KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -H

 – H –

● Hâdis olan, fânî ve müstehlikdir [yok olucudur.] 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Hub olmasaydı [sevgi bulunmasaydı], îcâd küşâyiş (îcâd açıklık) bulmaz ve âlem ademde [yoklukda] gizli kalırdı. 3/122.


● Hubb-i evvel, manissa-i zuhûra gelmiş olup, sebebi halk-ı halâyık olmuşdur. [Mahlûkatın yaratılmasına sebeb olmuşdur.] 3/122.


● “Hubb-i dünyâ re’sü külli hatî’etin” [Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır.] Hadîs-i şerîf. 1/232 [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Hub [sevgi, muhabbet] asl olup, hullet [dostluk] onun zılli gibidir. 3/122.


● “Hac eylemek, geçmiş günâhlara keffâretdir.” Hadîs-i şerîf. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● [Molla Muhammed Berkîye cevâb]: Hac için azık ve binek mevcûd iken, muhtâr olan, fakîh Ebülleysin fetvâsı mûcibince, eğer gâlib zannı yolun emniyyeti ve helâk edici tehlükesi yok ise, farziyyeti [farz olması] sâbitdir. Yoksa mümkin değildir. Bu şart, edâsının şartıdır. Farz olmasının [vücûb şartı] değildir.


Hac ile vasiyyet vâcibdir. -Çünki vakt müsâid değil.- 1/250. [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Hucub-i ilâhînin [ilâhî perdelerin] temâmen kalkması mümkin değildir. 3/76.


● Hucub-i esmâ ve sıfât ve şu’ûn ve i’tibârâtın harkı [ismlerin, sıfatların, şu’ûn ve i’tibârâtın perdelerinin kalkması] şühûdî olup, kalildir [az hâsıl olur]. Hark-ı vücûdî mümteni’dir. [Vücûdun perdesinin kalkması mümkin değildir.] Zulmânî perdelerin kalkması seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsîyi geçdikden sonra müyesser olur. Nûrânî perdelerin kalkması, seyr-i esmâ ve sıfât vâcib-i teâlâya bağlıdır ki, ism ve sıfât ve şân ve i’tibâr nazarında kalmıya. 2/42 [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Hadîs-i şerîfleri inkâr küfr değildir. Münkiri mübtedi’dir [inkâr eden bid’at ehlidir]. [Hadîs-i şerîf olduğunu kabûl etmezse bid’at ehli olur. İnanmaz ise kâfir olur.] 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Harâm sebebi ile tahsîl olunan herşey harâmdır. 1/102 [Mektûbât Tercemesi: 153.]


● Harâmı, gerek i’tikâden ve gerekse i’tikâd dışında güzel gören mürted olur. 1/288 [Mektûbât Tercemesi: 440.]


● Harâmı harâm, halâli halâl bilmek, kat’î olan harâm ve halâldir ki, inkârı küfrdür. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Harâmda şifâ yokdur. 3/61


● Harâmdan bir altını sâhibine geri vermek, yüz altın sadaka vermekden efdaldir. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Hurûf ve kelimât-ı Kur’ânı [Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri ve harfleri] yer değişmeksizin [aynen] Allahü teâlânın kelâm-ı nefsîsidir. Ve Hak teâlâya en yakın şeydir. 3/100.


● Hurûf-ı mukatta’ât-ı Kur’ânî [Kur’ân-ı kerîmin hurûf-ı mukatta’âtı] muhib ile mahbûb [seven ile sevilen] arasındaki hâllerin hakîkatlerine ve sırların inceliklerine remzler ve işâretlerdir. 3/100.


● His ile idrâk olmıyanı akl idrâk eylediği gibi, akl ile idrâk olunmıyan, nübüvvete uyarak idrâk olunur. 3/23 [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Hesâb, mîzân ve sırât hakdır. Muhbir-i sâdık onu haber vermişdir. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Hasenâtül ebrâr, seyyiâtül mukarrebîndir. 1/35. [Mektûbât Tercemesi: 62.]


● Hasen-i Basri, gemi beklerken, Habîb-i Acemî deryâdan yürüyüp geçdi. Ammâ fazîlet, Hasenindir. [Habîb-i Acemî, Hasen-i Basrînin mürîdidir.] 1/216 [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Hüsn-i dünyevî, nâ-merdîdir. [Dünyevî güzellik, beğenilmez]. Uhrevî güzellik beğenilmişdir. 1/234 [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Ebûl-Hasen-i Harkânî, Sultân Mahmûd Gaznevî zemânında idi. 1/152 [Mektûbât Tercemesi: 188.]


● Ebûl-Hasen-i Harkânî, itâ’at-i ilâhîyi, itâ’at-i Resûlden gayri bildi ki, istikâmetden dûr [uzak]dır. 1/152 [Mektûbât Tercemesi: 188.]


● Ebûl-Hasen-i Harkânî, sona varmakla, mürîdlerin ondan istifâdesi azdır. Ya’nî geri dönmemiş müntehîdir. Sona varıp, inmemişdir ki, tâlibler ondan tam istifâde edemezler. 1/216 [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Husûl, bu’dün [uzaklığın] vücûdiyle berâber tasavvur olunur. Ammâ vusûl dahâ kıymetlidir. [Vusûl, vilâyetde, Husûl, nübüvvet makâmında.] 1/302 [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Hakkul müslimi alel müslimi hamsün. Reddül selâmî ve iyâdetülmerîdi ve ittibâ’ul cenâizi ve icâbetü da’veti ve teşmît-ül âtısı. [Müslimânın müslimân üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevâb vermek, hastasını dolaşmak, cenâzesinde bulunmak, da’vetine gitmek ve aksırdığı zemân elhamdülillah deyince, yerhamükallah demek]. Hadîs-i şerîf. 1/265 [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Hak teâlâ, temessül [misâllendirilme] ve misâlin ve tevehhüm [vehmin] ve hayâlin ötesidir. Ve bunların temâmı, Hak teâlânın mahlûkudur. 3/74


● Hak teâlânın bu’dü [uzaklığı], derk [anlayış] ve ma’rifet [bilmek] i’tibâriyledir. 3/71


● Hak teâlânın akrebiyyeti [çok yakınlığı], bizim eb’adiyetimize [uzaklığımıza] sebeb olmuşdur. 1/258 [Mektûbât Tercemesi: 322.]


● Hak teâlâ karîbdir [yakındır]. 3/63 [Se’âdet-i Ebediyye: 925.]


● Hak teâlânın kurb [yakınlık] ve ma’iyyeti [berâberliği] bîçûnîdir. Bizim akl ve şühûdumuzdan münezzeh bir kurbdur [yakınlıkdır]. 3/95


● Hak teâlânın âleme olan nisbeti, nokta-i cevvâlenin dâireye olan nisbeti gibidir. O dâire o noktanın dönmesinden meydâna gelmişdir. 2/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Hak teâlânın ihâta ve kurbu [yakınlığı] ilm-i huzûrîye bağlıdır. 3/49


● Hak teâlânın kurb ve ma’iyyeti [yakınlığı ve berâberliği] mevcûdun mevhûma [vehm olunmuşa] ve aynanın sûrete kurbu kabîlindendir. 1/113. [Mektûbât Tercemesi: 163.]


● Hak teâlânın kayyûm-ı âlem olması, ecsâm-ı garîbenin [garîb, acâyip şeylerin] dübazlarla [hokkabazlarla] kıyâmı [birlikde durması] gibidir. 2/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 966.]


● Hak teâlâ bizzat mevcûddur. Ve eşyâ dahî onun îcâdıyle mevcûddur. 3/122.


● Hak teâlâ zâtı ile mevcûddur. Vücûd ile değil. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Hak teâlâ kendi zâtı ile hay’dır. Ya’nî zindedir. Kendi zâtında dânâ (bilen), bînâ (gören), şineva (işiten), tüvâna (gücü yeten), mürîd (dileyen) ve gûyâ (söyliyen)dir. Kâinâtı yokdan yaratandır. Ve kemâlât, sıfat-ı hayât, ilm, basar, sem’, kudret ve irâde ve kelâm ile değildir. 3/26


● Hak teâlânın misâlde ve hayâlde sûreti yokdur. 3/118


● Hak teâlânın misli yokdur. Misâli vardır, demişlerdir. 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Hak teâlânın, İmâm-ı Rabbânî indinde misâli dahî yokdur. 3/119.


● Hak teâlâya akreb-i eşyâ [en yakın şey] ve sıfât-i ilâhînin ezharı, Kur’ân-ı mecîddir ki, zılliyyetden ârîdir [zılliyyet değildir]. 3/100


● Hak teâlânın kelâmımızı işitmesi kelimesiz, öne almadan ve sona bırakılmadan vâkı’ olur. 3/120.


● Hak teâlâ, bizim ve sizin Rabbimiz ve âlemlerin Rabbi, gerek semâlar olsun ve gerek arzın ve yükseklik ve aşağılıkların, Rabbi birdir. Ötelerin ötesidir. Benzeri ve misli olmakdan münezzeh ve şekl ve misâlden uzakdır. Baba ve oğul olmak, Hak teâlânın şânında muhâldir. Benzeri ve misâli muhâldir. Hulûl, birleşmek şâibesi çirkindir. Görünmek ve zuhûr fitnesi çirkindir. Zemân ve mekân onun mahlûkudur. Vücûdına başlangıç ve bekâsına nihâyet yokdur. Hayr ve kemâl ona sâbit, naks ve zevâl onda yokdur. O hâlde ibâdete müstehak Hak sübhânehu ve teâlâdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Hak teâlâya, ilm ile, şühûd ile ve ma’rifet ile yol bulunamaz. 1/38. [Mektûbât Tercemesi: 65.]


● Hak teâlâ hulûl etmez, zuhûr eder. 3/121 [Se’âdet-i Ebediyye: 953.]


● Hak teâlâ üzerinden zemân mürûr eylemez [geçmez]. Zemân ve mekân onun mahlûkudur. 3/120.


● Hak teâlâ yakındır. Zîrâ herşey kendi mâhiyyeti ile şeydir. Ammâ, şey’in aksi ve zılli, kendi mâhiyyetinin zılli ve aksi ile zıl ve aks değildir. Belki kendi aslının mâhiyyeti ile aks ve zıl olmuşdur. Zîrâ zıl, mâhıyyet sâhibi değildir. Mâhiyyet-i asldır ki, zıl ile zuhûr eylemişdir. Pes [o hâlde] asl zılle, zılden akreb oldu [dahâ yakın oldu].


Zîrâ zıl, asl ile zıldir. Kendi nefsi ile değildir. Ve çünki âlem, ef’âl-i vâcibînin [Allahü teâlânın ef’âlinin] zılâl [zılleri] ve ukûsidir [aksleridir]. Nâçâr sıfât-ı ilâhî, âleme âlemden ve âlemin üsûlinden ki ef’âldir. Akreb oldu ki [dahâ yakın oldu ki], asl-ıl üsûldür. Sıfât dahî, Zât-i teâlânın zıllıdir. Ve zât-i celle sültânehü asl-ı cemî’-i üsûldür. Binnetîce, Zât-i teâlâ, âleme âlemden ve ef’âl ve sıfât-ı vâcibden akreb [yakın] olmuş olur. 3/1 [Se’âdet-i Ebediyye: 101.]


● Hak teâlânın zât-i akdesi [mukaddes zâtı] ve sıfât-i mukaddesesi, bir mertebede kâindir. Sıfatın ziyâde [ayrı] olması sâbit olmakla, Hak celle celâlühü de hiç te’ayyün ve tenezzül peydâ olmamışdır. 3/114


● Hak teâlânın sıfâtı ve ef’âli dahî, zâtı gibi bîçûn ve bîçugûnedir. Ve mümkinâtın [mahlûkatın] sıfâtı ve ef’âli ile hiç münâsebeti yokdur. Meselâ ilm sıfatı kadîm ve basîtdir. Te’addüd ve tekessür [adedlenme ve çoğalma] ona yol bulamamışdır. Te’addüd-i te’allükât [alâka] i’tibâriyle olursa da. Zîrâ onda bir inkişaf basît vardır ki ma’lûmat-ı ezel ve ebed, o inkişaf ile münkeşîf ve cemî’-i eşyâyı ân-ı vâhid-i basîtde bilmiş idi. Meselâ, Zeydi hem mevcûd [varlıkda], hem ma’dûm [yoklukda] ve cenin ve sabî ve civân ve pir ve zinde [diri] ve mürde [ölü] ve kâim [ayakda] ve kâid [oturan]..... ilâhir bilmişdir. Te’addüd-i te’allûkât âfâkın te’addüdünü mûcibler ve ezminenin teksîrini isterler. O mahalde ezelden ebede dek, ân-ı vâhid-i basîtden gayr-i ân yokdur. [Değişmiyen, basît bir ân vardır.] O ânlara aslâ te’addüd yokdur. Hak teâlâ üzre zemân cereyân eylemez. Bütün mahlûkâta te’alluk-ı vâhid ile müteallık olmuşdur. O te’alluk dahî, sıfât-ı ilm gibi bîçûn ve bîçugûnedir. [Bilinemez ve ötelerin ötesidir.] 1/296 [Mektûbât Tercemesi: 475.]


● Hak teâlâ bir sıfatla muttasıf [sıfatlanmış] ve bir ismle müsemmâ [ismlenmiş] ve bir hükmle mahkûm değildir. Kendi zâtına ism ve ahkâm bildirmesi teşbîh i’tibâriyledir ki, mahlûkâtın anlayışlarına karîb olmak içindir. 2/3


● Hak teâlâ yüce kerem ve ihsânından, kendi feyzlerini ve ni’metlerini varlıklara vermek ve bahş eylemek murâd eyledi.


Mahlûkları halk buyurup [mahlûkâtı yaratıp], kendi kemâlât-i vücûd ve tevâbi’-i vücûdundan, ya’nî diğer sıfât-i kemâl onlara bahş eyledi. Lâkin ondan bir parça ayrı olup, kullara ulaşmak, çırayı çıradan yakmak gibi iktibâs değil idi ki, böyle olmak noksanlık işâretidir. Allahü teâlâ, böyle olmakdan çok yücedir. Yaratmakdan maksad, onlara ni’met ve ihsânlar vermekdir. Yoksa onların vesîlesi ile [onlara ihtiyâcı olduğundan değil] ismlerin kâmil ve sıfâtlarının tekmil olması için değil. Hâşâ ve kellâ. Esmâ ve sıfâtı hadd-i zâtında kâmillerdir. Hiç zuhûr ve mazhara ihtiyâcları yokdur. O hazret-i celle şânühûda cümle kemâl fi’len hâsıldır. Bir kuvvete bağlı değildir ki, onun meydâna gelmesi bir emre (işe) bağlı olsun. Eğer şühûd ve müşâhede ise, o hazretde kendinden kendinedir. [Yine nasıl olduğu bilinemez.] Ve eğer ilm ve ma’lûm ise dahî, kendi bilir ve kendine ma’lûmdur. Ve bunun gibi işitmesi ve konuşması kendindendir. Bütün kemâlât, o yerde [bu husûsda] mufassal ve meydâna çıkmışlardır. Lâkin ünvân-ı bîçûnî iledir [ötelerin ötesi ünvânı iledir]. Çûn için bîçûne rah yokdur. [Bilinenden bilinmiyene yol yokdur.] Mahlûkât nedir ki, Hak sübhânehu ve teâlânın kemâlâtının aynası olalar. Ve âlem nedir ki, o cemâlin tafsîli ola. O hazret-i celle şânühûda, ayni icmâlde tafsîl ve ayni dıykda [darlıkda] vüs’at vardır. Ve çünki tafsîl ve vüs’at o makâmda bîçunîdir. Zan olunur ki, icmâle tafsîl lâzım ola ki, âlemin yaratılmasına bağlıdır. Ve o icmâlin temâmı, bu tafsîl ile ola. Ve hak olan odur ki, o yerde [bu husûsda] hem icmâl vardır, hem tafsîl vardır. “VALLAHÜ VÂSİ’UN ALÎM.” [(Allahü teâlânın fadlı genişdir. Fakîre genişlik verir ve onu zengin eder. Mülke lâyık olanı bilir.) Bekara sûresi 247. Âyet-i kerîmesinin meâli.] Ma’lûm ola ki, bu âlemin yaratılması, bir mertebede vâki’ olmuşdur ki, onun o mertebeyi mukaddeseye hiç müzâhemesi ve müdafe’ası yokdur. [Ol demiş, var olmuşdur.] Herhangi bir mevcûdun varlığı, her ne kadar, diğer bir şeyin varlığının tahdîdini iktizâ eder, amma o kâide bu makâmda geçerli değildir ki [Allahü teâlânın yaratmasında böyle birşey yokdur], âlemin varlığı, Allahü teâlânın varlığına hiç tahdîd ve nihâyet peydâ eylememişdir. Ve hiç nisbet ve cihet isbât eylememişdir. Aynada görünen sûret gibidir ki, bu sûretin varlığı vehm mertebesindedir.


Ve bu aynada mertebe-i vehmde görünen bir sübûtun, o sûretin aslının sübûtuna hiç müzâheme ve müdâfe’ası hâsıl değildir. Ve bu sûretin sübûtu [varlığı], o sûretin aslı olan sübût-ı hâricî de, hiç tahdîd ve nihâyet ve cihet peydâ eylememişdir. “VE LİLLÂHİ MESELÜL’ A’LÂ.” [(Allahü teâlâ için [zâtının zarûrî olması, ilmi, kudreti, mahlûkların sıfatlarından münezzeh olmak gibi] en yüce sıfat(lar) vardır.) Nahl Sûresi 60. âyet-i kerîmesinin meâli.] O mukaddes mertebede, vücûd var denilmesi, hârici benzetme ve eş gösterme kâbilindendir ki, hâric için orada yer yokdur. Vücûd için o mukaddes mertebede yer yok iken, hârice nasıl yer olsun ki, hâric vücûdun bir kısmı, bir parçasıdır. 3/114


● Hak teâlâ, o azamet ve kibriyâsı ile, kulluğa kabûl buyurup, kullarını Cenâb-ı kudsîsine da’vet buyurmuşdur. 1/106 [Mektûbât Tercemesi: 156.]


● Hak sübhânehu ve teâlâ hiçbirşeye muhtâç değildir. Kullarına emrleri ve yasakları lütf ve ihsândır. 1/73 [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Hak teâlânın fi’l ve irâdesinden râzı olmak ve belki lezzet almak gerekdir. 3/59 [Se’âdet-i Ebediyye: 425.]


● Hak teâlâ afüvvün mecîddir [Çok afv eden, çok acıyan, merhametlidir]. 3/19.


● Hak teâlânın fi’li illet ve sebebden hâlidir. [Bir sebebe bağlı değildir. Bir sebeb için değildir.] Fekat hikmet ve maslahatdan hâlî değildir. [Bir hikmeti vardır.] 3/19


● Hak teâlânın ve mâsivâsının delîli yine kendisidir. 1/247 [Mektûbât Tercemesi: 305.]


● Hak teâlâ, zât, sıfat ve ef’âlde yegânedir [benzersizdir]. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Hak celle ve âlâdan evvelâ açığa çıkan hazret-i vücûd olup, diğer kemâlât ona tâbi’dir. 3/122


● Hak teâlânın izni olmadıkça, hiçbirşey, hiçbirşeye zarar veremez. 3/3 [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Hak teâlânın, ubûdiyyete [rab olmağa] hakkı olmakda şerîkini nefy etmek, Enbiyânın da’vetine mahsûsdur. Muhâlifler dahî aklî delîl ile vücûb-ı vücûdda şerîki nef’ ediyorlar. [Hak teâlâya ibâdet edilmesini, başka hiçbirşeye ibâdet edilmemesini Peygamberler bildirmişdir. Akl ile anlaşılmaz.] 1/63 [Mektûbât Tercemesi: 99.]


● Hak teâlâ için bütün kemâlât sâbitdir. Ve Ondan bütün noksanlıklar uzakdır. Ve bütün varlıklar varlıkda durmakda ve varlıklarını devâmda Ona muhtâçdır. Fâide ve zarar Onun dilemesi ile olur. Onun izni olmadıkça, hiçbir nesne hiçbir nesneye zarar vermeğe kâdir değildir. Bu sıfatlar ile muttasıf olan, ancak Allahü teâlâdır. Zîrâ, başka olmak için farklı olmak lâzımdır. Eğer, kemâl sıfatlar ile muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzehdir denilmese [böyle kabûl edilmese] noksan lâzım gelir. 3/3 [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Hak teâlâ, mutlak [şeksiz, şübhesiz] ni’met vericidir. Vücûd [var olmak] Onun ihsânı, hayâtda kalmak dahî Onun lutfüdür. Kâmil sıfatlar, Onun [herşeye] şâmil olan rahmetindendir. Hayat, ilm, sem’, basar ve nutk, cümlesi ondan ihsândır. Ve çeşidli ni’metler ve bitmeyen [tükenmiyen] çeşidli keremler Onun feyziyledir. Zorluğu ve şiddeti kaldırmak, düâyı kabûl ve belâyı def’ etmek Ondandır. Bir rızk vericidir ki, yüce merhâmeti ile kullarını rızklandırır. Günâhları sebebi ile (rızklarını) uzaklaşdırmaz ve kesmez. Günâhları örtücüdür. Günâhları sebebi ile kulların nâmûs perdelerini yırtmaz. Onları hesâba çekmekde ve cezâlarını vermekde acele etmez. İyiliklerini dost ve düşmandan uzak eylemez. Bu ni’metlerin en büyüğü ve en üstünü islâma da’vetdir ki [da’vet buyurmasıdır ki], ebedî hayât [se’âdet] ona bağlıdır. Ve rızâ-ı Mevlâ ona bağlıdır. Bütün mahlûkâtın iyilikleri, Onun güc vermesi ve mümkin kılması iledir. Ni’met verene şükr etmek, akl ile de açıkca anlaşılmakdadır. Hak sübhânehu, kemâl sıfatlar ile muttasıf ve noksan sıfatlardan berîdir ve kullar ise, ayb kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, Onunla hiç münâsebeti yokdur. Kulların iyi bildikleri ba’zı işler, hakîkatde çirkin olabilir.


Hak teâlâya hürmet ve şükr şeklleri, Ondan bildirilmedikce, Onun şükrüne lâyık ve Onun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. Ona ta’zîm şeklini islâmiyyet bildirmişdir. Şu hâlde Hak teâlânın şükrünü edâ eylemek, kalben ve bedenen ve i’tikâden ve amelen, islâmiyyetin emrlerini yerine getirmeğe bağlıdır. Allahü teâlâya, islâmiyyetin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. 3/23 [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Hak teâlânın feyzleri devâmlı, gerek mülk ve evlâd kısmından ve gerek hidâyet ve irşâd cinsinden, havâs [seçilmiş] ve avâm, yüksek ve aşağı [kimseler] üzerine fark gözetmeksizin gelmekdedir. Farklılık bu feyzleri kabûl etmek ve etmemek bakımındandır. 1/164 [Mektûbât Tercemesi: 204.]


● Hak teâlâ cemîl-i mutlakdır. Cemîl-i mutlakdan gelen herşeyi eğer ki, celâl ile dahî açığa çıksa, güzeldir. 3/37.


● Hak teâlâ, hayrı da şerri de diler. Ve her birini yaratır. Ammâ, hayrdan râzıdır. Ve şerden râzı değildir. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Hak teâlâ, insana gücü yetmiyeceği şeyi emr etmemişdir. Hep kolaylığı murâd eder. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Hak teâlânın, ilm-i ilâhîsinin, kendisine de teâlluku vardır. Kendini de şân-ül-ilm ile âlimdir. 3/114.


● Hak teâlâ herkese, zan etdiği gibi mu’âmele buyurur. [(Kullarım beni zan etdikleri gibi bulur). Hadîs-i kudsî.] 1/216 [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Hak teâlânın kullarına cezâsı, günâhları mikdârıncadır. Eğer günâh gizli ise ve günâhkâr kimse, günâhından (tevbe edip) Ona sığınıyor ve yalvarıyorsa, o günâha dünyevî belâların keffâret olunması mümkindir. Eğer günâh şiddetli ve büyük ise ve günâh işleyen inâdcı ve kibrli ise, o günâha âhıretde cezâ verilir ki, bu cezâ şiddetli ve devâmlıdır. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Hakkı, doğruyu söylemek acı olur. 1/67 [Mektûbât Tercemesi: 106.]


● Hak olan şeyi beğenmiyen kimse, Peygamberi de görse fâidesizdir. [İyiliğe elverişli olmıyan kimse, fâidelenemez Peygamberi de görse.] 2/92 [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Hakâyık-ı eşyâ [eşyânın hakîkati] sofiyye indinde, a’yân-ı sâbitedir ki, esmâ-i ilâhînin [ilâhî ismlerin] ilmdeki sûretleridir. Kendileri değildir. 3/100


● Hakâyık-ı mahlûkât [mahlûkâtın hakîkatı], ya’nî a’yân-ı sâbite, vücûbî değildir, mahlûkdurlar. [Mutlaka var olmaları lâzım değildir.] 3/122.


● Hakâyık-ı enbiyâ-i sâire [Diğer Enbiyânın hakîkatleri], hakâyık-ı ülul’azm olan esmâ-i külliye-i mukaddesenin cüz’iyâtıdır. [Ülul’azm olan Peygamberlerin hakîkatlerinin, mukaddes küllî ismlerinin cüz’idir.] 3/114.


● Hakâyık-ı insan [insanın hakîkatleri], Onun te’ayyün-i vücûbîsidir, o şahsın te’ayyün-i imkânîsi, o te’ayyünün zıllidir. Ve o te’ayyün-i vücûbî esmâ-i ilâhîden bir ismdir. Ve o ism-i ilâhî, o şahsın rabbi, ya’nî mürebbîsidir [terbiye edicisidir]. Ve onun füyûz-ı vücûdî ve tevâbi’-i vücûdîsine mebde’dir. [Bu insana her ni’met o ismden gelir.] 1/209. [Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Hakâyık-ı eşyâ [eşyânın hakîkatleri], esmâ-i ilâhî celle sultânühûdan ibâretdir ki, onlar füyûz-ı vücûdîye ve tevâbi’-i vücûdiyyenin mebâdîsidir [başlangıçlarıdır]. 1/209. [Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Hakâyık-ı Enbiyâ ve melâike [Enbiyâ ve meleklerin hakîkati], Allahü teâlânın ismlerinden, sıfatlarından ve şü’ûnlarından biridir. Diğer mahlûkâtın hakâyıkı [hakîkatleri], bunların zıllerinden, parçalarından biridir. Bu dâire-i zıl, dâire-i esmâ ve sıfatın tafsîlidir. Meselâ ilm, bir sıfat-ı hakîkıyyedir ki, cüz’ıyyet sâhibidir. O cüz’ıyyet, tafsîlen dâire-i zılâldedir. [Zıller dâiresindedir]. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakâyık-ı melâike mele-i a’lâ-i esmâ-i bâtınadır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakâyık-ı hulefâ-i erbe’a sıfat-ı ilmdir. [Dört halîfenin hakîkatleri, ilm sıfatıdır.] 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Hakâyık-ı ilâhîden [ilâhî hakîkatlerden] murâd, onun azametinin, büyüklüğünün dereceleri olup, orada sıfat ve keyfiyyet yokdur. Ya’nî hiç zıl, sûret yokdur. 1/263 [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Bir hakîkatin ortaya çıkmaması hâlinde, onun zıllıni hakîkatin aslı zan ederler. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Hak sübhânehü ve teâlâ [Hak sübhânehu ve teâlânın hakîkati] bîçûn ve bîçugûnedir. Bir vücûd ki, adem onun zıddı olmakla kâim ola; Hak celle sultânehuya şâyan değildir. [Hak teâlânın zıddı yokdur.] Ve güzellik ve cemâlin başlangıcıdır. Ve bu vücûd, hakîkî bir cüz’dür. Bir basîtdir ki, birşey ile karışmış değildir. Böyle olmadığı gibi, olması da düşünülemez. O mertebede vücûd vardır demek, kulluğun noksanlığındandır veyâhud bir vücûd murâd oluna ki, ademin zıddı olmağa mecâli olmaya. 1/234 [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Hakîkat, kötülüklerin kalbden, tekellüfsüz kaldırılmasının hâsıl olmasıdır. [Gerçekleşmesidir]. 1/41 [Mektûbât Tercemesi: 69.]


● Hakîkat mertebesinde, uğraşmak ve güçlük çekmek yokdur. Hakîkat, devâmlıdır. 1/60 [Mektûbât Tercemesi: 97.]


● Hakîkat ve islâmiyyet, rûh ve sırdan öte geçemezler. Hafî ve ahfâya ulaşamazlar. 1/172 [Mektûbât Tercemesi: 213.]


● Hakîkat-i ârif [ârifin hakîkati], bir ism-i ilâhî olup, kendisinin rabbidir. [Terbiye edicisidir.] 3/122.


● Hakîkat-i câmi’a-i insandan murâd, kalb latîfesidir. 3/65


● Hakîkat-i câmi’a-i kalbiyenin mahalli yürekdir. 1/142 [Mektûbât Tercemesi: 182.]


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” icmâl [topluluk] i’tibâriyle ilm sıfatıdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” ismler, sıfatlar ve şu’ûnlar dâiresinin aslının merkezidir. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” te’ayyün-i evvel-i vücûdînin merkezidir. 3/114


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, zıll-i icmâl-i ilmdir ki, vahdet tesmiye ederler. 1/121 [Mektûbât Tercemesi: 168.]


● Te’ayyün-i Ahmedî, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” te’ayyün-i vücûbîsi; hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” te’ayyün-i imkânîsidir. 1/209 [Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Hakîkat-i İbrâhîm, te’ayyün-i evvel-i vücûdîdir. 1/93 [Mektûbât Tercemesi: 140.]


● Hakîkat-i İbrâhîm, tafsîl i’tibâriyle ilm sıfatıdır (ilm sıfatının tafsîlidir [açılmasıdır]). 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Nûh, icmâl ve tafsîlin berzâhiyyeti i’tibâriyle sıfat-ı ilmdir. [İlm sıfatının icmâli ile tafsîli arasındadır]. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Mûsâ aleyhisselâm, kelâm sıfatıdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Îsâ aleyhisselâm, kudret sıfatıdır. 3/114 ● Hakîkat-i Âdem aleyhisselâm, tekvîn sıfatıdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Mehdî, ilm sıfatıdır. 3/114.


● Hakîkat-i Kâ’be, bir nûr-ı sırfdır ki, lâ te’ayyündür. [Ta’yîn edilemez]. Ve tecellî-i zâtînin fevkindedir. [Zâtın tecellîsinin üstündedir]. 3/76


● Hakîkat-i Kâ’benin zılli, hakîkat-i Ahmedîdir. 1/209 [Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Hakîkat-i Kâ’be, bütün hakîkatlerin üstündedir. 1/263 [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Hakîkat-i Kur’ân, hakîkat-ı Kâ’benin üstündedir. 3/77 [Se’âdet-i Ebediyye: 941.]


● Hakîkat-i Kur’ân, hakîkat-i Muhammedînin “sallallahü aleyhi ve sellem” üstündedir. Zîrâ hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” izâfî ismlerdendir. 1/183. [Mektûbât Tercemesi: 222.]


● Hakîkat-i salât, hakîkat-i Kur’ânînin üstündedir. 3/77 [Se’âdet-i Ebediyye: 941.]


● Hukûk-ı ibâdin [kulların hukûkunun] dünyâda edâsı kolaydır. Yumuşaklık ve yalvarma ile ref’ olunur [ortadan kalkar]. Ammâ âhıretde iş müşkildir. İlâcı yokdur. 1/73 [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Hikmet, birşeyin ilminden ibâretdir ki, nefsil-emre mutâbık ola. [İşin kendine uygun ola]. 3/23 [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Hill ve hürmeti isbâtda [harâm ve halâli isbâtda] mukallidin ilmi kâfî değildir. Bu bâbda müctehidin kavli mu’teberdir. 1/312. [Mektûbât Tercemesi: 498.]


● Hulûlün ma’nâsı, birşeyin birşey içinde olmasıdır. Zeydin evin içinde olması gibi. Velâkin zuhûrun ma’nâsı, birşeyin birşeyde aks etmesidir. Zeydin ayna içinde olması gibi. 3/121. [Se’âdet-i Ebediyye: 953.]


● Hamd, şükrden efdaldir. Zîrâ şükr etmekde, sevgilinin ni’metleri göz önündedir ki, sıfatlarından, hattâ işlerinden meydâna gelmekdedir. Hamd ederken ise, sevgilinin hüsn-i cemâli, ya’nî kendisi göz önündedir. Zâtı da, sıfatları da, işleri de, ni’metleri de hep sevilmekde, medh olunmakdadır. [Ni’met karşılığı da, elem karşılığı da hamd edilir.] 2/33 [Se’âdet-i Ebediyye: 716.]


● Hayât sıfatı, bütün sıfât-ı sübûtiyyenin evveli ve aslıdır [en başda gelenidir.] 3/100


● Hayvânları, meşâyıha nezr edip, kabrleri başında kesmek şirke dâhildir. 3/41 [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) – C

 – C –

● Câmi’i Kur’ân [Kur’ân-ı kerîmi toplıyan] fil-hakîka Sıddîk ve Fârûkdur “radıyallahü anhümâ”. 1/80. [Mektûbât Tercemesi: 127, Eshâb-ı Kirâm: 263.]


● Câmi’iyyet-i kalbin ma’nâsı. [Her insan bir toplulukdur. Varlıkda bulunan herşey insanda da vardır.] 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]


● Cânib-i meşrıkdaki [Doğu tarafdaki] nurânî sütun, Mehdî “aleyhimürrıdvân”ın başlangıcının [gelmesinin] işâretidir. 2/68 [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


● Cebriyye mezhebi, kuldan kudreti ve irâdeyi kaldırıp [irâde ve ihtiyâr yok deyip], fâil ancak Allahü teâlâ derler ki, küfrdür. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● “Ceddidû îmâne küm bi kavli lâ ilâhe illallahü” hadîs-i şerîfi. “Îmânınızı Lâ ilâhe illallah diyerek tâzeleyiniz!” 1/78. [Mektûbât Tercemesi: 124.]


● Cezbe ancak bir üst makâmadır. Üstün üstüne değildir. Meczûb olmıyan sâliklere makâm-ı kalbdedir. Cezb edilmeleri ancak makâmı rûhadır ki, makâmı kalbin üstüdür. Rûhun şühûdünü şühûd-i Hak bilirler. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Bir cezbe ki, encâm-ı kârı [nihâyeti] sülûk ola, kâfîdir. Eğer sülûke gelmezse meczûb-ı ebterdir [kıymetsizdir], mahbûb değildir. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Cizyeyi, Hak teâlâ, küfrün hakâreti için emr eylemişdir. 1/193 [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Cesedi terbiye eden rûhdur. Kalıbı terbiye eden kalbdir. İnsandaki âlem-i halkdan olan maddelerin, âlem-i emrden olan latîfeler tarafından terbiye edildiği bildirilmekdedir. 1/210. [Mektûbât Tercemesi: 251.]


● Celâleddîn-i Devânî, isbât-ı vâcibde bî misldir. (Vâcib-i teâlâyı isbâtda emsâli bulunmıyan bir zâtdır). Öyle iken, delîllerinde, noksanlık mevcûddur. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Cemâ’at-i nâfile mekrûhdur [Nâfileleri cemâ’at ile kılmak mekrûhdur]. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Cemâ’atin fazîleti. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Cemâl-i ilâhî. 3/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 755.]


● Cum’a edâsında sultânın bulunması şart kılınmışdır ki, fitne çıkmak tehlükesi ortadan kalkmış olur. 1/218. [Mektûbât Tercemesi: 264.]


● Cum’aya, beş vaktde cemâ’ate ve bayram nemâzlarına hâzır olmak zârûriyât-i dindendir. 1/265 [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Cin tâifesi ecsâd ile mütecessid olup [cesedler ile cesedlenip], acâib işler vuku’a getirirler ki, tenâsüh değildir. 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● “Cinden herkesin bir karîni [yakını, arkadaşı] vardır.” “Hadîs-i şerîf” 3/33


● Cemel ve Sıffîn vak’aları ictihâd yüzünden idi. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Cemî’-i umûrda [bütün işlerde] azîmet yolunu seçmeli ve ruhsatdan ictinâb etmelidir [kaçınmalıdır]. 1/70 [Mektûbât Tercemesi: 108.]


● Cennet ve Cehennem hâlihâzırda [şimdi] mevcûdlardır. Ve devâmlı var olacaklardır. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Cennet ve Cehennem, arş ve kursî, lehv ve kalem ve rûh, bâkî kalırlar ki, yok olmaz ma’nâsına değildir. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Cennet ehlinin ekserîsi Ümmet-i Muhammeddir “aleyhissalâtü vesselâm” 1/249 [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Cennet ve Cehennem arasında üçüncü bir mahal yokdur. 1/259 [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Cennetde günler vardır. Hâlbuki güneş yokdur. 2/76 [Se’âdet-i Ebediyye: 915.]


● Cennet ni’metlerinin dünyâ ile münâsebeti yokdur. 1/302 [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Cennete arzû ve giriftâr olmak [tutulmak], mezmûm değil [kötülenmemiş], makbûldür. 3/100


● Cennete girmek îmâna bağlıdır. Îmân da Hak Sübhânehunun fadlı ve ihsânıdır. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Cennet ile müjdelenmiş bir şahsı, tekfîr eylemek, Kitâb ve Sünnet ile küfrdür. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● “Cennete ümmet-i hayrilbeşerden yetmişbin kimse hesâbsız dâhil olsa gerekdir.” Hadîs-i şerîf. 3/21


● Cennetde aynı mertebede bulunanların, aynı ni’metlerden, lezzet almaları başka-başkadır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Cennetde zevceler zevcin yanında olacakdır. 2/50 [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Cennet hûrîsinin bir kılı dünyâya zuhûr etse, dünyâda şeb’ [gece] vâki’ olmaz. 3/66


● Cennete girmek ve Cehennemden kaçınmak, islâmiyyetin emrlerini yapmağa bağlıdır. 1/48 [Mektûbât Tercemesi: 84.]


● Cüneyd-i Bağdâdî. 2/21.


● Cüneyd-i Bağdâdî, erbâb-ı sahvın [sahv erbâbının] reîsidir ve sahvı sekre tercîh eder. 3/118.


● Cüneyd-i Bağdâdî bu tâifenin seyyidi iken, ondan havârik nakl olunmadı. [Fazla kerâmet zuhûr etmedi]. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● Cüneyd-i Bağdâdî rü’yâda dedi ki, beni gecenin ortasındaki iki rek’at nemâz kurtardı. 1/184. [Mektûbât Tercemesi: 222.]


● Civânlıkdaki [gençlikdeki] ibâdet makbûldür. 3/35 [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Cihâddan maksad, i’lâ-i kelime-i dindir. Ve din düşmanlarını tahrîb etmekdir. 2/69 [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Cihâd-ı ekberden murâd, kalıb [bedenin yapı maddeleri] ile cihâddır. 2/50 [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Cehl ve inâd ve te’assubun ilâcı yokdur. 3/88


● Cehennemden bir şerâre [kıvılcım] dünyâya düşse, herşeyi yakıp ve mahv ederdi. 3/31 [Se’âdet-i Ebediyye: 87.]


● Cehenneme dühûl [girmek] ve onda ebedî kalmak, teklîfden sonra, şirke bağlıdır. 1/259 [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Cehenneme dühûl [girmek] küfre bağlıdır. Ve küfr nefs-i emmâre hevâlarından neş’et eder. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Çûn için bîçûne yol yokdur. [Misilli için misilsize yol yokdur.] 2/8 [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● Cevâhir-i şerh-i Mevâkıf kitâbını Muhammed Ma’sûm bitirdi. Felsefecilerin kabâhatlerini anladı. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Cihâdda, gâzilere ve şehîdlere verilen ecrler niyyetin doğruluğundan sonradır. Bozuk bir niyyet ile ameli ibtâl eylemeyeler [Boşa gitmesine sebeb olmıyalar]. 2/69 [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Cin şerrinden kurtulmak için, kelime-i temcîd okumalıdır. 1/174.

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-T

 – T –

● Ettâibü minezzenbi kemen lâ zenbe lehü. (Günâhlardan tevbe eden, günâhsız kimse gibidir). Bu hadîs-i şerîf, günâhkârlara müjdedir. 2/19. [Se’âdet-i Ebediyye: 69.]


● Tâbi’ olanlar ve hizmet edenler için, büyüklere gelen ni’metlerden pay vardır. 1/301. [Mektûbât Tercemesi: 480.]


● Tâbi’ her neye kavuşursa, uymuş olduğu kimseden kavuşur. 1/294 [Mektûbât Tercemesi: 468.]


● Teblîg-i zâhirî ve teblîg-i bâtınîyi birlikde yapan çok kıymetlidir. Böyle kimse az bulunur. 1/48. [Mektûbât Tercemesi: 84.]


● Tecellî, ikinci mertebede ve üçüncüde veyâhud dördüncüde, Allahü teâlânın dilediği mertebeye kadar şey’in zuhûrundan ibâretdir. 3/79


● Tecellîler ve zuhûrlar, zıllerden haber verir. Zıllere tutulmakdan kurtulan, tecellîlerden ârîdir [kurtulmuşdur]. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Tecellîler ve zuhûrlar, matlûba perdedirler. 3/79


● Tecelliyât-i selâse (tecellî-i esmâ ve sıfat ve zât) [Tesavvuf yolcularından onbinlerde birini], ma’rifete dayanan müşâhedelerden kurtarıp, ihlâs ni’metine ve rızâ makâmına ulaşdırırlar. 1/36 [Mektûbât Tercemesi: 63.]


● Tecellî-i sûrî kendini Hak bulmakdır. Ya’nî hakkı kendi ile görür. Lâkin bu şühûd mecâzîdir. 1/277 [Mektûbât Tercemesi: 407.]


● Tecellî-i ef’âl sâhibi, arada olan vâsıtaların (sebeblerin) var olmasının behâne olduğunu bilir. [Asl yapan Allahü teâlâdır.] 3/75


● Tecellî-i ef’âl, kulların işlerini, Allahü teâlânın fi’linin zılleri olduğunu görmekdir ki, bu ef’âlin kıyâmı [bu işlerin varlığının] o fi’l ile olduğunu bilmekdir. 3/75


● Tecellî-i ef’âl ve sıfat, zâtın tecellîsi olmadan düşünülemez. Zîrâ, ef’âl ve sıfat için, Zât-ı teâlâ ve tekaddesden ayrılmak yokdur. Bu tecellîler sıfatların ve fi’llerin zılleridir. 2/11


● Tecellî-i sıfat, nefsin fânî olması mu’âmelesini hâsıl eder. 3/75


● Tecellî-i sıfat, sâlik kulların sıfâtını, Allahü teâlânın sıfatlarının zılleri bulmakdır. 3/75


● Tecellîlerde, eğer başka ma’nâlar düşünülürse, tecellî-i sıfât denir. Eğer başka olmıyan ma’nâlar düşünülürse, tecellî-i zât denir. 1/121 [Mektûbât Tercemesi: 168.]


● Tecellî-i zât dâimî olup, anlatılamaz. Zevk ile ve vicdân ile anlaşılır. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Tecellî-i zâtîler, ismlerin ve sıfatların perdesi arkasındadırlar. 3/100


● Tecellî-i zâtî perdesizdir. Ve bî şu’ûri ve hislerin yokluğu [kaybolması] vâki olmaz. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Tecellî-i zâtda nefs, bütün latîfelerden dahâ ileri gider ve bütün latîfelerden ilerlemekde seçilmişdir. 1/234 [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Tecellî-i zâtî zemânında, nefs mutmainne olup, Rabbinden râzı olur. Bu makâmda (Şerh-ı sadr) hâsıl olur. 1/253 [Mektûbât Tercemesi: 316.]


● Tecellî-i zât, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” sonuncusuna mahsûsdur. Ve tufeyl olmak i’tibâriyle [onun yanısıra] başka Peygamberlere ve Ona tâbi’ olmak i’tibâriyle de bu ümmetin Evliyâsına da hâsıl olur. Celîs-i tufeyli ile [meclisinde bulunan ile], hâdim-i tâbi’ [tâbi’ olup, hizmet eden] arasında fark çokdur. Bu vilâyet-i hâssa, diğer Peygamberlerin ümmetlerine nasîb olmamışdır. Bu sebeble bu ümmet, ümmetlerin hayrlısı olup, ve ülemâsı da, Benî İsrâilin Peygamberleri gibi olmuşdur. 1/248 [Mektûbât Tercemesi: 305.]


● Tecessüs (birinin işlerini araşdırmak) harâmdır. 1/123


● Tahsîl-i nücûm [nücûm ilmini tahsîl], mantık, hendese, ve hesâb ve emsâli, âhiret için fâideli olsaydı, felsefeciler necât bulurdu [kurtulurdu]. 1/73 [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● (Tergîbüs-salât ve teysir-ül ahkâm) fârisî fıkh kitâbıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeyi ondan öğreneler. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Terk-i dünyâ bu zemânda çok zordur. Hükmen terk etmek de, büyük ni’metdir. Bu da, yimekde, içmekde ve giyinmekde ve meskende islâmiyyetin hudûduna riâyetle [islâmiyyetden dışarı taşmamakla] olur. 1/72 [Mektûbât Tercemesi: 110.]


● Terk-i hükmîyi de başaramıyan kimse, münâfık sayılır. Îmânım var demesi âhıretde ona fâide vermez. (Sûret-i îmân âhıretde fâideli olmaz). 1/72 [Mektûbât Tercemesi: 110.]


● Terk-i dünyâ iki nev’dir: Biri mubâhları zarûret mikdârı kullanmak. Bu kısm, terk-i dünyânın en iyisidir. İkincisi, harâmlardan ve şübhelilerden sakınarak, mubâhlar ile ni’metlenmekdir ki, bu zemânda makbûldür. 1/163 [Mektûbât Tercemesi: 200.]


● “Tesbîh, tehlîl ve tahmîd ile Cennetde ağaç dikiniz.” Hadîs-i şerîf. 3/100


● Tesbîh, tevbenin anahtarı, belki tevbenin özü ve hülâsasıdır. 1/308 [Mektûbât Tercemesi: 493.]


● Tasnîfatdan ziyâde [Lüzûmsuz kitâblar yazmakdan ziyâde] dahâ mühim işler vardır. Onun ile meşgûl olmak, en münâsib ve en evlâdır. 1/184. [Mektûbât Tercemesi: 222.]


● Tasdîkden murâd, yakîn ve kalbin iz’ânıdır. İlme şâmil olan [içine alan] umumî ma’nâ değildir. 3/91


● Tasdîk bir hükmdür ki, iz’ândan ibâretdir. İnanmak ile ta’bîr olunur. 3/91


● Te’âmül ve âdât [öteden beri gelen örf ve âdetler] islâmî delîl olamaz. 2/54


● Te’ayyün-i hubbî, mümkin olan hakîkatlerin nihâyetidir. Ve mümkinâtın hakîkatlerinden bir hakîkat onun üstünde değildir. 3/122


● Te’ayyünler temâmen mahlûkdur ve hâdisdir. 3/122


● Te’ayyünât-ı selâse [üç te’ayyünât], ilmî, vücûdî ve hissîdir. 2/73.


● Te’ayyünât beşdir ki, ona tenezzülât-i hams ve hadarât-i hams derler. İki te’ayyün, mertebe-i vücûbda olup, te’ayyün-i vahdet ve te’ayyün-i vâhidiyyetdir derler. Mütebâki [diğer] üç te’ayyün, mertebe-i imkânda olup, te’ayyün-i rûhî, te’ayyün-i misâlî, te’ayyün-i cesedîdir derler. Bu tenezzülât-i hams, mücerred i’tibârâtdır. Ve şühûda te’alluk eder. Te’vîli lâzımdır. 3/33


● Te’ayyün-i evvel, te’ayyün-i hubbîdir. Te’ayyün-i vücûdî ve te’ayyün-i ilmîler, te’ayyün-i hubbînin zılâli (zılleri) olduğundan, bunlar te’ayyün-i evvel zan olunur. 3/122.


● Te’ayyün-i evvel, te’ayyün-i hubbîyi ve hılleti müştemildir ki, merkezi hub olan bir dâire şeklinde temessül ediyor. 3/122.


● Te’ayyün-i evvel, hadarât-i vücûd olup, zılliyyet tarîki ile, bütün kemâlât-ı zâtiyye ve sıfâtıyyeyi kendinde toplar. (Her şeyi) içinde toplıyan bu mertebenin tafsîlâtı, ikinci te’ayyündir ki, hayât sıfâtıdır ki, bu da bu sıfatları içine alır. Sonra ilm sıfatı, zılliyyet yoluyla vardır. 3/114


● Te’ayyün-i evvel vücûdîdir. Rabbi [sâhibi] halîlürrahmândır. 3/114.


● Te’ayyün-i vücûd, te’ayyün-i ilmînin fevkidir [üstüdür]. İkisi arasında şân-ül-hayât ve şân-ül-ilm vardır. 3/88


● Te’ayyün-i evvel, zuhûr-ı vahdet olup, Zât-ı teâlâ onda zâid değildir. Ona tecellî-i zât demişler ise de, tecellî-i şüûnîdir. 3/122.


● Tefrika-i zâhir, çok zemân iyi olur. Bâtının tefrikası ya’nî kalbi mahlûklara bağlamak hiç câiz değildir. 1/221 [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Takvâ, nehy edilen şeylerin hepsinden sakınmakdan ibâretdir ki, vera’dır. 3/9.


● Tegannî harâmdır. 1/266, 3/73. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Tekellüf ve te’ammül mertebe-i tarîkatdedir. [Kendini zorlamak tarîkat mertebesinde olur]. O iş devâmlı olmaz. 1/60 [Mektûbât Tercemesi: 97.]


● Tekmîl-i sınâ’ât telâhuk-ı efkâr iledir. [San’atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikrlerin, deneylerin, birbirine eklenmesi ile olur.] 1/292 [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Tekvîn, sıfât-ı hakîkıyyedendir. Eğer böyle denilmezse, îcâd gayra müstenid kalır [başkasına bağlı kalır]. 3/27


● Telezzüzü dünyâ ve telezzüzü âhıret [Dünyâ ve âhıret lezzeti]. 2/99, [Se’âdet-i Ebediyye: 515.] 1/302. [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Tekâlîf-i islâmiyye [islâmiyyetdeki teklîfler] külfet değil, rahmetdir. Şükr-i ni’met [ni’metin şükrü] aklen vâcibdir. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Teklîfât-ı islâmiyyeyi kolay bulmamak, nefsin kötülüğünden ve tabî’atin bozukluğundandır. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Bir tenzîh ki bizim ilmimiz ona te’alluk ede, aynı teşbîhdir. 2/8. [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● Tevbeye muvaffak olmak, Hak sübhânehûnun inâyetindendir. 1/78. [Mektûbât Tercemesi: 124.]


● Tevbe, farz-ı ayndır. Hiçbir ferdin ondan müstagnî olması düşünülemez. 2/66 [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Tevbe etmek üsûli, îzâhı. 2/66 [Günâh kelimesine mürâce’at.] [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Teveccüh-i pîr [pîrin teveccühü] muktedî olan mürîdin ihlâsı ve muhabbeti mikdârıncadır. 1/128 [Mektûbât Tercemesi: 173.]


● Tevhîd. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Tevhîd-i vücûdîyi evvelâ tasrîh eden [açıklıyan] Muhyiddîn-i arabîdir. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Tevhîd-i vücûdî ve tevhîd-i şühûdî, tesavvuf yolunda hâsıl olur.


Nihâyete varanlar bunlardan kurtulur. 1/291. [Mektûbât Tercemesi: 458.]


● Tevhîd-i vücûdî ki, Allahü teâlâdan gayri herşeyi yok bilmekdir. Akle ve islâmiyyete uygun değildir. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Tevhîd-i şühûdî sâliklerinin bu görüşleri, zâhirlerine münhasırdır. Onların bâtını, bir varlığa karşıdır [dönmüşlerdir]. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Türpüştî risâlesi. 1/193 [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Teheccüd nemâzını cemâ’at ile kılmak, tahrîmen mekrûhdur. 1/168. [Mektûbât Tercemesi: 208.]


● Tîmûr hânın Buhârada, Şâh-ı Nakşibende olan tevâzu’ ve tezellülü sebebi ile, hüsn-i hâtime ile müşerref olması [son nefesde îmân ile gitdiği] umulur. Zîrâ Hâce Nakşibend, Emîrin vefâtından sonra buyurdular ki, (Tîmûr mürd ve îmân bürd). [Tîmûr öldü, îmânı da götürdü.] 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Sevâb-ı a’mâl [amellerin sevâbları] niyyetin düzeltilmesine bağlıdır. 3/28. [Hâfızların okuduğu ve hocaların va’zının hiç sevâbı yokdur. Allahın emri olduğu için yapmak lâzımdır.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-P

 – P –


● Pâdişâhların [devlet başkanlarının] iyi ve kötü huyları ve işleri, bütün millete yayılır. 1/195 [Mektûbât Tercemesi: 233.]


● Pîr, Allahü teâlâya kavuşmağa vesîledir. Maksûd olan Hak sübhânehûdur. 2/63.


● Pîr, mürîdlerin yetişmesine sebeb olduğu gibi, mürîdler de, pîrin olgunlaşmasına sebebdir. 1/256 [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● Pîr iletken gibidir. Kalb makâmına inmiş olup, rûh ile nefs arasındadır. Rûh yolu ile aldığı feyzi, nefs yolu ile tâliblere dağıtır. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Pîr hayâtda iken, diğer pîre bağlanmak câizdir. 2/63.


● Pîr-i nâkıs [Nâkıs pîr] tâlibi sapdırır. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Pîr, kâmil ve mükemmil ise, sohbeti büyük ni’metdir. Ve onun bakışı devâ ve sözleri [sohbeti] şifâdır. Ve o sohbetsiz vusûl [kavuşmak] mümkin değildir. 1/23 [Mektûbât Tercemesi: 40.]


● Pîrin cezbesi sülûkden önce olmuş ise, kibrît-i ahmerdir. [Bulunmaz bir ni’metdir]. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -B

– B –


● Baba Âbrîzin Âdem aleyhisselâmın çamuruna su dökmesi rûhu iledir. 2/28 [Se’âdet-i Ebediyye: 745.]


● Bâtılın hiçbir sûretle doğruluğu yokdur. 2/42 [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Bâtın için hâllerin hâsıl olması vardır. O ahvâlin ilmi yokdur. [Hâsıl olmakla anlaşılır.] Eğer zâhir olmasaydı, bilmek ve ayırmak yolu açılmazdı. 1/284 [Mektûbât Tercemesi: 414.]


● Bâtının tasfiyesine münâfi olan [temizlenmesine mâni’ olan] herşeyi düşman kabûl etmek gerekir. 1/182 [Mektûbât Tercemesi: 221.]


● Bâtına [kalbe] meşgûl olup, zâhiri terk eden [zâhirin, bedenin yapacağı emrleri terk eden] mülhiddir. Ve ahvâli [hâlleri] istidrâcdır. 2/87 [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Bâtının imdâdı olmaksızın ahkâm-ı islâmiyye ile süslenmek güçdür. 2/87 [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Bâgîler ile kıtâl [savaş] farzdır. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Bâyezîd-i Bistâmînin (Sübhânî) kavlinin ma’nâsı, Hakkı tenzîhdir. Kendini tenzîh değildir. 1/43 [Mektûbât Tercemesi: 72.]


● Bâyezîd-i Bistâminin (Sübhânî) sözü, tesavvuf yolunda kemâle ulaşmadan söylenmişdir. Dahâ sonra, kemâle ulaşdı. 3/118


● Bâyezîd-i Bistâmînin (Sübhânî) kavli, hâllerin galebesinden dolayı olduğundan ma’zûrdur. (Afv edilip, mes’ûl olmaz). 3/118


● Bâyezîd-i Bistâmî buyurur ki, arş ve arşda olan şeyler, ârifin kalbinin bir köşesine konsa, kalbin genişliğinden dolayı hissetmez. Burada arşın misâllerini arş üzere hükm eylemişdir. 2/21.


● Putperest olan, aslında kendine tapmakdadır. ./154


● “İslâmiyyet garîb olarak başladı. Garîb olarak döner. Garîblere müjdeler olsun.” Hadîs-i şerîf. 2/39 [Se’âdet-i Ebediyye: 913.]


● “Bid’at dalâletdir. Her ne ki, benden sonra olursa merdûddur [red edilir].” Hadîs-i şerîf. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Bid’at ehlinin aslı dokuzdur. Hâricîler, şî’a, mu’tezile, mürci’e, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye, kilâbıyye olup, cümlesi, Eshâb ve tâbi’în ve fükahâ-i seb’anın vefâtından sonra, açığa çıkdılar. (Gunye). 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Bid’at ehlinin en kötüsü Eshâb-ı Resûle [Eshâb-ı kirâma] buğz üzere olanlardır. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Bid’at ehline hurmet göstermek, islâmın yıkılmasına yardım etmekdir. (Bu ise) amelin boşa gitmesine sebeb olur. 2/23 [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Bid’atden ictinâb [kaçınmak] lâzımdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Bid’atin terki, sünnetin işlenmesinden dahâ iyidir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Bid’at, sünneti ortadan kaldırıyor ise, bid’at-ı seyyie, sünnetden sâkıt ise [ortadan kaldırmıyor ise] bid’at-i hasenedir. İkisi de dalâletdir. 1/186. [Mektûbât Tercemesi: 223.]


● Bid’at-i hasene dahî olsa, sünnetin kalkmasına sebeb olur. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Bid’at ehli sohbetinin fesâdı, kâfir sohbetinin fesâdından dahâ ziyâdedir. 1/54 [Mektûbât Tercemesi: 90.]


● Bid’at yayılıp, zulmeti, âlemi kuşatmışdır. 3/96.


● Berâhime (Berehmenler) hakkında îzâh. 1/313 [hâşiyesinde]


● Bast [ilerlemek] ve kabz [durmak], bu tarîkde [yolda] uçulan kanatdır. Kabz ile üzgün ve bast ile sevinçli olmıyalar. 2/23


● Basît ve mürekkeb cismlerin cümlesi [her ne var ise cümlesi], Hak sübhânehûnun îcâdıyla mevcûddur. Ve ademden vücûda gelmişdir. 3/57


● Bi’set-i Peygamberi, her zemânda, her memlekete vâki’ olmuşdur. 1/259. [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Bekâ-yı şey, vücûd-ı şey’in zemân-ı sânî ve sâlisinde... ilâ Mâşâallah istikrârından ibâretdir. 3/57 [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Bekâ-billâh. 2/99, 3/79. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Bekâ-billâh hâsıl olmadan önce devâmlı huzûr mümkin değildir. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Bilâlin sin harfi, indallah [Allahü teâlâ indinde] şindir. 3/100.


● Belânın kalkmasına düâ edip, afv ve âfiyeti ricâ ederiz. 3/15


● Belânın kalkmasını ârif kimse istemez. Zîrâ ârif, belâları mahbûbdan bilir. Ve onun murâdı olduğunu düşünür. Onun def’ine nasıl tâlib olur? Sûretâ [ya’nî görünüşde] düâyı dili ile söylese de, düâ emrine uymak içindir. Aslında hiç tâlib değildir. Her belâdan lezzet duyar. 3/15


● Belâlara sabr, kazâya rızâ ve tâ’atda sebât ve ma’siyyetlerden ictinâb [kaçınmak] lâzımdır. 2/18


● Belâdan güç yetdiği kadar ve kudreti mikdârı ictinâb edeler ki [kaçınalar ki], el firârü mimmâ lâ yutâku min sünenil mürselîn. [Tâkat getirilemiyen şeyden firâr (kaçmak) Peygamberlerin âdetleridir.] 3/19.


● Bir beldede bilinen âdetler, dînî delîl olamaz. Bir şeyin câiz olmasına delîl olan, eskiden beri devâm ede-gelen bütün beldelerin âdetlerinin icmâ’larıdır. 2/54


● Bühtân ve iftirâ zemm edilen sıfatların en kötüsüdür. Bu iki sıfat, yalanı içine aldığı içindir ki, bütün dinlerde harâmdır. 3/41 [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Beyt-il mukaddesdeki sahratullahın [taşın] kemâlâtı, kemâlât-ı Kâ’beye dâhildir. 2/72


● Bîçûn ve bîçûnegî ta’biri, Leyse kemislihî şey’ün [Ona benziyen hiçbirşey yokdur] âyet-i kerîmesinin fârisî tercemesidir. 1/38 [Mektûbât Tercemesi: 65.]


● Bîçûnden [akl ile anlaşılamıyandan] ibâret-i çün ile bahs etmek, aynı küfr ve ilhaddır. [Akl ile anlaşılamıyanı akl ile anlaşılanlar ile anlatmak küfr ve ilhaddır.] 3/95


● Bî’at-i nisâ [kadınların bî’ati] yalnız söze bağlı idi. (Söz ile idi). Resûlullahın mübârek eli, bî’at eden kadınların eline dokunmadı.


Kötülenmiş sıfatlar ve kötü huylar, erkeklere nisbetle kadınlarda dahâ çok olduğundan, bî’at şartları erkeklerden dahâ çok oldu. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Bî’at-ür-rıdvânda, bî’at edenlerin cümlesinden Allahü teâlâ râzıdır. Cümlesi ehl-i Cennetdir. 2/96. [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Bî’at-ür-rıdvân ehli, mutlaka ehl-i Cennetdir. 3/24 [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) – A, E, İ, Ü –

● Âbâ ve ecdâd [baba ve dede]ların îmânını taklîd etmek, îmân-ı taklîdîdir ki, mu’teber değildir. 1/29 [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Abdestde, ayak parmakları arasını sol elin küçük parmağı ile tahlîle murâat [riâyet] edeler. 3/41 [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Âdâba riâyetsiz hizmetin fâidesi yokdur.


● Âdem aleyhisselâmın hilkatinden [yaratılmasından] beri yedi bin yıl temâm olmadı. 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Âdem aleyhisselâm su ile toprak arasında iken, Resûlullah ilm-i ilâhîde Peygamber idi. 1/56 [Mektûbât Tercemesi: 92.]


● Âdem aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü tekvîn sıfatıdır.


● Âdem aleyhisselâm âlem-i şehâdete gelmezden mukaddem [madde âlemine gelmezden önce] vücûda gelen zuhûrât-ı misâliyesi. [Görünen misâlleri]. 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Âdem aleyhisselâmdan evvel geçen Âdemlerin vücûdları âlem-i misâlde idi. Âlem-i şehâdetde [madde âleminde] ilk mevcûd olan Âdem aleyhisselâmdır ki, sıfatı cemiyyet üzere mahlûkdur. Çok vasflar sâhibidir. 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Âhıret dâr-ı cezâdır [karşılık yeridir]; dâr-ı teklîf değildir [emrlerin verildiği, mükellef kılınan yer değildir]. 1/259 [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Âhiret mevcûdâtının [âhıret varlığının] mebde-i te’ayyünleri, kemâlât-ı mufassala-i zâtiyye-i mukaddeseler olup, [varlığa başlangıç olan kemâlât [olgunluk], mukaddes zâtın açılmış, mukaddese-i zâtiyyesi olup,] ism ve sıfatları değildir. 3/114


● Âhıret mu’âmelâtı [âhıret işleri] zıllerden değildir. 1/261 [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Âhıretde azâbın ve mükâfâtın devâmlı olduğunu bilenlerin nazarında, birkaç günlük belâ ve mihnet, devâmlı râhata sebeb olduğundan, ayn-i râhatdır [râhatın tâ kendisidir]. İnsanların dedi-kodularına bakmazlar. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Âhıret azâbı hakkında Peygamberlerin sözbirliği var iken, felsefecilerin sözlerine i’tibâr olunmaz. Bu azâb aklî değil, hissîdir. [Bizzat tadılacak şekldedir.] 3/101 [Se’âdet-i Ebediyye: 68.]


● Âhıretin yaratılış ve mevcûdiyyetine, dünyânın yaratılış ve mevcûdiyyetini mukâyese etmek mümkin değildir. 3/79.


● Âhıreti verip dünyâyı almak ve Hakdan halka yüz çevirmek cünûn ve sefâhetdir, [delilik ve aklsızlıkdır]. 1/28 [Mektûbât Tercemesi: 46.]


● Âgâhlık [uyanıklık], Allahü teâlâ ile bâtının huzûrundan ibâretdir. İlm-i huzûrîye benzer ki devâm lâzımdır. 3/16


● Ayakların zinâsı, islâmiyyetin yasak etdiği yere (harâmlara) gitmek. Gözlerin zinâsı, islâmiyyetin yasakladığına[harâmlara] bakmakdır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Aynada hoşa giden sûretin görünmesi, hâricde hakîkî görmek gibi te’sîr eder. 3/63 [Se’âdet-i Ebediyye: 925.]


● İbrâhîm aleyhisselâm, Habîbullahın ümmetine dâhil olmağı temennî buyurmuşdur. 3/122.


● İbrâhîm aleyhisselâmın şânının yüksek oluşu, Hak teâlânın düşmanlarından teberrî etmek [kaçınmak] vâsıtasıyladır. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İbrâhîm aleyhisselâm Halîlullahdır. 3/88


● İbrâhîm aleyhisselâmın vilâyeti, vilâyet-i İsrâfildir. 3/114.


● İbrâhîm aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü, ilm sıfatıdır. 3/88.


● İbrâhîm aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü, te’ayyün-i evvel-i vücûdîdir. 3/88.


● İbrâhîm aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü hulletdir ki, te’ayyün-i evvel olan hubbın muhîtidir. [Muhabbetin muhîtidir.] Ve o merkez ve muhîtin temâmı ki, sûreti misâlîde dâire gibidir. Te’ayyün-i evveldir. Onun en şerefli ve ilk eczâsı merkezdir ki, sevgi (hub)den ibâretdir. Muhît-i dâire o merkezin zıllı gibi ve ondan ileri gelmekdedir. O muhîte te’ayyün-i sânî demek mümkindir. Ammâ, keşf ile görülmekde, bu te’ayyün iki değildir. Hubbî ve hulletî [muhabbeti ve dostluğu] içine almış olarak birdir. Te’ayyün-i sânî, nazar-ı keşfîde, te’ayyün-i vücûdîdir ki, te’ayyün-i evvel-i hubbînin zıllı gibidir. Zıll-ı şey çok olur ki, kendini asl şey gibi gösterip, sâliki kendine cezb eder. Te’ayyün-i evvel, te’ayyün-i vücûdî veyâ te’ayyün-i hubbî zan olunur. 3/122.


● İbrâhîm bin Şeybân, meşâyıh tabakasındandır. 1/99 [Mektûbât Tercemesi: 148.]


● Ebû Bekrin “radıyallahü anh” fazîleti, îmânda ve çok mal vermekde, nefsini bu yolda hizmetci etmekde, öncekilerin öncesi olması yoluyladır. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Enbiyâdan sonra, insanların en efdalidir. 1/202 [Mektûbât Tercemesi: 240.]


● Ebû Bekrin “radıyallahü anh” îmânı, ümmetin îmânı ile ölçülse, ziyâdedir [ağır gelir], hadîs-i şerîfindeki ziyâdelik, îmânın parlaması ve nûru i’tibâriyledir. Fazlalık, kâmil sıfata âiddir. 1/256 [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● Ebû Bekrden Fârûkun inhitâtı, Resûlullahdan Ebû Bekrin inhitâtından ziyâdedir. [Ömer “radıyallahü anh”ın Ebû Bekr “radıyallahü anh”dan farkı, Ebû Bekrin “radıyallahü anh” Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” farkından dahâ fazladır.] 1/251 [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” hakkında, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki:

“Ömerin tekmil hasenâtı, Ebû Bekrin bir hasenesidir.” 1/251 [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” hakkında, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki: “Hak teâlânın bana ihsân eylediği, esrârın temâmını, Sıddîkın kalbine dökdüm.” 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ebû Bekr-i Sıddîk ki, Enbiyâdan sonra efdal-ı beşerdir. [Peygamberlerden sonra insanların en üstünüdür.] Onun dahî başı bir Peygamberin ayağı altındadır. 1/248. [Mektûbât Tercemesi: 305.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh”ın fazîleti. 1/256 [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” isti’dât [kâbiliyyet] ve taklîdleri vâsıtasıyle, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” derhâl tasdîk eyledi. 1/107 [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh”, makâm-ı İbrâhîmin fevkindeki makâm-ı hâssaya dâhil oldu. 3/122.


● Ebû Bekr “radıyallahü anh”, bu ümmetin en önde geleni, merhametlisi, efdalidir. 1/59 [Mektûbât Tercemesi: 94.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Resûlullahın sehvini, kendi sevâbından dahâ iyi bilip, onun sehvini taleb buyurup; (Yâ leyteni sehve Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem”, keşki Muhammed aleyhisselâmın bir sehvi olsaydım) buyurmuşdur. 1/305 [Mektûbât Tercemesi: 489.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh”ın mebde-i te’ayyünü, ismlerin zıllerinin dâiresinin üst noktasıdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” bir kimseyi Kur’ân-ı kerîm okurken ağlıyor görüp, bizler dahî, bunlar gibi ederdik. Lâkin kalblerimize kasvet ârız oldu, buyurdular. 1/26 [Mektûbât Tercemesi: 44.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh”, “beni bu iki sevbim [elbisem] ile tekfîn edin [defn edin]” diye vasîyyet eylemişlerdir. 2/16 [Se’âdet-i Ebediyye: 1034.]


● Ebû Bekr-i Sıddîkın ve belki bütün sahâbenin şemâil-i şerîfesi, geçmiş Peygamberlerin kitâblarında gelmişdir. (Zâlike meselühüm fit-Tevrâti ve meselühüm fil-İncîli.) [... Onların hâlleri, şerefleri, böylece Tevrâtda ve İncîlde bildirilmişdir... 3/24 [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Ebû Bekr-i Sıddîka otuzüçbin kişi kendiliğinden ve seve seve bî’at etdiler. 3/24 [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Aczini bilmek, anlamakdır. [Asl idrâk, kendinin aczini bilmekdir.]). 3/24 [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh”ın vilâyet tarafından münâsebeti, İbrâhîm aleyhisselâma; nübüvvet tarîkiyle (yoluyla) Mûsâ aleyhisselâmadır. 1/251 [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” kemâlât-ı Muhammediyyeye yükselmiş, vilâyet-i Mustafaviyyeye dâhil olmuşdur. 1/251 [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh”ın mebde-i te’ayyünü, hakîkat-i Muhammedînin zıllıdir. Bu sebeble vârisân-ı Peygamberin [Peygamberin vârislerinin] efdalidir. 3/122.


● Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyurmuşdur ki, “Resûlullahdan iki ilm edindim ki, birini beyân eyledim [açıkladım]. Diğerini âşikâre eylesem [açığa çıkarsam] öldürülürüm. O ilm, ilm-i esrârdır ki, herkesin idrâki ona yetişemez.” 1/267 [Mektûbât Tercemesi: 382.]


● İbn-i Sînâ kısa görüşlü olduğundan, islâmiyyetden pay alamadı. Sonunda felsefe pisliğinde kaldı. 1/245 [Mektûbât Tercemesi: 303.]


● İbn-i Sînâ ve Fârâbi, akl, nefs, rûh ve maddenin başlangıcı olmadığını söyleyip, gökleri ve muhteviyâtını kadîm bilmişlerdir. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İbnül vakt, erbâb-ı kulûba (kalbleri hâlden hâle değişen Evliyâya) denir ki, kalbi temkîne ulaşmamışdır.


Ebülvakt, kalbi ve nefsi temkîne ulaşmışdır. İbnül vakt, erbâb-ı tecelliyât-i sıfâtiyyeye, ebül-vakt, erbâb-ı tecelliyât-i zâtiyyeye mazhardır. 1/175 [Mektûbât Tercemesi: 217.]


● Ebrârın ibâdetleri, korkarak ve tama’kârlık ederek, nefsleri ile alâkalıdır. 1/204 [Mektûbât Tercemesi: 243.]


● İblis, melekûtun muallimi lakabiyle lakablı, tâ’at ve ibâdetlerinde de büyük şân sâhibi idi. 3/95


● İblis-i la’în ki, her kötülük ve dalâlete menşe’ [kaynak]dır. Ademde mevcûd hünerlerden nasîbsizdir. 2/98 [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● El isnânü mütegayyirâni kadiyye-i mukarreredir. [İki şey birbirinden ayrıdır hükmü, değişmez kâidedir.] 1/272 [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● İctihâd ve kıyâs, bid’at değildir. Zîrâ kıyâs ve ictihâd nasların ma’nâsını açığa çıkarır. Emri artdırmaz. [Ya’nî ictihâd ile emrler artmış olmaz.] 1/186 [Mektûbât Tercemesi: 223.]


● İctihâd, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında da mevcûd idi. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Ecel-i müsemmânın herkes için takdîm ve te’hîri [öne alınması veyâ gecikmesi] mümkin değildir. 2/81 [Se’âdet-i Ebediyye: 96.]


● İcmâ-ı ümmet, Eshâb-ı kirâm zemânına âiddir. 2/23 [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Hadîs-i şerîfler ile amel ederek, ulemâ-i müctehidînin fetvâsıyla harâm kılınmış, mekrûh ve menhî olan emri irtikâb eylemek, biz mukallidler için câiz değildir. [Ehâdis ile amel bize câiz değildir.] 1/312 [Mektûbât Tercemesi: 498.]


● İhsân her yerde övülmeğe değer. Bilhâssa akrabâya ve komşulara olunca dahâ iyidir. 1/178 [Mektûbât Tercemesi: 218.]


● Ahkâm-ı ictihâdiyye kat’î değildir. Amele bağlıdır. İ’tikâdı isbât edici değildir. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Ahkâm hakkında üçbin hadîs-i şerîf vardır. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Ahkâm-ı fıkhıyye zarûrîdir. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Ahkâm-ı islâmiyyede hükm ve işlerde nesh ve tebdîl [yürürlükden kalkma ve değişiklik] olmuşdur. 1/63 [Mektûbât Tercemesi: 99.]


● Ahkâm-ı islâmiyyeyi kendi aklıyle anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen kimse, nübüvveti inkâr etmekdedir. [Peygamberliğe inanmamış olur.] Onunla konuşmak akl işi değildir. [Delilikdir.] 1/214 [Mektûbât Tercemesi: 257.]


● Ahkâm-ı islâmiyyenin isbâtında, Kitâb, sünnet, müctehîdlerin kıyâsı ve icmâ-i ümmet mu’teberdir. 2/55 [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Ahkâm-ı islâmiyyenin cümlesinde hafîfletme vardır. Ve kolaylığın temâmı ve suhûlet mevcûddur. 1/9


● Ahkâm-ı islâmiyye ile süslenmek müyesser olunca, dünyâ mazarratından, kötülüklerinden kurtuluş hâsıl olur. 1/72 [Mektûbât Tercemesi: 110.]


● Ahkâm-ı islâmiyye, ni’mete şükr etmeği açıklamakdır. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Ahvâlden maksad, hâllere tutulmuşluğun değişmesidir. 1/239 [Mektûbât Tercemesi: 298.]


● Ahvâl ve mevâcîd [hâller ve vecdler] matlûbun, ele geçirilmek istenilenin başlangıçlarıdır. Maksad değildir. 1/272 [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Ahvâlden bir hâl hâsıl olursa, üzülmeğe ve sevinmeğe değmez. Maksûd [ele geçirilmek istenilen] bîçûn ve bîçûnenin [ötelerin ötesi, anlaşılamaz olanın] hâsıl olmasıdır. 1/130 [Mektûbât Tercemesi: 174.]


● Ahvâlin [hâllerin] en doğrusu, dîn-i islâm üzere istikâmetdir. [En güzel hâl, islâmiyyete uymakdır.] 3/20.


● Ahvâl ve mevâcîd [hâller ve vecdler] lehv ve la’b’e [oyun ve eğlenceye] dâhildir. 1/210 [Mektûbât Tercemesi: 251.]


● Ahvâl ve mevâcîd ve müşâhedât ve tecelliyât, başlangıçda ve arada meydâna gelir. 1/284 [Mektûbât Tercemesi: 414.]


● Ahvâl, kalbin telvînlerindendir. 1/253 [Mektûbât Tercemesi: 316.]


● Ahvâl ve mevâcîdin [hâllerin ve vecdlerin] meydâna gelmesine sebeb, zâtın zikrinde, ismleri ve sıfatları düşünmekdir. 1/264 [Mektûbât Tercemesi: 348.]


● Ahvâl [hâller] bâtın içindir. O hâlleri bilmek ise zâhir içindir. 1/284 [Mektûbât Tercemesi: 414.]


● Ahvâlin husûli matlûbdur, ilmi değil. Ba’zı cemâ’ate bu ilmi ihsân ederler, ba’zısına etmezler. İkisi de vilâyetdedir. 3/16


● Ahyâ ve emvât [diriler ve ölüler] vusûlde [yetişmekde] müsâvidirler. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● İhtiyâc, insanın hâssa-i zâtiyyesidir. [Aslının özelliğidir.] Belki güzelliğindendir. 3/63 [Se’âdet-i Ebediyye: 925.]


● İhtiyâc noksanlığı gösterir. Alâmeti imkândır. [Mümkin-ül-vücûd sâhibidir.]


● İhtiyâr-ı abd [kulun ihtiyârı] za’îfdir dedikleri söz, eğer Hak sübhânehunun ihtiyârına nisbetle olursa, doğrudur. Yok eğer, kul, yapmasına me’mur olduğu işe ihtiyârı kâfî değildir, ma’nâsına olursa, sahîh değildir. Zîrâ, gücü yetmiyecek şey teklîf edilmedi. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Ehâss-ı havâsdan [Seçilmişlerin seçilmişinden] beşer sıfatının kaldırılması mümkin değildir. 3/123 [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Ehâss-ı havâs [seçilmişlerin seçilmişleri], en yüksek dereceye çıksalar, yine başları Peygamberlerin ayağı altına kadardır. Aynı seviyede olmak mümkin değildir. 3/122


● İhlâs ile yapılan bir iş, senelerle yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder. 1/141 [Mektûbât Tercemesi: 182.]


● İhlâs, zorlayarak ve külfetli olarak mü’minlerin avâmında tahakkuk edebilir ki, böyle ihlâs devâmlı değildir. Bu ihlâsı elde edenler muhlisdir. Uğraşmadan, zorlamadan, külfetsiz olarak ihlâs, devâmının husûlinde der-kârdır (lâzımdır) ki, Hakk-ul-yakîn mertebesidir. Devâmlı ihlâs sâhibi muhlâsdır. 1/59 [Mektûbât Tercemesi: 94.]


● Edeb-i vâhide [bir edebe] riâyet ederek, tenzîhî mekrûhdan kaçınmak, zikr, fikr ve murâkabeden efdâldir. 1/29 [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Ezân kelimelerinin ma’nâsı. 1/303 [Mektûbât Tercemesi: 486.], [Se’âdet-i Ebediyye: 209.]


● İzn ile yapılan ibâdetler makbûldür. 1/254


● “İzâ ra’eyte lî tâliben fe-kün lehü hâdimen” hadîs-i kudsî. [Bana tâlib olan, beni isteyen birini gördüğün zemân, ona hizmetci ol!] 3/18.


● İz’ân-ı kalb [kalb anlayışı] olmadıkça, yalnız bilmekle îmâna vusûl olmaz [kavuşulmaz]. 3/91


● İrâde, iki eşidden birini seçmekdir. Bir yerde eşidlik yoksa, irâde de olmaz. 1/286 [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● İrâde, işlemek ve işlememekden [yapmak ve yapmamakdan] birini tercîhdir ki, kudretden sonradır. Yaratmakdan öncedir. Eğer, irâde kabûl olunmasa, mecbûriyyet lâzım gelir. 3/26


● Erbâb-ı kulûbun ahvâlleri telvîn üzeredir. Onlar eshâb-ı telvîndir. 3/120


● Erbâb-ı telvînde müşâhede, gerçekden görmek ma’nâsına bir ta’bîr değildir. Bunlarda sıfât-ı tecelliye-i mütelevvine, mükâşefe ile ta’bîr olunur. O bakımdan bunların müşâhede demesi, gerçek görme değildir. 3/119


● Ervâh-ı mükemmel [olgun, üstün kişilerin rûhları] kadîm değildir. 1/286 [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Ervâh-ı mükemmel [olgun kimselerin rûhları, Evliyâ rûhları], bedenleri ile görünürler ki, bu, tenâsuh (rûhun diğer bedene geçmesi demek) değildir. 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Üserâ-i Bedrin [Bedr esîrlerinin] katline Fârûk “radıyallahü anh” hükm etmişdi. [Esîrler bırakdırıldıkdan sonra] Vahy, Fârûkun “radıyallahü anh” re’yine muvâfık geldi. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Esbâb [sebebler] ve vesâil [vesîleler] cimâddır. [Cansızdırlar.] Kendileri gibi bir gayri de te’sîr ederek onu meydâna getiremezler. Onların ötesinde bir kâdir vardır ki, anı buyurur. Akllılar, cimâdda gördükleri fi’lden, fâil [yapan] ve muharrik [hareket etdirici] den haberdâr olur. Cimâdın fi’li, akllılar indinde, fâ’il-i hakîkî fi’line perde olmaz. Belki fâile delîl olur. Aklsızlar, fi’l cimâdâtın işidir, der. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Esbâbın [sebeblerin] te’sîrine râzı olmak lâzımdır. Bu te’sîri de, o sebebin vücûdi gibi, Allahü teâlânın yaratması ile bilmelidir. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Esbâb [sebebler] behânedir. Kudretin örtüsü olmakdan gayri değildir. 3/94


● Hak teâlâ sebebleri kendi yaratmasına örtü ve koruma kılmışdır. 2/44 [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● İstidrâc, kâfirlere nefslerinin sefâları [cilâlanması] vaktinde, gaybî [fen ve akl dışı] işlerin meydâna gelmesidir. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İsti’dâd [kâbiliyyet], Allahü teâlânın ihsânıdır. 3/104


● İsti’dâdı [kâbiliyyeti] kalb ve rûh mertebesine olan bir kimseyi, tesarruf sâhibi olan pîr, dahâ üst mertebeye ulaşdırmağa kâdirdir. 1/188 [Mektûbât Tercemesi: 225.]


● İsti’dâd başkalarına geçebilir. 1/256 [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● “Estagfirullah el’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el-hayyel kayyûme ve etûbü ileyh”. Her tevbeyi ve nemâzları müteâkib okumalıdır. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● İstifsar [birşeyin hikmetini sormak] için duraklamak zemm olunmuş değildir. Melekler, sorma yoluyla, Âdem aleyhisselâmın hilâfet vechini arz eylediler. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● İslâmın aslı, ehl-i sünnetin bildirdiği gibi i’tikâdı düzeltmek ve ahkâm-ı islâmiyyenin yapılmasıdır. İslâmın kemâli, ehl-i sünnetden olan sofiyyenin sülûkü hâlince [uyarınca] tasfiye ve tezkiyeye bağlıdır. Bu üç erkâna muhâlif olan meşakkatli riyâzet [nefsin arzûlarını yapmamak] ve sıkıntılı mücâhedeler [nefsin istemediklerini yapmak] ma’siyyetdir. 1/157 [Mektûbât Tercemesi: 192.]


● İslâmın sûretine uymak insanı kurtarmaz. Yakîn hâsıl eylemek lâzımdır. Ammâ, bu durumun yakîn olması nerede. Belki vehm bile değildir. Akllılar tehlüke ânında vehme dahî i’tibâr ederler. 1/73 [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● İslâmın ve küfrün ahkâmını müteşebbis olan dahî, müşrikdir. Küfrden teberrî [kaçınmak], islâmın şartıdır. 3/41 [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● İslâmın binâsı, beş şey üzeredir. Evvelkisi, Vahdâniyyet-i Bârî ve risâlet-i Muhammedîyi ikrâr. [Allahü teâlânın bir olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın risâletini kabûl etmek]. İkincisi, beş vakt nemâzı edâ. Üçüncüsü, malın zekâtını edâ. Dördüncüsü, mübârek Ramezân orucudur. Beşincisi, hacc-ı beytil harâmdır. [Hacca gitmekdir]. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● İslâmın alâmeti, küfr ehline [kâfirlere] düşmanlık ve onlarla inâddır. 1/163 [Mektûbât Tercemesi: 200.]


● İslâm ve küfr birbirinin zıddıdır. Birini kabûl etmek, diğerini red ma’nâsına gelir. 3/41 [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● İslâmiyyet o derece garîb olmuşdur ki, küfr ehli, açıkca, küfr ahkâmını, İslâm beldelerinde yapmaya râzı olmayıp, isterler ki, ahkâm-ı islâmiyye tamâmen sona ere. Müslimânlardan ve müslimânlıkdan eser kalmıya. 2/92 [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● İslâm-ı hakîkî ile müşerref oldukdan sonra, nübüvvet kemâlâtından nasîb almağa isti’dâdlı olur. 2/50 [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● İslâm-ı hakîkî, küfr-i tarîkatden sonra hâsıl olur ki, [nefsin mutmainne olmasından sonra hâsıl olur ki], bu İslâm ve îmân zevâlden mahfûzdur. [Yok olmakdan korunmuşdur.] 3/49


● İsm-i kabîhden [çirkin ismden] sakınmak lâzımdır. 1/23 [Mektûbât Tercemesi: 40.]


● İsm-i zâhirde yalnız sıfatlar olup, Zât-ı teâlâ düşünülmez. İsm-i bâtında, zât-i teâlâ da hâtırlanır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● İsm-i zâhir ile ism-i bâtın arasındaki fark, ilm ve âlim arasındaki fark gibidir. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Esmâ-i ilâhî, i’tibârât-ı zâtdan birer i’tibârdır. 3/100


● Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının, zâtının yanında hiç kadri ve mikdârı yokdur. 3/79


● Esmâ-i ilâhîden beheri [İlâhî ismlerden her biri], sıfat ve şu’ûnâtı içine alır. Meselâ âlim ismi, hem sıfat-ı ilme, hem şân-ı ilme şâmildir. 1/209 [Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Esmâ-i ilâhî [ilâhî ismler] tevkîfîdir. [Allahü teâlânın bildirmesine bağlıdır. İslâmiyyetde bildirilmeyen ism söylenmez.] 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● İşâ’at-ı fâhişe ve tefdîh-i fâsık harâmdır. [Fuhşu (fâhişenin fuhşunu) ve fıskı (fâsıkın fıskını) yaymak harâmdır.] 3/118


● Eşyâ esbâba [sebeblere] terettüb ederse de hiçbir şeyde sebeb-i mu’ayyen yokdur. [Eşyânın değişmesi sebeblerle olur.] 1/149 [Mektûbât Tercemesi: 187.]


● Eşyâyı, Hak sübhânehu, mertebe-i vehmde [vehm mertebesinde] yaratmışdır. Ya’nî eşyâyı bir mertebede îcâd buyurmuşdur ki, o mertebenin husûl ve sübûtu ancak hiss-i vehmdedir.


Meselâ bir oyuncunun eğlence mahallinde gösterdiği şeyler gibi ve âyinede görülen suver-i eşyâ gibidir. [Aynada görülen eşyânın sûretleri gibidir]. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Eşyânın mebde-i vücûdu, Hak teâlâ ve tekaddesdir. 2/44 [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Eshâb ve tâbi’în-i kirâm, mücerred [yalnız] sohbet ile, nihâyetsiz kemâlâta vâsıl oldular. 1/21


● Eshâb-ı kirâm, Peygamberin muhabbeti uğruna, mal ve nefslerini fedâ eylediler. Makâm ve mevkı’lerini terk eylediler. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Eshâbın nefsleri, Peygamberimizin sohbetinde hevâ ve hevesden temizlendi. Sîneleri düşmânlık ve kinden pâk ve müberrâ oldu. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Eshâb-ı kirâmın cümlesi âdildirler. Rivâyetde, teblîg-i ahkâmda [teblîg edilen ahkâmda] cümlesi birdir. Birinin rivâyeti, diğerinin rivâyeti üzerine meziyyet sâhibi değildir. 3/24. [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Eshâb-ı kirâmın, Mekkenin fethinden evvel ve sonra, infâk ve mukatele eden cümlesi, Cennet ile müjdelenmişdir. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● “Eshâbın bir müd arpa sadakasına verilen sevâba, sâirleri Uhud dağı kadar mal verseler vâsıl olamazlar.” Hadîs-i şerîf. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Eshâb-ı kirâmın üsûl-i dinde ihtilâfı yokdur. [Îmânda ihtilâfları yokdur.] Var ise fürû’dadır. 1/80. [Mektûbât Tercemesi: 127, Eshâb-ı Kirâm: 263.]


● Eshâb-ı kirâmın üstünlüğü. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Eshâb-ı kirâm, vahy ile bildirilmeyen husûslarda, o Servere muhâlefet etmişlerdir. Bu ihtilâf, Fa’tebirû (Kıyas yapınız) emrine imtisâle binâ’endir.


Zîrâ müctehidin ahkâm-ı ictihâdiyyede, sâirin reyini taklîdi menhîdir [yasakdır]. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Eshâb-ı kirâm birbirleriyle devâmlı, tam bir muhabbet üzeredir. 3/24 [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Eshâb-ı kirâmın birini dahî kötülemek, dîni kötülemek olur. 1/80. [Mektûbât Tercemesi: 127, Eshâb-ı Kirâm: 263.]


● Eshâb-ı kirâm arasındaki fitnenin menşe’i, Osmân “radıyallahü anh”ın katli, Talha ve Zübeyr “radıyallahü anhüm”dan kısasın taleb olunmasıdır. Zîrâ, Medîneden, önce onlar çıkıp, kısasın yapılması için gelmişlerdir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Eshâb-ı kirâm arasında hilâfet, rağbet edilen ve istenilen değildi ki, kin sebebi olsun. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Eshâb-ı kirâma buğz edip, düşman olmakdan ictinâb [çok çekinmek] lâzımdır ki, o buğz hakîkatde Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme buğz olur ki, (Onlara buğz eden, bana buğz etmiş gibidir) buyurmuşlardır. Eshâb-ı kirâma olan ta’zîm ve hurmet, aslında o Hayr-ül-beşere olmuş olur. Ve ta’zîm göstermemek de böyledir. (Onun Eshâbına, hürmet göstermiyen, Resûlullaha îmân etmemişdir.) 3/110


● Eshâbdan Emîr kerremallahü vecheh ile muhârebe edenler, hatâ üzere idi. Hak tarafı Emîrde idi. Fekat ictihâd hatâsı olduğundan, bir derece sevâba nâildirler. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Eshâb arasında tafdîl-i şeyhayn [Ebû Bekr ve Ömer radıyallahü anhümâyü üstün tutmak] ve muhabbet-i hateneyn [Osmân ve Alî radıyallahü anhümâya muhabbet] ehl-i sünnet alâmetidir. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● “Eshâb-ı kirâmdan sonra, efdâl olan tâbi’în asrı, sonra tebe’-i tâbi’în asrıdır.” Hadîs-i şerîf. 1/209 [Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Eshâb-ı kirâm, Kur’ân-ı kerîmi ve ahkâm-ı islâmiyyeyi teblîg edenlerdir. 3/24 [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Eshâb-ı şimâl, erbâb-ı küfr [küfr erbâbı, kâfirler], eshâb-ı yemîn, ehl-i islâm [müslimânlar] ve erbâb-ı vilâyet [vilâyet erbâbı, velîler], sâbıkân bil esâle ise Enbiyâ aleyhimüssalevâtü vesselâmdır. 2/39 [Se’âdet-i Ebediyye: 913.]


● Eshâb-ı Kehf, Allahü teâlânın düşmanlarından, ehl-i inâdın istîlâsı vaktinde, îmân nûru ile hicret eylemeleri dolayısiyle, o dereceyi bulmuşlardır. 2/68 [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


● Asla kavuşmak, ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi’ olmak iledir. Aslın aslına kavuşmak vâsıtasız vâki’ olur. 3/118


● Asl, esmâ-i ilâhîden bir ismdir. Aslın aslı, o ismin ismlendirilmişidir ki, i’tibârât-i teâlâdır. 3/118


● Etfâl-i müşrikin [müşriklerin çocukları] ve ehl-i zimmetin çocukları îmândan mes’ûl değildir. Bunlar âhıretde dirildikden ve hakların alınmasından sonra, hayvanlar gibi yok edilirler. 1/259 [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● İtmînân-ı kalb [kalbin mutma’inne olması], zikr iledir. 1/257 [Mektûbât Tercemesi: 321.]


● Et’ime [yiyecek] ve eşribe [içecek] de, tâ’atın yapılmasına kuvvet bulmakdan gayri niyyetler münâsib değildir. 1/70 [Mektûbât Tercemesi: 108.]


● İ’tibârât-ı ilâhînin zât üzere aslâ ziyâdeliği mutasavver [düşünülür] değildir. Onların ilmi, ilm-i huzûrîye münâsibdir. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● İ’tibârât-ı ilâhîden herbiri ayn-ı zâtdır. Beheri arasında i’tibâr-ı çûnî yokdur. İ’tibâr-ı bîçûnî kâindir. 3/100


● İ’ânet ve imdâd [yardım ve meded] akrandan olursa naks [noksanlık], huddâmdan [hizmetciden] olursa, kemâldir. 3/94


● İ’tibârâtdan i’tibâr-ı hub [sevgi] ve ba’dehu [sonra] i’tibâr-ı vücûd sebeb-i icâd-ı âlemdirler. 3/122


● İ’tikâd ile amel iki cenâhdır [kanatdır]. 1/237 [Mektûbât Tercemesi: 296.]


● İ’tikâdî ve zarûrî bir mes’elede halel bulunursa, necât-ı uhrevî devletinden mahrûmdur. [Îmânda ve zarûrî bilinen husûslarda bir ârıza olursa, âhıretde kurtuluş mümkin değildir.] Ammâ, amelî konularda müsâhale [gevşeklik, ihmâl] olursa, tevbesiz dahî âhırete gidilse, hesâba çekilme, azarlanma olursa dahî, işin sonu kurtuluşdur. 3/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 68.]


● Din düşmanı olan nefs-i emmâre ve şeytân-ı la’îni gözetlemek [dikkat etmek] lâzımdır. 1/238 [Mektûbât Tercemesi: 297.]


● A’mâl-i sâlihadan [sâlih amellerden] murâd, islâmın beş şartıdır. 1/304 [Mektûbât Tercemesi: 487.]


● A’mâl-i sâliha-i bedeniyyesiz [beden ile sâlih amelleri işlemeden], kalb selâmeti da’vâsı bâtıldır. 1/39. [Mektûbât Tercemesi: 67.]


● A’mâl-i sûriyye [sûret (beden) ile ilgili ameller], ma’nen yükselme sebebi ve âhıret derecelerinin yükselmesine sebeb olur. 2/46 [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● A’mâl-i islâmiyye [islâmî ameller] iki kısmdır. Emrleri yapmak ve yasaklardan sakınmak. İlerleme ve yükselme ikinci cüz’e bağlıdır. 1/286 [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Amellerin ve ibâdetlerin efdali, nemâz kılmakdır. 3/77. [Se’âdet-i Ebediyye: 941.]


● A’mâl-i sâliha [sâlih ameller] îmândan değildir. Ammâ, îmânın kemâl bulmasına sebebdir. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Amellerin kusûrlu yapıldığını düşünerek, haseneyi yapmakdan, [yapılan iyiliklerden] müte’essir olmak ve utanmak gerekir. 2/53. [Se’âdet-i Ebediyye: 429.]


● Amellerin ve ibâdetlerin efdali, tilâvet-i Kur’ândır. [Kur’ân okumakdır.] Diğer ibâdet ve tâ’atlerin şefâ’atinden, gerek mukarreb meleklerin, gerekse mürsel peygamberlerin şefâ’atinden Kur’ânın şefâ’ati makbûldür. 3/100


● A’yân-ı sâbite, imâm-ı Rabbânî indinde ilm mertebesinde birbiriyle birleşen kemâlât ile yokluklardan ibâretdir. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● A’yân-ı sâbite, sofiyye indinde ilâhî ismlerin ilmî sûretleridir. İsmlerin kendileri değildir. 3/100


● A’yân-ı sâbite, Muhyiddîn-i Arabî indinde, ilm mertebesindeki kemâllerin tafsîlinden ibâretdir. 1/23. [Mektûbât Tercemesi: 40.]


● A’yân-ı sâbite ta’bîri, şeyh Muhyiddîn-i Arabînin olup, yanlışdır. Zîrâ a’yân hâdisdir. 3/58


● A’yân-ı sâbiteye vücûd ile adem arasında geçişdir, demişlerdir. Zîrâ hem ilm-i ilâhî celle şânühûda mevcûd olan vücûddan, hem hâricde yok olan ademden kendinde renk vardır. 3/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 947.]


● İfrât ve tefrîtin ikisi dahî zem edilmişdir. Hak, ortadadır. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Efdaliyyet [Üstün olmak] sevâbın çokluğu ma’nâsınadır. Fazîletlerin ve menkibelerin çok vukû’ bulması ma’nâsına değildir. 3/122


● İftârda acele etmek ve sahûru gecikdirmek sünnetdir. 1/45 [Mektûbât Tercemesi: 77.]


● Ef’âlin cem’isinde [bütün işlerde] emrlere ve nehylere [yasaklara] riâyet edilince, emr edeni ve yasaklıyanı [unutma gafletinden kurtuluş müyesser olur] ve Hak teâlânın devâmlı zikri hâsıl olur. 2/25. [Se’âdet-i Ebediyye: 747.]


● Ef’âl ve evsâf-ı beşerin [ve beşerin sıfatlarının] cümlesi, Allahü teâlânın mahlûkudur. Mahlûkâtın işleri, Allahü teâlânın işleri değildir. [Kulları da, işlerini de, Allahü teâlâ yaratır. Fekat, kul, işinden kendi mes’ûldür.] 3/120


● Ef’âl-i meşrû’ada [meşrû’ olan işlerde] dahî izn almalıdır, demişlerdir. 1/254 [Mektûbât Tercemesi: 317.]


● Eflâtûn Îsâ aleyhisselâma meyl etmedi. Bir şahs ki, ölüleri diriltse [ki Eflâtunun fennine bu aykırıdır.], Onu görüp, hâllerini inceleyip, sonra cevâb vermesi lâzım idi.


Müşâhede etmeden cevâb, büyük bir inâd ve aklsızlıkdır. [Eflâtûn böyle yapdı.] 3/118


● Akrabânın cefâsına sabrdan gayri çâre yokdur. Firâren [kaçarak] cefâdan kurtuluşa ruhsat vardır. 3/7 [Se’âdet-i Ebediyye: 426.]


● Elbise-i nefîseyi “Nemâzda zinetli elbiselerinizi alınız, örtününüz!” hükmünce, nemâz için zînetlenmek niyyeti ile giyinip, başka niyyetle giyinmemek gerekdir. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Allah ismi bütün sıfatları ve şuûnâtı içine alır.


● İlâhî! Dostlarını öyle kıldın ki, her kim onları bildi, seni buldu. Seni bulmıyan onları bilmedi. 1/156. [Mektûbât Tercemesi: 191.]


● El mer’u me’a men ehabbe. (Kişi sevdiği ile berâberdir) hadîs-i nebevîdir. Berâberlik, gerçekden sevenin (sâdık dostun) nasîbidir, hadîs-i şerîfi nice hicran içinde olanların tesellîsidir. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● İlhâm dînin gizli, görülmiyen kısmlarını açığa çıkarır. Kemâlât-i zâide isbât eylemez. 2/55 [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● İmâm-ı Türpüştînin risâlesi, i’tikâdı doğru olarak öğrenmekde fâidelidir. 1/193. [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● İmâm-ı a’zam, Şa’bînin talebelerindendir.


● İmâm-ı a’zam, abdestin edeblerinden bir edebi terk sebebiyle, kırk senelik nemâzı kazâ buyurmuşdur. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● İmâm-ı a’zam, mutlaka mü’minim, imâm-ı Şâfi’î, inşâallah mü’minim demişlerdir ki, farklılıkları sözdedir. İmâm-ı a’zamın sözü, hâl-i hâzır durum i’tibâriyledir. İmâm-ı Şâfi’înin ki, âkıbet i’tibâriyledir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● İmâm-ı a’zam-ı Kûfî, vera’ ve takvâ üzere idi. Sünnete uyarak ve sünnet devleti ile ictihâd ve istinbâtda yüksek derecelere ulaşmışdır ki, diğerleri bu derecede değildir.


[Onu anlamakda kâsırdırlar.] 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, hadîs-i şerîfleri ve sahâbenin kavllerini kendi reyine tercîh ederdi. Diğerleri böyle değildir. 2/55 [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● İmâm-ı a’zam ile imâm-ı Ebû Yûsüf, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olup-olmamasında, altı ay münâkaşa edip, nihâyet, mahlûkdur diyeni tekfîr etdiler. [Küfre gideceğini söylediler.] 3/89


● İmâm-ı a’zam buyuruyor ki: (Sübhâneke, mâ-abednâke hakka ibâdetike ve lâkin arafnâke hakka ma’rifetike) [Ey Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim. Biz, sana hakkıyla ibâdet edemedik. Fekat, akl ile anlaşılamıyacağını iyi anladık], buradaki ma’rîfet odur ki, Allahü teâlâyı kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh ve yüceliğinden islâmiyyet ne bildirmişse öylece bilmekdir. 3/123 [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● İmâm-ı Hasen, imâm-ı Hüseynden efdaldir. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık buyurdu ki, Hak teâlâ kulların işlerinde, işleri kullara bırakmadı ve cebr etmedi. Zorlama ve serbestlik dahî yokdur. [Kulun her dilediği olmaz. Ve hiçbir şey zorla yapdırılmaz.] 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık, sahv erbâbının büyüklerindendir. 3/120


● İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık, hem tarîka-i Sıddîkıyyeyi, hem tarîka-i Emîriyyeyi kendinde toplamışdı. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık, nemâzda iken bî-hoş olup, düşmüşdü. ...... sebebi. 3/120


● İmâm-ı Rabbânînin nûru. 2/22


● İmâm-ı Rabbânînin, Ramezânın onbeşinci gecesi, sultân-ı vakt meclisinde îrâd buyurdukları mevzû’lar. 3/43


● İmâm-ı Rabbânîye, mürşidine kavuşdukdan birgün sonra, şu’ursuzluk; iki gün sonra fenâ hâsıl oldu. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]


● İmâm-ı Rabbânî, Muhammed Bâkîye intisâbında, iki ay zarfında, esâs huzûr meydâna gelip, kemâle geldi. [Tecellîler, nûrlar, hâller, keyfiyyetler diye anlatılmak istenilen kazançlar, hocasının kalbindeki deryânın damlaları olarak önüne saçıldı.] 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İmâm-ı Rabbânîye, ilmler ve ma’rifetler nisân yağmuru gibi yağıp, acâib ve garâib sırlara muttali’ kıldılar. Bu gizli sırlara isti’dâtları kadarıyle mahrem olan evlâd-ı kirâmıdır. 1/148. [Mektûbât Tercemesi: 186.]


● İmâm-ı Rabbânî, Resûlullahın rûhâniyyetleri için, çeşidli yiyecek pişirilerek, meclis kurulmasını emr ederdi. 3/106.


● İmâm-ı Rabbânî, vilâyet-i kübrâya ulaşmış ve kemâlât-ı nübüvvetle şereflenmişdir. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● İmâm-ı Rabbânînin, Nakşibendiyyede (21), Kâdiriyyede (25), Çeştiyyede (27) vâsıtası vardır. 3/87


● İmâm-ı Rabbânîye, sülûk esnâsında hâsıl olan keyfiyyetler. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● İmâm-ı Rabbânî buyuruyor ki, bu fakîr pür taksîr, kendi zevk ve vicdânıyle anlar ki; sağdaki melek, yirmi yılda bir iyilik bulup, ameller sahîfesine yazdığı ma’lûm değildir. 1/222 [Mektûbât Tercemesi: 274.]


● İmâm-ı Rabbânînin (Merâtib-i vahdet-i vücûdun tahkîki) risâlesi vardır. 1/31. [Mektûbât Tercemesi: 52.]


● İmâm-ı Rabbânî (Şerh-i Rubâ’ıyyâtı) şerh ederek, Muhyiddîn-i Arabînin sözlerini te’vîl buyurmuşlardır. [İslâmiyyete uygun ma’nâlar vermişlerdir.] 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İmâm-ı Rabbânînin yüce pederleri buyurmuşdur ki, yetmiş iki bozuk fırkanın meydâna çıkması, tesavvuf yolunu bitirmeyen kimseler sebebi ile olmuşdur.


[Bu tesavvuf yolundakiler netîceye ulaşamadıkları için sapıtmışlardır.] 1/220. [Mektûbât Tercemesi: 266.]


● İmâm-ı Şâfi’î buyuruyorlar ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın efdaliyyetine sahâbe-i kirâm ittifak etmişlerdir. 1/59. [Mektûbât Tercemesi: 94.]


● İmâm-ı Şâfi’î, İmâm-ı a’zamın fıkh ilmindeki yüksek derecesinden bir parça anlayıp, (Bütün fukâhâ, Ebû hanîfenin ev halkı gibidir) buyurmuşdur. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râcda, Hak teâlâyı görmedi. Bundan maksad, rü’yet-i dünyâ ile görmedi, demekdir. 1/282. [Mektûbât Tercemesi: 413.]


● İmâm-ı Gazâlî buyurdular ki, Sıffîn vak’ası, halîfe olmak için değil, islâmiyyetin kısas emrini yapmak içindi. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● İmâm-ı Mâlik, tebe-i tâbi’îndendir. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● İmâm-ı Ebû Yûsüf için, taklîdden kurtuldukdan sonra [ya’nî ictihâd makâmına yükseldikden sonra], üstâdı Ebû Hanîfeye “rahmetullahi aleyh” tâbi’ olması hatâdır. 3/100


● İmâmet bahsi. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İmâmet [halîfelik] bahsi, fürû’i dindendir. Üsûl-i dinden değildir. Fürû’ ile meşgûliyyet, mâlâya’nîdir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Ümmet-i Muhammed, bütün ümmetlerden önce Cennete girecekdir. 1/249. [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Ümmet-i Muhammed, hayrül-ümemdir. [Ümmetlerin en hayrlısıdır.] 3/24. [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Ümmet-i Mûsâ, Cennete, kendinden önceki ümmetlerden önce girecekdir. [İkinci olarak girecekdir.] 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ümmet-i İbrâhîmin dîninin ve milletinin efdal olması, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme onun milletine uymak emr olunmasından dolayıdır. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ümmetden ba’zısında ba’zı kemâlât olur ki, Enbiyâ ona gıbta ederler. Hâlbuki, bütün ümmetler üzere, her husûsda üstünlük, Enbiyâya mahsûsdur. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Emr-i ma’rûf ve nehyi münkeri rıfk ile [yumuşaklık ile] yapmalı ki, kabûl olunmağa yakındır. 3/118


● Emrâz ve eskâm def’inde [hastalıkların kalkması için] esnâm [putlardan] ve tâgûtdan [putlaştırılmış olan şeyden] istimdât eylemek [yardım taleb etmek], şirk ve dalâletdir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Ümem-i sâbıkada [Geçmiş ümmetlerde] bir cemâ’at kâfir, bir cemâ’at de sâlih mü’min idi. Büyük günâh işlemek çok az idi. 2/37. [Se’âdet-i Ebediyye: 910.]


● Ümem-i sâbıkadan [Geçmiş ümmetlerden] ba’zıları sabâh nemâzı, ba’zıları da sâir nemâzlarla me’mur idiler. 1/79. [Mektûbât Tercemesi: 125.]


● Ümem-i sâbıkaya [Geçmiş ümmetlere] herbir asrda bir Nebî gönderilmişdir. 1/259. [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Ümmidsiz olmak küfrdür. Ümmidvâr olalar. Ahkâm-ı islâmiyyeye mütâbe’at [uymak] ve pîre muhabbet var ise, hiç gâm değildir. 3/13. [Se’âdet-i Ebediyye: 401.]


● “Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yaratdı.” Rûh-ı Âdem maksûddur. Veyâhud Hak sübhânehu Âdem aleyhisselâmı kendi kemâlâtı ile bezedi ve sıfâtı ile vasfladı. Tam bir ayna kıldı. Bu benzerlik ism ve sûretdedir. Hakîkatde değildir. 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]


● “Allahü teâlâ bu dîni, fâcir kimselerle de elbette kuvvetlendirir.” Hadîs-i şerîf. 1/33. [Mektûbât Tercemesi: 58.]


● “Allahü teâlâ, ayrıca bir Cennet yaratmışdır ki, burada hûrîler ve köşkler yokdur. Burada Allahü teâlâ, güler gibi tecellî eder, görünür.” Hadîs-i şerîfi, zuhûrâtın a’lâsıdır. 1/263. [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● “Belâlar, mihnetler en çok Peygamberlere, sonra Evliyâya, sonra bunlara benziyenlere gelir.” Hadîs-i şerîf. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● “Allahü teâlâ yüksek himmet sâhibi olanı sever,” hadîs-i şerîfdir. Yüksek himmetli olup, en yüksek dereceye kavuşmakdan başka hiçbir şeyle kanâ’at etmiyeler. Dahâ yükselmeğe tâlib olup, yüksek makâmlara çekileler. 3/20.


● Enbiyâ ve sulehânın [sâlihlerin] dünyâda mihnet çekmelerinin sebebi. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Enbiyâ günâhdan ma’sûm, Evliyâ mahfûzdur. [Korunmuşdur.] 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Enbiyâ üsûl-i dinde [i’tikâdda, îmân edilecek husûslarda] müttefiklerdir. İhtilâfları, fürû’ı dinde ba’zı ahkâma te’alluk eder. 1/63. [Mektûbât Tercemesi: 99.]


● Enbiyâdan birine tevassutla Zât-ı teâlâya ulaşan Enbiyâ ile, Zâtı teâlâ arasında (vâsıta edilen) Nebî perde değildir. Onların zâtdan nasîbleri vâsıtasızdır. Lâkin ümmet için böyle değildir ki, tevessül eyledikleri Peygamber, arada perdedir. 3/88


● Enbiyânın mebde-i te’ayyünleri, Allahü teâlânın ismlerinin bütünüdür. Evliyânın mebde-i te’ayyünleri ise, bu ismlerin parçalarıdır. Bu parçalar, o bütünlerin altındadır. 1/231. [Mektûbât Tercemesi: 283.]


● Enbiyâ ve resûllerden, hiçbirisi gelip-geçmedi ki, şeytân onun kelâmına karışmamış olsun. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Enbiyânın makâmları, kendi yükselmelerinin, nihâyet makâmları değildir. Bilâkis o makâmlardan yüksek mertebelere terakkî eylemişlerdir ki, ba’dehû nüzûl buyurup, [ondan sonra inip], o makâmlarda ikâmet ederler.


O makâmlar onların mebde-i te’ayyünleridir. İlâhî ismlerden ibâretdir. Hak teâlâdan feyzlerin vesîleleridir ki, Zât-ı teâlânın vâsıtasız esmâ-i âleme hiç münâsebeti yokdur. Yüksek yaratılışlı olan bir sâlik [tesavvuf yolcusu], yükselmesi esnâsında, o isme vâsıl ve o makâmların üstüne dahî yükselir. Ammâ sâlik, kendi mebde-i te’ayyünü olan isme nüzûl eyledikde [indikde], kendi ismi o ismin aşağısı olduğunu anlıyabilir. 1/208. [Mektûbât Tercemesi: 245.]


● Enbiyâ, da’veti âlem-i halka tahsîs etmişlerdir. Kalbden ötesini söyleyen olmamışdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Enbiyâ sebeblere riâyet eylemişdir. Bu riâyetleri ile berâber, Hak sübhânehüye tefvîz-i umûr buyurmuşlardır. [İşlerini Allahü teâlâya havâle eylemişlerdir.] 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Enbiyânın gönderilmesi, âlemlere rahmetdir. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Enbiyânın birine îmân etmemek, cümlesine îmân etmemek olur. Zîrâ onlar, îmân edilecek aynı şeyleri söylemişlerdir. Dinlerinin esâsı birdir. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Enbiyânın ahkâm-ı ictihâdiyyesinde hatâ tecviz (câiz) olunmuşdur. Ammâ, hatâ üzere devâm etmek tecviz (câiz) olunmamışdır. Hemen hatâlarına âgâh ederler (uyarılırlar). 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Enbiyânın bildirdikleri doğru haberleri, akla uydurmağa çalışmak, nübüvveti inkârdır. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Enbiyâ geriye tam dönmüşlerdir. Zâhir ve bâtınları ile halkı (Allahü teâlâya) da’vet etmekdedirler. 1/272 [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Enbiyânın da’veti, tenzîh-i sırfdır. [Mahlûklara benzemiyen bir Allaha îmâna da’vetdir.] Semâvî kitâblar, îmân-ı tenzîhîyi bildirmekdedir. Enbiyâ, Allahü teâlâyı yaratmasında mütâle’a etmedi. Allahü teâlânın birliğine da’vet etdi. Mâsivâya ibâdete, şirk buyurdular. 1/272 [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Enbiyâya uyan, onların risâletini tasdîkden sonra, erbâb-ı istidlâlden olur. [Peygamberleri taklîd ederek hâsıl olan îmân, îmân-ı istidlâlîdir. O büyükleri taklîd eden kimse, Peygamberlerin bildirdiği herşeyin doğru olduğunu aklı ile, düşüncesi ile anlamışdır.] Ve bu taklîdi, aynı istidlâldir. Meselâ bir insan, bir şeyin aslını istidlâl ile isbât eylese, o asldan neş’et eden fürû’ dahî, o istidlâle müstenid olup, cemi’ fürûun isbâtında müstedil (istidlâl) olmuş olur. 1/272 [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● İnsana lâzım olan, ehl-i sünnetin gerekdirdiği gibi îmânı düzeltmek, ikincisi, ahkâm-ı islâmiyye-i fıkhıyye mûcibince amel. Üçüncü, sülûk-ı sofiyye-i tarîkat-ı aliyyedir. Buna muvaffak olan, büyük bir kurtuluşa nâil olur, kavuşur. Bunu yapmıyan kimse, açık (kesin) bir hüsrâna vâsıl olur. 3/34 [Se’âdet-i Ebediyye: 115.]


● İnsanın yaratılmasından maksad, yağlı ve lezîz yiyecekler, güzel ve nefis elbiseler, mal ve mülk toplamak, ni’metlenmek, oyun ve eğlence değildir. Yaratılmasından maksad, Allahü teâlâya karşı gönlü kırık, boynu bükük olmak ve yalvarmak içindir. 1/206 [Mektûbât Tercemesi: 243.]


● İnsan irâde ve ihtiyârı ile işlerini kesb eder [çalışır]. Halk etmek (işleri yaratmak) Allahü teâlâya mensûbdur. (Allahü teâlâ yaratır). 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İnsan kendi fi’line kasd [niyyet] eyledikden sonra, Hak teâlânın halk etmesi, o fi’le te’alluk eder. Bu iş, kulun irâdesini sarf ederek hâsıl olduğu için, medh ve zem ve sevâb ve cezâ insana âid oldu. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İnsan halîfe-i rahmândır. Zîrâ sûret-i şey halîfe-i şeydir. “Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yaratdı.” 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● İnsanda iki şey vardır ki, arşda yokdur. Biri, hey’et-i vahdânî (insanda bulunan on şey), diğeri şuûru nûrun alâ nûrdur. 2/11.


● İnsân-ı kâmil, asla kavuşdukdan sonra, aslın nûrlarının parlaklığından, bir ışık onun kalb aynasında parlatılıp, onu tekrar âleme döndürmek ile nâkısları terbiye etmesi havâle olunur. Bu dönüşde, hem de onu terbiye etmek vardır. 2/12.


● İnsan, âlem-i halk ile âlem-i emrin mecmû’undan (bir araya gelmesinden) ibâretdir. 3/11 [Se’âdet-i Ebediyye: 917.]


● İnsanın kendi murâdını taleb eylemesi, kendi ülûhiyyetini da’vâ eylemesidir. 3/2


● İnsan, murâd-ı ilâhîyi tercîh edip, murâd-ı mevlâdan gayri hiç murâdı kalmamak, vilâyet-i hâssaya bağlıdır (mahsûsdur). 3/27 [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● İnsanın aslı (zâtı) nefs-i emmâresidir. 3/60


● İnsan öyle bir toplulukdur ki, âlem-i kebîrde yükseklikler ve aşağılıklardan her ne mevcûd ise insanda dahî vardır. Onda âlem-i halk açık, âlem-i emrden ise bir nişân var. İblisin zemm edilen kötü sıfatları kâin (onda mevcûd) ve melek sıfatı dahî sâbitdir. 1/307 [Mektûbât Tercemesi: 492.]


● İnsan bir toplulukdur. İmkân âleminde bulunan herşeyin kendisi, vücûb âleminde bulunanların ise sûreti, insanda bulunur. 1/95 [Mektûbât Tercemesi: 141.]


● İnsan, yedi meşhûr latîfeden mürekkebdir. Her latîfenin ahvâli ve mevâcîdi başkadır. 3/81.


● İnsanın hakîkati o ademdir ki, hakîkat-i nefs-i nâtıkadır. 3/60.


● İnsanda, yerlerde ve göklerde bulunan herşeyden bir zerre vardır. 1/220. [Mektûbât Tercemesi: 266.]


● İnsan medenî olarak yaratılmışdır. Ya’nî, yaşamasında, diğer insanlara muhtâcdır. 2/62 [Se’âdet-i Ebediyye: 746.]


● İnsanın başka şeyleri sevmesi, kendi nefsini sevmesindendir. [Kendi nefsine düşkün olmasındandır.] 1/105 [Mektûbât Tercemesi: 156.]


● İnsanın yaratılmasından maksad, Hak teâlâya ibâdet ve kulluk yapmakdır. 1/73 [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● İnsandan bu fânî dünyâda taleb olunan [istenilen], ma’rifet-i Hak teâlâdır [Rabbini bilmesidir]. 1/226 [Mektûbât Tercemesi: 278.]


● İnsan mahlûkâtın en çok muhtâc olanıdır. Ve her neye muhtâc ise, ona alâka duyar. Her te’alluku ise, Allahü teâlâdan uzaklaşmasına sebebdir. Bu sebebden, temâm mahlûkâtın ziyâde mahrûmu insan olur. 1/45 [Mektûbât Tercemesi: 77.]


● İnsana karşı secdenin çirkinliği, güneşden dahâ âşikârdır. Sakınmak herkese lâzımdır. 1/29 [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● İnsana cânib-i Hak sübhânehudan feyz ve in’âm [ni’metler] devâmlı gelmekdedir. Kula verilen maddî ve ma’nevî [zâhirî ve bâtınî] feyzler, eğer bir sâ’at ve bir lemha kesilse, bendeden [kuldan] gerek vücûd ve gerek onun kemâlât-ı tâbi’asından bir eser kalmaz. Hâlbuki kula lâzımdır ki, bir lemhada ve turfetül-aynda [göz-açıp-kapama anı] o hazretden gâfil olmıya. Ve devâm-ı huzûr ile sıfatlana. Büyük hüsrân ve şaşılacak şeydir ki, ni’meti vereni unutup, ni’metlere dalar. Ve kendisine ni’met verene yönelmez, ondan yüz çevirir. Şübhe yokdur ki, huzûrun devâmı, bâtına nisbetle mümkin ve belki vâkı’dir. Alel-husûs bizim tarîkımizde [yolumuzda], Allahü sübhânehunun keremiyle bu devâm sehl-ül-husûldür. Ve ibtidâda [başlangıcda] zuhûr eder. Lâkin bu devâm zâhirde zordur. Zîrâ zâhir, kesrete bağlı olduğundan gafletden halâs bulmağa çâre yokdur. Fekat bu zâhirî gaflet, sâlih niyyet ile olursa, gaflet huzûr olur. Meselâ uyku, tâ’atda hâsıl olan tenbelliği def’ niyyeti ile olursa, tâ’at olur. Bu sûretle devâm-ı huzûr, zâhire nisbetle dahî gerçekleşmiş olur. Zâhire ve bâtına nisbetle olan bu devâm-ı huzûr, insanlardan ekmel-i kümelin nasîbidir ki, itmînân-ı nefs ile müşerref olmuşlardır. Ve fenâ-yı etem ve bekâ-yı ekmele ulaşmış ve amelde niyyet ve ihlâsın tashîhi külfetinden vâreste olmuşdur [kurtulmuşdur]. 1/172 [Mektûbât Tercemesi: 213.]


● Enes radıyallahü anhın, tâ’ûndan [vebâdan] seksen evlâdı vefât etdi. 2/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 1035.]


● Enfüs (insan) dahî, âfâk (insandan başka şeyler) gibi, ilâhî ismlerin zılleridir. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Enfüs ve âfâkda görülen şeyler, aranan şeyin işâretleridir. İstenen şey değildir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Evâmir-i ilâhîyeye adem-i imtisâl [İlâhî emrleri yapmamak], yâ şerî’atin bildirdiği haberleri yalan addederek [inanmıyarak] i’timât etmemek veyâ Hak teâlânın emrlerine ehemmiyyet vermemek sebebiyledir. Çirkinliğini düşünmek gerekdir. 1/73 [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Evlâda hizmet, babasına yardım olur. 1/177 [Mektûbât Tercemesi: 218.]


● Evvelühüm hayrûn ev âhıruhüm (Başlangıcı mı dahâ iyi, yoksa sonu mu) hadîsiyle, âhır-ı ümmetin medhi. 1/261 [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Ülül’azm Peygamberler Resûlullaha tâbi’ olmağı arzû etmişlerdir. 1/249 [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Evliyâullahın huzûruna boş gelmek lâzımdır ki, dolu olarak dönüle. Ve kendi iflâsını göstermek lâzımdır ki, onlar dahî şefkat edip, feyz yolunu açalar. 1/157. [Mektûbât Tercemesi: 192.]


● Evliyâdan ekserîsi vehm mertebesinin son noktasına ulaşsa da, nefs-ül-emr mertebesine dâhil olamazlar. 3/100.


● Evliyâullahın elbisesini edeble giymekden çok fâide hâsıl olur. 1/206 [Mektûbât Tercemesi: 243.]


● Evliyâullah büyük günâh işlemekden korunmuşdur. 1/223. [Mektûbât Tercemesi: 276.]


● Evliyâdan ba’zısının değişik yerlerde hâzır olması, latîfelerinin muhtelif bedenler hâlinde görünmesidir. 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Evliyâ insanları, hem islâmiyyetin zâhirine, hem de bâtınına da’vet ederler. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Evliyâ-i müstehlikîn [Kendini yok bilen Evliyânın] sebebler âlemine inmemiş olup, nübüvvet kemâlâtından nasîbleri yokdur. Başkalarını kemâle getiremezler. 1/24 [Mektûbât Tercemesi: 42.]


● Evliyâ-i uzletden olup, kemâlât-ı vilâyet tarafı gâlip olan aktâb, evtâd ve ebdâlin terbiyetleri, Alî radıyallahü anhın imdâd ve yardımına bırakılmışdır. 1/251 [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Kendini boş, uzak sanan, kavuşmuş demekdir. 1/148. [Mektûbât Tercemesi: 186.]


● Üveysî tarîkat (yol), rûhâniyyetden feyz almak demekdir. 3/118


● Ehl ve ıyâl [çoluk-çocuk] ile münâsebeti tam peydâ eylemeyeler. 3/84 [İslâm Ahlâkı: 356.]


● Ehl ve ıyâlin [çoluk-çocuğun] memnûn olmaları için, âhıret azâbına râzı olmak [onu seçmek] aklsızlıkdır. 1/226 [Mektûbât Tercemesi: 278.]


● Ehl-i hânenin [hâne halkının] hepsini nemâza ve sâlih işlere ve ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmağa [ve harâmlardan sakınmağa ve kadınların, kızların örtünmelerine] teşvîk ediniz. Zîrâ mes’ûlsünüz. 3/84. [İslâm Ahlâkı: 356.]


● Ehl-i beyte muhabbet cüz’-i îmândandır. Son nefes için pek-çok fâidesi vardır. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Ehl-i sünnet, bu i’tikâdı kitâb ve sünnetden aldılar, istinbât etdiler [çıkardılar]. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Ehl-i sünnetin doğru olduğu muhakkakdır. Ehl-i sünnetin dışında olanlar, [şî’îlik ve vehhâbîlik] zındıklık ve ilhâddır. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Ehl-i sünnetden hardal dânesi kadar ayrı olanların sohbeti semm-i kâtildir. [Öldürücü zehrdir. Bunlarla arkadaşlık etmekden çok sakınmalıdır.] 1/213 [Mektûbât Tercemesi: 256.]


● Ehl-i sünnete tâbi’ olmadan kurtuluş mümkin değildir. 1/59. [Mektûbât Tercemesi: 94.]


● Ehl-i sünnetin reîsi [reîslerinden birisi] Şeyh Ebûl Hasen-ül-eş’arîdir. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Ehl-i islâma lâzımdır ki, pâdişâh-ı islâma yardım edeler. İslâmiyyetin yayılmasına [revâç bulmasına] sebeb olalar [uğraşalar]. 1/47 [Mektûbât Tercemesi: 82.]


● Ehl-i dünyâya ve onun aldatıcı süslerine göz ucu ile dahî nazar, öldürücü zehrdir. 1/138. [Mektûbât Tercemesi: 180.]


● Ehl-i sünnet i’tikâdına sarılıp, Zeyd ve Amr’ın [şunun bunun] sözlerine kulak asmıya, dinlemiye ve yalan olan efsâneleri ve yalan olan hikâyeleri kendine düstûr eylemek, kendini zâyi’ eylemekdir. 1/251 [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ehl-i kitâb, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamber olduğunu anlarlar. Fekat, inadları yüzünden inanmazlardı. 3/91


● Ehl-i Bedr, mutlaka magfûrdur (kurtulmuşdur). 3/24


● Ehl-i irâdetden [dînine çok bağlı] olan sâliha bir hanıma, dînin akâidini ve islâmiyyetdeki ibâdetleri beyân ve tergîb eden mektûb. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Âyât-ı Kur’âniyyenin [Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin] anlaşılmasından acz hakkındaki mektûblar. 1/310 [Mektûbât Tercemesi: 495.]


● İnternet vâsıtası ile haberleşme. 412


● Îşân [onlar] Kalb hastalıklarının tabîbleridirler.1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Îşânın [Evliyânın] bakışları, kalb hastalıklarına şifâ verici, teveccühleri ma’nevî hastalıkları def’ edicidir. 2/92 [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Îşânın sözleri devâ ve bakışları şifâdır. 1/109 [Mektûbât Tercemesi: 161.]


● Îşânın celîsleri [Onlarla birlikde olanlar] şakî olmaz. 1/87 [Mektûbât Tercemesi: 137.]


● Îşâna muhabbet, Allahü teâlânın en büyük ni’metlerindendir. Ve se’âdetin sermâyesidir. 2/36, 1/142. [Mektûbât Tercemesi: 182.]


● Îşâna [onlara] buğz, öldürücü zehr ve onları kötülemek ebedî mahrûmiyyete sebeb olur. Zîrâ aslın aslına kavuşmuş olan Ârife muhabbet, Hak teâlâya kavuşdurur ve buğz da onun buğzuna sebeb olur. 3/110


● Îşânın âşinâlığından maksûd [Onlarla görüşmekden maksad], kendi kusûrlarını, ayblarını anlamak içindir. Ve gizli kötülüklerini meydâna çıkarmak içindir. 1/68 [Mektûbât Tercemesi: 106.]


● Îşânın (onların) nisbeti vermekde ve huzûr ve âgâhlığı kısa bir zemânda sâdık talebeye vermekde tam bir kudretleri olduğu gibi, o nisbeti almakda dahî, tam kudretleri vardır. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Îşânın zâhir ve sûretini beşer sıfatı üzere terk eylemişlerdir. Tâ ki onun kemâlâtına örtü ola. Velî diğer insanlar gibidir. [Hak bâtıl ile karışmışdır.] 2/30.


● Îşânın zâhirine bakanlar, mahrûm olur ve zarar eder. Bâtınlarına nazar edenler, kurtuluşa ve felâha erer. 2/52.


● Îşânın mezâr-ı şerîflerinden de, istifâde olunmakdadır. 1/291. [Mektûbât Tercemesi: 458.]


● Îmânda kalbin tasdîki kâfî olup, nefsin iz’ânı [anlaması] istenmemişdir. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Îmân başka, inkâr etmemek başkadır. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Îmân kalbin tasdîkidir. Tasdîk iz’ândan [anlamakdan] ibâretdir ki, inanmak ile ta’bir olunmuşdur. 3/91


● Îmân, zarûret ve tevâtür ile dinden bize gelmiş olanlara kalbin tasdîkinden [inanmasından] ibâretdir. Lisânın söylemesi de îmânın rüknüdür demişlerdir ki, sükût ihtimâli vardır.


[Özr, korku ile söylememesi afv olur.] Bu tasdîkin alâmeti, küfrden uzak ve kâfirlikden sakınmakdır. Ve kâfirliğin husûsiyyetleri olan, onlara mahsûs şeylerden, meselâ zünnâr bağlamak gibi, bunlardan te’arrîdir [ârî olmakdır]. Bu tasdîki da’vâ edip, küfrden teberrî eylemezse, mürteddir. Teberrî, kâfirlere düşmanlıkdan ibâretdir. Bu teberrî kalb ile veyâ havf [korku] yoksa, kalb ve kalıp ile olur. Muhabbet-i Hudâ ve Muhabbet-i Resûl-i Hudâ, onların düşmanlarıyla düşmanlık eylemedikçe olmaz. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Îmânda sâdece kelime-i şehâdeti söylemek kâfî değildir. Münâfıklar da, o kelimeyi söylerler. Bütününe inanmak ve kâfirlikden teberrî lâzımdır. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Îmân başka, ma’rifet başkadır. Îmân, inanmak; ma’rifet anlamak demekdir. 3/91


● Îmân ve küfrün medârı hâtime üzeredir. [Mü’min ve kâfir, son nefesde belli olur.] Çok kimseler vardır ki, temâm ömründe o iki sıfatın biri ile muttasıf olur [vasflanır.] Âhırinde [sonunda] onun zıddı gerçekleşir. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Îmânları mevcûd iken, kâfirlik merâsimlerini yapan ve kâfirlerin günlerini ta’zîm eden müslimânların cenâze nemâzlarını kılalar. Onları kâfirlere dâhil eylemeyeler. Îmân bereketi ile azâb-ı ebedîden kurtulurlar. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Îmân ehli, günâhları dolayısiyle Cehenneme girince yüzleri siyâh yapılmaz ve zincire vurulmazlar. Ve isyânı kadar azâb görüp, sonunda Cehennemden çıkarılırlar. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Îmân-ı bil-gayb [gayba îmân], şühûdî îmân üzerine tercîh edilir. 2/8 [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● Îmân, tasdîk ve kalbin yakîn hâsıl etmesinden ibâretdir ki, azlık ve çokluk kabûl eylemez. Azlık ve çokluk ameller i’tibâriyle îmânın parlamasındadır. Îmânın kendinde değildir. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Îmân-ı istidlâlî [anlıyarak îmân], îmân-ı taklîdîden dahâ iyidir. Enbiyâyı taklîd ile olan îmân, îmân-ı istidlâlîdir. Zîrâ Enbiyânın sadâkatını delîl ile bilir. Âbâ ve ecdâd [baba ve dede] îmânını taklîd etmek, îmân-ı taklîdîdir ki, mu’teber değildir. 1/272 [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Îmân, bâtıl ilâhları kaldırıp, her ne var ise, bunların hepsini (Lâ) ile yok edip, Hak celle sultânühuyu ma’bûd olarak isbât eylemekdir. 2/8 [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● Îmân-ı hakîkînin hâsıl olmasına alâmet, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmakda kolaylığın hâsıl olmasıdır. 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Îmân kemâl buldukça, latîfelerin bedene te’alluku azalır. Ve bu münâsebetsizliğin artması nisbetinde, beden zulmete yakın ve onda vesveseler ve hâtıra gelen şeyler ve tereddüd artar. Başlangıçda ve ortada olanlarda durum böyle değildir. Bunların hâtırlarına gelen öldürücü zehrdir [felâketdir]. 1/182 [Mektûbât Tercemesi: 221.]


● Îmân-ı hakîkî, ma’rifete bağlıdır ki, ma’rûfda fânî olmakdan ibâretdir. Ma’rifetden evvel îmân, sûrî; ya’nî mecâzîdir. 3/91

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan, dünyâda *Kimi* severse, âhiretde *Onun* yanında olacak. Biz de, o *Büyük* leri seviyoruz elhamdülillah. Bu *Sevgi* yi de bize veren, gene onlar. 


*Sevgi*, yukarıdan aşağıya gelir çünkü. Onlar kendilerini *Sevdir* di. Biz *Sevme* yi bilemezdik ki. Zâten ilk gördüğümde *Talebe* idim. 


Abdülhakîm Efendi hazretlerini *Tanımak*, Allahü teâlânın bana en büyük *Lütfu* olmuşdur. 


O'nun yanında *Dünyâ* yı unuturduk. Ömrümün en *Zevkli* dakîkaları, Onunla berâber olduğum zamanlardır. Bana çok *Müjde* ler verdi. 


Meselâ evleneceğim zaman, Efendi hazretlerine; *Ben evlenmek istiyorum*, dedim. Efendi hazretleri de; *Kiminle evleneceksin?* buyurdu. 


Ben de, *Siz kimi emrederseniz, onunla*, dedim. Efendi hazretleri sevindi. *Öyleyse sen Ziyâ Beyin kızıyla evlen!* buyurdu. Bu, benim için bir *Müjde* oldu. 


Efendi hazretlerinin Ziyâ beye, husûsî *Sevgisi* vardı. Hattâ bir gün ellerini kaldırdı ve; 


Yâ Rabbî, *Ziyâ* kulunun bana yapdıklarına, bir *Karşılık* da bulunamıyorum. Onun *Mükâfât* ını, sen sonsuz *Rahmet* hazînelerinden ver. Onu, *Sana* havâle etdim! diye duâ etdi. 


Biz evlendikden sonra, Efendi hazretlerini ziyârete gittik. Efendi hazretleri bizim hanıma; *Hilmi’den memnûn musun?* diye sordu. 


Bizim hanım da; *Evet memnunum*, deyince Efendi hazretleri; *Sen benim hem kızımsın, hem de gelinimsin!* buyurdu. 


Bu da, benim için çok büyük bir *Müjde* oldu. *Sen benim gelinimsin* ne demek? Yâni, *Hilmi, benim oğlumdur!* demek. Ben bu müjdeyi aldım, elhamdülillah. 


Bunlar yâdigâr *Haber* ler kardeşim. Bunları kitaplar yazmaz, kimseler bilmez. Elhamdülillah, çok büyük *Müjde* ler aldım Efendi’den.

Yâdigâr mektûblar 23.mektûb

 8 Cemâzi'l-Evvel 1376 [11.10.1956]

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Sâim Bey

Bugün Salı olup, şu mektûbumu yazıyorum. Kıymetli mektûbunuzu aldım. Sıhhat ve selâmetinize memnûn oldum. Biz, Ağustosun dördüncü günü Bursa'ya gittik. 15 Ağustosda avdet ettik. Sizinle arada mülâkat nasîb değil imiş.

Seâdet-i Ebediyye'nin ikinci kısmı Receb-i şerîfde belki çıkacakdır. Çıkınca haber veririm. Sizde bulunan Hüccet-ül İslâm kitâbını, Muzaffer [Özak] Bey yeni basdırdı. Ben tashîh etdim ve tenbîh diyerek birçok ilâveler yapdım. İlâveler elli sahîfe kadar oldu. Âdeta yeni bir Seâdet-i Ebediyye risâlesi gibi oldu. Ben hiç basdırmadım. Yalnız Muzaffer satıyor. Üç liradır. Eskişehir'deki müslimân bir kitâbcıya söyleyiniz. Muzafferden hem Seâdet-i Ebediyye risâlesi istesin, hem de Hüccetü'l-İslâm istesin, orada müslimânlara satsın. Hem para kazanır, hem de sevâb kazanır. Siz de alınız ve müslimânlara tavsiye ediniz. Alsınlar. Çok kıymetli kitâb oldu.

Baldan uşr farzdır. İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe buyuruyor ki, mikdârı ne kadar olursa olsun, uşrunu vermek lâzımdır. Kaç kilo alınırsa, alınca onda birini müslimân fakirlere, ya'nî nisâba mâlik olmayan müslimânlara vermek farzdır. Uşrunu vermeden yemek harâmdır. Uşrunu vermeden yenirse, tazmin etmek, ya'nî bedelini sadaka vermek lâzımdır.

Arıların başka yerlerden topladığı ballar günâh değildir. Zirâ topladıkları şey mal ve mülk değildir. Az bir şeydir.Şerî'at buna müsaade etmişdir.

Din ve dünyâ seâdetinize ve selâmetinize duâlar eder,duâ buyurmanızı dilerim efendim.

Hüseyn Hilmi Işık

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ermeniler çok müslümân kesmişler o devirde. Efendi hazretlerinin oğlu *Mekkî Efendi* şöyle anlatırdı: 


Van’dan *Hicret* ederken, gencecik *Kadın* lar, kucaklarında *Bebek* leri, hızlı ve hiç durmadan yürürlerdi. Durmak, dinlenmek yok. Çünkü arkadan *Ermeni* ler kovalıyor. 


Bir müddet sonra o kadınlar, *Çocuk* larını taşıyamaz hâle gelince, *Yavru* larını bir *Ağaç* altına bırakıp, *Yola* devâm ederlermiş. 


Çoğu kadınların *Elin* de, *Kucağı* nda ve *Karnı* nda yedi sekiz tâne *Çocuk* ları var. Üstelik *Eşyâ* ları da var. Yorulunca, eşyâları *Tek tek* atıyorlarmış. 


Çocukları da *Taşıyamaz* duruma gelince, arkadan gelen daha *Güçlü* birileri alsın diye, mecbûren bir *Ağacın* altına bırakırlarmış. Ne yapsınlar? Bırakmasalar, zâten *Kendi* leri de, *Çocuk* ları da *Ölecek*. 


Çünkü *Düşman* peşlerinde. İşte hep böyle *Ağaç* ların altında yatan, *Kundak* da veyâ bir iki yaşlarında *Bebek* ler ve *Çocuk* lar görürdük, diye anlatırdı Mekkî Efendi. 

● ● ● 

Ben Efendi hazretlerinin yanında, yeni *Sırmalı* subay elbiselerimle otururken, *Şâkir Efendi* kapıyı açıp içeriye girdi. 


Beni öyle görünce; *Ooo, Hilmi âbi sen subay mı oldun? Amân da subay elbisesi ne kadar yakışmış sana!* dedi. 


Sonra döndü Efendi hazretlerine; *Efendim baksanıza Hilmi âbiye, sırmalı yıldızları takmış, ne güzel de yakışmış değil mi efendim?* dedi. Efendi hiç cevap vermedi. 


O tekrar; *Efendim bir kerre baksanıza Hilmi âbiye, ne olmuş?* dedi. Bu sefer Efendi ona döndü; 


*Sen Hilmi’nin yıldızlarını yeni mi görüyorsun? Hilmi yıldızlarını üç sene evvel takdı!* dedi. 


Hakîkaten, ben Efendi hazretlerini, *Üç sene* evvel, onsekiz yaşımda iken *Görmüş* düm. Amân ne hoşuma gitdi. 


Demek ki, Efendi hazretlerini görmek; *Hakîkî Yıldızı* takmakmış. Yâni, *Kabûl* edilmekmiş. Bu, benim için en büyük bir *Müjde* oldu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben 1932 de *Eczâcı subayı* çıkdım. *Yıldız* ları takdım, *Sırmalı* elbise giydim ve doğruca *Efendi* hazretlerine gitdim. Yanına oturdum. Hiç sesini çıkarmadı Mübârek. 


Efendi hazretlerine hizmet eden *Şâkir Efendi* vardı sâdece. Şâkir Efendi kimdir, biliyor musunuz? Anlatayım. Efendi hazretleri *Van* dan İstanbul’a *Hicret* ederken çok *Sıkıntı* çekmişler. 


1919 da, birinci *Cihân* harbinin sonlarında, *Ermeni* ler çok müslümânları kesmişler. *Rus* lardan aldıkları *Silâh* larla müslümân köylerini basmışlar. 


İşte o zaman Efendi hazretleri, *Yüzelli* kişilik kafilesini alarak *Hicret* için yola çıkıyor. 


Evvelâ *Irak*’a, sonra *Musul*’a, Musul’dan *Adana* ya. Adana’dan *Eskişehir*’e. Eskişehir’den de *İstanbul*’a geliyor Mübârek. 


İstanbul’a gelene kadar *Otuz* kişi kalmışlar, *Yüzyirmi* kişi yolda *Telef* olmuş. *Yaya* olarak, aç susuz, *Para* yok. 


Ne *Sıkıntı* lar çekmişler. Efendi hazretleri İstanbul’a gelirken *Eskişehir* de kalmış. Bizim Abdülhakîm *Asker* deyken, ben *Eskişehir*’e gitdim. 


Orada bir *Câmi* ye girdim. *Kurşunlu* câmiine. Yaşlı birine sordum. *Abdülhakîm Efendi hazretleri bu câmiye de geldi mi?* dedim. 


O da; Evet, bu *Câmi* de kaldı. İşte şu *Oda* larda kalıyorlardı. Hattâ, oğlu *Enver* vardı. Burada vefât etdi. Cenâzeyi kaldıracak *Para* ları da *Yok* du. 


Sabahleyin *Cemâat* gelsin de, *Cenâze* yi kaldırsın diye sabaha kadar *Oğlu* nun başında bekledi. Çok *Sıkıntı* lar çekdi. Hiçbir baba, Onun yapdığını yapamaz, dedi. 

İstiğfar duası nedir?

"Estağfirullah el azîm el kerîm ellezî lâ ilâhe illâhû el hayyel kayyûme ve etûbu ileyh." Bu duâ istiğfar duasıdır.


İstiğfâr etmek, *Şifâ* dır. Bilhassa ramezân-ı şerîfde. Ramezân-ı şerîf, *İstiğfâr* ayıdır, *Tövbe* zamânıdır. Dünyâ ve âhiret zararlarına, mazarratlarına, *Şifâ* dır ve *İlâç* dır istiğfâr.


(Hüseyin Hilmi Işık rahmetullâhi aleyh)