *Kitap*’lar gibisi yok kardeşim. Bu kitaplar, Efendi hazretlerinin *Hediye*’si bize. Onların *İhsân*’ları, *Lutf*’ları bu kitaplar. 


Çünkü *Efendi*’yi görmeseydik, bir *Şey*’den haberimiz olmıyacakdı. Ne biliyorsak, hepsini *Ondan* öğrendik. Velhâsıl bu *Kitap*'lar, ehl-i sünnet âlimlerinin *Yazı*’larıdır. 


Bir gün *Bâyezid* câmiinde, *Abdülhakîm Efendi* hazretleri cemâate buyurdu ki: 


Bu gün, *İslâmiyet*’den bir tek *Kıvılcım* kaldı. Yâni söndü, söndü, söndü, bir kıvılcım kaldı. Bir *Gün* gelecek, bu *Kıvılcım* tekrar tutuşacak. İslâmiyyetin *Nûr*’u bütün dünyâya yayılacak. 


Böyle buyurdu Efendi. Öyle *Zan* ediyorum ki, *Efendi*’nin buyurduğu o *Nûr*, işte bizim *Kitaplar*’dır kardeşim. Elhamdülillah, kitaplarımız bütün dünyâya gidiyor. 


Allahın *Lutf*’ü. Bizim kitapları okuyanlara ne *Mutlu* kardeşim. Niçin? Çünkü onlar, bu *Kitap*’larda adı geçen mübârek *Zevât*’dan *Feyz* alacaklar. 


70 sene evvel *Eyüp* câmiine gitdim. Efendi hazretleri *Vaaz* veriyordu. Tam karşısına diz çöküp oturdum. Anlatdıklarını o kadar *Zevk*’le dinledim ki, *Hazîne* bulmuş gibiydim. 


Herkes *Câmi*’den çıkmağa başladı. Ben de kalkıp *Kapı*’ya gitdim. Ayağımda askerî *Postal*’lar var, onların *İpleri*’ni geçirmekle, bağlamakla meşgûl idim. Biri omuzuma eğildi ve; 


*Küçük Efendi*, ben seni *Sevdim*. Bizim evimiz, yukarda, mezarlık içinde. Arada bir *Gel* de seninle konuşalım, *Sohbet* edelim, dedi. 


Bir de *Bakdım* ki, az önce vaaz veren hoca, *Abdülhakîm Efendi*. Bana; *Seni Sevdim* diyor. Ben hem şaşırdım, hem de sevindim. Bir Hoca efendi beni *Sevmiş*.


Hâlbuki böyle *Büyük* zâtların *Sevgi*’sini, teveccühünü kazanabilmek için Ona senelerce *Hizmet* etmek lâzımmış. Ama ben, *Bedava*’dan kavuştum kardeşim.