Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kim, birine bir bardak *Su* verse, yâni bir bardak su verecek kadar ona *Hizmet* etse, mutlak sûretde Allahü teâlâ, o kuluna bir *Hizmetçi* yaratır.


Ve o hizmetçi, bu kula hem *Dünyâ*’da, hem de *Âhiret*’de *Hizmet* eder. Hadîs-i şerîfdir bu ve kıyâmete kadar geçerlidir. 


*Men hademe hudime*. Ne demek bu? Yâni herkes misâfirini, kendi *İmkân*’ına göre ağırlar. Allahü teâlâ da, kendine *Lâyık* olan şekilde ağırlar. 


*Cennet*, hiçbir ibâdetin *Karşılığı* değildir. Cennet, *İhsân-ı ilâhî*’dir. Peki, bütün bu yapdığımız ibâdetler nedir? Bunlar, birer *Sebep*’dir. Cenâb-ı Hak dünyâda ve âhiretde, hiçbir şeyi *Sebep*’siz yaratmaz. 


*İbâdet*’ler de, Cennete girmek için birer *Sebep*’dir. Allahü teâlâ, *Cennet*’ini, bu sebebe yapışanlara, sebebe yapışdığı için, *İhsân-ı ilâhî* olarak verecekdir. 


Meselâ, *İki kişi* namaz kılıyor, Cenâb-ı Hak birininkini *Kabul* ediyor, diğerininkini *Etmiyor*. 


Onun için, bizim dînimizde *Amel* ölçü değildir. Lâzımdır, ama *Ölçü* değildir. Çünkü biri, *Allah için* kılar, öbürü, *Kullar beğensin* diye kılar. Bu ikisi bir olur mu?


Allahü teâlânın kulları, *Ben yanıyorum!* derken, biz burada *Su* içemeyiz efendim. Şu anda, kabristânlarda, toprağın altında, bir kısım insanlar *Yanıyor*. 


Çünkü kabirler, ya *Cennet bahçesi*’dir, yâhut da *Cehennem çukur*’u. Yâni bâzı kabirlerde şimdi *Cehennem ateşi* var ve o ateşde yananlar, şu an *Feryâd* ediyorlar. 


Bu *Feryât* seslerini biz duymuyoruz, ama *Hayvan*’lar duyuyor efendim. Allahü teâlâ, bizi *Ehl-i sünnet* yaratmış. 


Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: Benim ümmetim *Yetmiş üç* fırkaya ayrılacak. Bunun bir tânesi *Doğru yol*’da olacak. Onlar da, benim ve Eshâbımın *Yolu*’nda olanlardır. 


Elhamdülillah, Cenâb-ı Hak bizleri, bu *Ehl-i sünnet* fıkasından eyledi. Diğer yetmiş iki fırka, *Dalâlet*’de. Onlar *Cehenneme* gidecekler. 


Ama Efendimiz aleyhisselâm *Ümmet*’im buyurduğu için, onlardan *Îmân*’ı olanlar, sonunda gene kurtulacak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eskiden, babamın evinde iken, biz akşamları *(çay)* içmeyi bilmezdik. Sâdece kahvaltıda çay içerdik. Çay içmeyi dahî Efendi hazretlerinden öğrendik. 


Efendi hazretlerinden duymadığımız hiçbir şeyi söylemiyoruz kardeşim. Efendi hazretleri, tek *(şeker)* ile açık *(çay)* içerlerdi. Ziyâ bey üç şeker, Hâlid bey koyu ve tek şeker. 


Efendi hazretleri bana; *(Kendine de çay dök)* derdi. Karşılıklı içerdik. Yine bir sabah, ezânlar henüz okunmamışdı ki, dergâha gitdim. Efendi hazretleri *(sofra)* da oturuyordu. 


Bakdım, sofrada *çay*, *ekmek* ve Van'dan gelen *(otlu peynir)* var. Efendi hazretleri peynire piynir derdi. 


Bana; *(Gel, berâber yiyelim)* buyurdular. Peynir ekmek yiyip, çay içdik. Onun tadı, hâlâ damaklarımda, hiç unutamıyorum. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyorlar ki: *(Kelime-i tevhîdi)* terâzinin bir kefesine koysalar, diğer kefeye de, yedi kat yerler ve yedi kat gökler dolusu *(günâh)* ları koysalar, kelime-i tevhîd *ağır* gelir. 


Böyle buyuruyor. Hattâ efendim, *(kelime-i tevhîd)* in yanında, o kadar çok günahlar, bir *damla* gibi kalır. Bunu, akıl anlıyamaz. 


Büyükler böyle buyuruyorsa, doğrudur. Öyleyse inanacağız. Zâten âhiretde herşeyin *(hakîkati)* ortaya çıkacak. O zaman herkes anlıyacak. 


Mahşerde bir insanın hesâbı görülüyor. Günâhları *(ağır)* basınca, melekler onu Cehenneme doğru götürüyorlar. 


Adam başlıyor ağlamaya. Diyorlar ki, niye ağlıyorsun? Cevâben; Ben Rabbimden, bunu *(ümit)* etmiyordum, diyor. Ne ümit ediyordun? diyorlar. 


Beni Cehenneme atmaz sanıyordum. Cehenneme gideceğimi *(hiç)* düşünmemişdim, diyor. O esnâda Efendimiz aleyhisselâm geliyor.


Ve sevap kefesine bir *(kâğıt)* bırakıyor. O anda sevâblar *(ağır)* basıyor. Melekler o kâğıdı alıp bakıyorlar ki, üzerinde salevât-ı şerîfe yazılı. 


Efendimiz aleyhisselâm, o meleklere; Bu mü’min, bana çok *(salevât-ı şerîfe)* getirirdi, deyince, melekler donup kalıyorlar. 


Allahü teâlâ; Peygamberime *(salevât-ı şerîfe)* getiren bir kulumu, ben nasıl ateşe atarım? buyuruyor. Melekler, o mü’mini *(Cennete)* götürüyorlar.

Yâdigâr mektûblar 35.mektûb

 14 Cemâzi'l-Âhire 1378 [25.12.1958] Perşembe

Selâmün aleyküm kıymetli kardeşim Fahri Bey

Mübârek harflerle inci gibi sıralamış olduğunuz yazınızı okuyarak çok memnûn oldum. İşim çok, vaktim hiç müsâid olmadığı hâlde sizlerden gelen mektûbları tehâlükle [istekle] açıp zevkle okuyorum. Zemânın,muhîtin, üzerimde, rûhumda hâsıl etdiği ızdırab ve sıklet [ağırlık], mektûblarınızdaki sâfiyet ve nezâhetle hafifliyor ve tasfiye oluyor.

Mekkî Efendi ile görüşemiyorum. Maalesef kimseyi görmek mümkin olmuyor. Abdülhakîm imâm hatib mektebine gidiyor. Mahzûrları olmakla berâber, birçok nokta-i nazardan bu mektebden memnûnuz.

"En-Nezâfetü mine'l-îmân" [Temizlik, imandandır] hadîs-i şerîfi, diğer hadîs-i şerîfler gibi mu'cezdir. Lafz kısa, ma'nâ çok vâsi'dir. Çünkü kendileri câmî'u'l-kelîm idiler. Burada nezâfet evvelâ farz olan temizlik, ya'nî hadesden ve necâsetden tahâretdir. Bunları kabûl etmeyen kâfir olur. Farzları beğenmeyen, emr kabûl etmeyen kâfir olur. Yapmayan fâsık olur. Sonra kalbin temizliği ya'nî meâsîden [kötülüklerden] tahâretdir ki, kalbin meâsîden tahâreti de îmândandır, ya'nî harâmı harâm bilmesi lâzımdır.

Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin hamama gitdiklerini ve sabun ile yıkandıklarını görmedim, okumadım ve duymadım, bilmiyorum. Fakat Eshâb-ı kirâmın hamama gitdikleri Kimyâ-i Seâdet'de yazıyor. Kendileri evlerinde mevcûd guslhânelerinde yıkanırlar idi. Hamama gitmek âdâbı Kimyâ-i Seâdet'de yazılıdır.

Kâfirler, müslimân evine gelince, onlara ikrâm etmeli, iltifat etmeli, idâre etmelidir. Fakat onların ziyâretlerine,da'vetlerine aslâ gitmemelidir. Onlar bir daha gelmez ise gelmesin. [Zevceniz] Müslimân kadınlar intihâb edib [seçip], onlara gitmeli. Çok şükür her memleketde her şehirde müslimân aile çok var. Meslekdaş olmak şart değil. İslâm hanımları, mürted kadınlarından, erkekden kaçar gibi kaçmak lâzımdır. Seâdet-i Ebediyye birinci kısım 40'ncı mektûb tercemesinde bu husûs izhâr olunmaktadır.

Din ve dünyâ seâdetinize duâlar eder, duâlarınızı beklerim kardeşim.

Hüseyn Hilmi Işık

Sevgili Peygamber efendimizin doğumunda meydana gelen harikulade haller

 Sevgili Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin doğumunu annesi hazret-i Âmine şöyle anlatıyor: “Doğum ânı geldiğinde heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bendeki korku ve ürpertiden eser kalmadı. Yanımda süt gibi beyaz bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti bana verdiler. O anda çok susamış idim. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı ve soğuk idi. İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nûr gördüm, Evim o kadar nûrlandı ki, o nûrdan başka bir şey görmüyordum. O sırada çok hâtun gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrafımı sarıp, bana hizmet eden bu hâtunlar, Abdü Menâf kabîlesinin kızlarına benzerlerdi. Yine o sırada beyaz, uzun ve gökten yere uzanmış ipek bir kumaş gördüm. Dediler ki: O’nu insanların gözünden örtün. O anda bir grup kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yâkuttandı. Gümüş ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip terlemiştim, ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Doğudan batıya kadar bütün yeryüzünü gördüm. Üç alem (bayrak) dikildi. Onların biri meşrik (doğu), biri mağrip (batı) biri de Kâbe’nin üstünde idi. Etrafımda çok sayıda melekler toplandı. Muhammed doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu ve şehâdet parmağını kaldırdı. O anda gökten bir parça beyaz bulut indi. O’nu kapladı. Bir ses işittim; “Onu mağripden meşrıka kadar her yerde gezdirin. Tâ ki cümle âlem onu, ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla görsünler.” diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve Muhammed’i bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Muhammed’i o leğenin içine koydular. Mübarek başını ve ayağını yıkadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına güzel koku sürüp, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.”


Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada hazret-i Âmine’nin yanında Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtun, Osman bin Ebü’l-Âs’ın annesi Fâtımâ Hâtun ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtun vardı. Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler. Şifâ Hâtun şöyle anlatıyor: “Ben, o gece Âmine’nin yanında idim. Muhammed aleyhisselâmın doğar doğmaz duâ ve niyâz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü...” Bundan başka birçok hâdiseye şâhit olan Şifâ Hâtun; “Ne zaman ki, O’na peygamberlik verildi; hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum.” dedi.


Safiyye Hâtun da şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübârek başını kaldırıp açık bir dille “Lâ ilâhe illallah, innî resûlullah” dedi. O’nu yıkamak istediğimde, biz O’nu yıkanmış olarak gönderdik.” denildi. O sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş görüldü. O’nu kundağa sarmak istediğimde sırtında bir mühür gördüm, mühürün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı idi. Doğar doğmaz secde ettiği sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım; “Ümmetî, Ümmetî” (Ümmetim, ümmetim) diyordu...”


Resûl-i ekrem efendimizin doğduğunu dedesi Abdülmuttalib’e Kâbe’de Allah’a yalvarıp duâ etmekteyken müjdelediler. Abdülmuttalib bu müjdeyi alınca çok sevinip O’nu görmeye giti ve; “Bu oğlumun şânı, şerefi çok yüce olacaktır” dedi. Sonra da O’nun doğumunu kutlamak için doğumun yedinci gününde Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek insan ve hayvanların istifâde etmesi için bıraktı. Ziyâfet sırasında çocuğa hangi ismi koydun diyenlere Muhammed ismini verdim dedi. Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere; “Allah’ın ve insanların O’nu medh etmelerini, övmelerini istediğim için.” cevabını verdi. Annesi de Ahmed ismini koydu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok *Zengin* bir adam varmış. *Ölüm* vakti gelince oğlunu çağırmış. Ayağından *Çorap*’larını çıkarıp oğluna vermiş ve demiş ki:


Bak oğlum, bu *Çorap*’lar, bana çok *Uğur*’lu geldi. Ömrüm boyunca bu çorapları giydiğim için, işim hep *Rast* gitdi, *Servet* sâhibi oldum. 


Onun için, beni *Kabr*’ime, bu *Çorap*’ları giydirip de koyun. Dünyâdan bir şey götüremiyorum, bâri bir çift *Çorap* götüreyim. Eğer hoca *İzin* vermezse, şu *Mektûb*’u ona ver, demiş. 


Ve bir *Zarf* vermiş oğluna. Delikanlı, *Peki baba!* demiş. Adam ölmüş, yıkamışlar, kefenlemişler, tam *Kabr*’ine indirecekler, genç çocuk o *Çorap*’ları çıkarıp *Hoca Efendi*’ye uzatmış.


*Hocam, babamın vasiyeti var, beni bu çoraplarımla kabre koyun demişdi*, demiş. 


Hoca Efendi; *Kat’iyyen olmaz, câiz değil, kabre, kefenden başka bir şeyle girilmez*, demiş. 


O zaman çocuk, mektûbu ona uzatıp; *Öyleyse bu mektûbu okuyun!* demiş. Hoca, zarfı açıp mektûbu okuyor. Adam yazmış ki: 


Bak oğlum, dünyâda çok *Servet* sâhibi oldum, ama görüyorsun ki, kabrime bir çift *Çorab*’ımı bile sokamadım. Bir çift çorabı dahî yanımda *Götüremiyorum*. 


Âkıbet birgün *Sen* de, benim gibi *Ölecek*’sin. Ne olur, sen *Benim* gibi olma. Ben, âhirete birşey götüremedim. Bâri sen, âhirete *Götürecek* birşeyler yap.


Meselâ Allahın kullarına *İyilik* et. İslâmiyete *Hizmet* et de, benim gibi âhiretde *Pişmân* olma. Böyle yazmış babası.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Dünyâ*’dan gelen hiç bir *Mektup*’da şimdiye kadar bir *Tenkîd* almadık kardeşim. Hattâ; Siz şöyle yazıyorsunuz, gerçekden bu böyle midir? diye *Şüphe* bile etmiyorlar. 


*Teslîm* oluyorlar, hem de *Tam teslîm*. Neden? *Büyükler*’in yazıları olduğu için. *Ehl-i sünnet* âlimlerinin yazıları onlar. Ne mutlu onları okuyanlara. 


Meselâ *Mektûbât*’ın birinci cildi, *266*.cı mektûbu var. Bir hazîne. *Îtikad mesele*’sini ne güzel anlatıyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 


En sonunda tegannî bahsi var. Orada; *Hiçbir tarîkatda tegannî yokdur. Zındıklar, mezhebsizler tegannî ve raksı sonradan uydurdular*, diyor. 


Bunlar islâmiyetde yokdur kardeşim. İslâmiyetde *Tegannî* ve *Raks* yokdur. Mektûbât’ın birinci cildinde, *65*.ci mektûbu okuyun kardeşim. *Bizim hizmet*’leri anlatıyor. 


*Söz ile, yazı ile yapılan cihad, kılınçla, topla yapılan cihaddan daha kıymetlidir*, diyor. Ne güzel. Bizim arkadaşların ne kadar *Sevap* kazandığını yazıyor, elhamdülillah. Cenâb-ı Hakkın *Lütf’u* bu. 


Cenâb-ı Hak, dilediklerini *Seçer*, *Sever* ve *Hizmet*’inde kullanır. Dünyâda Allahü teâlânın dînine *Hizmet* edene, âhiretde *Köşk*’ler verilecek. 


Orada böyle *Çalışmak* ve *Yorulmak* yok, hazır gelecek. Allahü teâlâ va’d ediyor. Cennetde köşkler vereceğim, diyor. *Va’d-ı ilâhî* bu, elbette vukû bulur. *Şek* ve *Şüphe* yok. 


Ne güzel şey. Allahın dîni’ne hizmet etmek ne büyük seâdet, ne bahtiyârlık. Elhamdülillah. Allahü teâlâ hepimize *Doğru îmân* nasîb etmiş.


Ehl-i sünnet *Îtikâdı* nasîb etmiş ki, bu zamanda bulunur *Şey* değil. Pek az bulunuyor bu zamanda *Ehl-i sünnet îtikâdı*. Ne kadar şükretsek azdır kardeşim.

İki Alâmet

 Musa aleyhisselam bir gün Allah-u Zülcelal'e;


- Ya Rabbi! Senin sevdiklerini, sevmediklerinden nasıl ayırt edeceğim? Diye sordu..


Allah-u Zülcelâl; 


- Ey Musa! Ben sevdiklerime iki alâmet

bağışlarım, buyurdu..


Musa aleyhisselam: 


- Ya Rabbi! Bu alâmetler nedir? Deyince,


Allah-u Zülcelâl şöyle buyurdu:


- Ey Musa! Birinci alamet olarak, ona beni zikretmeyi ilham ederim de böylece (o beni zikrettiği için ben de) göklerde ve yeryüzünde onu anarım..


İkinci alâmet olarak da; onu haramlardan ve isyândan uzak tutarım ki, azâbıma ve belâma çarpılmasın..


Buna karşılık, nefret ettiğim kula da iki alâmet veririm..


Musa aleyhisselam:


- Ya Rabbi! O alâmetler nedir? Diye sorunca, 


Allah-u Zülcelâl şöyle buyurdu;

 

Ey Musa! Nefret ettiğim kula, birinci alâmet olarak, beni zikretmeyi unuttururum. İkinci alâmet olarak da onu, nefsinin arzuları ile başbaşa bırakırım ki, haramlara düşerek gazabıma uğrasın da azâbıma ve belâlarıma çarpılsın..


Allah'ım razı olduğun gibi yaşamamız için bizlere ve sevdiklerimize yardım et sağlık sıhhat afiyet ihsan eyle......


Amin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben *On* yaşındaydım. *Eyüp Câmii*’nde, bir Cumâ namâzında *Hatip efendi*, minberde hutbe arasında dedi ki: 


Abdest aldıkdan sonra, iki işâret parmağını gözüne sürüp; *Yâ Rabbî! Benim gözlerimi hastalıklardan muhâfaza et!* dersen, gözüne hastalık gelmez, dedi. 


Ben bunu işitdikden sonra hep *Tatbîk* etdim, *Yetmiş sene*’dir hep böyle sürerim. 


Şimdi de, her abdest aldığımda, işâret parmaklarımı gözlerime sürüp; *Yâ Rabbî, sen benim gözlerimi hastalıklardan muhâfaza et!* diyorum. Fâidesini de gördüm. 


Elhamdülillah o kadar yoruluyorum, gece yarılarına kadar *Okuyor*’um, *Yazıyor*’um, gene de gözüme *Bir şey* olmuyor. Aşırı yoruluyorum, öyle ki, *Canım çıkacak* nerdeyse.


Ama gene *Gözüm*’e bir şey olmuyor. Neden? Çünkü o öğrendiğim şeyi hep yapıyorum da ondan. Onun için, siz de *Böyle yapın!* kardeşim. 


Abdest alınca, iki işâret parmağınızı gözlerinize sürüp; *Yâ Rabbî sen benim gözlerimi hastalıkdan koru. Hastalık varsa, şifâ ihsân et*, deyin. 


Eğer gözünüzde hastalık yoksa; *Muhâfaza et*, diye duâ edin, hastalık varsa; *Şifâ ver!* deyin kardeşim. 


Elhamdülillah, Efendi hazretlerinin *Nûr*’u, bütün dünyâya yayılıyor kardeşim. Elhamdülillah, Asyası, Afrikası, Hindi, Çini, her tarafdan çok *Mektup*’lar geliyor. 


Hayret ediyorum. Hep kitap istiyorlar, yalvarıyorlar ve; *Bütün dünyâ’ya, Allah’ın dînini bu kitaplar yayıyor*, diyorlar. Öyle yazıyorlar mektuplarında. Elhamdülillah!

Allahu Teâlâ Âdem'i kendi sûretinde yarattı

"Allahu Teâlâ, Âdem'i kendi sûretinde yarattı." Hadîs-i şerîfini soruyorsunuz: " Madem öyledir, niçin bîçun ve bîçigûne ve eşsiz ve örneksiz diyorlar? Hayret ediyorum."

Mahdûmâ; hayret edecek bir şey yoktur. Dinde kesin ve tevâturle bildirilmiş olanlara kat'î ve kesin olarak inanmak lâzımdır ve bu tür sözleri zâhirden [görünüşten] çevirmek lâzımdır veya Allah bilir demeli, icmâ'lı olan itikada şübhe karıştırmamalıdır. Allahu Teâlâ, Âdem aleyhisselâmı kendi kemâlâtı ile süsledi ve kendi sıfatları ile sıfatlandırıp mükemmel bir ayna yaptı. Böylece Âdem aleyhisselâmla Hak teâlâ arasında bir nevi ortaklık ve benzerlik hâsıl oldu, her ne kadar bu benzerlik isimde, bu ortaklık hakîkatta değil,sûrette olsa da. Meselâ mümkinin [mahlûkun] ilmi Vâcib teâlânın ilmi yanında ne kadardır ve kudreti Hak Teâlânın kudretine göre ne sayılır. Diğer sıfatlarda hep böyledir. İşte bu sûrî benzerlik ve ismî münâsebet sebebiyle mecâz ve benzetme olarak Allahu Teâlâ Âdem'i kendi sûretinde yarattı denilebilir. Kendi sûretinde, sözünde ince bir latîfe vardır ve sanki imâ ediliyor ki, bu ortaklık ve benzerlik, hakîkatta değil, sûret ve isimdedir. Zirâ mümkinde bulunan kemâller ve sıfatlar, Hak Teâlânın sıfat ve kemâlleri yanında, eserlerin farklılığı sebebiyle, sanki başka bir hakîkate sâhibler ve mahiyyetleri muhteliftir. Ortaklık sadece isim ve sûrettedir. Toprağın o temiz âlemle ne alâkası, benzerliği olur ki! 

Kaynak: (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye
3.cild,16.mektûb)

Muhammed Ma'sûm Fârûkî "kuddise sirruh"

Murad odur ki bir an rabbinden gafil olmaya

 Sultan-ı vakt Şeyh Ebû Saîd Ebûl-Hayr'a (kuddise sirruh), fülan kimse su üstünde yürüyor, dediklerinde: " Kolaydır, kurbağa ve kuşlarda su üstünde gezerler" buyurdu. Filân şahıs havada uçuyor dediler. "Çaylak ve sinek de havada uçar" buyurdu. Falan kimse bir anda bir şehirden başka şehre varır dediklerinde: "Şeytanda bir nefeste doğudan batıya varır. Bu gibi şeylerin kıymeti yoktur. Murâd oldur ki, halkın arasında bulunup, alışveriş yapıp, evlenip ve insanlara karıştığı hâlde, bir an Rabbinden gafil olmaya" buyurdular.

Hüseyin Hilmi Işık Efendi'nin bir talebesinin hatıra defterine yazdıkları satırlar

 Kuleli'de Erdoğan isimli bir talebenin hâtıra defterine yazdıkları satırlar:

Devrân-ı bekâ çu bâdı sahrâ bi-güzeşt

Tılhî ve hoşî zişt ü zibâ bi-güzeşt

Pendaşt sitemger ki sitem ber mâ kerd

Der gerdeni o bemâned ü net mâ bi-güzeşt

Sana lüzumlu ve faydalı olarak bir şey yazmak için kalemi elime alınca hatırıma evvelâ bir büyük müslimânın yukarıda yazdığı beytleri geldi. Her satırında yerleşdirilmiş kıymetli inci dânelerini senin bu hazîne-i evrâkında mevkii ihtiramda saklayacağına inandığım için emânet ediyorum.

Bu büyük müslimân [Sa'dî Şirâzî] diyor ki:

"İnsanların dünyâdaki yaşama zemânı, bu dünyânın ömrüne bakınca ve Cennet ni'metlerinin sonsuzluğuna ve Cehennem azâbının bitmez tükenmezliğine göre o kadar kısadır ki, sahrâda esen rüzgâr gibi çabuk geçmekdedir. Ve hayâtın bütün acılıkları, lezzetleri, çirkinlikleri ve güzellikleri böyle esip geçer. Bu kadarcık bir zemân için azıp, etrâfındakilere çatanlar, herkesin hayâtına, ahlâkına, iffetine, mukaddesâtına, dinine,îmânına saldıran zâlimler, alçaklar, işlerini başardıklarını, hâkim ve kahraman olduklarını sanırlar. Onlar bilmiş olsunlar ki, bütün bu kötülükleri kendilerinde kalıp, cezâlarını çekmek üzere Cehenneme gideceklerdir."

Dünyânın çeşitli cilvelerini görmüş olan bu büyük müslimânın, hayâtı çok güzel anlatan beytlerini her zemân oku,düşün; düşündükçe derinliklerinden, daha pek çok mânâlar, dersler ve nasîhatler çıkarırsın.

O halde hayâtın geniş ve karanlık deryâsında karşına çıkacak sert, soğuk ve çetin dalgalara kendini kaptırma! Kendine güvenerek, iyi yüzerek, atalarından aldığın emâneti, yâdigârı, elinden kaçırmadan selâmet sâhiline, ebedî seâdete kavuş!

Kendi hazırladığım bu siyah mürekkeb çizgilerinin bozuk kıvrımlarını her gördüğün zemân beni hatırla ve rûhuma bir fâtiha oku. Bunun sevâbı bana erişdiği zemân, bütün dünyâ kıymetlerinin üstünde bir hediyye olacakdır. Buna inanıyorum, sen de inan.

12 Ramezân 1374-1955