Kalbine İlâhî bir nûr penceresinin açılmasını istersen şu dört şeyi yap

 _*Kalbine İlâhî bir nûr penceresinin açılmasını istiyen, şu dört şeyi yapsın:_*

1- _Günün muayyen bir vaktinde, yalnız kalsın ve huzûra dalsın._

2- _Mi’desini pek fazla doyurmasın._

3- _Sefîh kimselerle düşüp kalkmağı bıraksın, arkadaşlık etmesin._

4- _İlimleri ile yalnız dünyalık arzû eden ilim sâhiblerine buğz etsin._

_*İmam-Şafiî Muhammed bin İdris_* _"rahmetullahi teâlâ aleyh"_

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *Büyük*’lerin *Feyz*’i, güneş enerjisi gibi her tarafa *Yayılır* efendim, herkese gelir. Nasıl ki ışık vermek *Güneş*’in elinde değilse, *Feyz*’in gelmesi de o zâtın elinde değildir.


O *Feyz*, güneş ışığı gibi her tarafa yayılır. Ancak bu *Feyz*’i alabilmenin üç *Şart*’ı var. Herkes alamaz. Bu üç şart kimlerde *Varsa*, onlar alır. Nedir o şartlar? 


O büyük *Zât*’ın büyüklüğüne *İnanmak*, onu *Sevmek* ve ona *İtâat* etmek. Herkes, inancı nisbetinde *Feyz* alır. Peki inanmıyorsa, yâni *İnkâr* ediyorsa? O feyz yine gelir. 


Gelir ama, içerde *Zehir*’e dönüşür, zararlı olur. O zâta olan *Kin*’i ve *Nefret*’i artar. Daha da uzaklaşır. Aynen *Tatlı* yemenin, şeker hastasına *Zarar*’lı olduğu gibidir. 


Şimdi bizim bu *Konuşma*’larımızı duymamız için *Hava*’ya ihtiyâç var, değil mi? Neden? Çünkü hava olmazsa, hiçbir *Şey* duyamayız. Hava, *Ses*’i taşıyor. 


Yâni bizim *Sesimiz*’i, kulağa kadar götürecek bir *Taşıyıcı*’ya ihtiyâç var. O da *Hava*’dır işte. Ayrıca *Telefon*, *Televizyon* ve *Radyo* da var. 


Bunlarda da taşıyıcı elektro manyetik *Dalga*’lar vardır. Amerika’da *Adam* televizyona çıkıyor, biz burada onu görüyoruz, dinliyoruz. Nasıl oluyor bu? 


*Görüntü*’yü ve *Ses*’i, bir şeyin nakletmesi lâzım. Onu da, elektro manyetik *Dalga*'lar yapıyor işte. Peki, *Evliyâ*’ların ruhlarından istifâde etmek *Nasıl* oluyor? Bunları taşıyan *Nedir?* 


Bunu da üç *Şey* taşıyor. Nedir bunlar? Bir mübârek zâtın, mübârek olduğuna, büyük olduğuna *İnanmak*, onu *Sevmek* ve ona *İtâat* etmek. Bu üçü varsa, ismini söylemek kâfîdir, ânında *Feyz* gelir.

Arabistanlı (sapkın) aşağılık İslâm düşmanı Lawrence

 Tepeden tırnağa, büyük İslâm düşmanı İngilizin yüzlerce ajanından birisi idi sadece.

“Arabistanlı (sapkın) aşağılık İslâm düşmanı Lawrence”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıyâmet* kopmuş, *Terâzi* kurulmuş, herkesin hesâbı görülüyor. Melekler, bir Müslümânın amellerini *Tartıyor*’lar. 


Görüyorlar ki, günahları ile sevapları *Aynı*. Aralarında gram *Fark* yok. Şaşırıp; *Yâ Rabbî, buna ne yapalım?* diyorlar. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: 


Gitsin, *Anne*’sinden, *Baba*’sından, *Akrabâ*’larından bir iki *Sevap* istesin, onları *Terâzi*’ye koyun da *Cennet*’e gitsin. 


Adam *Mahşer*’e dönüyor ve bunların her *Biri*’nden ayrı ayrı *Ricâ* ediyor, yâni biraz *Sevap* istiyor, yalvarıyor.


Fakat hiçbiri, *Sevâb*’ından ona vermiyorlar. *Me’yûs* hâlde, eli boş dönüyor. Melekler; *Yâ Rabbî, eli boş döndü!* diyorlar. 


Cenâb-ı Hak, meleklere; *Dünyâ*’da iken onun samîmî *Arkadaş*’ları vardı, bir de *Onlar*’dan istesin, buyuruyor. O da bir *Arkadaş*’ına gidip vaziyeti anlatıyor. 


O arkadaşı, hiç düşünmeden; *Hayhay* kardeşim, bütün *Sevap*’larım senin olsun. Benim *Günâh*’ım pek çok, ne olacağım *Belli* değil, hiç değilse sen *Kurtul*, diyor. 


Melekler *Terâzi*’ye koyuyorlar, Sevap’ları *Ağır* basıyor tabii, adam seviniyor. Ama öbürünün *Hâli* ne olacak? Cenâb-ı Hak, meleklere; 


O *Kulum*, benden daha mı *Cömert*’dir? İkisine de *Hesap* sormayın, kol kola *Cennet*’ime girsinler, buyuruyor. İşte, din *Kardeş*’i budur efendim. 


Bizim birinci *İmtihân*’ımız, ölürken *Allah* demekdir. İkinci imtihânımız, *Kabir* suâli kardeşim. Kabir *Suâl*’i *Hak*’dır. Yâni, *Kabir* de var, *Hesap* da var. 


Üçüncüsü *Mahşer*. Güneş, bir *Mızrak* boyu aşağı inecek, ama mü’minler *Arş-ı âlâ* altında gölgelenecekler. 


Ayrıca, *Mîzân* var, *Terâzî* var. Velhâsıl her şey ortaya konacak. *Defter*’ler uçarak sâhibine gelecek. Kimse kimseyi kayıramıyacak. 


Çünkü bütün *Konuşma*’larımız, bütün *Hareket*’lerimiz, orada *Cisim* olarak önümüze gelecek. Onun için *Tövbe*’ye ve *İstiğfâr*’a devâm edeceğiz kardeşim. *İyilik* yapmaya devâm edeceğiz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Öldükden sonra, bütün *Gerçek*’ler, bütün *Hakîkat*’ler ortaya çıkacak ve insanlar *Eyvaah!* diyecekler. İşte, o *Gün* gelmeden, bir *Eyvâh!* diyebilsek.


Belki o hakîkatlerin *Hepsi*’ni, dünyâda iken *Görmüş* oluruz. Öldükden sonra, zâten o *Hakîkat*’leri bizzât göreceğiz. Bâri ölmeden *Görsek* ve görmeden *İnansak*. 


Onun için, bu *Büyük*’ler; *Ölmeden evvel ölün!* buyuruyor. Ne demek bu? 


Yâni âhirete gidince göreceğimiz o *Hakîkat*’lere, ölmeden *İnanalım*, onları şimdiden *Görelim*, yâni görmüş gibi *İnanalım*, demekdir bu. 


Allahü teâlânın *Rızâ*’sı, Onun kullarının *Rızâ*’sına bağlıdır kardeşim. Bir Allahın kulunu *Sevindir* ki, Allah da *Seni* sevindirsin. 


Bu gün, bir insanı sevindirecek en *Güzel* şey, ona *İslâmiyet*’i öğretmekdir, yâni bir *Kitap* vermektir. Niçin? Çünkü onu, *Yanmak*’dan kurtarıyorsun.


Bundan büyük *İyilik* olur mu? O kitâbı okuyunca, *Yanlış* yolda gitdiğini anlayıp, *Doğru* yolu bulacak, *Cehennem*’den kurtulacak. 


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri, Alâaddîn-i Attâr hazretlerine, mübârek kızını vermiş ve buyurmuşlar ki: *Alâaddîn, beni taklîd et!* 


Alâaddîn-i Attâr hazretleri de buyuruyorlar ki: Hocamı *Taklîd* etdim ve taklîd etdiğim her hususta *Hakîkat*’e erişdim. 


O hâlde, tasavvufda en *Mühim* ve kestirme yol, *Taklîd*’dir efendim. Eshâb-ı kirâm efendilerimiz de, Resûlullahı *Taklîd* etdiler. 


Buyurduklarına; *Niçin?* demediler, *Peki* deyip, Ona uydular. Öyleyse biz de *Aklımız*’ı bir tarafa bırakacağız. *Vardır bir hikmeti*, diyeceğiz. Mantık işi değil bu. 


Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri de ne buyurmuş? *Hocam*’a kavuşdum, *Aklım*’ı bırakdım ve *Kurtuldum*, demiş.

Hasen (ya’nî Nizâm-ül-mülk), zulüm mevkiinde bulunanların” hayırlısıdır

 *Ebu İshak Şirazi hazretlerinin Allahü teala katındaki derecesinin yüksekliğini anlatan menkıbe*


Birgün Nizâm-ül-mülk, kendisinin yaptığı hayır ve hasenatı, insanlara ikram ve iyiliklerini, günahlardan sakınmasını, Allahü teâlânın emirlerine yapışmasını anlatıp, yüksek âlimlerden yaptıklarının İslâmiyete uygunluğu hakkında fetvâ istedi. 


Bütün âlimler cevâbında: *“Bu yapılanların hepsi doğrudur. Cennete girmenize vesiledir”* diye yazıp, onun hakkındaki iyi düşüncelerini bildirdiler. 


Nizâm-ül-mülk, âlimlerin kendisi hakkındaki şahitliğini görüp yazılarını okuyunca: *“Bunlarla benim kalbim rahat olmadı. Ancak, büyük âlim Ebû İshâk-ı Sîrâzî de bunu yazar ve hakkımda diğer âlimler gibi şehâdette bulunursa, inanırım”* dedi. 


Şeyh Ebû İshâk’a başvurduklarında o da: 


*“Hasen (ya’nî Nizâm-ül-mülk), zulüm mevkiinde bulunanların” hayırlısıdır” diye yazdı.*


Nizâm-ül-mülk, bu zâtın yazısını okuyunca “Şeyh doğru söylemiştir. Doğru cevap, işte budur!” dedi. 


*Nizâm-ül-mülk vefât edeceği zaman vasıyyet edip, Ebû İshâk’ın fetvâsının sûretini kefenine bağlanmasını istedi. Bu isteği yerine getirildi.* 


Sonra sâlih bir zât, rüyasında Nizâm-ül-mülk’ü görüp hâlini sordu. O da cevâbında: 

*“Allahü teâlâ bütün günahlarımı bağışladı ve: “Bu ihsânımız, senin hakkında Ebû İshâk’ın, hayırlı diye yazmasındandır” buyurdu” dedi.* 


Ebû İshâk-ı Şîrâzî’nin, Allahü teâlâ katındaki derecesinin yüksekliği bu menkıbeden de anlaşılmaktadır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hiçbir şey, *Sohbet* gibi kıymetli olamaz kardeşim. O sohbetde bulunmakdan daha büyük *Kerâmet* yokdur. Bunu, *Mektûbât* bildiriyor efendim. Allahü teâlânın *Sevgili* kulu olmanın ölçüsü, Onun dînini *Yaymak*’dır. 


Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: *Hak gelirse, bâtıl gider*. Hakkın gelmesi için de, *Gayret* lâzım, *Yorulmak* lâzım, *Üzülmek* lâzım, *Ağlamak* lâzım. 


*Osmânlı*’lar Viyana’ya kadar gitmeselerdi, dövüşmeselerdi, oralara *Hak* gitmezdi. *Eshâb-ı kirâm* aleyhimürrıdvân, Arabistân’dan *Çıkıp*, dünyânın her yerine dağıldılar.


*Savaş*’dılar ve *Şehîd* düşdüler. Onun için, bir yere *Hak*’kın gitmesi için, *Hak*’kı bilenlerin oraya kadar *Gitmesi* lâzım efendim. 


Hazret-i Alî radıyallahü anh; *Ben kimseye iyilik etmedim*, buyurmuş. Dinliyenler; Efendim, siz herkese iyilik ediyorsunuz, demişler. 


O da cevâben; Ben birine *İyilik* etdiğim zaman, bana *Sevap* yazılıyor, ona yazılmıyor ki. O biraz *Seviniyor*, o kadar, demiş. Devâmında da;


Ama esas *Kâr*’da olan benim, çünkü âhiretde, o iyiliğin *Mükâfât*’ına ben kavuşacağım. O hâlde ben, *Kendim*’e iyilik yapıyorum, *Onlar*’a değil, buyurmuş. 


Benim ömrüm *Kitap* okumakla geçdi kardeşim, hâlâ da okuyorum. Ama ben, *Yeni* birşey öğrenmek için okumuyorum ki. *Efendi* hazretlerinden *Herşey*’i öğrenmiştim zâten. 


Ben, *Efendi* hazretlerinden duyduklarımın, öğrendiklerimin, *Mehaz*’ını, *Vesîka*’sını, *Sened*’ini, *Kaynağı*’nı bulmak için okuyorum. 


Çok *Kitap* okumakla bir *Netîce*’ye vardım efendim. O da şu: *Rastgele kitap okuyan, sapıtır*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsanlar *Gülme*’yi unutdu kardeşim. Neden? Çünkü herkesin kalbinde, *Dünyâ* var, yâni dünyâ *Sevgisi* var. Dünyâ meşgûliyeti var. Hâlbuki Allahü teâlâ, bu dünyâyı, *Sıkıntı* ve *Üzüntü* için yaratdı. 


Âhireti ise *Güzellik* için, yâni *Huzûr* ve *Seâdet* için yaratdı. Huzûr demek, bir an olsun dünyâyı *Unutmak* demekdir. Dünyâ o kadar *Kötü* ki, onu bir an unutduğunuz zaman *Huzûr*’a kavuşuyorsunuz. 


Efendi hazretleri buyururdu ki: *Âhiret’e hazır olan, neş’esinden belli olur*. Nasıl belli olur? Âhirete hazır olan kimse, *Neş’eli*’dir. Ama bugün herkesin *Surat*’ı asık. Niçin? Çünkü *Âhiret*’le ilgilenmiyorlar. 


Öyle bir *Düşünce*’leri yok. Öyle bir *Dert*’leri yok. Âhireti dert etmiyorlar. Hâlbuki mü’min, *Âhireti* dert eder. Onun derdi, *Âhiret*’dir. Âhiret derdi olanın da *Dünyâ* derdi olmaz, onun için *Neşeli*’dir. 


Bugün yapılacak en mühim iş, *Büyükler*’imizden aldığımız bu *Emânet*’i, bu ehl-i sünnet *Îtikâd*’ını, bu doğru *Îmân*’ı, bizden sonrakilere aktarmakdır. Eğer bu emânet aktarılmazsa, çok *Kötü* olur. 


*Nankör*’lük olur, ni’mete *İhânet* edilmiş olur. Hem bulunduğu *Yol*’a, hem de kavuşduğu bu *Ni’met*’e ihânet olur. 


Neden? Çünkü bu *Ni’met*’in şükrü, onu herkese *Yaymak*’la olur. Başkalarına *Öğretmek*’le olur. 


Bir insan, bir *Ni’met*’e kavuşursa ve bunun *Kıymeti*’ni bilirse, mutlaka başkasının da *Bilmesi*’ni ister ve bunun için *Çalışır*. Eshâb-ı kirâm Efendilerimiz böyle idiler. 


Kendileri *Îmân* eder etmez, hemen *Arkadaş*’larına koşdular, onların da *Îmân* etmesini sağladılar. Eshâb-ı kirâm, Resûlullah Efendimizden *Mûcize* beklemediler. 


Hiç böyle *Şey*’ler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü, buna *İhtiyaç*’ları yokdu. Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek *Sohbet*’inde bulunmakla şereflendiler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Tam İlmihâl*, benim hayâtımdır kardeşim. Çünkü ben hayâtımı ona *Vakf*’etdim. Her gün, hiç olmazsa bir iki *Sayfa* okumalı. 


Okuyunca, insan hem birşeyler *Öğrenir*, hem de *Feyz* alır. Feyz, *Sevgi* demekdir. Büyüklere karşı *Sevgi*’si artar. 


Sizin *Yeriniz* orası değil kardeşim, benim *Başım*’ın üstü. Niçin böyle söylüyorum? Çünkü *Ehl-i sünnet* îtikâdında olan bir müslümân, çok *Kıymetli*’dir. 


Hele bu *Yol*’un Büyüklerini *Tanımış*’sa, Onu *Sevmiş*’se, hele de Allahü teâlânın dînine *Hizmet* ediyorsa, o, Allahü teâlânın *Sevdiği*, kıymetli bir kuludur. 


Onun için siz çok *Kıymetli*’siniz kardeşim. Kıymetinizi bilin. Çok *Sevinin*, çok *Şükr*’edin. Bu doğru *Îmân*, bu doğru *Îtikad*, herkese nasîb olmaz.


*Bin* kişide, *Bir* kişiye nasîb olur. *Bin*’de *bir* yâni. Bu dünyâda en *Zor* şey, doğru *Îmân* elde etmekdir. 


Bunu da, Rabbimiz bize *Nasîb* etmiş kardeşim, ne büyük *Ni’met*. Bizler çok şanslıyız. Neden? Çünkü bu Büyükleri *Tanıdık*. Ve onları *Seviyor*’uz. 


Bu yolun *Büyük*’lerinden istifâde etmenin birkaç *Şart*’ı var. Bunları îfâ eden, onlarla berâberdir, onlardan *Feyz* alır. Başka bir kâidesi, *Merâsim*’i yok efendim.


Nasıl ki, müslümân olmak için *Müftü*’ye gitmek, *İmzâ* atmak gibi bir merâsim yoksa, bu *Büyük*’lerin rûhâniyetinden, *Feyz*’inden istifâde etmenin de merâsimi yok, sâdece birkaç *Şart*’ı var. 


Bu şartları kim yerine getirirse, *İhlâs*’ı nisbetinde *İstifâde* eder, *Feyz* alır. Şartın biri, bu *Zât*’ın, bir Allah adamı olduğuna *İnanmak* ve bunda aslâ şek ve şüphe etmemek. 


İkincisi, onu *Sevmek*. Üçüncüsü de Ona *İtâat* etmek. Bunları yapan, *İhlâs*’ı nisbetinde o zâtdan *Feyz* alır efendim. Feyz, *Nûr* demekdir, *Sevgi* demekdir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her bir *Rızk*’ın üzerinde, *Kime* âitse, onun *İsmi* yazılıdır. O rızık, döner dolaşır o kimseye *Nasîb* olur. Kimse, kimsenin rızkını *Yiyemez*. Herkes, kendi rızkını *Yer*. 


Meselâ *Afrika*’daki bir *Elma*’nın üzerinde kim’in ismi yazılıysa, döner dolaşır, sonunda o elma, o *Kimse*’ye nasîb olur. Çünkü üzerinde onun *İsmi* var. Başkası onu yiyemez. 


Onun için dünyânın en *Ahmak* insanı, rızkı için *Üzülen*’dir. Bir *Kedi* yavrusuna, tâ İstanbul’dan *Pirinç* tânesi gidiyor kardeşim. 


Çünkü *Cenâb-ı Hak*, daha biz yaratılmadan evvel, daha biz dünyâya gelmeden evvel, *Rızk*’ımızı ve *Nefes* sayımızı yazdı. O, *Ezel*’de biliyordu ve takdîr etdi, yazdı. O, bir *Program*’dır.


Ve mutlaka olacakdır. Onun için insan *Ömrü*, ne bir nefes *İleri* gider, ne bir nefes *Geri* gelir. Ezelde nasıl *Takdîr* edildiyse, *Öyle* olur. Hiç kimse, hiç kimsenin *Rızk*’ını yiyemez.


Hiç kimse, *Rızk*’ını bitirmeden *Ölmez*. Ölmek, rızkın bitdiğine *Alâmet*’dir. Bir insanın rızkı bitdi mi, o artık yaşıyamaz, *Ölür*. 


Kardeşim, ben yeni evlendiğim zaman, bir gün *Efendi* hazretlerine gitmişdim. Bana buyurdular ki: 


Hanımını *Üzersen*, kayınpederini *Üzersen*, kayınvâlideni *Üzersen*, bil ki kabirde kemiklerim *Sızlar*. Kemiklerim sızlar ne demek? Yâni haberim olur, *Üzülürüm*. 


Kabirdekiler, *Dünyâ*’dan haber alırlar, dünyâda olanlardan *Haberdâr* olurlar. Ben de haber alırım ve *Üzülürüm*, buyurdu. 


*Kerâmet*’lerin en büyüğü üç tânedir kardeşim. Birincisi, bu *Büyük*’leri, yâni Allah dostlarını *Tanımak*, ikincisi, onları *Sevmek*, üçüncüsü de onlara *İtâat* etmekdir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Efendimiz*’in güzelliği, *Yûsuf* aleyhisselâmın güzelliğinden daha *Fazla*’dır. Nitekim *Âişe* vâlidemiz, Peygamber Efendimize buyurmuş ya: 


*Yûsuf* Peygamberi gören kadınlar, *Seni* görmüş olsalardı, *Parmak*’larını değil, *Kalp*’lerini doğrarlardı da yine hiç *Acı* duymazlardı. Böyle buyurmuş efendim.


*Efendi* hazretleri buyurdu ki: Dînimizin bütün *Emir* ve *Yasak*’larını bilen ve hepsini *Yerine* getiren bir kimsenin, âhiretde azabdan *Kurtulma* ihtimâli vardır. Yâni kurtulabilir. 


Ama, bu yolun *Büyük*’lerine muhabbeti olanın, *Kurtulmamak* ihtimâli yokdur. Neden? Çünkü bu *Büyük*’ler, aldıkları emânete *Sâhip* çıkarlar. 


Ona herşeyi öğretirler, yetişdirirler ve âhiretde elinden tutup, tâ *Cennet*’in içine kadar götürür, hattâ *Köşk*’ünü bile ona gösterip; *İşte, senin köşkün şu!* derler. 


Efendim her *Yol*’un, kendine has bir husûsiyeti vardır. Bu Büyüklerin *Yolu*, aldıklarını *Cennet*’in içine kadar götürürler. 


Ötekiler, nihâyet otobana çıkarırlar ve derler ki: *Bak kardeşim, işte Cennete giden yol, budur. Sağa sola sapmadan gidersen, netîcede Cennete varırsın*. 


Onlar *Bu* kadar yaparlar. Bundan sonrası o *Kimse*’ye kalmış. 


Bu yolun *Büyük*’leri ise o *Kimse*’nin elinden tutarlar, tâ ki *Cennet*’in kapısına kadar götürürler, hattâ *Birlikde* içeri girerler, hattâ makâmını, *Köşkünü* bile gösterir, sonra bırakırlar.


Dünyânın en tâlihsiz, en bedbaht, en şanssız insanı, bu *Büyük*’leri tanımıyandır kardeşim. Çünkü bu Büyükleri *Tanıyan*’lar ve *Seven*’ler, yarın âhiretde kurtulacak. 


*Tanımıyan* ve *Sevmiyen*’ler, kurtulamıyacak. Bir de tanıdığı hâlde *İstifâde* etmiyen insanlar var. Peki, tanıdığı hâlde istifâde etdi mi, etmedi mi? 


Bu nasıl anlaşılır? Eğer o kimse, *Âhiret* menfaatini, *Dünyâ* menfaatinin üstünde tutuyorsa, *İstifâde* ediyor demekdir. Yok, bunun *Tersi* ise, hiçbir şey alamamışdır.